17 Ağustos 2015

Bulut Geçer Gözyaşları Kalır Çimende*

Bugün sanki biraz maviyim. Daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden ama... Bir tartışma ortamında, lila rengi iddiasında bir büyük kaybetmeyi göze alacak kadar. Anlatamıyorum değil mi? Zaten ne zaman içimde kelimeler birikse, anlatamam. Bugün öyle bir gün: anlatamadığım, maviye çalan lila rengi bir gün. 

Oysa sen beni anlardın biliyorum. Sadece sussam, gözlerine baksam ve hapşırsam... Gülümserdin biliyorum, içinden taştılar gördün mü derdin, sanki bir kaç kelimeyi de avucunla yakalamış gibi, sol elini  havada yumruk yaparak. Bakışında gizli bir cevap olurdu, ben daha sorumu sormadan beliren. Galiba en çok onu özlüyorum. Nasıl oluyor da en mavi hissettiğim günde bile sana varıyor kelimelerim. Oysa sen turuncusun. Hala öyle misin? Gün batımında hafif pembe kızıl bir gökyüzü belirir uzakta, pusludur hani. Sorsan en romantik andır kimileri için. Yaşamayan bilmez öncesini, onun bir öncesi vardır, bilmezler, düşünmezler, görmezler... Güneş turuncu bir top gibidir, sen tam da o turuncunun en kor, en yakıcı halisin. Ateşine düşmedilerse seni tarif bile edemezler. Sen! Hala öyle misin gerçekten?

Yaraları saran zaman, sen söz konusu olduğunda ucu sivri keskin bir bıçağa döner; kanatır yarayı; kabuğu mavi, ama lilaya çalan cinsinden; üstelik irini turuncu biriken. Bir toplu iğne başı gibidir kelimeler bazen, zamanla işbirliği yapıp en beklemediğin zamanda gelir o yarayı bulur, kanatır en derininden, sanırsın ki akacak irin, düşecek kabuk ve güneşin battığı yerden doğacak ay... Bakışların ufka sabitlenmiş beklersin, sanki göğe bakma durağında* yanlışlıkla inmişsin de, gelip seni oradan alacaklarmış gibi umutla gülümseyerek beklersin. Beklerken ağırlaşır göz kapakların, günlerin uykusuzluğu vurur gözbebeklerine, küçülürler... Gözlerini kısarsın, ha uyudun ha uyuyacaksındır... Kafanı çevirecek gücün bile kalmaz.   Kafanı çevirmeyi akıl etmezsen yeni doğan ayı göremezsin, gökyüzünün griye çalan maviliğinde kaybolur tutunduğun turuncu da aniden. Bakarken görmek için daha da uzağını, belki ardını güneşin, ateş basar seni inceden inceden. Uyku misali, gelip geçer aşk; ne zamanıdır, ne de yeri, gelip alacaklar ya seni, açarsın gözlerini açabildiğin kadar. Kapanmasın istersin göz kapakların bir perde misali, duraktasın ya, yüreğinin penceresini ardına kadar açar, uzun uzun göğe bakarsın. Yıldızlar çıka gelir dağılır geceye sere serpe sen gökyüzünde dolunayı ararken. 

Usuldan usuldan bir esinti başlar, durağın kuytusuna çekilirsin, ellerini ceplerine sokar bir türkü tutturursun. Oysa yıldızlara uzatmalısın elini, yıldızlara elini uzatmayı denemezsen, bilemezsin, insan nasıl da özgürleşir ve kurtulur kafasını kemiren düşüncelerden. Bugün günlerden turuncu ve ben alabildiğine maviyim, daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden! 


26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde. 








28 Nisan 2015

Sakızadası'nda Bir Öğle Vakti

Aslında niyet bir yere kaçmaktı. İki günlüğüne de olsa, başka bir hava soluyup, farklı yemeklerin tadına bakıp,  komşunun yüksek alkollü Uzo'sundan yudumlayıp kafayı bulmaktı. Özetle şöyle desem olur herhalde: Aradığımızdan fazlasını bulduk. 

Sevgilim Bay H. eşim olduğunda bana bir söz verdi: Çok gezeceğiz, öyle çok gezeceğiz ki, sonunda biraz da evde otursak diyeceksin. Bir gün der miyim acaba?

24 Nisan'ın Cuma'ya denk gelmesi 4 günlük tatil demekti bizim için. Yakında bir yer arayışı bizi önce aile yanı Çeşme'ye -ki en sevdiğimiz zamandır sezon dışı- sonra da Sakız'a yöneltti. Sabah akşam feribotlarla ve günlük vize ile gidilebilen Sakız adasında tek gece konaklamaya karar verdik. İyi ki... ve keşke iki gece konaklasaymışız dedik ayrılırken. 

Booking.com ve daha önce seyahat etmiş bloggerları incelemem sonucunda kalınacak bölge olarak Kambos'a karar verdim. Venetis House keyifli gözüküyordu. Şehirden uzak, sessiz, sakin, portakal ve limon bahçelerinin arasında şirin bir aile işletmesi. Üstelik bisiklet de vardı. Yerleri ayırttım. Feribot biletlerini Ertürk Hızlı Feribottan aldım ve bir araba kiraladım. Adanın güneyini ve kuzeyde terk edilmiş bir köyü gezebilecek şekilde bir plan yaptım. Annemler biz de gelelim deyince, onlara da Voulamandis House'dan bir oda ayarladım. 

Nisan ayı nedense bu yıl baharı falan müjdelemiyordu. Sabah kalktığımızda fazla baharlık üstümüzü, kat kat lahana modeli ile mevsime uygun hale getirerek yola çıktık. Keyifli bir 20 dakikalık yolculuk sonunda Sakız limanına indik. Arabamızı aldığımız gibi vurduk kendimizi yollara. Önce kalacağımız yerleri bulduk. Kambos bir köy aslında ve daracık sokakları ve labirenti andıran yapısı ile harita ile yol bulmak neredeyse bir macera. Neyse ki Google Map ile bulduk evlerimizi. Akşam yemek için belirlediğim yer dışında bir yer önerisi yapan Bay Voulamandis ile bir de harita üzerinden belirlediğim gezilecek bölgelerin üzerinden geçip ondan da fikir aldıktan sonra çıktık yola.

Rota belli olsa da kaybolmak güzeldir...

"İnsan yolda en çok kendini bulur. Kendi ile kalır ve kendini tanır. " derim hep. Bir de gitsen 5 de gitsen bu değişmez. Unutulmaz anlardan biri dönüş yolu... Babamın "kardayız" dolu kahkahaları ve gözlerden gelen yaş. Ah ne güzeldir kocaman bir aile olup da kahkaha atmak. Döneceğim elbet hikayenin bu kısmına ama önce biraz fotoğraf ve altı yazıları.