31 Ocak 2010

AMA SİYAH

Sabah uyanınca fark ettim ki, gönderilmemiş mektuplara bir yenisi eklenmiş...
Dün gece uzun bir çile boyunca dillendirdiğim kelimelerden çıka çıka, gönderilmemiş ve gönderilmeyecek bir mektup daha çıkmış; kaldırıp koymak için,  kitaplığımın sırtını çoktan bana dönmüş klasörlerinden birini seçtim; o klasörün renginin siyahlığı hiç bu sabah ki gibi almamıştı gözümü. Siyah... Bazen ne çok sır saklar içinde...  

Kahvaltımı her zamanki yalnızlığımda tamamladıktan sonra, yeni bir kitaba başlamanın iyi olacağı düşüncesiyle koyuldum kitaplığın bulunduğu; çocukluk yatağımın kitaplığıma eşlik ettiği, küçük odaya... Masumiyetini bir heyecana kurban verdiğim yatağa şöyle bir baktım. Çocukluğumun saf anılarına, genç kızlığımın heyecanları karıştı. Oturdum bir köşesine, en son üzerinde uzanıp öpüşüşümü hatırladım. Gülümsedim yüreğime değen kedere... Oysa bir yağmura teslim etmesek bir gidişi, kimbilir o yatak o güne dair neleri anlatabilirdi. Elimle düzelttim yastıkları tek tek, özlemi duyulan bir tene dokunur gibi. O siyah klasör o anda takıldı gözüme. Ayağa kalmak ve o klasöre uzanmak arasında geçen zamanda biliyorum, çok iyi biliyorum ki biri beni, oraya doğru itti. Yoksa neden durup dururken bir insan sırlarına elini uzatır ki... Siyah klasördeki; özenle dörde katlanmış kağıdın üzerine dolma kalemle yazılmış kelimeler... Bana ait gibiler... Ya değilse, ya ondan gelen okunmamış bir mektupsa... Diyelim ki o mektuplardan biri, o kelimeler değil miydi acıtan ve o kelimeler değil miydi ağlatan. Bırak, bırak meraklarını geride. Saklasın siyah klasör geçmişi bir sır gibi... Bile bile hüzne davet o klasör, kanma... Seni çağırışına aldanma. İnsan bazen bile bile atar ya kendini ateşe.. Bile bile yanar ya, cayır cayır... Bile bile bekler ya küle dönüşünü...

Sonra.. Sonrası anka kuşu misali... Kaç sonrası olur ki bir insanın. Hani kedi desen, o bile dokuz can... Ya ben, kaç canım kaldı geriye... Kaç kez daha dört ayak üstüne düşer ki bu yürek... Kaç kez daha söylesene...

Kendimle konuştuğumu duyan komşular delirdiğimi düşünür mü?
Ne gam... Düşünürse düşünsün, hem kim akıllı kaldı ki... Alt komşumuz Ayşe Teyze, oğlu kazanamadı diye üniversiteyi üçüncü yılında; kanser oldu, 3 ay yaşadı yaşamadı bir sabah oğlunun ellerinde öldü. 15'inde babasını kaybeden Memet, 25'inde anasını da kaybedince, camlara A3 kağıtlarda yazılar asmadı mı aylarca; CESARETİN VARSA BENİ DE AL YANINA diye...

Ya karşı apartmanda oturan Leyla'nın çatlak kıza ne demeli, neymiş dizilere oyuncu olacakmış, anası zor topladı onun bunun koynundan namı diğer Suzan'ı... Suzan anasından almak için hırsını, bağırdı camlardan, kapıya kamyonla adam dizecem diye, dediğini de haftasına varmadan yaptı; bastı ilanı gazeteye; ADAM ARANIYOR; YATILACAK... Hahaha... Bir pazar günü bir baktık, gazeteyi kapan bizim mahallede... Peki ya adamlara ne demeli... Polis zoruyla kovala kovala bitmediler, tükenmediler o pazar...

Ya Tarık, ah Tarık daha 20'sinde bile değildi. Bir kıza sevdalandı. Ama ne sevdalanmak. Mahallede sevdasını yazmadığı duvar kalmadıydı. Kızı istemeye gittiklerinde, benim sana verecek kızım yok diyen babasına sadece öldürüm kendimi demişti. Sözünde de durdu. Nasıl güneşli bir sabahtı, nasıl keyifli insanlar, ertesin gün heyecanla beklenen Hıderelleze hazırlıkta çocuklar... Bir çığlık koptu ki... Değil bizim mahalle, yan mahalleden bile koşup gelen oldu. Tarık, çocukluğumuzun geçtiği köprüden atıvermişti kendini... Ardında kısacık bir soru: ACI NEDİR BİLİR MİSİNİZ? ve cevapla: KAVUŞAMAMAK...

Ne yani, bunca acıya, bunca kedere, bunca aklını yitirmişliğe bir televizyon ekranından değil de bir pencere camından tanık olan komşular benim kendi kendime konuşmama mı şaşıracak.

Siyah... Daha az önce gün ışığı penceremdeydi. Ne vakit gece oldu, ne vakit karardı dışarısı... Siyah... Ne çok sır saklı içinde... Siyah... Ben kendi kendime konuşurken, sen ne vakit avucuma değdin, ne vakit döktün içindekileri, ne vakit yüreğime dokundurdun kederini... Siyah...

Bir gece vakti olmasa, hani, günün gürültüsü içinde kaybolsa çığlıklarım, bağıra bağıra sokaklarda dolaşırım. Ama gece, ama siyah, ama sakin, ama sessiz... Susarım.

HEVENU SHALOM ALECHEM (*)

Tam on sayfaydı. Her yıla bir sayfa gibi...
Aylar sonra bir mailin eki olarak gönderilmişti.
Heyecanlanmadım, şaşırmadım desem yalan olur.
Konusu yoktu, sadece eki vardı. Ekin adı: Kadınım

Kadınım diye başlıyordu ilk satır, kadınım...
Kadınım ben sana nasıl olurda az sonra söyleyeceklerimi hiç söylemedim diye devam ediyordu. Heyecanlanmadım, şaşırmadım desem yalan olur. Gözlerim daha ilk satırda dolmadı, ağlamaklı olmadım desem yalan olur. Yutkundum. Ellerimin titremesine engel olmaya çalışarak... İkinci satıra saniyeler sonra geçtim. İlk satırı o saniyelerce kaç defa okudum bilmiyorum. Duvara çarpan bir kadınım vardı biliyordum.

Öyle kolay olmadı mektubu bitirmek, dedim ya defalarca dönüp okudum bazı satırları ve bazı bölümleri dahada fazla... İlk bölüm benim ona vakti zamanında yazdığım, onu ilk gördüğümde aklımdan geçenleri resmeden mektubumdan aklında kalanlardı. Kendi anıları, kendi düşünceleri gibi aktarıyordu. Şaşırmıştım. Beni ne kadar sevdiğini, benim ne kadar muhteşem olduğumu, hayatta beni istese gene de bir kaç özelliğimi yazmayı unutacağını anlatan satırlarda çokça düşündüm. Ona olan sevgimi anlattığı satırlarda bolca ağladım.

Mektubu, 2-3 gün sonra bir kez daha okudum. Bu sefer hiç ağlamadan, dönüp tekrar tekrar okumadan. Kadınım diye başlayıp, Aşkım diye bitirdim; bir solukta... Bir nefeste, tek bir damla yaşla.

Sonrasında üzerine çok düşündüm, her bir kelimenin, söylenenin, söylenmeyenin, konuşulanın, konuşulmayanın... Sahi neydi ilişkilerde susmayı gerektiren, neydi yaşarken yapmaktan ala koyan, neydi şimdi bir fırsatım daha olsaydılar. Gidene mektup yazmadım, yani şahsına... Ama gidenin ardından çok yazdım. Okudu mu okumadı mı bilmem. Ben içimdekileri yazdım, içimden taşanları. Çünkü, bir ilişki içerisinde, söylenebilecek herşeyi söylediğimi biliyordum. Söylerim yani... Sevdiysem sevdim derim, kızdıysam kızdım. Kırıldıysam kırıldım. Sözlerimin dikkate alındığı da oldu, sözümün değersiz bilinip hiç üzerinde durulmadığı da... Bazen bir ricam ültimatom olarak adledildi, bazen geleceğe dair bir öngörüm tehdit olarak algılandı. Bazen de ben bana söyleneni, söz sandım...

Kendi payıma, ben harikayım edebiyatı yapmadığımı biliyorum, kendi hatalarımdan farkına vardıklarımı değiştirmek için çaba harcadığımı da... Farkına varmadıklarım söylenseydi, anlatılsaydı, onlar içinde çaba harcardım. Sonucu etkilerdi veya etkilemezdi, bilemem. Ne de olsa, yaşadıklarımız geçmişi yazıyor. Yaşamak istediklerimizse hep bir düş olup yüreğimizde dantel dantel işleniyor. Bir sonraki sefere onları gerçeğe dönüştürmek umuduyla, çıkarıp koyuyoruz masaya... Görülüyor veya görülmüyor...

'Düştüm senin için, dizlerim değil yüreğim kanadı...' Nerede okumuştum bu sözleri hatırlamıyorum. Bana ait değildiler, ama beni tanımlıyorlardı. Mektubu ilerleyen tarihlerde defalarca okudum. Çalan bir şarkıda onun sesi gelirdi kulağıma, esen bir rüzgarda nefesi... Alıp elime, okurdum mektubu baştan sona. Kah ağlardım, kah düşünür, kah iç geçirip hülyalara dalardım. Çokça elimde mektup, köşe koltuğumda uyuyakaldığım geceler olmuştur. Çokça elimde mektup gözü yaşlı, peki neden ben severken o severken ayrı düştük ki diye kapı kapı dolaşıp sorduğum olmuştur. Aldığım cevapları kendime sakladım. Çoğu ondan yana, olumsuz, iyi ki bittilerle dolu cümlelerdi çünkü. Sevmek ölesiye halinden sıyrılamadığımdan, kendimce onu olumsuzluklardan koruyordum. Kendime gelen oklara cesur bir amazon kadını gibi cevap veriyor, tek derdim iyi bir aşk savaşcısı olmak olduğundan uğrunda sol mememi kesip atıyordum. Karşılığındaysa elimde keşke bir fırsatım olsaydı yazan bir mektup alıyordum; bir fırsatın vardı bile diyemeyeceğim kadar uzaklara gidenden...

Neye yaradı demeyin, yaşadım. Bilir misiniz ne değerlidir yaşamak. Bir dostun da dediği gibi; 'Hem bir ömrün kaç keresinde aşktır ki yaşanan'. Bir aşkın yüreğinizde ettiği yer, sonrasındaki kabuslar, acılar, dışa attıklarınız, içinizde sakladıklarınız, ne değerlidir bilir misiniz.  Ben bilirim. Ve ne olursa olsun, hep iyi ki yaşadım derim. İyi ki...

Ve yıllar sonra;  eğer şanslıysanız, aşk ikinci kez çalar kapınızı...

Aşksa olur demiştim bir keresinde... Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin... Sen farkında değilsindir ama aşk yola çıkmış geliyordur, evde yokum diyemezsin...
Yaşarsın sadece...
Aşk... mı?
İtirazım yok, olursa olur...
Olmazsa...?
Şu kısacık ömre sığan anlardan bir senaryo yazarım kendime...
Filmi çeken bir yönetmen bulunur elbet, senaryo sağlam çünkü... Oyuncular tapılası...
Böyle bir senaryonun, durağan ama devingen bir kamera ile anları kaydetmek üzerine kurgusu, anların izleyeciye geçmesi için yetecek ve artacak bile...
İzleyiciye geçen duyguyu tahmin edebiliyorum. Yer yer abartmışlar diyecekler...
Bu kadarı da olmaz... Ama oldu... Olur yani... Aşk gibi...
Planlamazsın, üzerine düşünmezsin, düşlemezsin...
Yaşarsın sadece...
İzleyici, filmin kapanış jeneriğinde, yaz ortasında yağan yağmuru, üstelik tam da adam şehri terk etmek üzereyken, abartılı bulmazsa ne olayım ama yağdı işte...
                 Ama ne yağmak...



_________________________________________________________________
(*) İbranice: “Esenlik sizinle olsun".
Bu sabah hüzünlü bir tını dile dudaklarımdaydın...



30 Ocak 2010

DURDUĞUM YERDEN BAKINCA SONSUZLUKTU GÖRDÜĞÜM







Lyambiko çalıyor fonda
Kadın gidiyor
Kar yalnızlık gibi bir kaç gün olunca çekiliyor

Kadın gidiyor
Güneş açıyor
Artık kadın da biliyor sevmenin fazlası da güneş gibi
Bazen yakıyor
Lyambiko fonda çalıyor
Kadın gidiyor

Kal diyen olmuyor
Kadın anlıyor
                               Gidiyor

____________________________________________________


İÇİMDEKİLER



Uzaklara gitmek istiyorum
Çok uzaklara...


Ve
Yüreğimdeki tüm duygularla birlikte
İçimdeki bütün  b/s enleri yakmak...

________________________________

İlk Yayın Tarihi / Eylül 2009

DİYELİM Kİ...


Diyelim ki kalakaldın uçsuz bucaksız bir ormanda
Üstelik kar yağmıştı
Üstelik daha çok yol vardı

İleride güneşin kollarının uzanıp da aydınlattığı bir boşluğa ilişti gözün
Diyelim ki düş
Diyelim ki gerçek
O anda için mi ısınırdı
Isınmaya dair umudun mu çoğalırdı
İçin ısınması
Umudun çokluğu ile doğru orantılı mıydı

Yoksa herşey senin olaylara nasıl baktığınla mı alakalıydı
Diyelim ki düş
Diyelim ki gerçek

____________________________________

29 Ocak 2010

OYSA YAŞANACAK ÇOK GÜN VARDI

Zamansızsın
Kim için gelirsen gel
Hangi vakit çalarsan çal kapıyı
Zamansızsın


Üzgünüm
Bütün gidenler için


ZAMAN, NEDEN DURUP DURUP VURURSUN Kİ...



Uzun zaman olmuştu, sabahın kör karanlığına uyanmayalı...

Uzun zaman olmuştu sessizliği delip geçen sabah ezanını dinlemeyeli... Bu sabah ilk defa fark ettim ki, sabah ezanını; makamının farklı olmasından öte, derin bir sessizlikte dinliyor olmaktan dolayı seviyorum.

Aklımda, gecenin keyfini sabaha taşıyan sohbet var ve kulağımda hemen ardında çıplak ses okunduğu anlatılan sabah ezanının sesi... Ve sen... Oturuyorsun havuzun hemen yanındaki derme çatma bankta... Ve ben seni seyrediyorum... Seyrederken bile düşlerde geziyorum. Hem seyrederken hem de düşten düşe dolaşırken büyük keyif alıyorum. Çünkü, içinde sen varsın ve ben varım... Gerisi boş geliyor, o kadar doluyuz ki seninle... Şimdi sabahın köründe aklıma neden geldiğini biliyorum: Her ayrılık birbirine benzer ya...

Bir sınır vardır hani, sürekli öteye kaydırırsın, aşk bu; haklısın yeri gelir sınırları bile kaldırırsın ama sonra bir an, tek bir an geçilmez bir sınıra dayanırsın... Kararsız beklersin sınırda, kendini ve onu acıtırsın, bilerek veya bilmeyerek, yaparsın bunu. İsteyerek veya istemeyerek...

İstanbul'da bir ajansta çalışıyordum, ajansın metin yazarı; her sabah koca kara gözlüklerle gelmelerime istinaden; bir sabah uyandığında elinde valizin çıkıp gideceksin demişti. "Demek ki hala zamanı var. Ağlamaktan vazgeç ve o ana kadar yaşa."

Ağlamak yaşamak değil midir diye çok düşünmüş, hiç sormamıştım ona. Eşinden yeni boşanmıştı, acısı tazeydi ve belli ki çok ağlamıştı, gözleri hala nemliydi.

Ah zaman, neden durup durup vuruyorsun ki...
Neden benzer sorularla insanı sınırlara sürüklüyorsun ki...
Neden bir çığlığın; üstelik birbiri ile çelişen en az iki nedeni var ki...
Soru niye olacaktı dimi?
Peki cevabı biliniyorsa sorunun ne önemi var ki!!!
Yani cevabı gerçekten biliyorsan, hani kendine dürüstsen aslında, beklediğin neyin zamanı ki...


______________________Bir Dip Not_________________________

Geçenlerde bir yazıya yorum olarak deneyimlediğim bir şeyler karalamıştım:

İnsan gidebilse, ne gitmeyi düşünür ne de gitmeyi dillendirir, insan gidebilse, gider sadece...

Demek ki zamanı var, beklerken yaşamı es geçme! (Derim ben, ben geçmiştim, kendimden bile vazgeçmiştim, sonrası zor oldu, tutunmak hayata, boğulmamaya çabalayarak çırpınmak hüzün denizlerinde ve yakıp da bitiren bir tutkunun ardından küle dönüşüp, tekrar küllerinden doğmak çok zor olmuştu... Sanırım yaş aldıkça, yaşamayı öğreniyor insan ve en çok öğrendiği de bu oluyor galiba)

______________________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

28 Ocak 2010

HÜZÜN DENİZİ

















                     Dimdik durdum ayakta
                                    Süzüldüler hüzünlerim
                                          damla
                                                damla


___________________
Fotoğraf

DİMİ AMA?





Bu gece biraz sarhoş olabilirim...
Sokaklara çıkıp "Seni Seviyorum" diye bağırabilirim
Gelemeyişlerine kızgın olabilirim
Sırf bu yüzden gülümsemeyebilirim
Geldiğinde kocaman sarılabilirim
Bütün bunları seni özlediğim için yapmış olabilirim.

Bunu sana buradan söylemiş olmayı istemiş olabirim
Yarın sabah uyandığımda
Sarhoşum hiçbirini hatırlamıyorum diyebilirim
Ama seni sevdiğimi ve özlediğimi inkar edemeyebilirim

___________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

27 Ocak 2010

PORTAKALIN AŞKI



En sevdiğim şeydi soğuk kış gecelerinde
Yurttaki odamda oturup mandalina, portakal yemek
Alerjiden bacaklarımda kaşıntılar da olsa
Hiç vazgeçmedim onları keyifle yemekten

Az önce portakalımı soymuş
Baş ucuma koymuştum ki
Aklıma evvel zaman önce kurduğum
Şu cümlem geldi
Unutup gitmiyeyim dedim
Yazayım dursun bir kenarda
Gün olur lazım olur

Katlanmak zamana bağımlıdır.
Oysa kabul etmek,
Onunla zamanda akmaktır.

_______________________________________________________

DEĞİŞEN NEYDİ?





Aklıma;
Koşarak eve geldiğim akşam üstleri geldi.
Sabırsızlıkla uyandığım sabahlar...
              Uykusuz gecelerin melodileri takıldı dudağıma...
Öyle boşluğa bakarken bir akşamüstü,
Beklerken yağmurun yağmasını;
Düşündüm:
           Değişen neydi?

________________________________________________
Fotoğraf / Blue © Bogdan Panait

26 Ocak 2010

HESAP/ LAŞMA LÜTFENNNNNNNNN

İçindeki garip öfkeyi söküp atmayı başarsan diyorum, hani olur olmaz yerlerde birden çıkıyor ve sonra da neden çıktı ki diye hayıflanıyorsun ya, işte o öfkenden söz ediyorum. Sonrasındaki kendinle yaptığın konuşmaları mevzu bahis bile etmiyorum. Hatta bazen iç sesin zannettiğin ve birden öylece ortaya dökülen sesini ise burada bir detay olarak vermek istemiyorum.
Ben sadece seni uyarıyorum: Ya öfkeni kontrol et, ya da aptal insanlara tahammül et.
Ha bir de herkes senin kadar pratik bir zekaya sahip olamayabilir bunu da bi zahmet hesap et.

Bitti mi kendine söylenmen.
O zaman yaşamdan tat almaya devam et.

Aferin kendim...
Söz dinleyen beni severim.
Uysal atın tekmesi gibi olmasın suskunluğun, yoksa sabaha kadar seni derbeder ederim.
Şimdilik kırmızı bir şarabı hak ettin...
Keyfini çıkart derim...


Hadi şerefe kendim...

















Fotoğraf / Alıntı - Kaynağı Bilinmiyor

BİR SES İLE O SES ARASINDA SIKIŞIP KALIRSA YÜREK





Bir sabah uyanıyorsunuz, hoş zaten uyuduğunuza da uyku denmez ya, siz gene de uyudum uyandım diyorsunuz. Yüreğiniz üşüyor, kışa inat baharı yaşasanız da, yüreğinizde bir yer an geliyor donuyor.  Biliyorsunuz, bir sese muhtaç yürek üşüyor ve duysa bütün buzları eriyecek ama ses susuyor. Sonra bir sabah bildik ve beklenen sesin yerine bildik ama uzakta bir başka ses, yüreğinizi kocaman kucaklıyor... Yanağınızda bir damla yaşla bir yanı hala donuk yüreğinizin kıyısına bir sıcaklık yayıldığını hissediyorsunuz...

Aşk; mevsim normallerinde seyrediyor. Derin bir nefes alıp, iyi ki kocaman bir yüreğim var diyorsunuz. Her vedanın aşka dair olmadığnı, dostluğun resmedildiği bir vedada da aşka sığınıldığını öğreniyorsunuz.


___________________________________________________
Fotoğraf / 1x.com

25 Ocak 2010

UYUMADAN ÖNCE NOKTASINA VİRGÜLÜNE HATASINA YANLIŞINA DOKUNMADAN AKANLAR DURDURULAMAYANLAR VE DÜŞLERE DÜŞÜNCE HEM DE YANINDA BİR LİTRE GÖZYAŞI BEDAVA KAPANIN ELİNDE KALIYOOOOO KOŞ AHALİ KOŞŞŞŞ




Hayat sana da komik geliyor mu düşününce...


Düşlere düşünce...
Bebelere balon gibi birşey olmasa gerek...

Okyanus kıyısında bir ev... Beyaz verandada, beyaza boyanmış bambu bir koltuk...
Uyumadan önce neden bu düşü görür ki insan...

Kafam allak bullak...

Kelimeler zamansız, yersiz ve kafiyesiz... Doğal olarak da keyifsiz... Öylece akıp gitmiyorlar...
Gitmek isteyen kelimelerimde var elbet ama hepsinden her birinden bu gece kan damlıyor... Beyazlığa yakışmıyor. Tutuyorum onları avuçlarımda. Avuçlarımda buz mavisi kesikler kızarıyor...
Utanıyorum aklımın girdaplarında gezinmekten... Korkuyorum belki karşıma çıkacak kör kuyulardan...  Eski bir avrupa kentinin kanalizayonlarında gezinen sidikli bir kontesim... Söküp atmak istiyorum üstüme sinen kokuyu...
Beyazlığa yakışmıyor...


Okyanus kıyısında bir ev...
Beyaz verandada, beyaza boyanmış bambu bir koltuk...
Uyumadan önce neden bu düşü görür ki insan...

Düşlere düşünce...

Kesinlikle, bebelere balon gibi birşey olmasa gerek...

Katlanırsan patlarsın... Patlarsın, zamansız, yersiz, kafiyesiz... Ve de üstelik keyifsiz...
Oysa kabul etmek öyle midir? Zamanda akmak, kabullenmektir.
Duraksız gidişlerin, soluksuz bekleyişleri olurmuş... Güldürme beni...
Saçma bir cümle, yazmaya bile değmez... Silmeye bile hatta.
Bırak, aktığı gibi kalsın kelimeler...
Siyahsa siyah beyazsa beyaz...
Beyaz...

Eski bir şehrin penceresinde asılı kalmış bir nefes... Duydun mu?

Yazdıklarımı göremediğim bir karanlığın orta yerinde, beyaz bir kumsalın okyanusun sularında ıslanışına tanıklık ediyor düşüm...
Beyaz bir verandada beyaz bir bambu koltuk üzerinde, salınıyor yüreğim
Bir o yana bir bu yana...
Yeter!

Öyle beyazsın ki...
Düş gibisin aşk...
Düşmek gibisin...
Ama asla bebelere balon değilsin...

Düşlere düşüncesin...
Derinsin...
düşünce boğulacak kadar derin
ve yücesin
göklere kanat açtıracak kadar yüce

Yerde misini gökte misin?
in misin cin misin...
Portakalı soysam
baş ucumda belirir misin

deliriyorum galiba aşk...
yine de biliyorum


Düşlere düşünce...
Kesinlikle, bebelere balon gibi birşey değil...

AĞLAYAN KIŞ




Ne garipsin aşk
Zamansız bir gidişin ardından
Karda kalmış yapraklar gibisin
Bilirim;
Üzerine düşen kara değil üşümen
Sen en çok
Yüreğine düşen kederlerde titrersin
ince
    ince

Yaprak yaprak damlar senin acın
Kendi ağırlığınca düşüp
Sessizce toprağa karışırsın
ince
    ince

Güneş vurunca kahveliğe
Buhar olup ulaşırsın sen maviliğe

Ne garipsin aşk
Zamansız bir gidişin ardından
Sağnak sağnak
Yağarsın
ince
    ince

Kimse bilmez rengini
Bazen çelik bir mavi olursun
Bazen solgun bir menekşe pembesi
 Ağlarsın
   yüreğine
        yüreğine

ağlayan bir kış gibisin aşk
eriyorsun
ince
    ince


24 Ocak 2010

ŞU FELEĞİN İŞİNE BAK!



Bir pazar sabahıydı 20'li yaşlarımın başında, başımda kavak yelleri...
Bir pazar sabahıydı, uzun upuzun bir mektubun orta yerine düştü bir bomba.
İngilteredeki arkadaşıma televizyondan seyrettiklerimi yazıyordum satır satır gözyaşlarımla, sayfalar dolusuydu duygum, sayfalardan taşıyordu acım. Tüm kanallarda, radyolarda türküler eşlik ediyordu gözyaşlarına. Nasıl anlatılırdı bir türkü bir mektupta...


Ruhi Su sesleniyordu bir yanda;

Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak!
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe.

Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı, solu.
Sen gösterdin Paşam bize
Böyle günde doğru yolu.


Diğer yanda Selda Bağcan;

Bir Pazar Sabahıydı Ankara Kar Altında
Zemheri Ayazıydı Yaz Güneşi Koynunda
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana
Zalımlar Pusudaydı Bedenim Paramparça
Ucuz Can Pazarıydı Kalemim Düştü Kana

Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun


Çevirdim Anahtarı Apansız Bir Ölüme
Şarapnel Parçaları Saplandı Ciğerime
Ucuz Can Pazarıydı Kan Doldu Gözlerime
İsimsiz Korkuları Katmadım Yüreğime
Bembeyaz Doğruları Yaşadım Ölümüne


Uğurlar Olsun Uğurlar Olsun
Hüzünlü Bulutlar Yoldaşın Olsun
Bir Keskin Kalem Bir Kırık Gözlük
Yürekli Yiğitlere Hatıran Olsun



Annem ağlıyordu koltukta. Babam suspus uzanmıştı yatağına.
Evde bir yürek acısı, evde bir öfke vardı hayata; 17 yıldır dinmedi, dinmeyecek...


____________________________________________________________________________













23 Ocak 2010

BEYAZ HÜZÜN

Top sahasının çocukları tek tük döküldüler meydana; kardan adam yapacak kadar kar vardı ama onlar bir iki tekmeledi karı ve bir iki de kar topu yapıp birbirine attılar o kadar. Bir süre sonra geldikleri gibi hızla gözden kayboldular. Bir kız çocuğu, ellerinde eldiveni, karları yuvarladı tek başına. Kocaman bir top yaptı; daha küçükçe olanı ilk yaptığının üzerine koydu ve daha küçüğünü en üste. Kardan adamı tamamladı; kendi atkısını çıkarıp kardan adamın boynuna doladı. Bir öpücük kondurdu kardan adamın yanağına ve oradan uzaklaştı. Ben bütün bunları seyredebilmek için, tek kişilik koltuğumu cam kenarına getirdim. Camın kenarına koltuğu getirmek için eşyaların neredeyse tamamı yerinden oynamış oldu. Kız çocuğu karı yuvarlarken ben  eşyaları yuvarladım sağa sola.Şimdi tek kişilik koltuğuma oturmuş, elimde sıcak çikolatam, karın bir o yana bir bu yana flörtöz yağışını seyrederken, sıcak peteğime ayaklarımı uzatmış, yağan karın yumuşaklığında usul düşler kuruyorum. Bir şöminem olsaydı fikrinin ucundan yol alıp düşün kucağına düşmek üzereyken, kardan adamın kaşkoluna takılıyorum.  Onu bile bulamayan onca kardan çocuğun, adamın, kadının, bebeğin hüznünde, perdemi kapatıyorum. Göz görmeyince gönül üzülmez mi deniyorum.


22 Ocak 2010

YOLUN YÜREĞİNCE OLSUN...

____________________________________________________________

Aylar sonra;  7. Hafta / 1 saat

- Öyle hemen kabullenmedi bünyem olup biteni. Bataklığı görmeye devam ettim bir süre. Daha az suluydu. Etrafta kurtulmak için kuru dallar vardı. Tutup da geri düştüğüm çok oldu. Umutsuzca çırpınmaya devam ettiğim de... Kuruyan toprakları gözyaşlarımla ıslatıp yeniden bataklığa dönüştürmeyi bile başardığım zamanlar oldu biliyor musun? Yaptım yani, övünecek birşey olmadığını biliyorum. Sonra o kuru dallar toprağa karıştı. Ve belki de gözyaşlarımla yeniden yeşerip, filizlendi, bir süre sonra köklü ağaçlara dönüştü. Gövdesi kalın, kolları güçlü, bol yapraklı ağaçlara... O ağaçlar dallarınını uzattı bana. Gökyüzünde tatlı maviliğe büründüler; sonra turuncular, sarılar ve kırmızılarla dans ettiler...
- Daha rahat hissediyordun yani kendini… Fizilksel olarak da daha hareketli ve canlı… Daha dışa dönük ve yapıcı… Güven hissi ve cesaretle birlikte gelen; olumsuzluğu karşı ezici olma ve üstün gelme isteği… Umut doğdu desene... (Yüzünde nasıl da güzel bir gülümseme... Güveniyorum ben bu adama)
- Evet; hayata yarım bıraktığım yerden devam etmek isteği doğdu içimde. Giderek daha gerçekçi davranıyor ve ayrılığı kabulleniyordum.  An ve an bataklığa saplansam da... Artık kurtulmanın yolunu bulmuştum. Tek başıma başardım demek yanlış olur elbet. Böyle zamanlarda dostun ne demek olduğuınun daha bir farkına varıyor insan. Dostlarının onu sıkı sıkıya tutup da bırakmama haline sığınıyor, sarılıyor ve ayağa kalkıyor. Tıpkı yürümeyi öğrenen bir bebek gibi; düşe kalka... Tekrar sevebileceğini, sevilebileceğini öğreniyor. Hayat insana öğretiyor, öğrettiriyor, kafasına vura vura; yürek seninse, sevmeyi biliyorsa, içinde gizli bir umut varsa, yarına dönüp baktırıyor hayat... İnsan gömse de kendini yedi fersah denizlerde; bir dalgıç değerini bilip, seni su yüzüne çıkartıyor. Sen öğreniyorsun, geçmesi gerekenin zaman olmadığını; bir kağıda not düşüyorsun;



15 gün
geçmesi gereken zaman değilmiş
Arafta kalmak
acıtırmış
Kalmak
acıtırmış

Dostluk baktığın yerdeymiş
Baktığın yerde gördüklerin
İçindeki yalnızlıktan daha güçlüymüş


Güç içindeymiş
İçin
dışındaymış
Yara alman bundanmış



- Zamandan değil senden geçmesi gerekmiyor mu acıtmaması için...(*) demişti bir arkadaşın değil mi?
- Benden geçti biliyor musun? Delip geçti... Acıtmadı mı sanıyorsun... Hem zamandan hem benden geçip giderken bir iz bırakmadı mı? Acıtmayan ama gözüme batan bir iz kaldı yüreğimde... Kalacak biliyorum... Ama sonsuzluk bitti. O rüyayı görmüyorum artık. O binadan düşmüyorum...  O bataklığın orta yerinde tüm çıplaklığımla kendimi boğmuyorum.......................... Artık bitti mi dersin... Bitti mi yani...
- Bitti.
- Söylesene şimdi ne yapacağım ben...
- Yeni bir yolculuğa çıkacaksın. Sorunların çözümü günlük deneyimlerden doğar, nesnelere gerçekte oldukları gibi bakmaktan geçer. Onların olmaları gerektiği şekli düşünmekten değil. (**) demiştim sana hatırlıyor musun? Sen bunu öğrendin. Oldukları gibi görebilmek, kabullenmektir. Hepimizin olmasını istediği çoğunlukla bir düştür. Bazı düşler, en yüksek yerlerden en hızlı düşüşlerle sonuçlanır. Oysa hayat, olması gerekenlerle değil, olanlarla resmeder kendini. Ve sen bu yeni yolculuğa, yüreğinin en mantıklı yerinde bile hala aşk varken ve artık olgunlaşmışken, son olmayacağını bilerek çıkacaksın biliyorum. Sen; yüreğinin götürdüğü yere gideceksin... (**) Yolun yüreğince olsun...


__________________________________________________________________SON__________

- Terminal dönemdeki hastalara ilişkin bilgiler için bu  Makale  den yararlanılmıştır.
- Bu yazıda değinilen; renklerin psikoloji üzerindeki etkileri internet kaynaklarından derlemedir.
- Bu yazı kendi yaşamımın bir anından kurgulanmıştır. Yerler, isimler ve diyaloglar hayalidir ve  beenmaya'nın 15 Fırça Darbesi  isimli yazıma yorumundan (*) sonra yazılmaya başlanmıştır. 
(**) Yüreğinin Götürdüğü Yere Git - Susanna Tamaro'nun kitabının adıdır ve cümle o kitaptan alınmıştır.  
- Fotoğraf / 1x.com

DERİN KAYIP DUYGUSU


___________________________________________________________


- Midemde aşırı yanmalar oluyordu, uykumda sürekli yüksek bir binanın tepesinden düştüğümü gördüğümden, uyuma problemleri yaşıyordum. Yapmak istediklerim ve yapabileceklerimi düşünmek bir sanrıya dönüşmüştü. Ne yaptığımız pazarlık, ne verilen sözler hiçbiri sakinleştirmiyor aksine onların nasıl olsa tutulamayacak halleri aklıma geldikçe; kapana sıkışmış bir farenin çırpınışlarını sergiliyordum. Babamın o herşeyi bırakıp giderken ki son bakışının üzerime yüklediği suçluluk duygusu ve hemen sonrasında hayatın beni değil de onu haklı çıkarmasına duyduğum öfkeyle birleşiyor, kendi kendimin kapanı oluyordum. İnsanın en zoruna giden, ne yapacağını bilip de yapacak gücü kendinde bulamaması olduğunu o dönemlerde öğrendim. Yalnızlık sadece bir durum değil, içinde giderek kaybolduğum bir denizdi. Sonsuzdu... Masmaviydi. Buza kesmişti... Yüreğimin yangınları devam ederken, topladım valizlerimi...
- Gitmek miydi bulduğun çözüm... Gidersen geçer mi sandın...
- Zamana ihtiyacım vardı, düşünmeye... Yüreğimin en mantıklı yerinde bile hala aşk vardı. Ama aklım... Tutarsızdım. Farkındaydım... İşin acı yanı ne biliyor musun? Her anını fark ederek yaşamak. Hani şarhoş olsan, uyansan sabah ve birşey hatırlamasan... Ama değildi, bu bir sarhoşluk değildi, bu tam da farkında olmaktı, neler olduğunun, ne zaman olduğunun, niyesinin, niçinlerinin cevapları olduğu bir durumdu.  Kabullenmek sanki en doğrusuydu ama nasıl? Herşeye göğüs germek, nedenler ve niçinlerle örülü sorulara cevap vermek, anlatmak istemedikçe karşına çıkan hayat, off... Uçakta dönerken bunlar vardı kafamda... Bir ara uyuya kalmışım... Gene o rüyayı gördüğümü fark ettim, hostes bir şey içecek misiniz diye sorduğunda... Tek fark, ayaklarım bataklıkta olsa da bakışlarım ilerideki tan vaktine odaklanmıştı. Duvarlarını kendi ördüğüm hapisanenin tek mahkumuydum. Tek gardiyanı. Tek hapisane müdürü... Aklımda yüreğim arasında sıkışıp kalan aşk, tutarsızdı biliyordum. O dönemde şunu yazmıştım bir köşeye;



Tutarlı olmamı bekleme benden. Yüreğimin ve beynimin aynı anlaşmaya imza atması mümkün değil. Sen konusunda anlaşamazlar anlasana. Yüreğim senin iyi bir insan olduğunu sanıyor. Beynim olmadığına ilişkin onlarca kanıt sunuyor. Yüreğim sana acıyor. Beynim kendime acımam konusunda geçmişi hatırlatıyor.

Tutarlı olmamı bekleme benden. Bedenim seni çağırıyor Aklım kendine gel diyor.

Aklım sonunda bir sınır çiziyor. Akılla yürek anlaşacakmış gibi geliyor. Hiç beklenmedik bir anda beni kendime getiren cümle karşıma çıkıyor :

“Sınırlar başkasını dışarıda tutmaz, sizi içeri hapseder” (*)



_______________________________________________________ Devamını Oku...
(*) Grey's Anatomy 1. sezon, 2. bölümden bir alıntı.
Fotoğraf / Prison by ~groby

GÜNAHKAR ve 3. PAZAR/LIK

___________________________________________________________




- Öyle bir andı ki, çaresiz ve umutsuzdum. Ama o pazar, çocukça olduğunu sonradan anlayacağım bir güçlülük duygusu sardı ruhumu. Karşı koymak, baş etmek ve geri kazanmak tek isteyimdi. Tamam, bunlar yaşanmıştı ama ben gerçeği düşüme dönüştürebilecek kadar güçlüydüm ve istersem pek ala da inatçı biri olabilirdim. Bunu yapabilirdim. Ayrılık sürecini; yeniden başlamak, sıfırlamak, unutmak, kaldığı yerden devam etmek hallerine dönüştürebilirdim. Öylesine seviyordum ki, bunu yapabileceğime inandırdım kendimi. Takdir edersin ki benim gibi ikna gücü kuvvetli biri için hiç de zor olmadı kendimi ikna etmek.

O pazar, Tanrı'ya ellerimi kaldırmış dua ederken buldum kendimi. Yatağın kenarında kendi inanışımda olmayan bir tavır içinde, Tanrıyla pazarlığa oturmuştum. Tanrı ile görüşmemin sonucunu çabucak alamayacağımı biliyordum. Çocukluktan kalma bir soğukluk vardır aramızda kendisi ile...

Ama O, onunla hep konuşabildik, orta yol bulabildik. O pazar gecesi, iki kişilik masanın üzerinde mumlar ve bir şişe şarap ile tatlandırılacak olan pazarlığın ilk adımını ben attım. Onunla bu içinden çıkılamaz durumun pazarlığını yaptık. Anlaşma kısa sürede sağlandı. Sözler alındı, sözler verildi. İçim rahat değildi ama olacaktı. Yazılı olmayan bu anlaşma bir nebze de olsa öfkemi öteledi, gizledi, gömdü... Her neyse işte...

Kimseyle konuşmuyordum kendimden başka, sanki başkalarına anlatırsam, ayrılık güçlenecekti. Ben zayıflayıp yok olsun istiyordum. Korkularım ve kendimle konuşmalarım o pazardan sonra iyiden iyiye su yüzüne çıktı. Kendimi daha fazla kendimle bulur oldum. Sürekli eğer varsa günahın kimde olduğunu bulmaya çalışıyordum. Bir dedektif titizliğinde, günahkarı arıyordum. Bulacak mıydım?


__________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf  / 1x.com

21 Ocak 2010

SONSUZLUKTA KAYIP BİR HAYKIRIŞTIR GÜLÜMSEMEK


__________________________________________________________



Yüzümde kalan bir parça gülümseme
Yanılgılar yaşatıyor bana
İçimdeki devamına ulaşılamıyor olmak
Düşündürüyor beni son zamanlarda

Gülüşümü kaybettim dostlar
Bulursanız tez elden haber gönderin bana
İçimde bir yerlerde daha fazla büyümeden umutsuzluğun karalığı
Yerine koymam gerek gülümsemelerimin parlaklığını


Ve gözlerim ışıl ışıl olmalı yine ve yeniden
Aşık oldum zannetmeli bakan bir daha bakarken
Umut en yüce aşktan bile daha anlamlı kılarken bakışları

Bilir misiniz ey dostlar
Ölüme yakın durur umudu olmayanın haykırışları




_____

- Ne çok düşünmüşsün ölümü...
- Becerebilecek kadar cesaretli değilim. Hem seviyorum ki ben yaşamayı. (pencerenin önünde durmuş seyre dalmışım, gelip geçeni) Fark ettin mi, bugün gene gök mavi... Olmasa da bilirim; gün gelir güneş yeniden doğar, gene sonsuzca mavi olur gökyüzü...
- Mavi..
- Evet, mavi... Rüyamda da gök maviydi... Başımı kaldırıp bakmasam da görüyordum, biliyordum maviydi.
- Koyu mavi; yalnızlığı, üzüntüyü, depresyonu temsil ettiği gibi aynı zamanda; bilgeliği, güveni ve sadakati de  simgeler. Açık mavi;  huzur, mutluluk, dinginlik ve rahatlık verdiğinden, sonsuzluğu getirir akla. Mavi bir anlamda okyanussaldır ki Sigmund Freud da okyanussal terimini sakinliği belirtmek için kullanırmış. Gözlerimizle gökyüzüne, denizlere veya okyanusa baktığımızda, farklı bir düşünce dünyasına dalarız ya bu anlarda sonsuzlukla özdeşleşmek arzusu duyar ve rahatlarız aslında. İşte bu rahatlama duygusu, bilinç altımıza mavi renk ile birlikte kodlanmaktadır ve mavi renk rahatlama duygusunu hep bilinç seviyesine çeken bir durum arz etmektedir. Her öfke nöbeti, her üzüntü; dinginlik isteğini su yüzüne çıkartır. Ve her mutsuzluk, mutluluğu çağırır.
- Yin ve Yang gibi...
- Sana daha önce de söyledim, her rengin olumlu çağrışımları olduğu gibi olumsuz çağrışımları da vardır. Olumsuzluğu, sürekli arayış içinde olmak şeklinde görünür... ki bu durum aslında tam da senin içinde bulunduğun durum. Ruhsal durumların, derin tutkuların da rengidir mavi. Bazen hayalperestliği ve aşırı duygusallığı da tanımlar. Biliyor musun, mavi rengi diğer renklere göre öncelikli olarak tercih edenler; coşkularını çevresinde bulunanlarla paylaşmak, bulunduğu ortamlarda yumuşak ve yakın ilişkiler kurmak arzusunda olanlardır. Tanıdık geldi mi sana da...
- Evet. (galiba seviyorum ben bu adamı)
- İlişkilerinde insanlara çabuk yaklaşırlar ve onlara aşırı derecede özden davranırlar. Haksızlığa gelemezler ve  sağlam bir adalet duygusu taşırlar. Düşünmeyi, düşler kurmayı ve zaman zaman da yalnız kalmayı sevdikleri de bilinmektedir.
- Kim sevmez ki sadece kendi istediğinde yalnız kalabilmeyi...
- Maviyi de koydun mu yerli yerine...

________________________________________________________ Devamını Oku...

Fotoğraf / effervescent perspective © Jennifer Short

SIRALI EVRELER

___________________________________________________________


6. Hafta / 2 Saat

uçurumdan atlamış bir kadının faydası olmaz sana

ve döndüremezsin ölmüş birini hayata

...
...
...


ölüme uzanmışım
bilerek isteyerek

başımda beklemen geri getirmez ki beni sana


ben şimdi yaşam destek ünitesinde nefes alan biriyim
fişimi çeksen bir ottan farksız bedenim
verimsiz bozkırların
kurak buğdayları gibiyim
ne toprağa
ne topraktan beslenene faydam var benim


saydam bir dünyada
atmayan koca yüreğimle
sevilmeyen kederler içindeyim

uçurumların kenarında dolaşıyorum
dengesizim
hayata zorla tutturulmuşum bir ataç yardımıyla
atacı alsan
düşerim


ben bu gece ölümle randevulaşmış
gece bekçisiyim
kapım açık
gelse, buyura gerek kalmayacak kadar

açılmışım, açmışım kendimi


ben doktorun ölüm saati ilanını bekleyen
cesedim

- Öfke, yalnızlık, çaresizlik... Bu mu hisettiğin...
- Sana demiştim, terminal hastalarının evrelerini yaşıyorum diye. Sözünü ettiğim makalede bir söz vardı.  "Ölüm bambaşka olabilir, insanca ve onurlu..."(*)
- Bu bağlamda 'yaşam da bambaşka olabilir, insanca ve onurlu...
- Terminal dönemdeki hasta hastalığı ile savaşma çabasındayken zorunlu olarak birçok aşamadan geçermiş Kübler ve Ross, 1995'deki çalışmalarında bu konuyu ele almışlar. Sen bunu zaten biliyorsundur da... Bu aşamalar inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanırmış. Ben öfke döneminde miyim? Depresyonda mı?
- Bazen evreler ayrı ayrı bazen de bir arada yaşanabilirler. Okuduğun makalede bu yok muydu?
- Vardı ama ben sıralı olmasından yanayım... İnkar evresini tam da o makalede okuduğum gibi geçirdim :

Bu dönem tüm insanlar için benzer olarak karar vermekten ya da bu yönde girişim yapmaktan çekinildiği bir dönemdir. İnkarı yaşayan hasta öleceğine inanmaz ve yanlışlık olduğunu ümit eder. Bu dönemde kişi zihinsel olarak yaşananları fark etse de genellikle duygusal olarak reddetmektedir. Bu dönemde hastanın sosyal desteklerinin arttırılması, tedavi süreciyle ilgili bilgilendirmelerin yapılması, inkarının sözel olarak desteklenmesi ve hastaya zaman tanınması önemlidir.
Ayrılığı zihinsel olarak kabul etsem de duygusal olarak reddettim. Bütün yaşananların gerçek olamayacağını, bütün bunlarda bir yerde bir şekilde bir yanlışlık olduğuna inanmak istedim. Herkesin başına gelebilirdi böylesi ama benim başıma gelemezdi. Gelmemeliydi. Ben iyiydim. Öyle demişti. 'Sen fazla iyisin.' O zaman neden diye soruyor tabi insan, kabul etmek istemiyor. Başka bir cevap arıyor. (Güçlü bir kahkaha atıyorum.)Deliriyor biliyor musun? Ben delirmiştim. Sana dedim daha önce, ayrılık ölüm gibi, yüreğince sevebildiğinde. Sen bi de gel benim yüreğimi düşün... O nasıl bir sevmekti... Nasıl inanmak. Ölümüne, sevmek... Ölümüne inanmak...
- Sonra...
- Sonra... Sonrası öfke... Bir sabah uyandım. Kendimi değil de onu öldürmem gerektiğine karar verdim. Ölümü hak eden oydu. O kadar çok seviyordum ki, kıyamazdım tabi. Nasıl bir öfkee nöbeti kendime yöneltilmiş. Anlatmıştım ya daha önce, bavulları yapıp hızla çıktığım sabahı. Duyduğum tek his öfkeydi. O kadar çok düşümüz, geleceğe ilişkin planımız, yarınlara yüklediğimiz anlamlar vardı ki... Bu haksızlıklı. Şimdi ayrılıyor olmak haksızlıktı. Neden "biz" diyordum. Neden "ayrılık"? Ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Bunu hak edecek ne yapmıştım ki... Güvenimi tamamen yitirmiştim. Kendime, ona...
- Tıpkı makaledeki gibiydi yani...
- Evet... Kızgınlık ve öfke evresi de terminal hastalarla tutuyordu işte. Bazen okuduklarımı gelip sana satıyormuşum gibi mi hissediyorsun. Terecisin ya...
- Terminal hastaları ile ayrılık sendromunu yaşayan hastalarda benzer evrelere rastlamak mümkün elbet. Hele de ayrılığı bir ölüm olarak algılıyorlarsa...
- Bak bu da yazdığım başka bir yazı:

________________________________________Devamını Oku...
Fotoğraf / My Lost Lenore by Daria Endresen
(*) Cicely Saunders


20 Ocak 2010

O ANLARDA TUTUNDUĞUM DALSIN

___________________________________________________________











Dıt... Dıt...

- Alo...
- Duvarlar üstüme geliyor... Boğuluyorum... Midem bulanıyor. Kafamın içinde yüksek sesli cır cır böcekleri... Binlerce, onbinlerce... Susmuyor Serpil... Ne yapsam susmuyorlar... Boğuyorlar beni... Canım yanıyor Serpil. Her yerimden sanki kanlar damlıyor. Nefes alamıyorum...
- Nefes alır mısın... Benimle konuştuğuna göre, nefes alıyorsun... Haydi, canım... Hadi çık bana gel... Ben geleyim mi?
- Yok yok, sakinleşirim şimdi, sesini duymak iyi geldi... Biliyorsun değil mi? Sana da söylemiştim; söz vermişti. Bana söz vermişti. Anlamıyorum... Neden, niye... Değişen neydi söylesene. Gerçek değil gibi duyduklarım. Gördüklerim kötü bir kabus. Gene o rüyayı gördüm. Yeşil bir vadide bataklığın ortasındaymışım... Çırpındıkça batıyorum. Serpil, kurtulmak istiyorum... Bu duygu peşimi bıraksın. Ya da ben onu bırakayım artık istiyorum.
- Sen gittin mi Turgut'a...
- Yok gitmedim bu hafta... Gelme dedi... Haftaya gideceğim. İyi ki sen varsın, sen olmasan ne yaparım... İyi ki varsın...
- Sen de canım benim... Sen de iyi ki varsın... Ebrucum bak bu hafta arkadaşlarla Polenez Köy'e gideceğiz. Sen de gel hadi.
- Yok yok, siz gidin, ben gelemem... Biliyorsun hayata karışasım yok... Selam söylersin herkese...
_____________________________________________________

5. Hafta / 1 Saat

- En son sana geldiğimden beri çıkmadım evden gene. Bir tek o gün boğuluyormuş gibi oldum. Serpil'i aradım. İyi ki, evdeydi. Sakinleştirdi beni... Kendi sesimden gayri bir ses duymak iyi geldi. Yazı yazıyorum biliyor musun? Demiştin ya, aklına geldikçe bir uğraş bul kendine, değiştir odağını diye... Bir de geçen hafta içinde bir makale okudum, ölüm döşeğindeki hastalarla ilgili. Tahmin et ne oldu. Neredeyse her evresi tanıdık geldi. Ayrılık, bazen ölüm döşeğinde olmak gibi... Denedim biliyor musun Turgut, denedim... Elleri buz gibiydi... Teni beyaz...
- Biliyorum Ebru... Bak ne diyeceğim, okumayı seviyorsun, sana bazı konular vereceğim, İngilizcen iyiydi değil mi?
- Evet...
- O zaman orjinallerini oku. Sana henüz bir cevap değil bu. Zorlanırsan Türkçe kaynaklardan da araştırırsın.
- Haftaya gene gel. Gelirken yanında bir yazını da getirmeyi unutma?


__________________________________________________________Devamını Oku...

İPLER

___________________________________________________________


4. Hafta / 1 Saat

- Geçen hafta biraz daha az konuştum kendimle. Dışarı çıktım... İki kere... Birinde ekmek almaya giderken bir kedi gördüm, köşe başında. Bir kedi, yalnız, korumasız, ürkmüş. Dönüşte onu alıp eve götürmeye karar verdim. Arkadaş oluruz birbirimize diye. Bakışları çok güzeldi. Kahverengi, bildiğin sokak kedisi. Hani şu tekir derler ya, işte onlardan... Ama bakışları... Neden bakışları hep üzerimdeydi. Ekmek almaktan dönerken, kedi gitmişti. Bakışları hala üzerimdeydi. Yolun kenarındaki su birikintisini görmemişim, ayağım ıslandı. Bataklık... Bakışlar... Gökyüzü... Mavi... Gökyüzü maviydi biliyor musun? Nazım'ın şiirini bilir misin? Geçen seansta okumuştum. Tepki vermedin. En sevdiğim şiirlerinden biridir. Babam okumuştu çocukken bana. Bir pazar günü... Gökyüzü maviydi... Rüyamda gökyüzü maviydi. Ben bir bataklığın orta yerinde hem ileriye gitmek istiyordum hem de olduğum yerde çırpınıp kendimi boğuyordum. Galiba rüya değildi sana anlattığım. Yaşamımın orta yerinden başladım sana anlatmaya. Neler hissettiğimi anlatıyordum aslında. Ama bunu zaten biliyorsun değil mi? Onun bir rüya olmadığını sen zaten biliyordun. Konuşmayacak mısın bugün...
- Sen anlatıyorsun, ben de dinliyorum.
- Bana aradığım cevabı vereceksin değil mi? Her hafta bu sefer neyin ne olduğunu söylersin umuduyla geliyorum, içinden çıkamadığım bu bataklıktan kurtar beni diye, gözünün içine bakıyorum. Sense oturmuş sadece not alıyorsun. Bir makale okudum geçenlerde, borderline ile ilgili, sonra manik depresif... İnsan ne çok kendini buluyor dimi okuduğu her psikolojik vak'ada...
- Bazı semptomların senle örtüşmesi yeterli değil tahmin edersin ki... Hem çok doğaldır insanın kendinden birşeyler bulması. Bir de işin içine bulma isteği girince...
- Psikoloji okusaydım çözer miydim ki kendimi... Neyim var? Neden bildiğim halde, söküp atamıyorum kendimi ondan. Sanki merkezde o, uydusu ben. Bakışları da bizi birbirimize bağlayan kozmik güç... Aşk, kozmik bir güçtür, sizi diğerine görünmez iplerle bağlayan. Ve sonra da o büyük patlamada, o iplerdir sizi boğan... Özlü söz şahsıma aittir. Ben o iplerle boğmak istedim kendimi. Ölmek istedim. Denedim.
- Sonra...
- Gökyüzü maviydi... İkinci kez ise sokağa çöp atmak için çıktım. Çöpü attıktan sonra da parka doğru yürüdüm. Sebze satan bir kamyonet geldi. Üzerinde bir çocuk. Kocaman renkli gözler, yeşile çalan. Bağırıyordu. Dönüp bakınca gözgöze geldik. Gökyüzü o gün de maviydi. Çocuğun gözleri yeşil. Bakışları onun gibiydi... Uzun uzun baktım ona... Zaten en çok bana bakışını severdim... Uzun uzun bakardı bana... Neden masada otururken ben yanındaydım da O karşımızda oturuyordu.
- Senin yerinin kendi yanın olduğunu anlatmak istemiş.
- Ve onun yerinin masanın diğer kıyısında...

- Bugün kafan dağınık... Bırakmak ister misin?
- Gene ağlama krizine girerim diye mi korktun.
- Bugün ağlamayacağını biliyorum.
- Nereye gittiğimizi ve kimle tanışacağımı bilmiyordum. Fark ettiğimdeyse... Fark ettiğimdeyse, kalkıp gidecek yerim yoktu. Dilini bilmediğim bir ülkede, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Öyle güzel bir gündü ki... Güneşli, sıcak, bahardan kalma bir gün. Büyük gövdeli dev ağaçların olduğu bir ormanın içindeydik. O gün de gökyüzü maviydi biliyor musun?... Neden takıldım ki durup dururken mavi gökyüzüne...



___________________________________________________________Devamını Oku...

19 Ocak 2010

GÖK MAVİYDİ




___________________________________________________________


Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün benden bu kadar uzak
                           bu kadar mavi
                           bu kadar geniş olduğuna şaşarak
                                         kımıldanmadan durdum. (*)


_____________________________________________Devamını Oku...

(*) Nazım Hikmet - Bugün Pazar şiirinden