30 Nisan 2010

VAR


SİZE ANLATACAKLARIM VAR
Yabani meyve gibiyim
Mevsimim geldi mi
Tadıma varılmaz benim
Şimdi izninizle
Yolculuğa hazırlanıyor yüreğim
Anlatacaklarım var
Dönüşümü bekleyin

***




SANA İSE FISILDAYACAKLARIM
Bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Ben çalmadan açacaksın kapını
İçmekte olduğun kahvenin dumanı tütüyor olacak masanın üzerinde
Oturacağız karşılıklı pencerenin yanındaki ahşap masaya
 üzerinde yazdan kalma tek bir kurutulmuş ortanca
Bir kahve uzatacaksın bana nasıl içtiğimi sormadan
Avuçlarında ısıttığın sevda yorgunu yüreğimi geri verirken bana
Öpeceksin dudaklarımdan bir teşekkür etmeye fırsat bile tanımadan
Sahilin rüzgarı getirirken dalgaların nemini yüzümüze
Gözünün gözümü sevdiği o anda, uzanıp masaya sonsuzu koyacaksın(*)


O nedenle bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Az kaldı bekle...


_________________________________________________________________

(*) Dize Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha! adlı şiirinden esinlenmedir...


27 Nisan 2010

Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim

İşten planlamadığım bir şekilde erken çıkınca, biraz mutlu, biraz çoşkulu, biraz da hevesle eve geldim... Henüz soyunup dökünmeden telefona sarılıp, erken geldiğimin haberini vereyim istedim ama bu karşı tarafın pek de ilgisini çekmedi. Ben de geceyi (yine ve alışık olduğum gibi) yalnız geçireceğimi fark edince, mumları yakıp açtım bir müzik ve başladım gazetelerde dolanmaya... (Gazetelerde dolanıyorum, çünkü uzun bir zamandır bir gazetenin okuru değilim ve gazetemi arıyorum.)

Haşmet'i okurken, eski sevgilisi olan Ayşe'yi fark ettim, aynı gazetede yazarlarmış da haberim bile yokmuş... (Bu arada fark ettiniz değil mi, kadının eski sevgili olduğu bilgisine sahibim ki yanılıyor da olabilirim ama köşesi olduğundan bihaberim...) Bakayım bakalım ne tür yazılar yazıyor ki derken, İclal'ın bir yazısına düzdüğü metiye ile İclal'e yol aldım... Yazılara, merak edip bakınırsanız, geçtiğimiz aylarda olmuş bütün olaylar ve tabi olaya Tuna da dahil ama, onun köşesine gidecek mecalim kalmadığından bir solukluk oturuverdim bulduğum bir taşa. (Sonradan anladığım kadarı ile zaten Tuna'nın köşe değiştirmesine sebep de o yazıymış.)

Manzaram şahane... "Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim" üzerinden, bir sahil kasabasında, gün batımı seyrediyorum adeta... (Bu arada itiraf etmeliyim ki, şu köşe yazarı olma meselesi bana yanlış öğretilmiş vakti zamanında, bloglarda dolaşırken köşelere saf tutması gereken; güncele, hayata, siyasete, kadına, erkeğe, duyguya, çocuğa, yaşamaya dair onlarca güzel ifadelerle donatılmış yazıları ile, özelini bile dile getirirken tarzını ve tavrını koruyan blog yazarları var, hemen akla geliveren ve iki elin parmaklarının yetersiz kaldığı. Ha, onlar kalemini satar mı bilemem...) 

Konu sapmadan keçilerin toprak yollarına ben döneyim konuma; bugün yazıya başlamama sebep başlık buradan alındı... Yazdıran ise şu yazıymış. O yazının yazılmasına sebeplerden biri ise; “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesi imiş... İclal'in yazısını okurken, anlıyorsunuz; cümleye değil düzülen onca kelime... Özel hisssetme ve onun üzerinden yaşanmış olan hayal kırıklığına... Kadınları, adamlardan ayıran da bu olsa gerek diye düşünmeyen var mı? Kadınlar, kelimelere anlam yükler, bazen haddinden fazla... Tamam, kadınları, çoğu kadın diye düzeltmeliyim, farkındayım. Hemen, ben yüklemem ki  pervasızlığında silkmeyin omuzlarınızı... Ne diyordum, kelimeler ve yüklenen anlamlar...

Nedense İclal'ın duygusunu pek bir derinimde anladım ben. Kelimelerinden aşık olunası bir adamın bana yazdığı satırları, kendimi özel hissettiren ve mutlu kılan o kelimeleri daha önce gördüğümü hatırlamasam iyiydi de, ah hafıza diyorum bazen filinkini ödünç alıyor durduk yere, gördüğümü sandığım ve hatta içten içe emin olduğum o kelimelere ulaşmak zor olmadı. Kısa süreli bir kalp sıkışması, sessizlik, şaşkınlık, hadi canımlık, olamazlık ve, ve, ve... Kırgınlıkla, öfkenin birbirine karıştığı o duygumun tarifi var mıdır bilmem ama bıraktığı izi bilirim. İlk şoku atlatan kendim, hemen mantıksal bir açıklama buluverdi kendine: Seni Seviyorum...

Evet, seni seviyorum, onlarca kez söylediğimiz ve duyduğumuz halde, ondan duyduğumuzda ya da ona söylediğimizde nasıl da ilk defaymışcasına bir etki bırakıyorsa, aslında bir farkı yoktu “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesinden. Nerede ve nasıl söylendiği önemliydi. Bu noktada taraf mıyım değil miyim belli olmayan bir yola girdi duygum farkındayım. Hani lahana turşusu ve perhiz meselesi, ama, evet, mutlaka bir ama vardır bu hallerde, inanırım ki, her ilişki, insanın içindekileri dışa vurur. Yani demem o ki, senin yanında iyi biri olmak istiyorum demişse bir adam veya kadın, bu mutlaka doğrudur, içtenlikle söylenmiştir... Şartlar değişir... Onun yanında istediği kadar iyi olamadığı için değil, hani tam da siz istediğiniz kadar plan kurun, hayat, karşınıza çıkandır misali, yollar ayrılır, sebebi önemli midir? Artık bu soruya şu cevabı verebilecek kadar yaşadım: Hayır. Önemli olan giderken götürdükleri ve bıraktıklarıdır. Yanında götüreceği kesin olan ise; kendisidir. Adamın ya da kadının sevdiğinin yanında iyi biri olma isteği değişmez, sevme halinin değişmeyeceği gibi. Herkes kendi gibi sever, kendi bildiğince, kendi inandığınca, kendi yüreğince... Zaman zaman, hassasiyetlerimi zorlasa da, hani beni aynı kelimelerle sevmekten vazgeç hali peydahlansa da yüreğimin bir köşesinde, duymak istediğim ve duyduğum; kelimelerin içtenliği ve samimiyeti oluyor (büyüyor muyum ne). Sanırım kelimelere değil de yaşananlara anlam yüklemeyi öğrenmekle de ilişkili bu durum.

Ezcümle derim ki;  kadınları aynı kelimelerle sevmekten vazgeçin kardeşim! ya da o kelimelere farklı anlamlar yüklemeyi öğrenin kardeşim! Ya da ve belki de en güzeli, ne söylediğinizin değil de ne yaşattığınızın önemini fark ediverin bir çabuk. Çünkü  bence, anılar kelimelerle değil, görüntülerle şekilleniyor çoğu zaman...



Fotoğraf

25 Nisan 2010

YAPRAK YAPRAK AŞK














Tatil üç gün,
gönül firar etmeye meyilli olunca,
çözüm; sıkıştırılmış kaçamaktı, kaçınılmaz olarak.
Güzel miydi? Hem de nasıl...
Çıkartılan bir ders var mıydı,
hani günün sonunda kulağa küpe misali? Kesinlikle...




23 Nisan 2010

BURSA'DAN ÇIKTIM YOLA...


Bursa'da çocuk olmak...
Bursa'da genç kız olmak...
Bursa'ya bir kadın olarak yeniden bakmak...

Bu yazıyı okuduğumda, aklıma takıldı; çocukluğum. Bahçesinde koşup oynadığım külliye, hemen yan tarafında yer alan, kum zeminli basket sahası, bir oğlana hava atacağım derken kırmızı bisikletimle virajı alamayıp burnumun üstüne düşüşüm. Kaykayla kayacağım derken, yokuşun sonundaki kahveye ayaklarım önde ben arkada girişim. Dalları on katlı binanın son katına ulaşan çınarın dibindeki çeşme ve ilk platonik aşk... Tophane sırtları ve ilkokul anıları, Salı pazarı ve amasya elması, İnanç ekmek fırının tost ekmekleri ve tahinli pidesi... Çocukluğumun Bursası...

Orta okul ve lisede, ergenlikten genç kızlığa geçişte büyüdüğüm yokuş, Heykel Altıparmak arası yürüyüşleri, parkın içinde ağaçlar arasında kaybolan Kristal kahvesi, bilardo ve unutulmaz bir aşk, düşlerle kavgalı gerçekler, Gemsaz ve Küçük Kumla kaçamakları... İçine, kırgınlıkları, sevinçleri, gözyaşlarını, heyecanları dolu dolu sığdırmayı başaran bir ergen. Sırf okuldan kaçtım diyebilmek için son dersin son 20 dakikası kala, müdür odasının camından atlamak sureti ile okulu asış, etüdlerde yapılan masa üstü parafutbol karşılaşmaları, kopya çekmek uğruna bir sınıfı heba etmek, azılı c sınıfının çete üyesi, daha iyi notlar alabilecekken geçer notla yetinmek, bu vesileyle yaşama vakit ayırmak, 90ların akımına kapılıp permalı saçlardan cinnet geçirmek, Nalbantoğlu'nda mahalle kültürünü yaşamak, Temenyeri parkında göz süzmek ve Mahvelde oturup gelen geçeni seyretmek... Genç kızlığımın Bursası...

***

Bütün bunları yazarken, bu yazının derdi başka bir şey anlatmak olsa da, beni çok farklı bir yolculuğa çıkartmasındaki gizemi arıyorum. Bir kadın olarak, yine yeniden döndüğüm, ve bu kentten giderken çantama doldurduğum hayallerimden hiçbirini gerçekleştirememiş olduğum gerçeği ile yüzleşiyorum. Bir kentin, kişinin kökleri varsa o kentin insanda daha farklı izler bıraktığını gözlemliyorum. Köklerimiz burada değil, ne benim ne ailemin, ne de kardeşimin... Üstelik kök salması için bir tohum falan bırakan da yok, henüz, ki muhtemelen o da kök salmaz buralarda... Diyeceğim o ki, 3-5 kuşak bir yerli olmak hali, kök salmak ve o şehirli olmak halini çok doğru açıklıyor. Kentin gelişimini gözlemlemek, kentin kalıcı izlerini takip etmek, o izlerden yola çıkıp, annelere, annenelere, çocuklara, kuzenlere, şehrin şekillendirdiği anılara ulaşmak daha kolay oluyor ve içi hep daha dolu.

Oysa ben gibi, gezgin bir şehirli için, şehirli olmanın anlamını, yaşadığım anlar belirliyor. Eskişehirliydim bir süre, ah Eskişehir... Hani derler ya, roman yazabilirim üzerine... Sonra Bursa'ya döndüm, kısa bir süre... Sonra, İstanbul, kendimi oralı hissettim, orada geçmişim varmış gibi, gelecek inşasına başladım. Su batmanını henüz çıkmıştım ki, Alger yolu gözüktü bana. Araya gidip gelmeli, misafir tadında konaklamalı Yalova'yı sıkıştırmayı unutmuşum bak! Alger, süresi kısa, izleri derin, içi karmaşık, dışı yakan, çantaya konan hayallerin tek tek denizlere salındığı, travmatik ve dramatik bir sonu adım adım hazırlayan Cezayir'in başkenti Alger...

Sonra yine İstanbul ve Bursa...  Geçmişi şöyle  kare kare film şeridi üzerinden seyrettiğimde, kentlerin beni mutlu kılacak, orada o anda olmayı anlamlı hale dönüştürecek detaylarını bulup çıkarttığımı fark ediyorum. Ve aklımın yansımalarına şehirden çok, anlar geliyor. O anları kalıcı kılanın, yanımdakiler olduğunu bir kez daha anlıyorum. Ve fark ediyorum ki, yaşadığım kentlerin bana sunabildiklerini, nüanslarla da olsa yakalamış ve bana sunulanların keyfini paylaşarak çoğaltmışım. Bursa'ya şimdi bir kadın olarak bakıyorum da, sözünü ettiğim yazının derdi olan, "Size bir kenti sevdiren; onun doksandokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır" sorunsalında, benim aradığım cevapların kentte olamayacağı kanaatı oluşuyor bende. Cevapları  insanlarda arayanlardan oluşumdandır belki de... Bilmem, belki köklerim bir şehre tutunamadığından, belki ve aslında acısı, bir köküm olmayışından...



Fotoğraf


22 Nisan 2010

İKİ 100'LÜ NAMUS


ÜŞÜYORUM DEDİ İNCE TİTREK BİR SES

ve devam etti...

Adım Ünzile benim...
Dayaktan usandı tenim...
Kaç koyun ettiğimi bilmeden...
Daha ben bile dokunmadan, satıldı bedenim...

Kendi yüreğimce sevdalanamayacağımı,
Ayşe, töre cinayetine kurban gidince öğrendim...

Namustum ben
En iki 100'lüsünden
Sığındığım ellerde anlamını pekiştirdiğim...

Adım Ünzile benim...
Güneşin kızlarından biriyim...
Bir değil belki binlerceyim...

Siz bilmezsiniz belki;
Güneşin kolu kısa kalır ayaz vurdu mu yüze...
Üşür bir yürek adresini bile bilmediği bir evde...



 ______________________________________________________________________

*  Aysel Gürel'in sözlerinde Onno Tunç'un müziğinde içimize işledin sen 'Ünzile'.
* Bu yazıyı sığınma evlerinde yaşayan kadınlar için kaleme almıştım, dün korumaya alınan çocukların da çığlıklarının aynı olduğunun altını çizdi bir  HABER, bir kaç yeni ekleme ile özü değişmedi, hala bu ülkede bir yerlerde üşüyor, çocuklar, kadınlar, çocuk kadınlar...

21 Nisan 2010

SIKLIKLA

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği nasıl anlatabilirim ki sizlere...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala özlüyor. Sevdiği adamla bağını kopartmak konusunda emin olamamasından kaynaklanan bir davranışını gözlemliyorum sıklıkla. O, sıklıkla herşeyin bittiğini söylese de, ve biliyorum ki farkında değil, ama o, ne zaman ondan bir haber alsa, bir ses, bir kelime gelip çarpsa ona, gidip oturuyor o pencerenin önüne. Tesadüf bu ya, nedense, ondan gelen bu sesin ya da kelimenin ardından, onunla paylaşılmış anların sesleri, solukları yankılanıyor camdan seyrettiği kendine.

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, biraz karmaşık olmuş anlatımım. Daha yalın anlatabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala düşünüyor. Nereden mi biliyorum, o farkında değil ama, ne zaman ondan bir haber alsa, hani sıradan bir merhaba, nasılsın anlamında, hemen dalıveriyor gözleri, belli ki bir düş görüyor, gözleri açık. Unutulmuş açık pencereden giriveriyor, umut serçeleri, kanatlarında o adamın esmer teni... Sanıyorum ki, unuttum dese de, unutamıyor bu adamı, yoksa  her seferinde iner mi gözyaşları kelime kelime...

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, derdimi tam olarak anlatamamışım ben bu kelimelerle. Daha uygun kelimeleri bulup, daha doğru cümleler kurabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala seviyor. Adı geçince, yutkunmasından anlıyorum hala sevdiğini ve titremesinden sesinin, anlıyorum ona verdiği değeri... Ne tesadüf ki, ona ait, onlu kelimeleri döküveriyor ortalığa yüreği, elinde değil biliyorum. İstemsizce ve içtenlikle dökülüyor kelimeleri. En çok da benden tereddüt ederek beklediği onay var ya, işte o sesten anlıyorum özlemini. Sıklıkla tekrarlanıyor bu durum ve arkadaşım, tesadüf diyor, sadece bir tesadüf. Gülümsüyorum. Onun tesadüf dediği şeyin, yüreğinde bir yerde hala o adamı taşıdığı ve bugün kapısını çalsa içeri buyur edecek olan hazırda bekleyen hali olduğunu biliyorum.

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği size anlatamayacağımı anlıyorum.
Denemenin faydası yok.
Yüzümde kırık bir gülümseme, keskinliğinin kanattığı yüreğime tuz basmaya gidiyorum.
Onun, o tuzu yüreğine basamayacağından eminim çünkü!




















deviantART

NE ALIRDIN?


Fark etmez!
Benim için eder.

Sen olsan da olmasan da ben o dağa tırmanırım cümlesindeki gibi.
Amaç, dağa tırmanmaksa benim varlığımın bir değeri olmaz.
Yani,
Fark etmez!

Yok değil, amaç benle o dağa tırmanmaksa...
Ne diye yoruyorum ki kendimi.
Zaten kurmazdın böyle bir cümleyi.
Benle olmaksa istediğin;
eteklerinde piknik yapıp,
hayalini kurardık, zirvede sıcak şarap içmenin.






20 Nisan 2010

BOYADIĞIN SOKAKLARDA YÜRÜYORUM



Bazı kentler vardır,
daha içinden geçerken bile fark edersiniz, unutulmaz izler bırakacaktır...

Bazı kadınlar vardır,
gözünüzün ucu değse bile anlarsınız, onunla anlar yıllara uzanacaktır...

Bazı adamlar vardır,
bir kelimesi, bir bakışı, bir gülüşü ile kendine çeker yüreğinizi ve öper usulca,
aşk kapınızdadır, içeri buyur edersiniz,
ilk adımında hissedersiniz, onunla gerçeğiniz düş gibi yaşanacaktır...


Au Di

Şimdi;
Salınıyorum bir barda
Sırtım dönük sana
Sarıl bana
Yasla yanağını yanağıma
Dans edelim gün boyunca


Doğumgünün kutlu olsun sevgili adam
Boyadığın sokaklarda beraber yürüyelim (mi?)
ve dilerim
gökyüzüne saldığın balonların çoşkusunda geçsin günler, dimi:)


19 Nisan 2010

YORUL/DUM


Senin bana ihtiyacın yok biliyor musun? Sen kendine bile fazlasın... dedi kadın. Kendi kendine konuşmalarının orta yerinde, sesini yükseltmese, farkına bile varmayacağı bir tek düzelik ve sakinlikle kendi kendine konuşuyordu. 

Bir gece öncenin rutin kavgalarının birini yaparlerken, adam kapıyı çarpıp gitti, çıkmadan önceki son sözleri; ben yoruldum, sen de yorul artık oldu. Aşk yorardı adamı. Kolay mıydı, maratona hazırlanmak, peki okyanusda yüzmek, peki, peki söyleyin, ya bir dağın zirvesine çıkmak ya da bir keşiş gibi yaşamak. Yok yok, aşk öyle yoruldum diyip gidilecek kadar basit olamazdı. İyi de düşündüğüm  örneklerin hepsi bireysel başarı değil mi dedi kadın, yine alışkın olmadığı bir tek düzelik ve sakinlikle konuşuyordu ve yine kendi kendine. Camdaki yansımasında soruyordu gözleri: Peki aşk... Ya aşk!

Belli ki, bir inanca ihtiyaç duyuyordu...



18 Nisan 2010

ERKEN KALKAN SAÇMALAR



La Llorona - Frida Soundtrack



Erken kalkan yol alır demiş ya büyüklerim, bugün yolum uzun...
Yol boyu, tadımlık sunduğum şu albümü dinliyor olacağım...
Arada hayata saydırdığım anları duymamazlıktan gelebilirsem,
sanırım güzel bir gün olacak.

Dönüşte günden haberdar ederim.
Veya etmem, bilemem.
Ruhuma bağlı.
Bu aralar kendisi serseri bir mayın gibi, ne duru var ne durağı.
Kafasına göre takıldığından mütevellit, arada saçmalıyor gibime geliyor.

Bu arada,
iyi pazarlarınız olsun.
Mutluluk ekip, kahkaha biçin.
Bulursanız mis kokulu bir çaya ya da kahveye sakın hayır demeyin.

Soracak olursanız, ki sormazsınız;
Ben, iyiyim!




TEK


Bildiğin bir dağ
Bildiğin bir gövde
Dalları taşmış dört bir yanına
Tek başına
Kendine kalabalık kökleri
Karma karışık

Çiçekleri de olmasa
Çekilmez ki hayatı
Bir ağaç için bile
Fazla gelir yalnızlık



17 Nisan 2010

TESTİ / Canımmmm




Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Geçmişin izlerini taşıyan onca kırılmış testi içinde, çatlak bir tanesi dikkatimi çekiyor. Yaklaşıyorum. Elime alıp incelediğimde çatlak olmadığını, yapıştırıldığını fark ediyorum. Testi tanıdık gelmiyor; eviriyorum çeviriyorum, altına bakıyorum derken, bir fısıltı duyuyorum, kulağımı yaklaştırıyorum testinin ağzına:

“Senli düşlere uyandığım zamanlar da oldu elbet ama bir sabah senle uyandığımda senin düşken daha güzel olduğunu fark ettim. Uzaktayken sevdim en çok seni. Mükemmeliyetçi yanınla yaşamak zorunda kalsan, sen seni sever miydin benim kadar, hep merak ettim. Yoran bir sevgin var senin. Zaman zaman boğan. Sevemem ben seni böyle. Hem sevgi mi seninkisi, esaret altına almak mı?

Hayır, hayır ağlama. Sevmedin beni demiyorum ki… Sevmedim de demiyorum. Çok sevdim. Çok sevdin. Biz seninle ne birlikte ne de ayrı olabilenler gibiyiz. Ama uzak durmalıyız birbirimize. Yakıyorsun yüreğimi, kırmızının en kırmızı hali gibi geliyor sevgin. Dozunda güzel olur kırmızı, hatırlasana, sen demiştin bir mektubunda: Dozunda güzel olur sevgi, tıpkı kırmızı gibi… Canım derdim sana, canımmmm… Kokun gelirdi burnuma her seferinde… Her canım deyişimde canımdan bir parça giderdi, senden bir parça yerleşirdi içime. Öyle çekerdim seni içime. Canımmmm…”

Elimden düştü düşecek tutuyorum testiyi. Sarılıyorum sonra bir sıkı: Canımmmm

Yanıyor elim, yangınları sarıyor yüreğim… Testi düşüyor elimden… Yapıştırdığım her yerinden bir kez daha kırılıyor. Kırılmayan parçaları da ayrılıyor bu sefer. Çömeliyorum suyun başında… Topluyorum bütün parçaları… Yapışmaz artık diyorum. Küçük çelimsiz bir parçadan belli belirsiz bir ses duyuluyor… 'Canımmmm…' Toz bulaşmış sağına soluna. Alıyorum, yıkıyorum özenle… Kıyamıyorum onu orada bırakmaya. Koyuyorum cebime… O günden beri, bir cılız ‘canım’la dolanıyorum köyün tozlu yollarında. Köşeden dönüyorum sessizce, varıyorum meydana, görenler köyün delisi deseler de, ben canımı koyabileceğim bir testi peşinde dolanıp duruyorum avere…

______________________________________________

O günlerde elinde bir testi dolanıp duran bir arkadaşım vardı... Bir köşe başına gelince durdu öylece... Ya çatlakları ile alıp testiyi geri dönecekti köşeden ya da köşe başında bırakacaktı herşeyi... Köşe başında bırakmayı seçti... Ve köşeden dönüp yoluna devam etti. Evet bu yazı onaydı...
______________________________________________

İlk Yayın Tarihi / Mayıs 2009

16 Nisan 2010

UYANMAK / KISA DÜŞÜNCELER




Neden uyanır ki insan, henüz sabahın olmayan bir vaktinde, aklında sorularla... Saat şu anda 05.24.

***

Lacivertin bu tonunun ayrı bir adı olmalı, yer yer kurşuni olduğunu tanımlayabilirim de, yer yer lacivert demek haksızlık olacak.  Gökyüzü bulut bulut.

***

Yazdığım şu satırları sevdim... Şiir tadında oldu ama fotoğrafın fısıltısı serisini yapmak üzere fotoğraf bakındığım site düzenlendiği için fotoğraf seçemiyorum, ama bu satırlar da zamanda yerini şimdi alsın istiyorum.

tozum ol!

bir su damlasıydım sadece
yağabilmek için yoğuşmalıydım seninle


***

Yağmurun yağması için su damlasının onu ağırlaştıracak birşeye ihtiyaç duyması ne garip, benim yaşamak için ona ihtiyaç duymamla pek bir özdeşleştirdim durumu. Yukarıdaki dizeler de aşkı anlatmış oldu dönüp dolaşıp.

***

Sabahları servis beklerken kitap okuyorum ayakta, insanların garipseyebileceğini komşum söyleyince fark ettim. Cümlesi aynen şöyleydi: Vakit yokmuş gibi elinde kitap, o beş dakikaya kaç cümle sığdırıyorsun ki...

***

Eğitimlerde sıkça yapardım, kağıtlara kelimeler yazar çocuklara kura çektirirdim kürsüye gelince ve bir dakika süre verirdim. Onca cümle sıralarlar gene de vakitleri kalırdı geriye ve çok uzun gelirdi bir dakika onlara bu oyun içinde... O anları bir kenara not etmediğime üzülürüm zaman zaman.

***

Dün akşam anlamsızca çok yedim, içim sıkıldı ve ben gene hırsımı yemeklerden almış oldum.

***

Ben şimdi ondan,  toz olmasını istiyorum ya, hani yağabilmek için, yanlış anlayıp toz olmasından korktum bir an... Herşey olacağına varır demiş büyüklerim. Yaşayalım görelim derim. Bekle ve gör, bana göre değil, o zamanı yaşamla doldurmayı tercih ederim.

***

Herkes kelimeleriyle yaşar... Bir yerde okumuştum bu cümleyi... Hatırlayamadım. Düşündüm de, pek bir doğru geldi. Geçen yıl doğumgünümde, çok şey mi istiyorum deyip, şımarmak istiyorum yazmıştım ve doğumgünüm ve sonrasında kimsenin beni şımartmadığı kadar şımartılmıştım hem de neredeyse beni tanıyan ve sevdiğine emin olduğum herkes tarafından.

***

Bazı insanların hayatıma giriş öyküleri ne garip ve çıkışları sonra. Bıçak gibi keskin bitişleri olmamıştı arkadaşlıklarımın. Olmamıştı diyorum çünkü bir tanesi olmak zorunda kaldı, ya da biz mi öyle tercih ettik. Ya da ben tercih ettim, o mecbur mu kaldı. Ya da tam tersi, belki de mecbur kalan bendim. Bu sonucu değiştirmedi, görüşmüyoruz ama bu düşünmüyoruz demek değil biliyorum, ben de onun aklına düşüyorum. Belki bir yürüyüş anında belki bir şarkıyı dinlerken. İyi dileklerimizi gönderiyoruz birbirimize, nedense bundan eminim. Yüreğini bildiğimden belki. İyi ol!

***

Yürek! İçinde neyi barındırıyorsa onu buluyor hayatta. Buna benzer bir cümle vardı, kurulmuş cümlelere alayım dedim, yazdım bir kenara ama bulamıyorum. An defterimi elimin altında tutmalıyım. Yürekte ne varsa, ağızdan o çıkar... Böyle bir şeydi sanki... Tam hatırlayamıyorum.

***

Hatırlamak! İnsana yaşarken, unutmayacakmış gibi gelen bir çok şey nasıl da zaman içinde gizlenip saklanıyor en ücra köşelere, işin asıl komik yanı sen isteyince değil de kendi istediğinde o anıların çıkıp gelmesi bence. Hani şu klasik hal vardır ya; bir şarkı, bir an, bir fotoğraf, bir yemek, bir lezzet, bir yol, bir çocuk, bir gülüş... Alıp götürür ya...  Sen istediğin için değildir aslında, o anı çıkıp gelmek, kendini hatırlatmak ve buradayım demek istemiştir. Tozunu siler, bazen gülümser, bazen dalar, bazen düşünür, bazen düş kurar, yerine kaldırırsın. O, orada bekler... Senin en duygusal anını. Sarılmanı istediğinden belki de, tam da o anda gelir. İlginç!

***

Şiirler okuyorum bu sıralar, annemden aldım bir kaç şiir kitabı, elimin altında sürekli, hoşuma gidiyor yaprak yaprak okumak.

***

Telefonumun alarmı çalıyor, uyanma saati... 06.35.

***

Şu alıntıyı yapmadan başlamasın bu sabah: Akgün Akova'dan

Yaşamın çıkmaz sokaklarında yürürken, bir kuyrukluyıldıza çarpmaktır aşk. 
Söylendikçe bizim olan bir şarkıdır.
Tene dağılan mıknatıstır.
Uzun bacaklı bir yaban hayvanıdır aşk.  
En uzun kuyumuza düşen kemandır.
Dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran.
Aşk yasemin kokan bahçeleri ve ateşböceklerini bir arada anımsamaktır.
...

Aşk, Öpüşen Çiftleri Alkışlama Ekipleri kurdurur sevilenlere.
O, uzun saçlı bir yıldızdır, yüreğin içinde taranır.

***

Aşk,
yeni biçilmiş çimenlerin yeşilinde,
senin kokunu duyumsamaktır.

Özledim.



















14 Nisan 2010

ŞARAP KOKULU KELİMELER


Tek katlı, 20 metrekare bile olmayan bahçesine mutfaktaki kocaman kapı ile geçilen, 100 metrekare tabanlı bu eski eve karşı hissettiği; ilk görüşte aşktı. Ya başkasına kiralarlarsa diye iç geçirdiğini emlakçıya belli etmemek için nefes bile almıyordu. Evin çatısı ciddi bir tadilat istiyordu ve banyo ve mutfak mutlaka elden geçmeliydi. Camlar macunlanmalı ve boyanmalıydı, aslında evin tamamı boya istiyordu. Hiç üzerinde durmadı, o aşkın körlüğünde sadece güzellikleri görüyor, tüm zorluklara göğüs gerebileceği inancı ile düşler kuruyordu.

Emlakçıda imzalanan evrakların ardından, yüklüce yapılan ilk ödemeden sonra - ilk 6 ayı peşin ödemişti - anahtarı alır almaz, evin yolunu tuttu. Ahşap zemini beyaza boyayacaktı ve salon kesinlikle turkuaz ağırlıklı olacaktı. Bazı duvarlar yıkılmalıydı ve bazı camlar daha da büyük açılmalıydı; güneşe, rüzgara ve yağmura. Evde dolaşırken kopuk, anlamsız kelimeler gelip çarpıyordu kulağına ara ara. Dikkat kesilmeye niyeti yoktu. O henüz heyecanını yansıtamadığı, aşkın flörtöz evresindeki mahçup kızdı.  Bahçeye bakan pencerenin kenarında durdu. Kelimeler onu arkadan itiyor gibi iyice yapıştı cama, öyleki, nefesinden buğu oluştu camda. Bir anlam veremiyordu, kafasının içinde mi dolanıyordu onca kelime. Anlamsız kelime öbekleri gibiydiler...  Rüzgarda savrulan çöl çalıları gibi, öbek öbek, yuvarlanıyorlardı.

Çok ...... ..... ... Anlatmak ..... ............. yaratan, '...... ........ önce ........... ........ ben' ....... ... ......... , üzülmüştüm, ..... .............. hali... ...... ......... bunu ...... ......... mıyım, ...... ....... ettiğimi ..... ........ ? Kırıldığımı, ...... ......... ... Bilmeli ......... ?


......... mıyım? ......... ...... yokmuş, .......... , ............... gibi ........ ......... ? Silebilir ......... ? ............ mi? ........; ........... ince, ..... ........ , bazen .... ........ , bazen .... ........, bazen .... ........ ses, ..... ......, bir ..... .... ........... ondan ........ ............ sendeki ............... ... ....... şimdi ...... ......... , çok ...... ...... , bunu ....... .......... mıyım?

Ne gereksiz bir gerginlik yaratıyordu kelimeler kafasında... Susturmaya çalıştı, yeni heyecanını yaşamak, üzerine düşler kurmak istiyordu. Kafasındaki anlamı olmayan bu kelime öbeğinden bir an önce kurtulmak için, bu eve getirmeyi düşündüğü eşyaları yerleştirmeye başladı.  Mor koltuğu pencere önüne koymaya karar verdi. Böylece hem bahçeyi görebilecekti hem de aydınlığı içeri buyur eden o pencerenin önünde okuyabilecekti. Hemen karşı duvara, turkuaz çalışma masasını ve bir ada gezisinde, ailesi eski İzmirden olan, antikacı Rum kadının ısrarları ile edindiği abajuru üzerine koyacaktı. Sağa sola bakınırken, gözü, pencere pervazının dökülen macunlarına takıldı ve işte yine o anlamsız kelime öbeği oradaydı. Akıp gidiyordu camın üzerinden, birleştirmeye ve bir anlam çıkartmaya çabalarken yakaladığı; kendi çaresizliği oldu. Hiç bir anlamı yoktu bu kelimelerin, bir öbek olmaktan başka. Ne başı belliydi, ne sonu... Onlarca yitik kelime kokusu sardı evi. Pencereyi açıp hava almak ihtiyacı duydu. Pencerenin koluna takılı kalan 'emin değilim'in eline bulaştığını fark edemedi. Beyni, neden çok emin olmadığını bulmaya çalışa dursun, o, düşlere daldı.

- Mangal hazır mı?
- Sen etlerden haber ver...
- Önce patlıcanlar ve kırmızı yağ biberleri...
- Herse mi?
O gün, o bahçedeki kalabalık arkadaş grubunun içinde, nasıl da eğlenmişlerdi, nasıl da gülmüşler, nasıl da çoğalmışlardı. Eski günler...
Eski günleri yüksek sesle söyledi. Camı kapattı. Hüzün denizlerinde yüzmenin bir anlamı yoktu. Yeni bir ev, yeni bir yaşam onu bekliyordu ve bu ev, o evdi: Hep hayalini kurduğu, turkuaz pancurlu, beyaz ev... Eve yapılacakları bir kağıda not etmeye, listeler hazırlamaya başladı. Yapılacaklar listesi, alınacaklar listesi, tamir edilecekler listesi... O listesi, bu listesi derken, yaklaşık 4 saati o evde, ayakta ve o kelimeleri duymadan geçirdiğini fark etti. Siliniyorlardı. Sevindi...

Ertesin gün sabahın köründe iki usta ile geldi eve, ustalar ölçüp biçip, bakıp anlayıp bir fiyat çıkartacaklardı. Kafasında bir ödeme planı yapıyordu. Ustaların kamyonuna attığı mor koltuğunu koydu camın önüne ve başladı gene notlar almaya. Hesap kitap işlerinden oldum olası haz etmezdi: Çarptı, böldü, topladı, çıkartı... İçine sinmeyince, bir kez daha, bir kez daha... Fiyatı verecek kendisiymiş gibi, hesap kitaba gömülmüştü. Daldı; kulağında yine öbek halinde kelimeler...

Ustanın sesi ile kendine geldi, usta uzun uzun yapılacak işleri, bedellerini, toplam işçilik maliyetini ve yaklaşık malzeme fiyatlarını, vade koşullarını söyledi. Üzerinde düşünülmüş bir konuşma metninin önceden ezberlenmiş hali gibi takılmadan, aralara aaa, hımm gibi bekleme süreleri koymadan konuşan ustanın akıcılığında fark etti kelimelerin neden öbek öbek kulağına takıldığını. Bir buluşun parlaklığı beliriverdi gözlerinde. Usta, o bakıştan bu iş tamam anlamını çıkartsa da, o ustanın söylediği hiç bir detayla ilgilenmiyordu. Günlerdir kafasının içinde dolanan kelime öbeklerinin nihayet anlamını çözmüştü, sanki... Ayağa kalktı, ustaya bütün bu ayrıntıları bir kağıda dökmesi gerektiğini, kendinin yapabileceği ödeme planı çerçevesinde anlaşırlarsa, hemen yarın ya da bir ertesi gün işe başlayabileceğini söyledi ve ustayı kovar gibi hızla kapıdan uğurladı.

Kendi konuşma ritmi kulaklarına takıldı. Nefes almayı bile unuttuğu o gergin zamanlarında annesi ne derdi: İki sus bir konuş... İki sus bir konuş... O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, yazardı, içindekileri. Sürekli bunu tekrarlıyordu. İki sus bir konuş... Koltuğuna oturdu. Gün batmak üzereydi. Eline kağıdı kalemi alıp yitik kelimelerini yazmaya başladı.

..... emin değilim... ............. konusundaki kararsızlığımı ..........., 'bunu daha ........ de yaşamıştım .......' ....... ... Yaşamıştım, ........... , çok üzülmüştüm ....... ... O nedenle ....... sana anlatmalı ........, yani fark .......... bilmeli misin? ..........., üzüldüğümü... .......... misin?

Susmalı ..........? Susmalı ve ..........., olmamış, yaşanmamış ........... silmeli miyim? ....... miyim? Silinebilir ......? İz; bazen ......, bazen kalın, ........ bir sözcük, .........  bir hece, ......... sadece bir ........, bir bakış, ........ susuş... Hepsi ........ kalan izlerin .......... yansımaları... Ben .......... oturmuş düşünüyorum, .......... emin değilim, ......... sana anlatmalı .........?
Kafasındaki seslerle yazdığı yitik kelimeleri birleştirince fark etti ki, o olayın olduğu gün, o, susmayı tercih etmişti. Şimdi de aklı, annesinin tembihini gerçekleştiriyor, iki susup bir hatırlıyordu. Pencereyi açtı, yeni bir yaşamda yitik kelimelere yer yoktu. Aklında dolanan ve susmak bilmeyen kelimeleri havaya savurdu. Söylen(e)memiş kelimelerini, ruhu ve yüreği ile birlikte özgür bıraktı. Susmak, onu ilk defa özgürleştirmişti. Bazı kelimeler alaca karanlığa kucak açan limon ağacının dallarına çarptı, birkaçının kanadı kırıldı, birkaçı küçük kızın elinden kaçan balon gibi bulutlara ulaştı... Pencereyi kapadı, koluna takılı kalan 'emin değilim'i fark edemedi.

Mor koltuğuna oturup, bir mum yaktı... Arabanın bağajından şarabını ve kadehleri aldı. İçeri girdiğinde, elindeki iki kadehe bakıp, gülümsedi. İki kadeh, tek bir koltuk ve yitik kelimelerden arda kalan koku bu gece herşeyiydi. Koltuğuna oturdu, şarabını açmak için kapıya yöneldiğinde bir araba sesi duydu. Önce korktu, heyecanlandı, sonra komşular olmalıdır diye kendini rahatlattı. Kapı çalmadan kapıyı açtı. Adamın gözlerine takıldı, bir elinde kırmızı örtüsü kenarlarından taşmış hasır piknik sepeti, diğer elinde katlanır plaj sandalyesi ile karşısında duran görmüş geçirmiş bir adamın bakışları değildi; daha çok yeni yetme bir delikanlının muzip ve sevecen tavrının ardına sakladığı, hesapsız bir özrü, kabule sunuşu vardı o bakışlarda. Komik gözüküyordu. Kadın dayanamayıp bir kahkaha attı. Gülme sana da getirdim bir sandalye dedi. Bu gece uzanıp salonun orta yerine, evi kutsayacağız birlikte diye ekledi. Kadın, uzun zamandır sınav sonucunu bekleyen bir çocuk ürkekliğinde kapıyı kapattı. Adam, elindekileri yere bırakıp, şöyle bir evi dolaştı. Demek burası dedi... Kadın, sınavı başarı ile tamamlayan çocuk şımarıklığı ve gururuyla evet dedi. Adam, pencereye yöneldiğinde, kadın koluna takılı olanı fark edip, adamdan önce koştu ve kelimeleri avucuna aldı. Adam pencereyi açar açmaz, nazik bir hareketle onları özgür bıraktı. O sıra, dallara çarpıp, kanadı kırılan ve anda takılan bütün kuşlar havalandı. Adam, kadını kendine çekip, dudağına fısıldadı: Biliyorsun değil mi, alabora olmaz bizim teknemiz... Kadın, susmanın, bir limana sığınmak olduğunu o zaman anladı ve açık denizlere yol almak üzere şarap şişesine ayağının ucu ile dokundu. Kokusu, yitik kelimelerin kokusunu bastırdı, adam kadını öptü, eve aşkın kokusu yayıldı.



13 Nisan 2010

HERŞEY AŞK

Günlerdir; yazıp silip, yazıp saklayıp, yazıp ağlayıp durdu. Bir şey yazmalı dedi. Bir şey... Onlarca kelime yazdı, hiçbiri bir şeymiş gibi gelmedi. Bir şey yazmalıydı. Anlatmalıydı olup biteni tüm açıklığı ile. Kelimeler küsmüş olmalıydı ona. Ne olmuştu ki, tam olarak ne olmuş olabilirdi ki... Bir şey yazmalı dedi kadın, mutlaka bir şey yazmalı bu gece. Oturdu köşe koltuğuna, tam klavyeye yönelmişti ki, bir ses duyuldu kapı aralığında, kelimenin biri dönüyordu köşeden tuttu kolundan kadın. Nereye dedi... Kelime bir şey diyemedi... Terk etmek, köşeden döndü ve gecenin karanlığında yitip gitti ayak sesleri...

Başka kelimeleri vardı kadının, olsundu onsuz da yazabilirdi yazılarını. Uğultu başını ağrıtmıştı. Bir şeye ihtiyacı vardı, onu sakinleştirecek bir şeye. Perdenin ucundan süzülen sessizliğe baktı. Sürüne sürüne, onu terk edişine... Alacağı olsundu o sessizliğin, en çok ona sarılmamış mıydı... En çok ona sığınmamış mıydı... Bir şey demedi, diyemedi, sessizliğin gidişini seyretti. Buruk, gülümsedi.

Kendini şöyle bir silkeledi. Kafasının içindeki dağarcıkta daha onlarca, yüzlerce, binlerce kelime vardı. Bir şey demeliydi, bu gece bir şey demeli ve barışmalıydı kelimelerle yeniden. Ne zaman, nasıl kırmıştı ki kalplerini. Akçaağaç sehpanın üzerinde, hemen yeşil mumların yanında duran hüzne baktı. Hüzün, el sallıyordu, ayakları geri geri gitse de... Gidiyordu. Gemiyi en son kaptanlar bırakırmış ya... O da kadını bırakıyordu. Kadın, çığlık attı. Yeter! Biriniz nedenini söyleyin, sevmedim mi sizi, vermedim mi hakkını anlamlarınızın. Söz söyletmedim üzerinize... Ne yaptım da gidiyorsunuz teker teker...

Kadın klavyenin başında ağlıyordu... Sessizlik onu bırakıp gittiğinden beri, terk etmenin sadece kelimeleri değil anlamları da beraberinde götürdüğünü ve içinde bir yerde hep ama hep olacağına inandığı hüznü bile yanına aldığını anlamıştı. Çığlık çığlığa ağlamalarının ortasında, yüreğinin kapısı aralandı. Parlak bir ışık bütün odayı aydınlattı. Çoşkulu bir havai fişek gösterisine hazıra durdu bütün eşyalar. Perdeler uçuştu ve mumlar yandılar teker teker... Yastıklar dizildiler yerlerine özenle, kol boyu mesafelerini koruyarak.  Kadın, yüreğinin araladığı kapıdan baktı. Orada öylece duran kelimeye gülümsedi. Onu orada bulmak, yaşamasına sebepti. Bir tek sen bırakıp gitmedin beni... Bir tek sen! deyip, klavyenin üç tuşuna sırasıyla dokundu; sonunda bir şey yazmayı başarmıştı.  Sil(me)di, sakla(ma)dı, ağla(ma)dı... Yaşadığı herşeyi bütün açıklığı ile anlatabilmiş olmaktan mutluydu. Bir şey yazdı o gece. Çok şeyi anlatmış oldu böylece...

Görsel / stock.xchng

10 Nisan 2010

KAR YAĞAR MI NİSAN'DA...

10 Nisan 1972, 03.30

 


Kar yağıyormuş ben doğduğumda
Nisan'da
İçimin üşümesi belki bu yüzden

Annem illa güneş banyosu yaptırırmış bana
Karda
Yüreğimin sıcaklığı belki bu yüzden

Çok soğuk olurmuş geceleri, sarılırlarmış bana
Uykuda
Sarılıp uyanmayı sevmem belki bu yüzden

Hiç görmedim ben doğduğum şehri
Büyürken
Bakışlarımdaki hüzün belki bu yüzden

Ne zaman düşecek olsam, tutarlarmış ellerimden annemle babam
Yaşamaya tutkuyla sarılmam belki bu yüzden

Üzüldüğüm anlarım olsa da
Çok sevdim seni hayatım ben
Bugün düşününce yılları
Gülümsemem bu yüzden




08 Nisan 2010

BEN SENİ SEVDİĞİM ZAMAN











Ben seni sevdiğim zaman
Bu şehirde
Yağmurlar yağardı
...






______________________________________

Fotoğraf / deviantart
Neredesin Firuze Film Müziği

HİÇ BÖYLE BAKMAMIŞTIM YAŞAMAYA


Geçen sabah bir konuşmanın ortasında dedi ki doktorum, sen insan seviyorsun. Fark etmiyor senin için, kilosu, boyu, posu, konumu, yaptığı iş, dili, cinsiyeti... Sen insan seviyorsun. Gözlerin parlıyor senin, Hasan Efendiyi de, Doktor Olgun'u da, çaycı Beyazgül'ü de aynı içtenlikle selamlıyor ve ışıldıyorsun. Sonra bir arkadaşını görüyorsun, aynı içtenlik ve samimiyetle ona da gülümsüyorsun. Sen, insan seviyorsun. Derdin insan senin. Ayırmadan sevmen bundan.

***

İnsanlar üzerine düşüncelere dalınca, içinden çıkılmaz bir yola giriyor insan. Beyatlı'nın dizeleri geldi aklıma, nerde okudum bilmiyorum aklımda kaldığı kadarıyla:  Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala gibi birşey diyordu şiirlerinden birinde. İnsan da benzer hem uzun hem güzel bir masala. Her masal gibi insanın yaşamı da ders verir insana, elbet, anlayana.

***

Demir almak vakti gelmişse der bir başka şiirinde... Ne çok demir aldım diye düşünürüm bazen. Üstelik, gemideki ben olmam çoğu zaman. 

***

Bazen, bir mutsuzluğu anlatırken, neden serzeniş olup ulaşır benden ötedeki yüreklere ki kelimelerim. Bakarsın, karşındaki de benzer bir hal üzerinden, senin sözlerinin onda yarattığını anlatır ki bu serseniş değildir. Ben bu dengeyi çözemedim. Karşılıklı edilen sözlerden, ilk söylenen serzeniş, sonradan gelen; ifade ediş.

ben bütün hüzünleri denemişim kendimde,
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını,
bir bir denemişim bütün kelimeleri,
yeni sözler buldum seni görmeyeli

der ya Süreyya. Var mı sahi, yepyeni kelimeler, biri bana da öğretmeli. Kelimelerim, şairin de dediği gibi, kifayetsiz kalıyor çünkü.

***

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz? diye sorar Cansever,

Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.

diye bitirir dizelerini. Gitmek, zordur. Kalmak zor...

***

Dün seyrettiğim bir dizide, kadın diyordu ki adama, geleceğimizi değiştirebiliriz, ben gitmeye hazırım, başka bir kente, başka bir hayat kurmaya hazırım. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın; bir yanın gitmek bir yanın kalmak istiyor değil mi? dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, bu evlilik bitemez dediğinde, hiç aklına gelmemişti değil mi, sebebinin senin kararın olacağı dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, sen seçimini yaptın dedi. Ağladı.

***

Kadına özgü müdür, erkeğin söyleyemediğini, kıvrandığını görüp de son sözü söyleme hali. Hani kendi inandığı ve seçtiği bir durum değilse bile, bunu dillendirip, havada asılı olanı dinlendirme hali.

***

Bu gibi durumlarla karşılaştığımda hep aynısı olur, kendimi, bir köprüden geçerken bulurum. Durur etrafıma bakarım, çoşkun denizlere, güneşe, bulutlara, kuşlara ve ormana. Düşünü kurarım, o anda orada olmasaydım nerede olurumun. Şelaleye takılır gözüm, anlarım. Gözyaşlarımdır taşkın akan; yaşamak telaşı alır beni, şairi anarım.

Hiç böyle ısınmamıştım;

Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.


Öyleyse, neden üşüyorum şimdi.





07 Nisan 2010

KAÇAMAĞIN BÖYLESİ


Koloniyel kapıdan içeri girdiğimde o rüyadan uyanmak istemeyeceğimi anlamalıydım.


Nilüferlerin süslediği orta bahçeden
toprak rengi binaya doğru ilerlerken 
düşleyebildiğim tek şey
içeride beni beklediğine inandığım huzurdu

 

Tek katlı, yüksek tavanlı binanın
koridorlarında ilerlerken gördüğüm havuz
turkuaz sesiyle ardımdan adımı seslendiğinde
anlamalıydım



Odamın bahçeye açılan kapılarını ardına kadar açıp,
yaşamın sunduğu güzellikleri fotoğrafladım



Yol yorgunu bedenim uzandığında doğaya
bir on yaş gençleşmiştim aslında


Yorgunluğu alan eller bir de kahve ikram edince bana,
gerçek olamayacak bir dünyada olduğumu anladım


Akşam yemek saati geldiğinde,
artık uyanmak istemediğim bir rüyadaydım


Hamaktan düşünce havuzun sularına
Uyandım

Gün ortası yaptığım kaçamakta
Ben uyuyakalmıştım

***
Rüyadan uyanmak istemeyenler için
daha fazlası da var