30 Haziran 2010

Ben Size Demedim mi?



Kanım bitlenince bugün, ezelden bir rahatsızlık durumu da olunca bünyenin, haliyle bugün de düşündü, ne yapsam ne yapsam da keyfimi katmerlesem diye, uzun uzun... Hal böyle olunca, güneşte gözüme gözüme vurunca, dedim bir limonata yapayım en buzlusundan, içeyim serin serin. Hazır iyileşmişim, kutlanması gerek bu durumun. Başladım limonata tariflerine bakmaya. Malzeme basit: En sarısından mis kokulu limonlar, ılık su, soğuk su, şeker ve tabi ki yeşil mi yeşil, taze mi taze mümkünse dalından henüz koparılmış bir avuç nane.

Limonatanın da tarifi mi olurmuş demeyin. Siz beni dinleyin, suya şeker katıp üzerine sıktığınız limonlu karışıma limonata demeyin. Bir kaç tarifi okuduktan sonra, döndüm gene kendi yoluma, bildiğimce yapacağım limonatamı: Önce kabuklarını rendeledim ince ince, ardından sıktım limonları ayrı bir kaba. Limon kabuklarına ekledim şekeri, benmari yöntemi ile ısıtıp; limon kabuğunun rengini, yağını, aromasını salmasını bekledim  bir süre. Beklemek bununla kalsa iyi, soğudu bu karışım önce, ben naneli  sevdiğim için ekledim ince ince doğranmış canım yeşili üzerine, ezdim, ezdim, ezdim bir iyice. Salınca nane de hem kokusunu hem de rengini, ekleyiverdim üzerine sıcaktan ılığa doğru yol almış suyumu. Karıştırdım şekerler eriyinceye dek, önce tülbent inceliğinde süzgeçimden geçirdim ki yapraklı yapraklı olmasın limanota cam bir kaba girince. Doldurdum camdan bir şişeye karışımı, ekledim üzerine soğutulmuş suyu, içine attım bir dal nane, koydum dolaba lezzetleri kaynaşsın diye birbirleriyle, içeyim dedim iki saat sonra, daha ilk yudumda budur dedim işte limonata!



29 Haziran 2010

Limon Gibi Bir Güne, Frambuazlı Muffin Pek Yakıştı Doğrusu


Şimdi ben evdeyim ya, hani dinleneyim diye. Ama gel gör bünye rahatsız, oturamıyor öyle boş boş ki dinlensin, yenilensin, enerji taşmaları yaşasın. Haliyle ne oluyor, kadın kısmısı, yani ben oluyorum, dolanıyorum, ne yapsam ne yapsam, ne yapsam da yattığım yerden kilo alsam. Sonra aklıma düşüyor, buzluktaki ahududular, ki namı diğer frambuazlar. Gün, bildiğiniz limon. Bazıları için yemek mümkün olsa da ki güzel geldiğindendir herhalde ben genellikle ekşi bir tat bulurum kendisinde, keklere, salatalara ve bazı soslara yakışsa da, güne yakışmıyor işte. İşte ben böyle dertli dertli otururken, ne olacak buzluktaki frambuazımın hazin bekleyişi diye düşünürken, aklıma geldi, Cafe Fernando'ya uğramak; maksat bakarak doymak. Allahım nasıl tariflerdir onlar ve nasıl fotoğraflar. Kısaca adam yetenekli, ben ise tembel. Yoksa bende de var yetenek, valla bak. İnanmazsın ama okumaya devam et. Neyse, dolanırken aklımda 'ne olacak bu frambuazlarımın hazin bekleyişi" cümlesi, karşıma çıkıyor bir tarif; hem güne uyuyor hem de aklımdaki frambuaza.  Alıyorum soluğu az kullanılmış, uzman elinden mutfağımda. Yanlış anlaşılmasın satılık değildir kendisi.


Bir elimde; Frambuazlı ve Limonlu Muffin... tarifi. Diğerinde ölçü ve karıştırma kaplarım. Bende bir seviyorum, evlenecem havası... Giriştim hemen işe, önce yumurtalar çıktı dolaptan ve diğer malzemeler masa üstüne dizildiler teker teker. Nasıl bir yeni gelin edasıyla kıvrılıyor o spatula elimde; ıslak malzemeler, kuru malzemelerle flört ederken, ah bir video çekenim olsa da şu yeteneğim görülse diyorum bir elim havada dans ederken. Dilimde bir şarkı, var mı benden iyisi... Aniden durup, hemen ciddiyete davet ediyorum kendimi. Bu iş ciddi; fotoğrafını gördüğünüz muffin, hasta bünyemin ilacı. Bir ilacım daha var ama kendisi şimdi uzakta. Hem o gelinceye kadar iyileşmek lazım değil mi?

Neyse efendim, şu yanda uzayıp giden fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, pişti de tadına bile bakıldı kendisinin. Annemin, özene bezene dağlardan topladığımız ahududularla yaptığı reçel de oldu yanına sos. Tavsiye olunur hem muffin, hem de reçel. Malzemesi az, yapımı kolay, otuz dakikada masada.

İnsan, Kendi Hayatının Yazarı...

Hastayım ya, evdeyim haliyle. Gün içinde ara ara televizyona bakıyorum, herhangi bir şey beni yorsun  istemiyorum. Başlığa taşıdığım cümleyi duyuyorum, Amerikada yayınlanan bir programın fısıltı tonunda sesle söylenenleri. Yaşam koçu, kendisi ile ilgili olumsuzlayan cümleleri sıklıkla tekrarlayan seyircisine, tavsiye niteliğinde yaptığı kısa bir konuşmanın içinde kullanıyor bu cümleyi. Televizyonu kapatıyorum. Sessizlik ve düşünce...

Kendi yazılarıma baktığımda, hüznün ağırlıklı bir yeri olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Bu blogu okuyorsanız zaten biliyorsunuz ve hatta belki artık eskisi kadar sıklıkla okumuyorsanız yüksek bir ihtimal ki, artık bu hüzün denizlerinde kulaç atmaktan siz bile yoruldunuz.

Nedenleri, niyeleri üzerine yapılan bir düşünme egzersizi, bana bunları yazmamın içimde biriktirmeden atmak isteği ile açıklanabileceğini ispatladı sanki. Peki ya mutluluklar, hiç mi yoklar, dökülmüyorlar mı yoksa kelimelere, başka bir nedeni olabilir mi onları yürek ardına saklamanın.

Gene bir düşünce egzersizi: Aklıma sırasızca gelen durumlar, cümleler, yazılar, anlar... Birkaçını sizinle de paylaşayım istedim.

Bir arkadaşım, yıllar önce, neden mutlu bir evliliğin olduğu halde, o mutluluğu ön plana çıkartmıyorsun dediğimde, kıskananların olumsuz enerjileri ile uğraşmak istemiyorum da ondan demişti.

Hemen hatırıma gelen bir başka şeyse şu aşağıda okuyacağınız satırlar oldu; içimin acısını kustuğum kelimeler, karamsardı, umutsuzdu ve belli ki okuyana da bulaşıyordu.


Sevgilim Evrenim,
Siteni tekrar canlandirdigina sevindim.
Her zaman yadirgamissimdir çogunlukla kotu anilarini okurlarinla paylasmani...Sanki hayatinda hiç guzel anilar yokmus gibi. Allahtan ben oyle olmadigini biliyorum
Gülen güzel gözlüm.
Senin hayranın.

Serbest bir çağrışım, çoklukla sizi, sorunun asıl kaynağına ulaştırır. Neden neden tekniği gibi... Problem çözme teknikleriyle yaklaşmayız gündelik yaşamda sorularımıza ve sorunlarımıza. Oysa, ve büyük bir olasılıkla bunu yapıyor olsak, çorbada tuz yok diye ayrılıkla sonuçlanan pek çok ilişki daha sağlam, mutlu ve huzurlu devam ediyor olurdu, kanımca tabi.

Bak, gördünüz mü, enfeksiyona yenik düştü düşünce sistemim, planlı bir yazı yazma isteğim, kendini akan düşüncelere teslim etti ve akıp gidiyor, artık plansızca. Yazmaya devam edeyim bakayım, yolumu nereye çıkaracak bu kelimeler. Siz de okumaya azmaderseniz belki buluşabiliriz bu yazımın sonunda.



Haşmet Babaoğlu, Babam Benim yazısında der ki; (2006 tarihli bir yazı, bir yazımda uzun bir alıntı yapmışım, ama bugün o yazının sadece bir bölümünü taşıyacağım buraya)

Bilelim ki... İnsanı anlamak annelerimizi sevip anlamakla başlar.

Hayatı anlamanın yolu ise babalarımızı sevip anlamaktan geçer.
Bilelim ki...Annelerimiz bizi gerçekten seviyorsa biz de kendimizi seviyoruzdur...
Babalarımız bizi bağrına basıyorsa biz de başkalarını korkmadan kucaklayabiliyoruzdur...

Çocuk yetiştirmenin, hele de mutlu bir birey yetiştirmenin, anne ve babanın omuzlarına yüklediği sorumluluk hep ürkütmüştür beni. Dozu hep ayarlamak zorunda olan anne ve baba, ah ne büyük bir çelişki, çok sevsen olmaz, sevgiyi az sunsan, gene olmaz. Peki ya o doz kaçtığında... O doz kaçtığında ortaya çıkan  gedikleri, çocuğun erkenlikle başlayan farkındalıkları ve yaş ilerledikçe zamana, insan ilişkilerine, yaşama yansıyan kapatma telaşlarını; birazcık insan üzerine düşünen, gözlemleyen ve okuyan herkes görebilir aslında.
 
Bu konuda ahkam kesecek birikime sahip değilim, sadece kendimce hayatı gözlemlemeyi sevdiğimden, baktıklarımı gördüğümü düşünüyorum. Mutluluk üzerine neden daha az yazıyorumun cevaplarını ararken çıktığım yolculuğun duraklarında denk geldiğim ve yaşandığı anda beni mutlu etmiş, ama ben bunu dile getiremediğim için soru işareti kalmış olanlar varsa, içimden onlara teşekkür etmek istedim. İnanırım ki, insanlar artık birbirlerinden haber almasalar ve hatta hiç ama hiç gözleri değmese de artık birbirlerine, bir zaman diliminde, bir anı paylaşan yürekler, mutlaka hissederler birbirlerini. Ve ılıklaşır yürekleri, yürekten gelen bir teşekkürle, sevgiyle, özlemle...
 
Gene ne çok uzattım değil mi; ezcümle; gördüğünüz ve bildiğiniz üzere; sıklıkla umutsuz, karamsar ve acı kelimelerim. Sanırım bunu; "ben kendi hayatımı yaşıyorum, yazdığım hayatsa çoğunlukla içimde tutmak istemediklerim" cümlesi ile açıklayabilirim. Tabi bir de taşanlar var: Aşk... Bir meditasyon tekniğiydi sanırım, içimizdeki olumsuzlukları dışarı bırakıp, olumlu düşünceleri içeri almak. Yazmak benim için, açtığım bir pencere... Şimdi derin bir nefes; acılar dışarı; huzur, mutluluk ve aşk ise yüreğime... Taşarlarsa, elbet buluşur onlar da kelimelerimle...
 
 



Fotoğraf / Salvador Sabater

27 Haziran 2010

Sıcak Bir Çorba ya da...

Çocukluğumdan beri sıklıkla hastalanırım, alerjik bünyem, kronik kelebekli öksürüğüm, faranjit ve laranjite yatkınlığım 40 yıldır, gene mi hastalandın cümlesinin vazgeçilmez cümlelerimden biri olmasına neden olmuştur.   Hastalık dönemlerini, genellikle ayakta geçiririm. Ne de olsa, o sıklıkla gelip de sıcacık bir çorba yapacak olanı bulmak ve kendini naza çekmek gibi bir lüksü her daim bulamaz insan. 

Anam sağolsun, içine sinmez, söylemeden bilir hasta olduğumu, elinde bir tas çorbası kapımdadır her daim. En uzaklarda olduğu zamanlarda bile eksik etmez, sıcak bir çorba yapıp içseydin der ki, çorba kadar iyi gelir sesi. Bugün yattığım yerden düşündüm de, sımsıcak bir çorba kadar etkilidir, sımsıcak bir nasıl oldun... Elimden birşey gelmiyor deriz ya bazen, oysa bilmeyiz, elimizden gelmeyen sesimizden gelir.

Dilerim, sizler daha iyi bir pazar geçirmişsinizdir.




26 Haziran 2010

3 Nokta 1 Soru İşareti


Burn It Blue




Bir gülümseme yayılıyor yüzüme, basket sahasını görünce...
Aşk biraz da göze alıp üç sayılık bir atış yapmayı istemek değil mi?









Yürüyorum tek başına, biraz ürkek, biraz duraksar gibi...
Aşk biraz da korkmak değil mi?










Düşünüyorum sanarken, düş kurar buluyorum kendimi...
Aşk biraz da düşmek değil mi?











Kafamı kaldırıp  gökyüzüne bakıyorum, bulutlar pare pare...
Aşk biraz da yara almak değil mi?









Bir hatmigül çıkıyor yoluma...
Aşk biraz da şaşmak değil mi?









Penceresinde saksılar olan ev takılıyor gözüme...
Aşk biraz da farkına varmak değil mi?






Denizler geliyor gözümün önüne, hırçın ve dalgalı denizler...
Aşk biraz da durulmak değil mi?









Yağmur yağdı az önce...
Aşk biraz da teslim olup akıp gitmek değil mi?









Bir mutfak penceresinden duyuyorum çilek reçelinin kokusunu...
Aşk biraz da hasretlik değil mi?






Yanan mumların alevinde tir tir titriyor gece...
Aşk biraz da portakal rengi düşler kurmak değil mi?






Gece bir yıldızı nöbetçi kılmış kendine...
Aşk biraz da korumak değil mi?







Parlarken gözbebekleri insanın, nasıl da güzel oluyor...
Aşk biraz da parmak uçlarıyla gözyaşını silmek değil mi?








Duvarlar örüyor insan aklı, kendini korumak adına...
Aşk biraz da karanlık bir koridordan geçmek değil mi?









Işığı göremediği zamanları olur ya insanın...
Aşk biraz da elinden tutmak değil mi?






Kulağımda bir şarkı uykuya gebe gözlerim kapanıyor usul usul...
Aşk biraz da yitip gitmek değil mi?







Bazen ne kadar sonsuz mavi ve sonsuz yeşil baktığımız yerler...
Aşk biraz da bir çift yürek olabilmek değil mi?










Bir yılı geride bıraktık anlara yepyeni anlamlar yükleyerek...
Aşk çoğunlukla kahkahalarla gülebilmekti.
Güldük.
Seni seviyorum.


Fotoğraflar / photo.net



24 Haziran 2010

Devamı Olmayan Cümleler


sana haksızlık ediyorum farkındayım ve senin beni anlamanı beklemiyorum...

Böyle başlamışım cümleye... Devamı gelmemiş, yarım kalmış, niceleri gibi. Biraz daha geziniyorum, gönderilmemiş, sahibi belli, adresi artık belirsiz maillerime. Neden silmediğimi, niye silemediğimi bilmiyorum. Az sonra bir cümle öbeği ile karşılaşıyorum, biraz kırgın duruşlarında fark ediyorum bir sonbahar sabahı terk edilmişliklerini. Tarihe bakıyorum, eylül diyor ayı, yılının artık ne önemi var ki...

Yaşadığım travmaydı evet tam bir travma...
Uzun upuzun bir hikaye... Anlatmaya bile değmez aslında...

Gerek kendi yaşamımda, gerekse yakın çevremde sıklıkla tekrarlanan, mekanları, şehirleri, kahramanları değişse de, cümleleri değişmeyen bu durumun, nedenleri ve niyeleri üzerine düşündüğüm o geçmiş zamanların üzerine, şimdinin gözlüğü ile bakabilmek istiyorum. Kelimeleri, anları, insanları değil de, sadece bir durumun yarattığı o travmayı, bu denli içselleştirip, içinden çıkılmaz bir sokağa koşar adım gidişime nasıl engel olamadığımı bulmak istiyorum. Gözlerimin artık açık olan o çukurlarında, farkındalık var. Eskiden ne mi vardı? Bir eski sevgilinin dediği gibi, belki aşk, göz çukurlarına dolan boktu! Böyle söylediği için bile terk etmeliydim ben onu. Niye etmedin, derseniz: Belki de çok haklıydı.

Geçmişi düşünür dururken - belli ki bir yıl değil de sanki onlarca yıla sığdırılacak bir yoğunlukta yaşandığından - çok geçmiş gibi geliyor şimdi üstünden. Hani beşle çarpsan her şeyi, yerli yerine oturacak yaşananlar. Dönüp bakıyorum anlara, hatırladıklarım beni hep gülümseten ve yüreğimi aşkla dolduranlar, oysa yazdıklarım ve gönderemediklerimde hep bir hüzün var.
Ben seni geçmişinle hiç yargılamadım,
aksine geçmişine bu denli sahip çıkan bir adama saygı duydum,
hayran oldum
 ve tanışınca da aşık...

Anıların saklı olduğu, o zihnin bilinmez büyüklükteki kütüphanesi, bir kelimeden alıp nerelere götürüyor insanı. Girilmez denen kapıları, şifresi sadece  kendinde olan bir anahtarla açıp da hiç korkmadan ilerliyor, geçmişin; karanlık, kokulu ve silik sokaklarında. Ne gerek varsa...

Ama bir kere çıkınca yola, durmayı bilmeyen bir av köpeği gibi koşuyorum kokusunu aldığım hüznün peşinden, o dönemde av mı, avcı mı olduğumu bilmediğim sonsuz ormanda, ilerliyorum. Gece çökmek üzere, puslu, serin ve sessiz bir havaya büründü bulutlar, rüzgar çalılara çarparak çıkarttığı o hışırtıları, aya çarptırıyor ve yankısı kulağımı deliyor sanki. Ah o rüzgarlar, meltemken bir sevdayı fısıldayan, kasırgayken bir ayrılığı bağıran rüzgarlar.



söylenen ufacık şeylerden yüreği kıpırdayan ben,
kocaman cümleler kurduğunu sanıyor
ve onların bir esinti bile yaratamadığını görünce 
çok üzülüyor biliyor musun

İnsan, sevince, istiyor ki, kendi içindeki kıpırtı büyüyerek gidip ona çarpsın, ve aşkı karşılıklı kılan da herhalde o çarpmanın yankısının gelip gene kendi yüreğini yakması. Böyle düşününce ne tuhaf oldu değil mi aşkın tarifi. Kendine yansımasına mı aşık oluyor insan gerçekte. Rüzgar, belli ki bugün bulutları süpürüp götüremeyecek ve yağan yağmurlar iç sesimi bastıramayacak. Onca işin içine sığdırılmaya çalışılan 'devamı olmayan cümleler' de tamamlanmadan huzura kavuşamayacak.

Uzun bir mektubun satır aralarında dolanırken, takılıp kalıyorum, o an'a. Beni bu uzun mektubu yazmaya itenleri bulup çıkartıyorum hafızamdan, geçmişin, geçmişin üzerine çekilen süngerin ve o süngerin üzerinde şimdi gene geçmiş olan o an'lara takılıp kalıyorum. Bir hesaplaşma peşinde değilim, faturalarımı çoktan kestim; bazen ona, bazen kendime, bazen ve galiba sıklıkla bize. Ben onca kelime arasından, bir veda cümlesine sığdırılan, her şey olmayan ama çok şey anlatan o  kelimelerin altını çizdim. Bir yüreği, hesapsız ve kitapsızca bir yüreğe iliştirivermenin değerini hep bildim. Bugün olduğu gibi.

teşekkür ederim...
en çok da yüreğini yüreğime koyduğun için...

Rüzgarın beni alıp götürdüğü, devamı olmayan cümlelerde dolanıyorum bir süre daha. Sonra yönümü bloglara çeviriyorum. Hasret Senfonilerinin yeşerttiği tesellide alıyorum soluğu. Altına bir not düşüyorum; hızlı ve içimden geldiği gibi:

bazen, yaşarken yani, yani o anda nasılda, anlamlar yüklüyoruz kendimize, ona ve olana.
sonra, mevsimler değişiyor, anlamlar bazen silik, bazen hala altı çizili çıkıveriyor karşımıza.
ya silik olanın üstünden geçip belirgin hale getiriyoruz, ya da altından çizgiyi alıveriyoruz.
hafızanın raflarında saklı nice böyle anlar var değil mi. insan kendi kütüphanesine girmeyiversin, kaldırdığı kitapları okumaya bir kere başlamaya görsün. daha önce bir yazımda da kullanmıştım bu ifadeyi:
kendinin farklı yüzleri ile karşılaşmak.
karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi...
sevgiler...

Yazdığım yorumun, son satırlarının altını iyice bir çizdiğimiz fark ediyorum. "Karşılaştığımız bütün yüzlerimize gülümseyebilecek kadar doğru yaşamış olsak keşke geçmişi..." Senli benli geçmişimizi düşündükçe fark ediyorum ki; gülen gözlerin ve sessizce bağırdığın seni seviyorumlarınla, benim gülen yüzümsün. Zamanın ve mesafelerin bir aşkı beslemek için, nerden baktığına bağlı olarak aşkı yeşerttiğini öğretensin.


Bundan tam bir yıl önce,
Yüreğini avuçlarıma bıraktığın o ilk gelişin
ilk heyecanıyla sevdim seni. 
Yüreğimi yüreğine iliştirdiğimde yağan o ilk yağmuru çok sevdim,
ama seni daha çok.


Gözlerimi kapadım
gerisi sana kalmış sevgilim.

s.v.a.k.
Fotoğraf 1/ Salvador Sabater
Fotoğraf2/ Ewa Ządło



23 Haziran 2010

Dalından Yemek Kırmızı ve Şarap Renginin Her Tonunu


Güzel bir üç güne sığdırdık
Ağaç bir eve
Yeşilin tonlarına
Dalından toplanan
çileğe, böğürtlene,
ahududuya
ve kiraza,
Huzuru.

Güneş ısıttı tenimizi
Toprak aldı bütün negatifimizi
Yağmur geldi damla damla
Islattı yüreğimizi
Güzel bir üç günde
Büyüttük sevgimizi




22 Haziran 2010

Dünya Giderek Cennetten Uzaklaşıyor

Biliyor musun İlhan Abi, sana hiç anlatma fırsatım olmadı, içinden sen geçen anılarımı. Geç mi kaldım dersin? Ben gene de başlamalıyım bir yerinden anlatmaya. Bu gece saatler 24ü vurmadan, vurmalıyım klavyemin tuşlarına.

Sen bilmezsin; matematik hep sevdiğim bir ders olmuştu. Analitik düşünebiliyorsam bugün, bunun sayesindedir. Matematik bölümünden mezun olmadım. Üstelik iki yıl okumuştum ve başarılıydım da, ama o cübbeli hoca ile yaptığım tartışmadan sonra, okumak istediğim okulun bu olmadığına karar verip, üniversite ve hatta bölüm değiştirmeye niyetlendiğimde aklımda tek bir yer vardı: Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, İletişim Sanatları Bölümü'nde okumak. Adı sonradan, Reklam ve Halkla İlişkiler olarak değiştirilse de, İletişim Sanatları mezunuyum ben. Bunu da bilmiyorsun değil mi? Hakkımda bilmediğin daha ne çok şey var bir bilsen... Ama önce okula giriş sınavımı anlatmalıyım sana.

Sınav üç bölümden oluşuyordu. Dil bilgisi ki; 30 soru için 25 dakika vardı ve kompozisyon; makale yazılacaktı ve en az yedi paragraf ve beş yüz kelime,  ve  son yazılı sınav, yaratıcılığın sınandığı; senaryo, haber ve reklam metinleri yazma. Bütün bunları başarırsan da mülakat.

Evimizin uzun süre tek gazetesi oldu Cumhuriyet, babamın yatılı okuldan Türk Dili öğretmeni ziyarete geldiğinde, senin bir yazını okutmuş ve ana fikrini söyle bana demişti. Bende iş olduğuna karar vermişti sonrasında yaptığımız tartışmada. O zamanlardan beri okurum seni ben. Yedi yaşındaydım galiba, bak Uzay doğmuş muydu hatırlamıyorum, doğmuşsa sekiz yaşındayım demektir. Bunu anneme sorup hatıramı netleştirmeliyim. Ne diyordum; işte o çocuk yaşlarımdan beri, kalemine hayran biriydim ben. Sınava girdiğimde, senden öylesine etkilendiğim bir dönemdi ki, düşün 20li yaşlarımdayım ve senle ve dostlarınla epeyce bir yoğrulmuşum, insana dair bir makale yazmamızı istediklerinde senin gibi yazmayı çok istediğimi hatırlıyorum.

Mülakat başladığında, dört bölümün de hocaları oradaydı. Bölüm başkanları karşısında güvenim tir tir titrese de, rahatlamamı sağlayan ilk soru, sinemadan geldi: Yer Demir Gök Bakır... Zülfü Livaneli... Sonrasında müzikler, kitaplar, yazarlar, şairler ve seçimler üzerine, hoş bir sohbete dönüştü sözlü sınav. Sanırsın, kır kahvesinde, dostlarla koyu bir sohbetin ortasındayım ben, öyle rahat, öyle samimiyim, samimiyim dedimse, ciddiyeti kenara koyan bir cıvıklık hali değil elbet. Neden matematiği bırakıp da iki yılımı heba ettiğimi sorduklarında yirmi yılımı kurtarmaya çalışıyorum demiştim. Sinema bölümü başkanı, Naci Hoca, kuvvetli bir kalemin var, gel halkla ilişkilerden vazgeç, ilk tercihini sinema olarak değiştir, demişti. (O dönemde yetenek sınavı ile öğrenci alınıyor ve 4 bölüm arasından üçünü tercih etmeniz gerekiyordu.) Bu her öğrenciye teklif edilen bir şey değildi. Kararsızlığımı fark edince, önerisini güçlendirecek ikinci bir argümanı daha koyuverdi önüme: üstelik, gözlem gücün çok kuvvetli... Düşünebiliyor musun, onca öğrenci arasından bir ben.

Düşünmem için süre verdiler vermesine de, yirmi dakika kadar sonra içeri tekrar girdiğimde, iletişim sanatlarında kararlıyım dedim. Sonraki yıllarda seçmeli derslerimin tamamını sinema programından alacağımdan henüz habersizdim. Öyle sevdim sinemayı, dilini, alt metinleri okumayı, yönetmenle bağ kurup satır aralarında sıkışıp kalan olası görüntüler üzerine, geceleri sabahlara bağlayan sohbetleri... Hâlâ zaman zaman düşünürüm, yönümü sinemaya dönsem bugün nerede olurdum diye. Bu sorumun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğimi bildiğim halde, kendimi o kuyuya illâ atarım. Kuyu derin, tahmin edeceğin gibi. Üstelik tek bilinmeyen o olsa, tek yol ayrımı, tek karar anı, tek bir seçim... Neyse, senin de kafanı şişirdim. Kaldığım yerden devam edeceğim ama yazmak tutkumu sana anlatmasam eksik kalır birşeyler.

Yazmak, o dönemden beri bir tutku içimde. Hep diyorum ya, hoş sen bilmezsin; hiç gelip okudun mu ki blogumu, güncemi, defterlerimi; nereden bileceksin, kendimi bildim bileli severim ben kelimeleri. Severim onlarla arkadaşlık etmeyi. Annem küçükken okuduğu öykülerde bazen kitap çabuk bitsin diye, atladığında sayfaları, kızarmışım okumadın bazı yerlerini diye. Kitaplarla arkadaşlığımı annem sayesinde kazandım ve okuduğum okulu büyük ölçüde senin sayende; o gün o makaleyi, senin gibi yazmaya çabalamasam ve etkinde kalmasam o kadar, belki bugünkü Evren olmazdım.

Matematik bölümünde okumak, analatik düşünce yapımı geliştirdi demiştim ya, iletişim sanatlarında okumak da insan yönümü geliştirdi. Çok şey kattı bana okul. Yirmi kişilik sınıflarda, sonsuz bir tartışma ortamında, kendi doğrusunu savunan ve başka doğrulara pencereler açan, kapılar aralayan bir avuç gençten biriydim ben. Bir Cumhuriyet çocuğuydum. Parlamaya hazır bir yıldız... Neden söndüğümü hiç sorma, uzun bir aşk hikayesiyle kesişir yolun ki, gecenin şu saati hiç çekilmez bilirim. Şimdilerde neler mi yapıyorum, rutin bir işleyişin içinde, kendime penceler açıyorum: şiir tadında, öykü tadında yazılar yazıyorum çokca. Şiir tadında bir yazım vardır adının geçtiği; Kaydımı Sildirdim Ben:

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında
Sen bir okuldun benim için. Bir ülkeyi düşünmektin. Bir yanlışın altını çizmektin. Bir düşünceyi eyleme dönüştümektin. Bir inancı yaşamaktın. Bir türküyü çığırmaktın ve solumaktın bir yasemini büyürken. Sen, ben büyürken pencerenden baktığım, baktığımda insan gördüğümdün. 

22 Aralık 2008 tarihli yazını şöyle bitirmiştin:

21’inci yüzyıla girdik, dünya bir türlü cennete dönüşemedi, barış bir hayal...
Anılar bu kapsamda bize ne öğretebilir?..
Hem anı Cahit Sıtkı Tarancı’nın vapur iskelesinde “teneffüs ettiği” yasemin kokusu gibidir; anımsayabilirsiniz; ama, soluyamazsınız...
Cennetlik insanlar teker teker aramızdan ayrılıyorlar. Bir çoğunu kendi ellerinle uğurladın... Barış artık çok uzak bir hayal. Üstelik dünya giderek cennetten uzaklaşıyor.  Yaşam, ölüme çok yakın duruyor bugünlerde. Ölüm ad değiştirdi:  şehit düşmek!

Şu fotoğraf karesinde olan bütün iyi adamlar cennete gittiler bir dünya vakti. Gencecik umutlar da şehit düşüp geliyorlar cennete. Seninle aynı masada oturur da, sorarlar mı, neden bir tek biz öldük diye. Sorarlar mı, onların çocukları değerli de, biz değersiz miyiz diye. Sormasınlar be abi; ölmesin çocuklar, şairin dediği gibi kapıları çalsınlar bir gece vakti: Barışı müjdelesinler. Çocuklar barışı müjdelesinler, ölüm uzak olsun onlardan bari!

Daha fazla yazamayacağım...
Güle güle İlhan Abi...
Cennetteki iyi adamlara benden de selam  götürmeyi unutma!


21.06.2010
Saat 23:43

20 Haziran 2010

Gözyaşının Rengi

Ağlarken renkler ton ton akıyor pınarlarından... Hüzne, mutluluğa, kedere, aşka, şeffate...

İnsan mutluluktan ağladığında gözyaşı pembe akarmış öğrenmiştim bir seferinde... Bu sabah uyandım ve fark ettim ki beyazı yok gözümün, çevresine bir pembe yayılmış hare hare... Bebeğine bir pembe oturmuş ama ne pembe...

Döndüm sağ yanıma. Sırtımı yalayıp geçtiğinde sabahın ayazı, bir damla düştü yanağıma; ala çalıyordu rengi... Gülümsedim...


İlk Yayın Tarihi: 19.06.2009
Fotoğraf : deviantART

19 Haziran 2010

Nefes Almak Yaşamak Mı Diye, Sormuştum Bir Seferinde


Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre daha.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.

Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu da yoktu dimi?



- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
'Hiç kimse'ye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin? Bir kez daha düşünmek ister misin...




İlk yayın tarihi: Mart 2009
Fotoğraf:
deviantart

18 Haziran 2010

Yanık Bir Hasretsin Sen, Kokusu Burnumda Tüten


Ben seni, eski türk filmleri aşkları tadında sevdim.
Ben, seni çok sevdim. *







Bir sabah, sesini hep duyduğunuz ama adını bilmediğiniz bir kadın karşılar sizi; uzun zamandır gitmediğiniz bir yolun köşe başında: Yüreğinizden geçendir karşınıza çıkıveren. Siz, o sesin peşine takılır, kendi yoluna çevirirsiniz yüreğinizi, yüreğiniz, sızlar. O yolda, bir yüreğin öylece sızım sızım sızlayarak ilerlemesi ancak bir aşkla açıklanabilir. Ancak; aşkla atan bir yürek anlar o sızıyı, ancak o zaman dönüşür yanık bir hasrete, ve ancak o zaman burnunuzda tüter kokusu.


Gelecektin gelmez oldun
Halimi hiç sormaz oldun
Yaralarımı sarmaz oldun
Yokluğunla soldu gönlüm

Dilerim bu haftasonu güller açsın gönüllerinizde, geleceklerinizin de yolu açık olsun dilerim. Dilerim ki, sarılacak yaralarınız kalmasın ve halinizi hatrınızı soranlarınız çok olsun.

Beni soracak olursanız, iyiyim. Haber geldi, dağın başını duman almış, bir gidip bakayım. Gelirim gene. Sevgi büyütün bu haftasonu da yüreklerinizde; aşk dolsun hücrelerinize.



* Buradaki sevmek hali, geçmiş bir zamanı değil, zamansızlığı ifade etmektedir. Sevmenin, sonsuzluğuna inandığımdan, zamansız da olduğuna inanırım. 'Sevdim', 'hep seveceğim' diye karşılık bulur benim yüreğimde. ve  hep sever yüreğim, ilk günkü gibi; heyecanla, çoşkuyla... İlk defa sever, ilk defa sevilirmiş gibi...



17 Haziran 2010

KÖTÜ OLMAK

Senin, kötü olmaya hakkın yok biliyorsun değil mi? Senin enerjin düşemez, sen moralsiz, yıkılmış ve berbat bir ruh halinde olamazsın. Çünkü olursan, yani ağlıyorsan mesela, karşındaki bağırır sana. Oysa sen, seni rahatlatacak bir sese hasret ararsın onu. Sana iyi geldiğini sandığın için, ve belki inandığın hatta, inatla. Ama sen; sen gülen, gözleri kocaman, ışıklı kadın, sen kötü hissedemessin kendini. Tut ki hissettin, hiç elini falan uzatmaya kalkma, elinin tersi ile öyle bir iterler ki seni, ne olduğunu bile anlamadan, kalırsın karanlık bir sokakta tek başına. Artık önemi yoktur, seni neyin, nasıl ve neden o saatte, o sokağa getirdiğinin ve bir önemi yoktur korkmanın ve ağlamanın. Hiç bir önemi yoktur, yalnız kalmaktan korkuyorum demenin, çünkü sen karanlığa uzatırsın elini, orada biri var sanarak. Karanlık ürkütür. İçini kemirir bir duygu, sessizlik büyür, ıssızlık ondan daha fazla; sokaktan bütün mahalleye ve hatta şehre yayılır dalga dalga...

Senin çığlıkların dolaşır terk edilmiş binaların duvarlarında, günlerdir alınmadığı için kokuşmuş sebze kalıntılarının kokusu siner üstüne. Bir sokak köpeği yanına kadar gelir, havlamaya bile değer bulmaz, işer üstüne ve gider, köhne  bir binanın ara sokağına bakan örümcek ağları ve tozla kaplanmış yağmur borusu gibi kalırsın, üzerinde bir sonraki turunda işediği yeri bulmak isteyen köpeğin sidiği ile.

Ah! Sen, güleç yüzlü, saf kadın, sen sevildim zannedersin, sen farkına varınca adamların senin onları sevme biçimini ve hatta sendeki kendilerini sevdiğini, anlarsın, anlarsın da, yüreğinin acısı, ot tıkar boğazına, geri adım atacak cümleleri kuramazsın yüreğinde sana yer açmamış adamlara. Senin kötü olmak, dibe vurmak, boğulmak gibi bir lüksün yok anlasana. Sen sadece sevdiğin kadar ve sevdiğin kelimelerle varsın onların hayatlarında. Onlar sadece bu nedenle yanında. Kelimelerin yoksa ve eğer sunmuyorsan sevda sözlerini belirli aralıklarla ki bazen senin de içinden gelmez elbet, puf... Uçup gitti işte inanmak istediğin ne varsa.

Sen de uç şimdi... Sen de karış akan çöpün suyuna ve ağır kokan bedenini yapıştır asfalta. Yarın gün ağırırken, nasıl olsa bir çöpçü bulur cansız bedenini ve ağlayanlar olur elbet arkandan, mutlaka; anan, baban ve kardeşin ve 3-5 dostun ki onların gözyaşları sahte değildir. Diğerlerini ise hiç hesaba bile katma, onlar sen öldüğün için değil, inan senin için falan değil, bir daha böyle sevilmeyecekleri için ağlıyorlardır ki, bırak ağlasınlar doya doya. Çünkü; asla bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta!



  Mart 2010
Geçen yıl bu zamanlar, bir dost sohbetinin orta yerinde,
asılı kaldı bir kaç kelime.
İlki; sevmekti.
İkincisi; inanmak.
Üçüncüsü, ölmeyi isteyecek kadar çok; yanılmak.
Sonrasında taştı kelimeler, ağlamak kaldı geriye.
Dostumun yüreğini bildiğimden
ve söylendiği anda iyi bir teselli cümlesi gibi duran,
o cümle döküldü ağzımdan:
bu kadar karşılıksız sevilmeyecekler bu hayatta.
Bu deneme,
bir âna tanıklık etmiş olan kendimin,
oradaki kayıp ruhu gören gözlerimin
ve yüreğimden geçtiğini düşündüklerimin kaleme alınmasıdır sadece.
O gün dile gelemeyen iç sesimin, bugün dile gelmesini denemektir, kısaca.





Fotoğraf / baloons

16 Haziran 2010

BEŞİ YİRMİ GEÇE

I - KARŞILAMA

güneşi ben doğurttum o sabah
          saat henüz beş yirmiydi
ben erkenden uyanmasam doğmayacaktı o sabah
                                                                 güneş falan

elime aldım fırçayı, pudradan bir maviye boyadım gökyüzünü
ve ekledim biraz pembe
                         pudraydı onun da tonu
sonra bir parça güneşten çaldım
yaydım onu bir güzel mavinin, pembenin ve
arada kalan beyazların üzerine

böyle bildiğin pudradan bir turuncu
                                         hare hare
güneş geldi  ağır ağır karşıki tepelerin ardından
kuruldu baş köşeye
                  öyle turuncu


II - HAYAL KIRIKLIĞI

koşarak geldim sana
müjdemi isterim diye
bağırdım merdivenlerden
                               güneşi bu sabah doğurttum, ben!
                               bu sabah güneşi doğurttum, ben!

çalmadan açtım kapını
yatıyordun yatakta sere serpe
yanından kalktı
mahallenin fettan dilberi
bir bakış attı bana
baktı gözlerime
         sen istediğin kadar doğurt güneşi
         lafı olmaz benim tende bıraktığım izle kıyaslanınca
                                                                               dedi

o gözlerime baktı ve dedi, altını çize çize
lafı olmaz
            dedi
senin 13+1 olmanın
çünkü benim saçlarım kızıl
çakma olsa bile
yüreğimi boyadım sahte bir iyilikle
süsledim daha da sahte bir gülücükle
                      
ah o doyumsuz kevaşe
babası sevmedi çocukluğunda diye
ah etmiş kendine
dişinin izini bırakmadığı bir erkek kalmasın istiyordu geriye
dağıtıyordu acısını er tenlerine
tek bir diş iziyle


III - DAYANIŞMA

çıktım dışarı
baktım gökyüzüne
biraz pembe
biraz mavi
biraz turuncuydu ve pudra gibiydi tonu

kadınlar uyandılar sessizliğime
ağladılar
        dolu
sanki hepsi kocalarından kalan izlerin dişleri
çarptılar bedenime
delik deşikti yüreğim
yağma be yağmur, yağma üstüme üstüme
ben doğurttum güneşi bu sabah henüz beşi yirmi geçe
üstelik yatıyormuş o kevaşe erkeğimin bedeninde

ağladılar kadınlar
                        dolu
kızıl saçlı kevaşa gülüyordu
                        yayvandı ağzı
yağmur yağıyordu
                       dolu
parlak saçlarında er kokusu
yayıldı bütün mahalleye


IV- BAŞKALDIRI

zafer benim dedi,
ağladılar kadınlar
bizim suçumuz neydi baban seni sevmediyse diye
hepsi beni düşleyecekler, yalnız beni dedi,
uzun saçlarını savurdu geriye
bir o kadar sahte bir o kadar süslü gülüşü ile

ağladılar kadınlar
biraz mavi
biraz pembe
biraz beyaz
biraz turuncu
pudra tonuydu
                    aldatılmışlıkları

ağladılar kadınlar
güneş bile yetmedi
                kurutmaya yaşları


V- DİRENİŞ VE UMUT

ağladılar kadınlar
ağladılar kadınlar
             ağlayın be kadınlar
             ağlayın bütün gece
                                  sabaha kadar

ben yarın erken kalkarım doğurturum güneşi
daha kızıla çalar turuncusu
         daha bir turuncu olur gövdesi
                 daha da bir kızıl olur kolları, yani
kurusun gözyaşlarımız
kurusun da yeni bir günün doğuşunu kutlayalım
                                                    hep birlikte
merak etmeyin ben erken kalkarım
                                       doğurturum güneşi
yarın sabah da beşi yirmi geçe
hadi gidin
uzanın yataklarınıza dinlendirin bedenlerinizi
yarın
yarın yepyeni bir güneş doğacak
daha da kızıl turuncu
sahteliği ortaya çıkacak kızılının
sahteliği ortaya çıkacak gülüşünün ve gözlerinin
alıp başını gidecek birazcık kaldıysa ar damarı
                                                           hani henüz çatlamamış
ve varsa yüreğinde bir köşede bir parça utanç
çocukluktan kalan
saf ve temiz
bir yan kaldıysa, hâla
kafasını kaldırıp bakamayacak yeni doğan günün güzelliğine
doğmayacak gün onun için bir daha
o yüzden
        kadınlar
siz gidip yatın yataklarınıza 
sarılın sımsıkı sevdiğinize
yarın ben güneşi doğurtacağım
                                     erkeğimin bedeninde
                                     beşi yirmi geçe
                      

                                                                        
DÜZENLEME : Bu şiir ilk yazıldığında tek bir parça olarak yazılmıştı aslında, Sevgili Ebruli'nin yorumu üzerine, parçalara ayrıldı ve ilk parça (I-KARŞILAMA) ona bir armağandır; dilerim, mutluluk dağıtan fırçan hiç eksilmesin elinden.


 Mayıs, 2010 - Bursa
Fotoğraf / Red Veil

14 Haziran 2010

Pencere ve Kapıların Gizemi



Çektiğimiz fotoğraflar, bilinç altımızdakilerin bir yansıması ise
Beni pencere ve kapılara çeken ne olabilir ki...



13 Haziran 2010

Gülümse / mek



Hiçbir şey, uyumadan önce gülümsemek kadar keyif vermiyor insana.
Günün bütün ağırlığı uçup gitti az önce açık kalmış penceremden.
Düşlere yenik düşmek için, harika bir gece...

Aşkı yıldızlara saklayıp
Pamuklara sarmak sevdayı
Ve ağlamak mutluluktan
Sanırım mümkün bu gece




Fotoğraf / smile

Aklından Geçti Nasılsın Demek

Cevapları önemsenmeyen soruları sormak niye...
Eğer önemsemiyorsan, nasılsını, neden sorarsın ki...

***

Oysa nasılsın, sevdiğine sorduğun bir sorudur, merak ettiğine, önemsediğine; nasılsın dersin... Bir sorudan çok, anlat demektir bu, anlat, neler oluyor sana. Genel geçer nezaket kurallarının ötesinde, nasılsın, nerede ve ne zaman sorulduğuna bağlı olarak, derinleşir.

***

Nasılsın, samimiyetle değil de nezaketen soruluyorsa, iyiyim denir sadece. Eğer samimiyeti fark ediliyorsa, hani endişe yerleşiyorsa sesine, bir telaşlı kırpma yakaladıysan gözlerinde bir an, sadece. İyiyim diyemezsin o seslenişe. Döküverirsin içindekileri ki, bu döküş, bir okyanusun varlığından haberdar etmektir, karşındakini.

***

Uçsuz, bucaksız bir okyanusu karşına alıp, seyretmek ve hatta yüzmeyi göze almak gibidir, nasılsın. Karşı kıyı nerdedir bilemezsin, ne zaman durur dinlenirsin bilemezsin.  Sorar ve beklersin!

***

Ve bir nezaket bile değilse, nasılsın, cevabının da bir önemi yoktur. Sen kapılarını açmaya hazır beklediğin okyanusunda yüzmeye devam edersin, tek başına, yüzünde ezik bir gülümseme, sanki acıyan bir yerini örtmeye çalışır gibi. O, gider; ne okyanusu, ne batmakta olan güneşi, ne de yağmurunu görür senin.

***

Nerede okumuştum hatırlamıyorum, tam olarak da aktaramayabilirim ama cümle şu minvaldeydi: Yeterince korumuyorsan, hak etmiyorsundur. Ne doğru bir söz... Ama günün şartlarına uymuyor. Kim hak ettiğini buluyor ki, hak bugünlerde, gücü olanın dağıttı bir promosyon, hal böyle olunca da kimse korumaktan yana bir çaba harcamıyor, kaybetse ne olacak ki...

***

Değerli eşyalar kutusu vardı bir arkadaşımın çocuğunun, babasının aldığı saati o kutuda saklıyordu. Bir gün saatini kaybetti... En son ne zaman takmıştın dedim, dün dedi. Konuşurken konuşurken, sokakta top oynarken,  kaldırıma bıraktığını hatırladı. Koşarak, oyun sahasına gitti. Geldiğinde üzgündü, gitmiş, dedi. Almışlar. Bırakırsan alırlar tabi, dedim. Ama onu babam almıştı değerliydi, dedi. Belli ki, değerini bilememişsin, dedim. Öfkeyle baktı gözlerime, ben onu değerli eşyalar kutumda saklıyordum her gece, dedi.

***

Sanki hiç büyümeyen çocuklar gibiyiz, değer verdiklerimizi, değerli eşyalar kutumuz olan yüreklerimizde saklıyoruz ama onları korumak için yeterli özeni göstermiyoruz.

***

İnsan hasta olunca ve hali de kalmayınca kıpırdamaya, düşünüyor. Sanki, düşünmek yormuyormuş gibi. Yorgunum, dünden beri çok yorgunum.

***

Sabah serinliğine uyanınca, hele bir de bahçıvan suluyorsa bahçeyi, çimin ve toprağın kokusunun, o serinlikle buluşup, penceremden girmesine ve beni öpmesine bayılıyorum. Resmen, tazeleniyorum.

***

Tazelendiğiniz bir pazar dilerim sizlere...



12 Haziran 2010

Evde Tek Başına




Sevdiğimden gelen mektupları okumak gibiydi... Dostlarla eski mekanlarda karşılaşmak gibi... En çok da, bir hayatın kelimelerimden akışını izlemek gibi. 'Evrenin Dünyası'nda dolaştım, neredeyse bir bütün gün. Hasta yatağımda yatarken, kare kare değil belki ama sayfa sayfa, kelime kelime geçti son dört yılım gözümün önünden, en çok da yüreğimden. Gelenlere, gidenlere, değenlere, iz bırakanlara ve nicelerine bir yolculuktu benimkisi. Anlar sonra dönüp, anlara bakmaktı. Düşünmek ve düşünmekti, uzun uzun, dura dura, okuya okuya, sindirmekti olan biteni ve başka bir pencereden bir daha bakmaktı bana sunulanlara.

İnsan dönüp de bakınca kendine, yazdıklarında bulunca farklı yüzlerini, yüreklerini kendinin, biraz daha keşfediyor kendisini, yazarken yaptığım keşfin izlerini takip edip, yeni yerler keşfetmek gibiydi bugünkü yolculuğum. Kelimelerimde, yürek izlerimi bulmaya çalıştım. Kendi kuytularımda dolandım, kendi karanlığımda, kendi kendimde kaybolup, kendi ışığımda yine buldum çıkış yolunu. Her bulduğum yolun, her çıkmak istediğim yolculuğun ve her inandığım insanın her zaman doğru olamayacağını bir kez daha fark ettim. Hepsine teşekkür ettim, sessiz ve usulca. Duydular mı bilmem ama hissettiklerine eminim. 



Açık, Uçuk ve Maviydi Umutları

Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara, belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma...

Gri bir hırka vardı, dolabın kazak tarafında, hala buram buram kokusundan fark ettim orada olduğunu, dili olsa anlatsa denir ya, dili olsa da anlatsa adada yaşananları da bir dinleseniz bir hırkanın gözünden aşkın yansımalarını. O günden sonra hiç giymedim, belki biraz ada koksun, belki biraz da onun kokusu sinmesin üzerime diye. Benim ki de, laf işte, sanki sinmemişti kokusu yüreğime.

Kırmızı bir tişört buldum dolabın köşesine sıkışmış, biraz mahçup, biraz ürkek duruşundan anladım, uzun zamandır süre gelen dokunulmamışlığı, ON1 yazıyordu üzerinde. Beni öptüğü gün üzerindeki tişörttü, sonra bana hediye etmişti, üniversiteyi kazanıp gittiğimde, onu unutmayayım diye. Gündüz gece üzerimden çıkartmadım. Hatta bir kış, hiç unutmam kazaklarımın üzerine bile giydim. Aklımdan hiç çıkmasın diye. Benim ki de laf işte, sanki kazınmamıştı aşkı bedenime.

Keten bir ceket vardı yazdan kalma, mevsimlik denir ya, mevsimlikti o da işte. Alışveriş merkezindeki son yürüyüşümüzde o vardı koyu lacivert bir kotun üzerinde, beyaz bir tişörtle giymiştim; kum rengi keten ceketi... Kum gibi eriyip gidivermişti ellerimden inandığım ne varsa o son buluşmada. Gözyaşım sicim gibi akarken... Benim ki de, laf işte...

Dolabımda yeni eşyalara yer açma zamanı çoktan gelip geçmişti. Bir bir ayırdım artık üzerime olmayan, üzerimde durmayanları.  Herbirini elime alışımda farklı bir an geldi gözümün önüne. Bazısı kederli, bazısı sevinçli, bazısı bir damla yaşla, bazısı dolu dolu kahkahalarla ayrıldılar benden, bana bıraktıklarıyla. Koca bir torba ağzına beraber doldu, kapıya bile zor taşıdım. O kadar ağırlardı. Bunca sene, neden onlara kıyamamıştım anlamadım. Yorgunluğumu bir kahve kokusuna yüklemeye karar verdiğimde, camın önündeki sallanan koltuğa oturdum, aklıma üşüşmüş onlarca anla. Kıyasıya bir sokak dövüşünün yumrukları gibiydi hüzünler ve tekmeleri gibi kırgınlıklar... Küfürlü bir sesleniş oldu gözyaşlarım... Son darbeyi, bütün bu kavgayı durdurup ayırmak isteyen yürek aldı. Yorgunluğum hafiflesin diye oturduğum yere ağırlığım çöktü. Yüreğimin ağırlığı... Yer yerinden oynadı.

Temizlemeye karar verdim, beni kıran, üzen, yıpratan, acıtan, ağlatan ne varsa, hepsini teker teker koydum bir çöp torbasına. Haydi yallah çöp kutusuna... Bir anda! Zaten, bir saniye falan geçiksem, yada bir düşüneyim desem, ayrılmazdım ya ben onlarla... Bir anda! Bir anda, hepsini bırakıverdim benden uzağa.

Kendi dünyamın kapılarını araladığımda girdiğim bir bahçede dolanırken, çöp arabasının o heybetli gelişinden sarsılan camlar haber verdiler bana, öğütücüye gidecekti az önce ne varsa kurtulup beni hafifletmesini istediklerim. Son bir veda için cama koştuğumda, çöpçünün torbada ne var ne yoksa sokağa saçtığını gördüm. Tek tek eline alıp okuyordu beni kıranları, tek tek anlamaya çalışıyordu üzüntülerimi, tek tek okşadı acılarımı, tek tek yüreğine koydu gözyaşlarımı... Artık benim için gerekli olmayanlarım onda birer birer şefkate dönüştüler... Kafasını kaldırıp baktı bana, yapılan yardımlar karşılıksız kalmalıdır derdi babaannem... Hemen içeri kaçtım, nedense bilsin istemedim onları benim oraya bıraktığımı. Penceremi kapadım. Perdemi de...


Temizlik yaparken aklıma geldi, son iki yıldır giymiyorsam bir kıyafeti ayırıyordum bir kenara belki benim için artık gerekli olmayan, başkaları için gereklidir diye, işte tam da o sıra geldi aklıma... Kimden kime gittiği belli olmayan bir yardımlaşma kampanyası: Geri dönüşüme izin verin... Sloganı bu olan bir kampanya önerisi ile gittiğimde müşteriye, anlam veremedi duygular nasıl değiş tokuş olacak diye. Ona, yukarıda sözünü ettiğim çöpçü hikayesini anlattım, reklam filmini buna benzer bir senaryo üzerine kurgulayacaktık. Kadın sığınma evlerine ziyaretler yapılmasını teşvik edecek bu kampanyanın amacı, oradaki kadınların dertlerini dinleyerek hafifletirken, dinleyenlerin şefkat duygularını çoğaltmaktı. Kampanyaya katılım hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Sattığımız hüzündü, dramdı, yürekti; bir alan çıkmadı. Herkes, kendi hüznünü satmak istiyordu, kendi dramından en kısa yoldan kurtulmak... Satıcısı çok, alıcısı yok bir kampanyaya atılan imzalar, daha altıncı ayını bulmadan rafa kaldırıldı.


Fazlayı toplamak için anı toplayıcısı olmak lazımdı, ya da ne bileyim, hüzün kolleksiyoncusu, en basitinden dinleyici olabilmek lazımdı, yürekli ve şefkatlı bir dinleyici... Bulunamadı... Ne yazık ki, elde kaldı bulduğumuz bütün hüzünler, eksi yirmisekiz derece şoklama depolarında, mevsim sonu indirimini bekliyorlar, koyu maviye dönüyor umutları beklerken. Oysa açık uçuk maviydi umutları... Açık, uçuk ve mavi. Alan olmadı!


Şubat 2009, Bursa


11 Haziran 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Sıkışmak



sen bir insan olsan
bir çıkış yolun da olmasa
yani sıkışıp kalsan,
yalanların, savaşların, ölümlerin arasında
sırf nefes alıbiliyorsun diye derin derin
mutlu olabilir misin
söyle bana



10 Haziran 2010

Aşk ve Sürgün

266/365, © Okan Akan



Seninle bir sahil kasabasının yağmurlarında ıslandık biz
Sandık ki güneş hiç göstermeyecek yüzünü
Öylesine lacivertti deniz, koyu ve sonsuz
Ve öylesine griydi gökyüzü, pürüzsüz ve derin
 
Şimdi kuruyorsa üstümüz başımız
Ve yüreğimiz
Ve hatta sevgimiz kuruyorsa, güneşin altında
Güneşin bir suçu yok sevgilim
Biz aşkı,
Büyüyen bir çam ağacının sürgünlerine yükledik
Uçuk yeşildi rengi
Ve güçlüydü kökleri
Yağmurlarla geldi
Yağmurlarla gidiyor şimdi
 
 

08 Haziran 2010

Özlemeye Dair

Sana dair birşeyler yazmak istedim, seni özlediğime dair. Onlarca kelime üşüştü beynime, bir o kadarı uçup gitti dilimin ucundan. Aklımın kıvrımlarını zorladım, raflarına baktım teker teker anıların, hislerime dair birşey yazabilmek için... Arşivlerimi karıştırdım ve not kağıtlarıma baktım, hani çalakalem yazılmış belki bir iki satır bulabilirim sana dair diye. Hislerime dair bir şey yazmak istedim bu sabah ve aklım, çıkarıp koydu önüme, benden önce kurulmuştu cümleler ve benden daha güzel anlatabilirlerdi belki sana hislerimi diye, onları yazmaya karar verdim buraya. Hani okursan sevgili, belki anlarsın sana dair neler hissettiğimi... 

Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen

Özlediğin, gidip görmek istediğin-
ama gidip göremediğin

Özlem, gidip görmek istemen-
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen

Şiir Oruç Aruoba'dan: Özlediğin Gidip Göremediğindir diyor şair... Yağmur yağıyor günlerdir, yollar kapalı, İstanbul'da okullar da... Ne zaman yenik düştük biz yağmura... Ne zaman kapandı yollar... 'Özlediğin gidip göremediğindir' diyor şair, ve ekliyor 'gene de, istemen', yağmura rağmen...

Ahmet Telli çalıyor o sırada kapımı, 'özletiyor bu çılgın sağanak seni, sırılsıklam özletiyor biliyor musun' diyor.  Yağmur yağıyor, aklım hep sende, zaten hiç çıkmıyorsun ki... Yağmasa da yağmur, aklım hep sende, yüreğim de öyle. Bir kuş çırpınışına yüklüyorum sevdamı, çırpıyor kanatlarını, çırpıyor ama uçamıyor, bilmiyorum niye, yağmur sağanak, bir saçak altına saklamışım yüreğimi, belki de ondandır cesaretlenip uçamayışım göklere, tir tir titriyor serçe bedenim, tir tir titriyor, ya yağmurlar hiç durmazsa diye. Cemal Süreya aralıyor kapımı,

Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların
Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dörtnala sevişmek lazım.

Can Baba, dolgun sesiyle bağırıyor karşı masadan,

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Bildik bütün dizeler dökülüyor birer birer, ne çaresiz bir sesleniş benimkisi, hani yetmiyor kelimeler, şairinde dediği gibi, kifayetsiz yani... Bak ne diyor Edip, 'dün akşama doğru turuncu bir bulut geçti, sonra bütün bulutlar hep birden geçti, anılar, anılar belki hepsi bir kelime.' Yağmur! Yağmur yağıyor. Yağmur hiç durmadı sen gittiğinden beri ve ben tek kelimeyle, özledim, seni.





















Fotoğraf / rain rain rain