31 Mayıs 2012

Hız Kesemeyen Tembel Günler




Beni bu havalar mahvetti der ya şair, beni bu havalar tembel etti. Baharın güneşi içime dolacak diye bekleye durayım, Haziran geldi dayandı, güneşle oynadığımız kovalamaca son bulamadı. Öyle çok sıcak seven biri değilim, ben güneşi seviyorum, sıcağını değil. Gülü seviyorum, dikenini değil gibi bir durum bu. İsveçli bilim adamlarının uzun zamandır bir buluşa imza atmadığı düşünülürse bu konunun onların dikkatini çekmesi an meselesidir. Yani güneşin ısıtmadan var olduğu açık mavi, bulutsu beyazlıkların bir fırça ile şekillendiği gökyüzü... (İyice kafa yorarsanız  bunun çok da absürd bir mesele olmadığını algılarsınız, en azından doğmamış çocuğa don biçen yaklaşımlardan daha masum bir yanı var.)

Ne diyordum hemşire... Hımm, evet tembelim. Bugün tam bir "bugün git yarın gel" memuru kıvamında, okuldan kaçmayı kafayı koymuş çocuk misali; karın ağrıları çekiyorum. Kısacası yerim dar! Ama gel gör ki ben oynamak istiyorum, hatta mümkünse kolbastı kıvamında zıp zıp zıplamak. 

Aslında gündemi yakalamak konusundaki başarısızlığım beni bugüne getiren; ben bir konuya vakıf oluyorum, bir bakıyorum ki, gündem 180 derece açıyla yön değiştirmiş, sekiz nala koşan atlılarla dolu... Tam atın birini yakalayıp hayırdır diye soracağım, bir kelime bir işlem ile karşıma bir boş boş bakan çıkıyor: 

5ç*kürtaj(y+k)/d(bakım+grev) = irade

Çık çıkabilirsen denklemin içinden... 

Kendimi bir çardağa atıp, elimde kitabım Bağdat'ın Portakal Ağaçları altında keyfime bakacağım, bir gök gürültüsü ile kendime geliyorum. Ayağımda, yarım numara küçük ızdırap babetleri ve 5 yara bandı ile, çektiğim cezaya karşı direnişe geçecekken, protesto hakkımı çıplak ayak yağmur altında dans ederek kullanıyorum. Uzaktan gördüğüm polisin elindeki parlak cisme bir yerlerden aşına olan gözlerim kaçmaya vakit bile bulamadan yakalanıyor, belki de tam da bu esnada bir ses; "özsaygı" diye kulağımı çekmese, bedenimde söz hakkı olduğunu iddia eden ve üzerime tırmanan sümüklüböceğe elimin tersi ile vurma istediğimi köreltemeyeceğim: sümüklüböceği parmak uçlarımla tutup, otların arasına usulca koyup, yollarımı; oradan, olandan ve olacak olanlardan uzaklaştırıyorum. Arkama bile bakmadan yürürken, yollarımın hayatımın hiç bir kesitinde o sümüklüböcekle kesişmeyeceğini bilmek içime su serpmemi sağlıyor. Yağmur yağarken ağzımı açıp özgürlüğüme  bu yüzden bu kadar gururla bakabiliyorum. Karanlığa muhtaç örümceklere, sırf örebildikleri ağlar yüzünden hayran kalacakken güneşin bulutların arasından çıkması ile kendime geliyorum. Aydınlık her zaman karanlıktan iyidir!

Tembel bir gün için fazla kurgusal bir öğle arasını geride bırakıp, "iş akışı" çıkartmak üzere bir toplantıya, gündemin hızını geride bırakma pahasına, adım adım ilerliyorum. 


25 Mayıs 2012

Biraz Daha AZ

Ertesi Gün


Derdâdan geçme faslında fonda bir müzik olmalı der... Follia yazar... La Folia'yı bulur. Bütün ışıkları kapatır. Mümkün olsa sokağın lambalarını bile kapatırdı ya... Mümkün olmaz. Mutlak karanlığın içinden Derdâ'nın kelimeleri nota olup aksın ister... İstediği olur. O gece uykuya dalar; kitap hâlâ baş ucundadır.

Ertesi sabah evden çıkar.  Kitabı çantasına atar. Derdâ'nın Derda'sını nasıl bulacağı sorusu sileceklere dolanır, soru işaretine benzer bir önceki gecenin yağmur lekeleri, kalır camda. Bu hikayenin nasıl olup da ikisini karşılaştıracağını bulmaya çalışır kafasında. Yeniden bir öykü kurguluyordur aslında. Yol boyu kendince bitirir romanı. Kitabı ofise gelince çantasından çıkartıp masasına koyar. Akşam eve giderken yeniden çantasına... Sonra yeniden baş ucuna ve sabah yeniden çantasına... İkinci bölüme geçmek için sabırsızlanıyor gibi gözükse de bilinçli bir geciktirmeyi de planlıyor gibidir. 

Perşembe akşam üzeri, üstünde kolsuz bir gömlek ve elinde kitabı ile şiddetli bir yağmura yakalanır. O pazar gününden sonra güneşli ve bulutsuz gökyüzüdür omuzlarına yüklenen yük... Yağmurun şiddetinde. Kalkar omuzlarındaki. Yük.  Toplantı için davet edildiği binadan, toplantı saatini bile bekleyemeden bir mazeret uydurup ayrılır. Elinde kitabı. Üstünde incecik kolsuz bir gömlek. Ayağında bir sandalet. Islanır. Sileceklerin hızı arabanın hız göstergesi ile yarışır. Kazanan yağmur olur. 

Üstünü bile çıkartmadan bir kaç gün önceki sığınağına saklanır. Sarı üzerine belli belirsiz turuncu çizgileri olan battaniyesine... Kararan havaya bir ışık yakar, baş ucunda. Sadece o kadar. Derdâ'ya gülümser. Derda'yı alır koynuna... Derda, bir mezarlık çocuğu... Derda, bir erkek çocuk. 52 kişi üzerinden geçerken ve Derdâ, “Ne duruyorsunuz orada? Gelip bir şeyler yapsanıza! Ben buradayım, siz neredesiniz” Ha, neredesiniz?” diye sorduğunda... gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Buradayım" diyen adam... 

Nasıl bir hikayedir bu, nasıl bir yere vardıracaktır okurunu... Hangi soruları sorduracaktır son söz de söylendiğinde, neyin peşinden sürüklenecektir, bir hikayenin bu kadar dışındayken, bu kadar içine çekilen okur.     

“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği… İçine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?”

İçine attıklarını düşünür... İçinden taşanları, onu dinleyenleri... Başlayıp da bitiremediği romanları düşünür, başlayıp da sonunu kendi istediği gibi getiremediği anılar çıkar kitabın sayfalarından... Kulak asmaz hiç birine... O inatla okur kitabı... Bir solukluk canı kalmış gibi okur. Derdâ soluğunu kestiğinden beri aldığı en derin nefesi katar kelimelerin ardına. Rüzgar olur nefesi... Okur o hızla... Hikayenin nerede nasıl kesişeceğini kestirmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştur.... Nasılsa nasıldır... Kesişsinler de der... 

Yollar kesişirdi... Bazen bilir insan bazen bilmez, bazen farkında olur, bazen olmaz... Ama yollar mutlaka kesişir ve kader denen şeyin oluşması da ancak böyle mümkün olur:



“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar."

Onların yollarını kesiştirenin o yumrukla ilişkisini, Muhammed Ali ile ilgili belgeseli seyredene kadar asla bilemeyecektir. O akşam kitabı bitirdiğinde, televizyonu açar. Varlığından bile haberdar olmadığı bir kanalda, bir belgesele denk gelir... "Bütün zamanların en iyisi"ne... 




O gece de kitabı baş ucuna koyar. Bir mektuptur düşündüğü, bir mektubun,  son satırları:

"Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de,seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

Uykuyla uyanıklık arasında, saatler önce düşlere dalan, sıcağında huzur bulduğu sarılır bedenine, nefesi boynundayken iyi geceler öpücüğü  niyetinedir yanağına kondurulan soru: Bitirdin mi?

"AZ kaldı" diyebilir sadece.
"Derdâ AZ.. Derda... Çok daha AZ..." kalmıştır çünkü... 





görsel / google

24 Mayıs 2012

AZ - Biri Başlangıç Diğeri Son



"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…"

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağının üzerinde, A'dan Z'ye şöyle bir gezdirir parmak uçlarını... A'dan Z'ye bir şiddettir okuyacağı. 

"Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman..."

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağını açar;

"Nevzat Çelik'e..." denmiştir ilk sayfasında... Parmak uçlarını gezdirir Nevzat Çelik mısralarında;

Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız....

Donar zaman, bir pazar gününün yağmura teslim sessizliğinde dolanır düşünceleri... Okumak ister bir solukta Derdâ'nın hikayesini... Okur da... Bir solukta. Ama durur bazen, kapar kitabı göğsüne, düşünür onu durduran cümle üzerine:

“Böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki!”

O cümle sonrasında yaşadığı ama yok saydığı günlerdir onu kovalayan... Kaçar, kapar gözlerini, zihnini yağan yağmura bırakır, sele kapılıp gitsin ister, ama insanın yaşadığı şeyler, öyle bir anda yok olmaz...

Yatırcalı gibi düşüverir koltuğundan... Kaldığı yerden devam eder AZ... Bir battaniye üzerinde boylu boyunca serilir kelimeler, kapı çalsın istemez, ses olsun istemez, Derdâ'nın şiddetinde titrer bedeni. Soluksuz kalır okurken... Son nefesinde dahi okumak ister gibi çevirir sayfaları. Gece olur, ağrı gibidir şiddet, geceleri daha çok sersemletir... Ama yine de düşürmez kitabı elinden, ya kelimeler düşüp de gidiverirse diye korkar...  Küfrettiği de olur, içinin cız ettiği de... Sövdüğü de olur, acaba diye sorduğu da... Parmakları bile acır sayfalar geçip gittikçe... Yağmur şiddetini artırır... Camdan dışarı bakar ilk bölüm bittiğinde... Bir isimdir hafızasını kurcalatan: Marquis de Sade... O da kim der, Anne gibi... Google sessiz bir tanık gibi döker kelimeleri...

"Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir."

Okudukları ile sarsılan bedenini, battaniyenin altından güçlükle kaldırıp, kitaba ayraç koymadan kapatır kapağını, mutlak karanlığa gömer kelimeleri... Sürüklenip gittiği Derdâ'dan Derda'ya ulaşması için zamana ihtiyacı olduğunu fark eder.  Yatağa uzandığında kitap başucundadır. 

Uykuya dalmadan hemen önce sağ eliyle kalbini kapatır, korumak ister gibi... Büyüyemeyen yanını yorgan yapar kendine, korkularını yastık... Kapar gözlerini, insanın göremediği şeylerin yok olmayacağını bile bile... Düşleri perde olur geceye... 

"O andan sonra, evde, baskın elementi acı olan kimyasal bir tepkime gerçekleşmiş ve Stanley'nin büyümesi durmuştu. Büyümeyen bütün insanlar gibi kurduğu hayallerin içinde  yürüyen Stanley'nin ayağı bir çukura girip de tabanı gerçeğe deyince canı yanmaya başlamıştı. Yaşı ilerledikçe ve büyüyemedikçe o can yanmasını daha da çok hissediyordu. Bu yüzden o çukurları, Finsburry Park metro istasyonunun girişinde duran, Kara T. diye bilinen ve gerçek adı Timur olan on dört yaşındaki bir çocuktan aldığı eroinle kapatıyordu. Gerçeğe düşüp bir yerlerini kırmamak için. Özellikle de kalbini."



görsel / buradan 

22 Mayıs 2012

Güzel Bi'şeyler

Geçtiğimiz hafta bir sürü, ama bir sürü güzel şey oldu... Hepsini yazacaktım, özenle fotoğraflarını çekmiş, anının gelmesini bekleyen kelimelerimi hazır bile etmiştim. Ne mi oldu: "Öküz..." Evet, bir öküz bütün güzellikleri silip, geride kendini bıraktı, bir de havada asılı kalan, "öküz olmak lazım bu hayatta" çığlığını... 



Geçen hafta üniversite şenlikleri nedeniyle pek bir şenlikliydik doğrusu, yoksa şenlikliydim mi demeliyim. Bir kere serbest kıyafetle işe geldim, gece yarılarını bekledim, çocuklarla "Beyaz" çılgınlığının dibine vurdum, romanlarla göbek atıp, türkülerle coştum. Boğaziçi Caz Korosu ile düşlere dalıp, Feridun Düzağaç konserinde gerçeğe vardım.  Gizli saklı bira, şarap içip, hafif meşrep esprilere kahkahalarla güldüm. Kısaca geçtiğimiz ayların stresini -20li yaşlarıma geri dönüp- bir güzel içimin kapılarından kovdum. Köşe başında iki dirhem bir çekirdek beni bekleyen sorunlara kulaklarımı tıkadım. Serzenişlerini sırtına yük edinmiş arkadaşlara bir güvenlik şeridi çektim ve uzak durmalarını söyledim. Kendime ait, kendimce bir haftanın keyfini sürdüm, öyle ki, bana takılanlardan her biri, sadece bir gece erken gitmem gereken şenliklerde hiç eğlenemediklerini, enerjime ihtiyaçları olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler, böylece cumartesi gecemi de 20li yaşlarımın son demlerinde geçirdim. İyi de ettim. Bu hafta başı bir arkadaşım şöyle dedi, "Ne oldu sana...", "Ne olmuş ki..." dedim. "Gençleşmişsin, cildin parlamış, gözlerin ışıl ışıl..., aşık mısın?" Gizemli bir gülüşün ardına sakladım yalnız kendimin bildiği gerçeği, ucu açık bir kelimeyi orta yere bıraktım: "Evet..." Ardıma bile dönüp bakmadım. Hayata aşık olmayanın beni anlamayacağını keşfedeli epey zaman olmuştu. Ben şanslı bir kadındım. İçimdeki çocuk, bir haftalığına da olsa dışarı çıkmış ve ilk gençliğin heyecanlarında, biraz sorumsuz, çokca heyecanlı günlerin tadını doya doya yaşamıştı. İyi ki dedim kendime, iyi ki kırabilecek zincirlerim ve cesaretim var...



* Bu arada yazıyı bitirince fark ettim, "öküz" o kadar da sinirimi bozmamış olma ki; anlatmayı unutmuşum. Merak edenler için anlatayım, pazar gecesi evden çıkmam gerekiyordu, araba ile otoparkın çıkışına geldiğimde bir araba tam da otoparkın kapısına park etmişti. Bir kaç dakika bekledim, etrafıma bakındım, geç bir saat olduğu için önce kornaya basmaya çekindim, ama sonra zaman daraldığı için bir iki kere kornaya bastım. Camlara kapılara çıkanlar oldu, utandım. Polisi aradım, trafiği aradım. Memur bey şöyle dedi, kusura bakmayın arabanın kaydı yok, siz en iyisi bir taksiye atlayıp gidin... Nasıl olur dedim, bu adama hiç bir şey yapılmayacak mı? Yok dedi, yapamayız, trafiğe engel bir durum yok. Nasıl olmaz dedim, kendi aracımla otoparktan çıkamıyorum. Hanfendi dedi, biz trafik kazalarına gidiyoruz, binin bir taksiye nereye gidecekseniz gidin.... Peki memur bey dedim, sizi meşgul ettim, öküz olaydım da aramayaydım, kendi adalet düzenimi kendim kurup, lastiğini falan patlataydım, nasılsa öküzlere bir şey olmuyor bu memlekette. Öküz olmak lazım bu memlekette... diye son bi kez bağırıp, arabamın kapısını havaya çarptım. Öküz olamadım, arabamı gerisin geriye park edip, evime çıktım, Hakan Günday'ın AZını okumaya devam ettim. 2 saat kadar sonra egzosunu patlata patlata uzaklaşan arabanın sesine güldüm... bazen hayatın hazırladığı süprizlere temkinli yaklaşmak gerektiğini kapı çalınınca bir kez daha fark ettim. Olanı biteni sığındığım sıcaklığın içine gömdüm. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile uykuya dalmış olmalıyım ki, sabah sabah yağan yağmura bile şükrettim. 

18 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Güzel Bi'şey




karardığında gökyüzü
sen kapının çalmasını bekle
güzel bi'şey hazırlar her zaman hayat
şükretmesini bilene




17 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Merak





hayatın büyük gizemini
küçük detaylarda yakalayanların 
ödülüdür
gülümseyerek yaşamak


15 Mayıs 2012

Siz Bilmezsiniz Belki Diye...


Bazı insanlar kelimelerle mucizeler yaratır... 
Ve bazı insanlar o mucizelere kapılıp hayatın içine açılan bir kapıdan geçer.







Siz bilmezsiniz belki diye, bir kaç satır karalamak istedim üzerine. Aslında niyetim gittiğim oyunu kaleme almaktı. Ama insan çok iyi yazan biriyle tanış olunca kaleme almak zor oluyor bazı şeyleri. Mesela ben bir yazarı şahsen tanısam yeltenmem şuradan düz yazı ile dert anlatmaya, hele de bir şairi tanısam böyle etiyle canıyla hiç isim takar mıyım yazdıklarıma "şiir tadında" diye... Yemek meselesini ise hiç değinmiyorum. Yemeyi severim, yapmaktan daha çok. Hoş mutfaktaki becerilerim de fena değildir ama ne haddime tarifli yazılar yazmak mutfağı kendine meslek edinmiş biri ile kıyaslandığımda. 

Efendim bu sezon perdeler kapanmadan bir oyun daha izleseydik diye gittiğimiz tiyatrodan elimde kelimeler ile çıkmış, klavyenin başına oturduğumda da döktüreceğim cümleleri, bir saatlik yürüyüşün içinde 3 aşağı 25 yukarı planlamışken, "durrrrr" dedi bir ses. 

Tahmin ettiğiniz üzere iç sesim... "e be kadın, ne yazacaksın ki fukara kelimelerinle bu oyun* üzerine" dedi. Dedim "haddini bil, elbet bizim de kelamımız var" dedim ama, e bir ama gelip takıldı işte o anda hevesimin kursağına. Ben en iyisi dedim, yazmayayım bu oyun üzerine, onun yerine dedim oyunların üzerine yazılmışları okumak konusunda meraklılar var ise, ve ola ki haberleri yok ise, hani bilmemiş, duymamış, okumamışlardır belki diye... onları haber edeyim istedim. Bir nevi sosyal sorumluluk benimkisi... 

Efendim eğer tiyatroya düşkünseniz, oyun, oyuncular, dekor, müzikler, sahne, ışık, izleyicide kalan etki ve daha bir çok detay hakkında izlemeden fikir sahibi olayım ya da izledikten sonra " ee vardı bizim de eklemek istediğimiz üç beş görüş" diyenlere, şiddet yansılı olmadığımızdan, ısrarla okumalarını tavsiye edeceğim bir bloggerdır kendisi... 

Valla seviyorum diye -severim o ayrı da- okuyun, okutun, takibe alın demiyorum. Siz bir okuyun, sonrası size kalmış. Unutmadan... bir de yazmadıkları konusunda ısrarcı olun. 



* "bu oyun"dan kasıt, "Bu da Benim Karım" oyunudur. Görsel önerdiğim blogger'ın son yazısından alınmıştır. 

14 Mayıs 2012

Dağ Başını Duman Almış




Bu blogu okuyup da benim dağ evine düşkünlüğümü bilmeyen yoktur. Mesela bir yazım vardır; "eski bir sobanın başında oturdum ve düşledim" diye... Dağ evinde yazılmıştır.  "asma yaprağında sardalya rakısız olur mu" o dağ evindeki bir andan yola çıkılarak yazılmış bir başka anı-yazıdır. 

Şu girizgahtan da anlaşılacağı üzere haftasonu dağ evindeydik. Malum anneler günü... Güneş yüzünü göstermek konusunda "geçmiş zaman yeni gelini"... Bir naz bir naz... İlk iş soba yakıldı. Meşe odunlarının gürül gürül sesi ile çam kozalaklarının çıtırtısı birbirine karıştıkça, anılar bulutu sarıyor efkarımı. Hüzünlü anlar konusunda çömert davranan akıl, iş yüzü güldürenlere gelince, şu yeni gelinden bile beter...Havanın ha yağdım ha yağacağım külhan beyliğine bir omuz kıvırıp, yan yan bakıyorum gözyüzüne... O benim ne demek istediğimi anlıyor; göz kırpmasından anlıyorum.

Masayı ön terasa kuruyoruz. Çatının kenarına yuva kuran kuşun yavruları çığlık çığlık... Anne telaşla pır pır kanat çırptıkça, yavruların sesi yükseliyor... Bizden korkusuna sortiler sıklaşıyor ama bir türlü yuvaya o gaga ucundaki solucan bırakılamıyor. Hal böyle olunca pılıyı pırtıyı toplayıp içeri geçiyoruz. Evin babası gazetelerini soba çıtırtısında okuyacak.  Biz de yani evin kadınları da bu sürede yavru kuşların beslenmesine izin verip salata hazırlıklarını, tek çeken radyo kanalı olduğunda TRT'nin acıklı anneler şarkı geçidi ile tamamlayacağız. 

"Annemmm, annem, sen üzülmeeeeee" 

"Yahu yok mu eğlenceli bir şarkı anneler gününde..." Elimde taze soğanın kokusu gidip kapatıveriyorum radyoyu tek bir hareketimle. Havam pek yerinde... Diyeceksin ki radyoya ne... Neyse ne... 

Radyo susuyor ben başlıyorum sabah sabah ağzıma yapışıp kalan türküye:

"Ben derdimi hangi dağaaaaaa, yüreğimi hangi suyaaaaaaaa"

Annemin sesi ile geliyorum kendime: "Ne iyi oldu radyoyu kapattığın

Herkes susuyor; bir tek kuşların cıvıltısı, rüzgara teslim ahlatın hışırtısı ve sobanın gürültüsünün ahengi kalıyor geriye. Herkesin içinde kendinden büyük bir huzur, yayılıyor ahşap evin sincap tarafından kemirilen kütüklerine.

Salatalar da tamamlanınca, terasta mangal yakılıyor yelleye yelleye... Sofra hazırlığı neşeli bir telaşa dönüyor kısa sürede. Yüzü güldüren kadehler bordonun en güzel rengi ile boyanınca, bir damla gözyaşı, yürek dolusu bir kahkaha ile kuruluyor temenni cümleleri, "en bi çok sevilen" fedakar cefakar anneye...  Annem kardeşimin eski tişörtünden diktiği el bezine sarılıp, "oğlum da yanımızda" diyor, göz yaşını saklayıp kendine, kendince gülümsüyor bize. Hepimiz özlemle kaldırıyoruz kadehlerimizi... "İyi ki sayıca az sevgice çok bir aileyiz" diyoruz. Mangal ben oldum diye bağırınca; taze soğanlar, biberler, domatesler közden alınıyor... Pul biberli, taze kekikli etler atılıyor bu sefer telin üzerine. 

Aniden ve hiç umut yokken güneş yüzünü cömertçe sergiliyor köyün üzerinde, bulutları dağıtan rüzgara ise laf yok; üzerimize birer yelek alıveriyoruz... Çiseleyen yağmura ve dağlara çöken sise hayranlık duyuyoruz. Gün giderek yoğun, bulutsu, özlemlerle dolu bir anıya dönüşüyor. Dağ evi, bir sezona daha kapılarını iyikilerle, kahkahalarla ve sevgiyle açıyor. Tatlı bir yorgunluğa katık ediliyor anılar. Her şey yerli yerine konuyor, elektrikler, sular kontrol ediliyor. Son bir bakış, ya bir şey unutursak endişesiyle...  Çöpün ağzı bağlanıyor; bir şeyi unutmadık di mi diye... Günler sonra bir dost sohbetinde hatırlanacak ve anlatılacak nice güzellliklerle kapatılıyor demir kapılar ağır ağır, gitmeyi hiç istemeyen ayakların direnişinde... Haftaya başka bir anıyı yeşertecek toprağa mıhlanıyor demir kapının demir çubuğu; "canı yanıyor mudur acaba?" diye ... Bir emeklilik hayali daha atılıyor toprağa tohum niyetine... Yola koyuluyor emektar dört teker, öyle ağır öyle dikkatle iniyor ki yokuşu sanırsın o da kalmak istiyor cennetin bu köşesinde...

Velhasıl okuyucu, seviyorum ben bu dağın başını, öylesine seviyorum ki, her defasında yenileniyor, güzelleşiyor ve umutlarımı yeşertiyorum bir dumanın gölgesinde... Yeşil kalmanız dileklerimle...



evin fotoğrafını bu bilgisayarda bulamadım, siz yukarıdaki fotoğrafla idari ediverin... görsel/deviantart