27 Haziran 2012

Hamarat Kadının Ev Tipsizi Reçelleri







Efendim, bilirsiniz benim bünyeyi, hallice rahatsızdır; geçtiğimiz hafta da kendi kaşındı, kendi başına bir güzel işler açtı. Ortaya ev tipsizi reçeller çıktı. Durum şu; bizim bir bahçemiz var (evet! zenginiz), benim bir de annem var (evet! ben ona kesinlikle çekmemişim, kendisinin her iş elinden gelir, reçel yapar yemelere doyamazsın, zeytinyağlı pişirir yanında yatasın gelir, çorbalar desen içinde yüz, öyle bir lezzet denizi...) 

İnsanın annesi bu denli hamarat olunca, bahçede yetişmekte olan çeşit çeşit meyve ve sebze -fazlası ziyan olmasın diye- farklı şekillerde depolanır. Hem kışa hazırlık olur hem de evde geçirilen vaktin bir değeri olur. (ziyan konusuna bir önceki cümlede değinmiştim) Annem ve babam (evet! benim bir de babam var ki korkarım beceriksizlik konusunda kendisinden epeyce gen almışım) Çeşme'ye gittiler. (zenginiz demiştim) İyi de ettiler... Ama gel gör ki annem bahçedeki her bir şeyin "olma" ve "toplanma" zamanını bildiğinden çalar saat gibi, her aramasında gidildi mi, toplandı mı diye sorar oldu. Olsun efendim, annedir sorar demeyin... Bence iyi olmadı... Sorması değil, onun sözüne uyup oralara gidilmesi... Çünkü şu kışa hazırlık, depolama, aman da ne güzel kendimiz ürettik halleri nur topu gibi başıma kaldı. 

Rahatsız bünye burada devreye girdi. Hayır! yalan söyle: anne, tarlaya at girmiş, bütün ağaçları tepmiş de... tarlayı fazla sulamışlar, timsah zeytinliklerin orayı kiralamış, çoluk çocuk yerleşmişler, geçit vermiyorlar de... gölün oradaki aynalı sazanlar gözümü alıyor, kör olma riskiyle karşı karşıyayım de... demedi... Rahatsız ya, iş çıkışı gitti, tarlaya, iş kıyafetiyle (bildiğin beyaz  gömlek, siyah etek, ayağında en topuklusundan terlikle (kundura olsa şarkı sözü olur...) Traktöre çıktı, korktu indi, gevrek vişne dalını kırdı, rüzgara laf attı... Karadut, beyaz dut derken mideyi alt üst etti... Olmasına daha üç beş gün olan kayısılardan koca bir torba topladı ve tarlayı terk etti. Bünye rahatsız olunca, onları dolaba tepip gezmeye gitti. Gittiği evde burun farkı ile cama girdi. Cam da burun kemiği de kırılmadı, ama çıkan sese konu komşu hayret etti. Bütün geceyi, vakti zamanında yonttursam acaba eski çağlardan bir eserle karşı karşıya kalır mıyım diye dertlendiği çıkıntılı burun kemiğinin üzerindeki buz torbası ile geçirdi. Beyin hücreleri donduğundan bugün kendisinden her hangi bir verim alınamadı. (Bu hafta da alınma ihtimali bence düşük.)

Bu gece bünyenin yan gelip yatması önlenebilirse, dut reçeli yapma girişiminin sonuçlarını bildirmek üzere yarın gene buralarda olunacaktır. Geçmiş olsun çelenkleri yerine tarlaya en az iki gönüllü, mutfağa becerikli bir yardımcı, bünyeye de soğuk bir kova su gönderilmesi rica olunur. 


EDİT: Dün gece reçeller yapıldı, çilek sos oldu, dut beton, kayısının bir kısmı inatla yapıldı ama ne yazık ki dağıldı, reçel değil de marmelat diye yutturulması planlanıyor. Kalan kayısılar annenin otoriter ses tonunun verdiği ürküntü ile talimatlara birebir uyularak buzluğa atıldı. Burun bugün şu saat itibarıyla, kapatıcı marifetiyle kamufle edildi. Az sonra girilecek bir toplantı için son hazırlıklar da tamamlandı. Huzursuz bünye, az biraz bulduğu huzur ile güne devam ediyor. Durum budur, arz olunur.




görsel / google sağ olsun, picasa çok yaşasın.

26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir. 








25 Haziran 2012

Gündelik Yaşam





Vergi dairesinden gelen haber ile ettiğim küfürlerin arasındaki sıkı bağla boğmak istiyorum onu. Evet! Ayrıldığımız dönem ve sonrasında bir kez bile kötü söz söylemeyen, söylemek isteyeni susturan, ben fark etmeden ağzından kaçıverenden uzak duran ben, geçtiğimiz hafta sözlüğüme yeni yeni küfürleri dizdim. Uzaktan bakınca bence gayet anlamlı bir bütünlükleri ve hatta biraz üzerine düşününce yaratıcı bir süreçten geçip de dile geldikleri belli oluyordu. Ama gene de asabiyetime anlam veremeyenler oldu. Üzerine gördüğüm rüyalar halen akıllanmadığıma işaret gibiydi, neyse ki dün akşam gördüğüm rüyada onu havaalanının orta yerinde bıraktım. Anlamadığım neden oğlunu tatile yanımda götürdüğümdü, ama pek üzerinde durmadım. 

***

Uzun zamandır iş arkadaşımın oğlunu kreşten alıyor, akşama uzanan 1-2 saati beraber geçiriyor ve bu durumun yansımaları üzerine düşünüyorum. İnsan 40 yaşına gelince ve bir çocuk yapmayınca ve bence işin kötüsü bir çocuk yapmak için çok hevesli olmayıp ama çevrenin etkisi ve baskısı ile "acaba" diye sorunca, bir de üzerine çocuk ile olan iletişiminin onda yarattığı "aslında neden olmasındı ki" duygusu ile boğuşunca, yorgun düşüyor... Oysa bir çocukla çocuk olmak ile o çocuğun dilini anlamak arasında uçurum kadar fark olduğunu da biliyor. Belki de bildiği tek şey de bu... Hal böyle olunca, bu bildiği tek bilgi ile anne olup olunamayacağının pek de farkında değil... (im) Ama sıklıkla duyduğum bir şey var ki o da, "senden harika anne olur"(mu?)

***

Ne zaman pazara özenerek çıksam ve o hafta evde yemek yapma kararı alsam çılgın bir davet yağmuruna yakalanıyorum. Mesela bu hafta sebze ağırlıklı bir beslenme için; enginar, fasulye, salata malzemeleri ve karpuz, kiraz, armut ve kayısı alıp geldim. Hafta ortasında durum şu; enginar pişti pişmesine ama iki parçası halen dolapta, bu gece yendi yendi, yenmedi keyfi kaçacağından yarın zayi olacak; fasulye pişemeden sararmış, kalan sağlar bizimdir diyerekten bu gece pişirdim pişirdim, pişiremedim, tüh yazık oldu, pek de güzeldi boncuk boncuk diye ardından hayıflanacağım biliyorum; salata malzemeleri yaprak yaprak karardı, domatesler bir gece menemen karpuz menüsünde değerlendirildi, karpuz, kiraz, armut ve kayısı an itibarıyla bu gece de yenecek ve bitecek. Son hesapta zarar ziyanın eşiğindeyiz bence.

***
Cuma günü gelen bir haber ile soluğu Kocayayla'da aldık. Ne piknikti ama... "Kurtlu Peynir" diye diye adımı çıkardılar, tamam yerimde duramıyorum, öyle boş boş oturmak bana göre değil ama harika bir iş yapıp, çam ormanının göbeğinde gözleme açtım, pişirdim ve afiyetle yedim. Ayşe Teyze vardı ekibin başında, o yöreden yaşları 40 ile 73 yaş aralığında değişen 6 "tiyze", "ilegen"lere kabarması için koydukları hamurlarla bir bir gözleme açtılar bize. 73 yaşındaki Ayşe Teyze, genç yaşında dul kalmış, komutan o. Sevimli mi sevimli, zaten pire gibi. Durduğu yerde durmuyor, akşamüzeri beş gibi ocakları söndürüp, çileğe gidecekti. Akşama sana geleyim dedim, Bursa sıcaktır. "Buyur gel yatacak yerim var ama yemek filan yapamam sana, ni yiyeceksen yi gayri" dedi. Gülüştük. Pek sevdi beni, cana yakınmışım öyle dedi. Bir ara çay servisi de yapınca benden iyisi olmadı Kocayayla'da... Orman'ın getirdiği odunlardan bir çuval alıp eve götürmek istedi ki, o ana kadar herkes bir kaç çuvalı götürmüştü bile... O izin istedi, vermediler... Döndü geldi, komşularının al ısrarları karşısında da, "ben onun karşısında namaz kılıp rahat edemem, o odunla pişirdiğim yimeğin lezzetine varamam" deyip, bir tane bile odun almadan biniverdi traktörüne... Elini öptüm, helalleştik, "çay içmeye gel, bak bekliyom" dedi. Sonra da dönüp, "15 gün gelme ama, yövmiyeye gidecem ilgilenemem senle," dedi. 73 yaşında Ayşe Teyze, ekmeğini çıkartmak için onca yaşında yövmiye karşılığı çilek tarlasına gidiyordu. O gece bana hediye ettiği çilekleri ziyan etmeden reçel yaptım. Sonuç ilk deneme için başarılı değildi. Ama Ayşe Teyze'nin mis kokulu çileklerinin kokusu evin her yerine yayıldı. Hayat bazı yerlerde bazıları için hiç de kolay değildi.

***

Hafta sonu tembele bağladım. Mümkün olsa hiç çıkmayacaktım ama iyi ki çıkmışım dediğim bir an'a tanıklık ettim. Hayat sürprizlerle dolu. Seçtiğim kardeşim, önce evlendi, sonra Bursa'ya yerleşti, sonra Ela'mız geldi. Geriye dönüp bakınca bunlar planlanmayan şeylerdi. Bugün yarın Almanya'ya yerleşiyorlar. Onlar adına mutluyum. Kızımız zaten Avrupa standartları ile uyumlu doğdu, bildiğin beyaz ten, uçuk sarı saçlar ve renkli gözler... Mutlu olsunlar diliyorum. Hayatın açtığı kapılardan geçmek ve orada mutluluğu bulmak herkesin harcı değil. Onlar daha da fazlasını hak ediyorlar.Dilerim mutlu olurlar. Ela'nın müsameresi olmasa ve belki de seneye giderim diye erteleyeceğim bir durum olsa cumartesinin yılgınlığında gider miydim oralara bilemem ama bahane arardım kesin. Ama dedim ya iyi ki gitmişim. 

***

Pazar günü daha da bir garipti. Yalnızdım. Herkes sevgilisiyle, karısıyla, çoluğu çocuğu ileydi... Ben evde tek başına volume 10768'i çevirecektim. Havanın basıklığı ile tenimin yapış yapışlığı arasındaki sıkı bağı soğuk duşla bozmaya çalışıyor ama her seferinde daha da başarısız oluyordum. Neden ben diye sorup, bunalımın dibine vurmak için, bir dehliz olan sorular yumağına doğru ilerliyordum. Çareyi, klimayı açıp kendimi derin uykulara hapsetmekte buldum. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Uyku beni tutmayınca ben de ısrarlı davranmadım ve onun peşini bıraktım. Kendimi sokağa çıkmak konusunda ikna turlarımın 18.sinde giyindim. Ve buram buram bir hayatın kollarına kendimi attım. Sahi neden ben? Bu soruyu attığım her adımda kendime daha da yüksek sesle sordum. Eve geldiğimde, şarj olsun diye bıraktığım telefonumun ışığı yanıyordu... Pazar pazar kimin aklına düşmüştüm ki... Gelen maili okuduğumda kocaman gülümsedim. Hayatın anlamı bu olsa gerek dedim. Sen kendini yapayalnız hissettiğin bir anda, sesini bile duymadığın, gözlerinin rengini bilmediğin bir yürek sana sesleniyor... Orada mısın, diyor ve sen neden ben sorusunun cevabını buluyorsun bir anda. Buradayım, diyorsun... Orada bir yerde, senin burada bir yerde olmanı dileğen sımsıcak bir yüreğin varlığına şükrederek. Günü bir mojito ile kapatıyorsun. Pazardan aldığın lim, taze nane yaprakları, bir kesme şeker, rom ve sodayı kırmızı kareli diktörtgen bir tepsiye diziyorsun. Buz kırıntılarını ve tokmağını almaya gittiğin bir anda telefonun çalıyor... Yüzündeki gülümseme tüm eve, oradan da kapısı açık balkonun demirlerinden mahalleye yayılıyor... Yaşamak için karşına birbir ve planlı bir şekilde çıkan küçücük nedenlerini birbirine ekleyip, yarına dair umutlarını katıyorsun yudumladığın içkine... Balkon daha bir büyük geliyor artık gözüne, evin duvarları daha bir yıkılıverecekmiş gibi... Güçlendiğini hissediyorsun gülümsedikçe. Balkondaki sardunyalara suyunu veriyorsun, kımıldayıveriyor dalları, çiçekleri daha bir bordo oluyor sen onlarla konuştukça. Hayat diyorsun, bir umudun ucunda... Varsa ne âlâ, kaybedersen bir ayağın hep çukurda...


















görsel / deviantart

12 Haziran 2012

Koşmak Üzerine



Bu sabah da benzer bir duygu ile uyandım... Öylesine turuncuydu ki salonum, güneş orada doğmuş gibiydi. Koşmak geldi içimden, üzerine doğru, hızlıca... kaçmasın diye... Erkendi... Güneş henüz doğmuş bense henüz uyanmıştım. Yüzümü soğuğa yakın bir su ile yıkadım... aslında suyu suratıma çarptım. Gülümsedim. Kocaman. İçine güneşi sığdıracak kadar açtım gözlerimi... Etrafıma şöyle bir bakındım. Sakinlik ve huzur... evet, hissettiğim tam da buydu. Telefonum bir iki kere çaldı. Sabahın köründe arayan Oydu... gülümsedim. İlkinden daha kocaman. 

Biraz yürüdüm, biraz okudum, biraz müzik dinledim, biraz duş aldım, biraz kahvaltı ettim, servise gitme telaşının birazını çantama doldurdum. Bir de bağcığı çözülmüş ayakkabımın sol tekine. Bir taş buldum oturdum. Biraz nefes aldım, biraz kokladım, biraz bakındım, biraz düşündüm, biraz dinledim. Mutluydum. Sen neye hazırsan o geliyordu sana. Yol boyu okudum. Kendimi olumladım... Hımmm. Kendime güzel sözler söyledim. Az yaparım, kendime kızmak kolaydır da, aferinim azdır kendime...

Bugün bloglarda gezindim, ne çok zaman olmuş avare kelimelerle yarenlik etmeyeli... Ne güzel yazıyor bazı insanlar bir bilseniz, konuşur gibi, ama güzel konuşur gibi... Öyle boş boş değil, anlatsa da dinlesek dersiniz ya işte öyle... kelime kelime, duygu duygu...

Ne çok üç nokta var hayatımda, zamanın akıp gittiğini anlatmak ister gibi, neredeyse her cümlem üç nokta ile bitecek. Nokta bir son, virgül bir nefes, üç nokta yaşamak gibi...

nasıl 40 yaşında olur biri... Nasıl olur 40 yaşında olunca, olgunlaşır mı, yaşlanır mı, durulur mu, iki elinin ortasında başı, düşünür mü hesapları kitapları, günahları sevapları... Sahi ne olur insan 40'ına gelince... Aaaa,  sen 40 mısın dedi biri, sen büyüdün dedi bir diğeri... değiştin ondan sonra... Hemen ondan sonra mı değiştim yani... bence, denk gelmek denir buna, fırına atıldım, bir hamurdum, öncesinde yoğruldum, hamura biraz tuz, biraz şeker eklendi... Kıvamı kadar kabartma tozu, arada benim de koltuklarım kabarsın değil mi? Sonra fırının ısısı ayarlandı, belki de her tarifte olduğu gibi önceden ısıtıldı. Sonra pişmeye başladım ben. Yavaş yavaş, odun ateşinin biraz uzağında, taş fırının en eski taşında... İşte belki de değiştin sen ondan sonra demesinin sebebi o andır, onun gelip de kafasını fırının ateşine doğru uzattığı o an... benim biraz kabarıp, biraz kızarıp, biraz da suyumu çektiğimi fark ettiği an... Ona denk gelmiştir yani, mis gibi taze kokum... Belki de açtı... Her şey bi tesadüftür...O, iyi bi tesadüf...

Tıpkı, güneşin doğduğu yerde bir ev almak gibi... Güneşi görünce üzerine doğru koşmak gibi... Bir nehir yatağında suyu içmek için eğildiğinde, ayağının kayıp düştüğün anda elinden seni tutup, "iyisin" der gibi... O anda göz göze gelip, gülümsemek gibi... Her yaşanılan an'a üç nokta koyup yoluna devam etmek gibi... 







Görsel / buradan

08 Haziran 2012

İyi Niyet Taşları





İyi niyet taşları insanın kendi cehennemine ulaşması için kendi kendine ördüğü patika bir yol mudur? Peki ya insanın karşısındakini kendi gibi bilmesi... bunun  doğurduğu sonuçlar açısından kendini enayi gibi hissetmesi? Erdem, vicdan, hayata baktığın yer, içindeki iyilik, dışındaki pozitif enerji, yüreğinin büyüklüğü... ve dahası! Hepsini bir kalemde uzayın derinliklerine fırlatmak isteyip de kötünün içindeki en kötü olmanı sağlayacak kadar büyük bir öfkeyi sırtlayıp da, susuzluktan dilin kuruyup, uzayıp, sarkıp da ayağına dolandığında o fırlatamadığın ve bir omuzunda melek bir omuzunda da şeytan misafirliğe geldiğinde seçtiğin "ben en iyisi kendim gibi olayım"ı seçmenin yarattığı acaba yanlış mı yaptım pişmanlığını yok edebilecek bir "şeye" ihtiyacım var. 

Bağırıp çağırmaya kalkmadan önce, karşı taraftakilerin de kendilerince haklı olabilecekleri durumları ön plana çıkartmak başarısı, mutlak bir salaklıkla da açıklanabilir elbet ama ben gene de o "şeyin" her şeyden güçlü olduğuna inanmak istiyorum. 

Bazen kendimi tecavüzcüsüne aşık bir mağdur gibi görüyorum, öyle ki, hamile kalmışım, üstelik doğurduğum çocuğa devlet sahip çıkmış ama o çocuk da uğradığı taciz sonrası travma geçirmiş ve benim yaşadığım o harabeye geri gönderilmek zorunda kalmış. Duvarları yıkık bir binada tek ayağı kırık bir koltuk, üstelik yayları kumaşı yırtıp çıkmış... hemen onun yanında bir kanepe sidik lekeleriyle dolu... kanepeyi ona yatak yapmışım... Oysa onu sarıp sarmalamak, her şeyin daha iyi olacağını söylemek isteyen de bir umudum var... Kırık bir umut, içine ne koysan sızıyor işte...

Neyse, ne diyordum, ben bazen koca, kocadan da koca, dağların en büyüğünden büyük, ırmakların en coşkunundan coşkun, en uzun nehirden daha uzun ve uçsuz bucaksız bir çölden daha çöl bir salaklığa sahibim. Ben yine de yüreğime inanmayı seçiyorum, insanın başka neyi var ki...


görsel / buradan

04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan