HABERİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HABERİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Mayıs 2018

Mayıs Yorgunluğu






Bahar yorgunuyum. Kolay mı? Doğdum Nisan 10'da. 20 günlük bile değildim 1 Mayıs için meydanlara çıktığımda. Kulağımda "Ciao Bella" sesleri boşuna değil benim. Büyütürken annem beni 72 yazında, ilk ninnimdi kaset çalardan duyduğum Ruhi Su sesinden "bilmem şu feleğin bende nesi var" türküsü. 


Büyüdüm ya şimdi, hani kaset çalar falan da yok ya. .. Tuhaf geliyor yorgunluğum. Saate bakıyorum. Henüz 17.30. Zaman geçiyor. Tik tak tik tak. Değişir mi dersin? Meydanlar dolar da hep bir ağızdan söyler miyiz? " okulda defterime, bembeyaz sayfalara yazarım adını" 

Yazar mıyız gerçekten özgürlüğü? Anlatabilir miyiz "cehalet ve özgürlük yanyana olmaz"ı. Okumak yazmak lazım özgür olmak için. Okumak yazmak!!! Anlamak da önemli kaybedilen onca değer için 90 küsür yıldır "dik duran" insanların değerini. Kıymetini bilmek "özgürlüğün" ve "özgürlük" için verilen emeğin. 
Yıllar sonra bölüp yönetenlere inat meydanlara çıkan "Cerrahpaşa"lının da dediği gibi "bi'şey oluyor"... Olmasın!


 *** bu sabah kaset çalardan türkü dinleyemedim.

1.Mayıs.2018

03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


12 Mart 2014

Hüzünlü Erguvan



12.Mart.2014

Oysa yüzümü güldürür erguvanlar... 
Mevsimi gelsin diye beklerim. 
Daha geçen hafta "ah İstanbul" demiştim sırf onların hatırına. 
Bu sabah yoluma çıktı erguvanlar, yan yatmış, çamura batmıştılar. 
Dikilmeyi bekleyen birer fidandılar. 
Ah dedim bu kez onları görünce...
İçimi yakan derin bi ah!








17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




03 Ekim 2013

Zaten



Sen yattığın yerden gülümsüyorsun değil mi çocuk
Ölüm yakışmıyorken yaşına
senden sonra yaşatılanlardan şaşkın,
                                            utanıyorsun değil mi çocuk.
Bu senin ayıbın değil çocuk, bu ayıp inan senin değil.

Beklemeyi öğreniyor insan zamanla. Sabretmeyi ve acısını dindirmeyi.
Bir otobüsü beklemek gibi değil elbet, bir sınav sonucunun heyecanı değil yaşanılan.
Bir evladı toprağı veremeyişin kahreden acısı ile beklemek...

Onu hiç kimse öğrenmesin çocuk.
Kimse bunu bi başkasına öğretmeye kalkmasın.

Sen sakin utanma çocuk.
İnsan olan, insanca yaşamı savunan herkes yeterince utanıyor zaten.



-----
Haber / Fotoğraf

22 Ocak 2013

Bu Ülkede Doğum Kontrolü İle...




Dün akşam mutfakta yemek hazırlığı yaparken kabaran kulağımın duyduğu cümleydi:

"Bu ülkede doğum kontrolüyle "kısırlaştırma hareketi" yaptılar..."

Güneydoğu şartlarına göre 3 çocuktan fazlası yapılmalıydı. Hatta -refah düzeyi ve okullaşma oranının ülkenin en yüksek değerlerine ulaştığı!- güneydoğuda daha fazlası yapılmalıydı. Eskiden amerikan bezi vardı şimdi iş kolaydı... -Bütün mesele boku temizlemekti.- Süt de anneden olunca çocuğu büyütmekte ne vardı...

Kulaklarım daha fazla bu sözlere maruz kalmayı reddetmiş olacak ki, avaz avaz şarkı söylerken kestim parmağımı... Acısı ile irkildim. Sustum ve geriye gittim:

Yıllar önce bir hastanede çalışırken gelmişti kapıma. Bir tişörtle altı bağlanmış bebeğini susturamıyordu ve parası olmadığı için kimse bebeğine bakmıyordu. Kucağıma aldım bebeğini, şaşırdı, üstün kirlenmesin dedi... Kirlensin, yıkarız temizlenir dedim. İlk defa o zaman gülümsedik birbirimize... Çocuk doktorlarına rica ettim, kırmadılar sağolsunlar, ne gerekiyorsa yaptılar. Uzunca bir süre kendi aramızda para toplayıp, süt, bez, kıyafet aldık bebeye... 

Gel git sohbetlerde öğrendim; henüz 24 yaşında olduğunu. O bebeden gayrı 4 tane daha çocuğu olduğunu ve terk edilmiş bir bahçede köpeklerle birlikte geceleri uyuduklarını. En büyük oğlunun 9 yaşında olduğunu, kocası olacak adam tarafından defalarca dayak yediğini, bayıldığını, çocuklarının önünde tecavüze uğrayıp, sabah döller üzerinde uyandığını... Sonunda dayanamayıp evi terk ettiğini, cemevinin ona sahip çıktığını, kontrol için gittiği sağlık ocağında ona spiral takıldığını, artık hamile kalmayacağı için ne kadar mutlu olduğunu, bir fabrikada bulaşıkçı olarak çalışmaya başladığını, bir göz odada çocukları ile yuva kurma hayalini, kocası olacak o adamın onun izini sürüp onun ve çocuklarının hayatını bir kez daha kararttığını, spiral kaydığı için kanamalarının arttığını, çıkarttırmak zorunda kaldığını ve ondan sonra iki kere daha hamile kaldığını, en sonunda kaçıp çöplerden beslenip sokaklarda uyumayı göze aldığını... En büyük oğlunun ayakkabı boyayıp para kazandığını, hırsızlığın günah olduğunu çöplerden insanların yemediklerini toplamanınsa bir erdem olduğunu anlattığı çocukları ile geceleri herkes uyuduktan sonra çöplerden topladıkları ile pişirdiklerini, köpeklerin getirdiği kuru ekmekleri ve daha nice ayrıntıyı dinledim ondan... 

Sonra bir gün iki gözü iki çeşme geldi odama... Büyük oğlu ve bebe yanındaydı... Susturmak için çabalamadım. Uzun süre ağladı. İçi kuruyana kadar derler ya... Sandım ki onun ki hiç kurumayacaktı.... 

"Çocuk esirgemeden geldiler; sadece ikisi yanımda kalabilirmiş, 3 taneyi onlara vermemi istediler... Ama hangi üçünden vazgeçebilirim ki ben... Büyük oğlum bebenin sana ihtiyacı var, kızı al yanına biz üç oğlan idare ederiz deyip duruyor. Sana danışmaya karar verdik." 

Bana...

Henüz 28 yaşında, hiç anne olmamış bana... Ne diyebilirdim ki... Dilim sustu... İçimin çığlıkları susmadı. Ne yaptı bilmem... Nasıl vazgeçti bilmem... Kalanlara ne anlattı bilmem... Gidenler oldu mu, onları bi daha görebildi mi bilmem... Kocası olacak o adam onu rahat bıraktı mı bilmem... O bütün bu olanlardan sonra rahat bir uyku uyayabildi mi bilmem... Bildiğim böyle durumlarda empati falan yapılmadığı... Böyle durumlara şahit olunmadıkça, karı boşamanın herkese kolay olduğu... 

Demem o ki... Bu ülkede doğum kontrolü bazı kadınlara ulaşamadı. Ve bazı anaların memeleri bırakın iki yılı iki kere emzirecek kadar bile süt dolmadı. 

Şartlara gelince... Bu ülkenin şartları ne yazık ki iki ucu boklu bir değnektir ve ne yazık ki bez dokuyacak bir tezgah bile kalmadığından, değnek elde dolaşıp duran işsizler ordusuna her geçen gün yeni bebeler eklenmektedir. 




Görsel için / deviantart

08 Mart 2012

YARIN YOK!



Bazılarımız için yarının bugünden bir farkı yok... 
 Bazı kadınlar içinse ne dün vardı, ne bugün olacak... 
 Ve bazıları yarını hiç yaşayamayacak!



20 Ekim 2011

24



bir anneydi kocatepeden el sallayarak oğlunu uğurlayan ve bir abiydi bağıran
BİZ VARIZ!
"Oğuz var, Yavuz var, Deniz var"

dimdik duruyorlardı ayakta... 
anneydi onlar babaydı, abiydi, ablaydı, kardeşti. 
nişanlıydı, eşti, çocuktu onlar.
ayakta dimdik durdular.

gözlerindeki yaşı, yüreklerine taş yapıp bağırdılar:
şehitler ölmez!

şehitler ölmezdi bu ülkede
sonsuza giderlerdi...
sonsuz acıyı yüreklere 
gömüp giderlerdi...

artık gitmesinler!
artık
oğullar, 
eşler, 
babalar 
abiler
kardeşler
ÖLMESİNLER

11 Eylül 2011

Eksik Kalsın



Sabahın erken saati. Bir taksi durağının önünde bekleyen iki kadından biriyim. O işten çıkmış belli, ben henüz yeni gidiyorum. İkimizde de kısa etek. İkimiz de makyajlı, onunki biraz akmış. Ben ona bakıp kendi göz altımı siliyorum. Bana bakıyor. Ona bakmama mı bozuldu bilemem ama bana bakıyor, gözleri kısık ve bir parça gergin. Gülümseyen bir bakışı, 'sana ne be' edasıyla omuzunun üzerinden gözlerimin içine bırakıyor. Ben bakışlarımı kaçırıyorum. Ürktüğümden falan değil, utandığımdan.

Üzerine hikaye yazmayı sevdiğim sokaklardan birinde, yağmurlu bir İstanbul sabahında, karşıya geçmeye hazırlanırken, gideceğim mesafelerin hesabında değilim. Tek istediğim, az önce bana bir gülümseme bırakıp giden kadının üzerine bir öyküyü yazabilmek:

Durağa yaklaşan taksinin ışığı almasa gözümü, dalıp gittiğim o otelden çıkasım yok... Taksiye bindim, her hangi bir sabahtan farkı yok bu sabahın benim için. Arka koltuğun, yağmurun neminden nasibini almış kokusu siniverdi üzerime. Yer: Gene o otel odası...  Hikaye: Her hangi bir kadına ait olabilir... Mesela; Aysev... Metruk bir beden gibi uzanıyor kadınlığı akşamdan kalma sarı lekelerin arasına. Odanın kokusu, az önce bitmiş bir adamdan kalanlarla kadının acılarının yoğrulması ile havaya karışmış, ağırlığı teni yakan asidik bir alkol. Kadının uzanan bedeninden damlayan kan mı? Uzağında kalıyorum. Delilleri bozmadan yazabilmeliyim bu öyküyü. Dağınık çarşafların arasında parlayan, ucu sivri metale takılıyor gözüm. Bir kaç adım atıp, yerdeki iç çamaşırlarına basmamaya özen göstererek eğiliyorum o parlaklığın üzerine. Bir bıçağın saplanırken kırılmış ucu gibi... Belki de gördüğüm bir yürek kırığı. Neresindeyim bu öykünün. Kahramanını nereden tanıyorum. Çocukluk arkadaşım olsun Aysev...
Çocukken hangimiz biliyor ki kaderini... Hangimiz alın yazısını biliyor... Hangimiz? Sence de böyle sonlar alın yazısı ile açıklanmamalı değil mi Aysev... Kaderi olmamalı kadınların okşanmak isteyen ellerce öldürülmek.
Adın ne güzeldi senin. Ya o buğday sarısı saçların. Bulutsuz günlerdeki ay gibiydi yüzün, nasıl da parlardın daha çocukken bile. Söylesene kimler boyadı saçlarını kızıla senin...Yokluğumu fırsat bilen polisin... "o yolun yolcusuymuş zaten" demesine patlayan öfkemle, yatağın başında duran komodinden düşen su bardağının tuzunda toparlanıyor ekip buzunda bir kez daha dağılıyor. Onlar otel odasını terk ederken Aysev'den kalan geceliğin duruşunda takılı kalıyor gözlerim. Üzerindeki lekenin şarabi tonu yakıyor boğazımı. Duvarlarındaki iri çiçekli desenli kağıtların kalkan uçlarında, sıvası dökülmüş bir duvar... Nasıl da özetliyor her şeyi diyorum, tek bir cümle: Zaten o yolun yolcusuymuş... Polisin demesi, 80 tane aşkım kayıtlıymış. Aşkım1... Aşkım2... Aşkım3... ve böyle uzayıp giden 80 AŞK!
Bütün kadınlar gibi tek bir aşkla yetinecekken, neydi seni 80 aşka iten... Nasıl büyüdün sen o elma ağacından düştükten sonra... Nasıl koştun o sokakları... Nasıl yürüdün kaldırımlarda, kimlerle karşılaştın okuyup da adam olamadığın sıralarda...
Aysev, çocukluğumun oyun arkadaşı. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuğu. Elimizde bebekler, onlara giydirilen mendil elbiseler ve bir eşi olmayan küpeler, bozulmuş kolye uçları ve boncuklar... Ne zaman büyüdük biz. Nasıl bu kadar acımasız bir dünyada karşılaştık yeniden.
 Neydi o durakta o kadınla beni karşı karşıya getiren... Ondan sana uzanan hikaye neydi Aysev... Neydi benim öykümü senden, seninkini benden farklı kılan. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuklarıydık biz. Beni hayatın içinde bir kadın olarak var eden ve seni hayat kadını olmaya iten neydi Aysev.
Gazete haberlerinde okuduğum o otel odasında 'aşığı tarafından 8 bıçak darbesi alan hayat kadını' başlığının kırmızı neon ışıkları ile duvarına yazılan 'aşk yuvası'na takılı kalıyor gözüm... Sen her oyunda yuvanda bir anne olmayı dilerdin... İçi boşaltılmış bir sevdanın, kenara itilmiş bez bebeklerinden biri gibi, saçları dağılmış, üstü başı parçalanmış, gözleri oyulmuş bir halde hayatın ortasına bırakılmasaydın aşıklarından biri tarafından acımasızca sonlanır mı hikayen yine de... Ve ben o sabah, o kadında görmesem yüzünü, gözlerini ve bana; "sana ne be" deyişini... Sahiden Aysev... Dile gelip söylesene... Bize ne mi... Yoksa bize mi her şey. Anlatmak istediklerin aslında hep bize miydi senin ve senin gibi aşıkları tarafından öldürülmesi hak görülen o yolun yolcularının öyküleri hep bize miydi... Biz mi yazmayı bilemedik Aysev... Biz mi okuyamadık... Biz mi anlayamadık... Dile gelsen de söyleyebilsen keşke Aysev... Belki, belki bu sefer, belki de ilk defa anlardık ölümün diz çökmüşlüğünü... Belki acımaktan fazlasını yapardık. Belki bize dokunmayan yılanın başını ezerdik, senden farklı bir çocukluk yaşamadığımız için. Hem yaşasak ne fark ederdi ki Aysev... Bir zamanlar hepimiz sokaklarda evcilik oynayıp da anne olmayı kuran güzel yüzlü çocuklar değil miydik.

***



Bazı şeyler eksik kalsın isteriz. İsteriz ki, o hikayeyi okuyup geçip gidelim. Ama bir de gerçekler var... Üçüncü sayfa haberlerinin gerçeği. Çoğalıyorlar, artıyorlar, sanki dil birliği yapılmışcasına meşrulaştırılıyorlar... Bir öykü başlamışım sonu gelmemiş, üzerinde çalışamamışım. Arşivi karıştırırken buldum, 2009 yılında Ağustos ayında  düşmüş taslağa... Okuyunca,  Aydan Atlaya Kedi'nin yazısını hatırladım. Yorum olarak şunu yazmıştım:

nasıl da anlamsız kalıyor iyi dilekler... gün be gün artıyor şiddet ve sadece üzülmekle kalınıyor. temenni cümleleri havada asılı. kimse o cümlelere sahip çıkamıyor. geçen biri demişti; üzülme süremiz bile kısaldı öylesine sıradan artık ölümler.


Değişen olmamış... Kadınların sayısı artmış.. Bıçak darbeleri çoğalmış... Yorumda da yazdığım gibi azalan bir tek üzülme süremiz olmuş. Bir de bu öykü ile diğerlerini ayıran: Aysev bir hayat kadınıymış!


görsel / deviantart

28 Kasım 2010

Titreyen Yan/gın

Seneler önceydi, bir İstanbul akşamında Muhsin Ertuğrul'un sahne tozunu yutmaktan dönüyorduk. Ben Godot'un beklediği yerdeki ağacın bir dalıydım. Ne garip ki bu anı belleğimde sadece bir gece öncesi bir mat üzerinde sahnede uyumamla sınırlı. Ve provalarda ağaç dalı olmamla...

O gece o sahneden çıkıp -google sen çok yaşa- 1992 yılının ılık bir bahar akşamında gençliğimizin verdiği heyecanları alevlendirmeye gidişimizi, çok içtiğimizi, çok güldüğümüzü ve yola çıkarken herkesin biraz daha kalmak isteyişini hatırlıyorum. Bir iki gün sonra aldığımız kötü haberle sarsılmıştık hepimiz. Yanıyordu... O çok sevdiğimiz ve bir daha gidemeyeceğimiz köprü altı balıkçımız yanıyordu. İçimiz yandı. Ben bir daha o köprüden hiç geçmedim. Yeni yapılansa benim köprüm değildi. Altından akan suları da bir daha durup  seyretmedim.

Seneler önceydi. Gençliğimin deli dolu zamanlarında, kendimden bile bunalıp kaçmak istediğimde, gecenin birinde kalkan mavi trene binerdim. Ali Abi'den aldığım içi çıkartılmış acılı yarım köfte ekmek ve elde bir kitap ile düşerdim aşığı olduğum şehrin yollarına. Ah o Doğançay. Gecenin karanlığında bile akardı içime. Akıtırdı içimde ne varsa. Gün ağırmasına yakın duyardım martıların çığlık çığlığa kanat çırpınışlarını. Beni karşılayan hep o olurdu. Görkemli büyük yapısı, yüksek nefes alan tavanları ve eskimiş yüzüne rağmen gülen raylarıyla hep o... Güvercinleri besler bir sonraki seferle dönerdim eski şehrime, tekrar ona kavuşacağımı bilerek arınırdım hüznümden bir tutam huzur koyardım yanıma.

O yanıyor şimdi. İçimde bir yer yanıyor. Üzgün değilim anladığınız anlamda. Kırgın, kızgın ve öfkeli değilim. Onun kendi tarihi içinde benim kişisel tarihimin ayak sesleri var, yürüdüm ben o merdivenlerde ve çorba içtim gar lokantasında bir sabah vakti. Kimbilir kaç gözyaşını bırakmışımdır raylarında. O şimdi yanıyor. Daha bir kaç gün önce hiç planda yokken Karaköy'den Kadıköy'e vapurla geçmeye karar verdiğimde aklımda yoktu karşılaşacağımız. Bugün o karşılaşmamızdan elimde kalan titrek fotoğrafına bakıyorum. Görkemine ve yalnızlığına.  Titreyen bir yangın alıyor hüznümü. Gecemi boğuyor gözyaşlarım. Garip geliyor kulağa biliyorum ama vedalaşabildiğime seviniyorum.





24 Ekim 2010

Kimse Kusura Bakmasın



Dünden beri yazıp yazmama konusunda düşünceliyim aslında. Sebebi de şu ki; ben kişisel olarak giyim kuşama karışılmasının, tek tipleştirilmenin  -her anlamda- yaratıcılığı öldüreceğine, zenginliğin -maddi değil elbet- çeşitlilikten geleceğini savunmuşumdur. Bu şartlar altında bakıldığında başörtüsü bayrağının geldiği son noktada, Başbakan'ın ‘Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası’ konulu forumda başı açıklara çıkışması konusunda, yani hak savunma konusunda iki çift laf söylemezsem -başı açık olarak, cevap hakkı doğuyor değil mi- kendime daha sonra çok kızacağım. 

Savunulması istenen söz konusu hak, bir bayrağa dönüştürülmek isteniyorsa, söz konusu hak, baskıya varan bir yapıyla mahallede huzursuzluk yaratıyorsa, durup düşünmek gerekmez mi? Neyin hakkı, kimin hakkı diye...

Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmanın, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutum olduğunu söyledi.(*)

Kimse kılık kıyafetine göre, inancına göre, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakılmazdı, eğer o kılık kıyafet siyasete alet edilmese, bir bayrağa dönüştürülmese ve 'eğer taraf değilsen bertarafsın' ile sindirilmeye çalışılmasa. Gelinen noktada dini inancından dolayı mağdur olanlar vardır elbet, ama bunu gene o dini inancı bir kıyafet olarak üstüne giyip, o kıyafetin altında türlü ahlaksızlığı özgürlük olarak tanımlayanlar yaratmışlardır ki bu noktada onların hakkını savunamayacağım, kimse kusura bakmasın. Yozlaştırılan, içi boşaltılan bir inancın savunucusu olmayı kabul etmediğim için de kimse benim kişisel hak ve özgürlüklerin savunucusu olmadığım sonucunu çıkartmasın.

Dini inancını yerine getirmek konusunda bugün gelinen noktada bile, samimiyetini, saflığını ve dürüstlüğünü koruyanlardan da bu anlamda özür dilerim, onların da bu oyuna istemeden dahil olduğuna dair endişemin altını çizerek. Affetsinler, ben dini kıyafet olarak giyenlerin oyununa dahil olamayacağım. İnancımı, bana öğretildiği gibi, Allah'la kul arasında bırakacağım.



(*) İlgili haberden alıntı.