YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2024

Sevmek Üzerine

Çok laf edilir belki, hele de günlerden bir gün ilan edilmişse... Farklı rivayetler var elbette. Bir kaç klavye marifeti ve google yardımı ile; buyurun çıkış noktasına... 


14 Şubat ile romantizm akımını ilk defa birleştiren isim, İngiliz şair Chaucer'dir. Şair 14. yüzyılda yaşamış, kuşların eşlerini seçtiği tarih olarak 14 Şubat'ı gözlemlemiştir. Bu nedenle o günlerden günümüze 14 Şubat Sevgililer günü hikayesi olarak Chaucer'in romantik bakış açısı anlatılır.

*** 

Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Valentina Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat'ında da Hıristiyan şehitliğine gömüldü. O gün itibariyle Sevgililer Günü'nün kutlandığı ifade edilmektedir.


***

Bizim kuşak aşk ile sevgi karşılaştırmasında, sevgiden yana tavrını bir filmle ortaya koymuştur. 1977 yılında usta yönetmen Atıf Yılmaz tarafından çekilen film herhalde coğrafyası ve kültürü ile harmanlanan en başarılı "aşk" filmlerinden biridir. Cengiz Aytmatov'un "Kırmızı Eşarp" adlı eserinden uyarlanan efsane Yeşilçam filmi ile büyüyen bizler için "Sevgi neydi? Sevgi emekti" repliği kıymetlidir. Cahit Berkay'ın tınısı kesinlikle neredeyse kusursuz bir uyumla fondadır ve belki de derin derin her bir sahnenin hafızamıza mıh gibi kazınmasında en az oyuncular ve replikler kadar payı vardır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Diğer adıyla Asya, İlyas ve Cemşit... 





Yüreğinin sesine kulak vermek bir el mesafesindedir. Filmin bir sahnesinde İlyas'ın bakışlarından süzülen tek bir replik ile aşkla aşka koşar Asya... Ne kural tanır, ne engel. Uzatılan ele koyar yüreğini... 

Final sahnesi vurucudur! Kıymetini bilenin de hem fikir olacağı kesin olan, sevmek ve elbet güvenmek galip gelir. 


***

Yeğenle oturmuş, erken yaşta yaptığı ve yıllar sonra henüz çocuk olmadan ve çok geçmeden boşanma ile sonuçlanan evliliği üzerinden konuşurken... "güvenmek öyle kıymetli ki, sevmek kadar, ve biliyor musun yüreğin aşkla çarpıyorsa yaşamaya, aşık da olursun sonunda" derken buldum kendimi. Gözleri pırıl pırıl baktı eşim bana... "yüce gönüllüm" dedi. Ne çok seviyorum bu "etiketi" bilemezsiniz. İlk defa duymuyordum ve ilk duyduğum zamanlara kıyasla daha çok benimsiyordum. İnsan 50 yılı geride bırakınca, kendine ait olan ve olmayan tüm "etiketleri" ayıklamayı, onu huzurlu kılan, mutlu eden, sevgiyle, coşkuyla uyanmasına sebep hallerine sarılıyor. Okşuyor, takdir ediyor ve elbet sabahları aynada kendinden bir makas alıp "aferin" de çekiyor ki, bunun ne kadar kıymetli olduğunu ancak yaş kemale erince fark ediyorsunuz. Çocukluğun anne baba onayı, arkadaş, dost, kanka onayı, okulda öğretmenin takdiri, işte patronun takdiri falan solda sıfır o kadar diyeyim size... İnsanın kendi değerlerinin farkına varıp, kendini sevmesi kadar anlamlı bir şey yok hayatta. Beğenmişlik değil sözünü ettiğim, kendini işleme, kendindeki iyiyi ve elbette eksiği, kötüyü, fazlayı fark etme. İnsan kendi kıymetinin farkında olursa, karşısındakinin de hakkını veriyor. "Ayna ayna söyle bana" daki en güzel ayna da insanın sevme biçimi oluyor.

***

Hayatı sevince bence o da seni seviyor. Yaşadığın anların kıymeti senin kıymetini parlatıyor. Sen bazen ve çoğunlukla günlük rutinin içinde koştururken biri çıkıp "değdiğin her şeyi güzelleştiren arkadaşım" diyor, sen gülümsüyorsun, bu etiketi de alıp bir kenara koyuyorsun. Sonra biri çıkıp "bu ne öfke yakışıyor mu" diyor.  Öfkeni alıp haklı taraflarını elde tutup, fazlasını törpülüyorsun. Öfkeni de zamanla seviyorsun. Oysa  "inatçı" etiketini yıllarca taşımışsın, üstelik derdin inat değilken. Şimdi seviyorsun, fazlasını bıraktın çünkü yolda. Zamanla gözyaşını, umutsuzluğunu, kahkahanı, sesini, kelimelerini... Seviyorsun sen olmayı ve olduğun gibi sevmeyi kendini. Tozunu ala ala ilerliyorsun, yaşının verdiği olgunluğa, içindeki muzip, seksi, oyunbaz ve cilveli'den dozunda ve yerinde eklemeler ile her güne, o gün ilk sabahınmış gibi uyanıyorsun... Seviyorsun yaşamayı, ne sevmesi canım, düpedüz YAŞAMAYA AŞIKSIN!

***

Ezcümle demem o ki, 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 

***

Nazım'a ve tüm yaşam ustalarına SAYGIYLA...


08 Ocak 2024

Kaçış


"Buradayım. Beni sağaltan yerde." demiş ve bırakmışım. Kim bilir neden? Tarih: 16.12.2023, öğle saatleri. 

Günler sonra; şu paragrafı yazıp yine bırakmışım. Muhtemelen tetkik için gittiğim doktorun raporu yazış biçimine özenmişim. Sonra da kalemli ultra tabletimde bu satırları yazmışım. 

"Rapor yazan hocanın elindeki cihaza ihtiyacım var. Ben konuşuyorum o yazıyor. Hatta ben düşünüyorum o yazıyor. Bence elimdeki hali hazırda bu yazıyı yazmayı kolaylaştıran bu cihaz hala biraz sorunlu. İtiraf etmeliyim ki, benim gibi kağıt kalem sever biri için biçilmiş kaftan sanıyorum."

***

Bugün Sevgili Buraneros'un "YOKOLUŞ" yazısını sabahın karanlığında okuyunca ve uzun uzadıya bir anımdan bahsedince fark ettim ki, ben sabah yazarıyım. Kazara yazar olmam bundan mütevellit bile olmuş olabilir. 

Yoğun paylaşımlı geçen blogger günlerimde de sabah erkenden kalkar, çala kalem yazardım aklıma düşeni. Okumaya bile fırsat vermeden basardım "yayınla" tuşuna. Biraz özenle kim bilir neler çıkacaktı ama o özeni göstermek için klavye başına otursam kesin beğenmez göndermezdim bir çok yazımı yayına. 

En son yazımı 4 Eylül'de yazmışım. Ondan önce sadece 1 yayın var, 1 Ocak 2023 tarihli. 

"İnsan söyleyemedikleri kadar mıdır diye soran o çakır gözlü çocuğa da dediğim gibi, insan yüreği kadardır. 

İçinde iyilik, sevgi ve şefkat biriktir ki, zamanı gelip sebebi belli taşmalarda, kendine mendil olasın. 

Merhaba 2023... Böyle dile geldin. Hoş geldin. Hep dediğim gibi, asla vazgeçmeyeceğim gibi, iyikilerin çok, keşkelerin az olduğu merhametli bir yıl daha geçirelim, sevdiklerimiz ve bizi sevenlerle."


demişim.
 
Şimdi dönüp bakıyorum da, iyikilerin çok, keşkelerin az olduğu merhametli bir yıl geçmiş kendi adıma... Dünyanın türlü acımasız hallerini ve ülkemin gidişatını sınırlarını çizmek konusunda uzun mesai harcanmış korunaklı yüreğimden uzak bir kenara koyarak yaptığım yorumum bu elbette. Yoksa... Daha ne görecekti bu gözler, neler duyacaktı bu kulaklar acaba demeye kalmadan başlayıverdi 2024.

***




Bu yıl Frig vadisinin uçsuz bucaklığında girdik yeni yıla. Maviş sağ olsun. Takvim sayfalarından ibaret üç otuzluk ömrümün, ikinci otuzuna var daha 3-5 yıl, ve ben artık biliyorum ki, şimdilerde doğada olmak beni en az yazmak kadar sağaltıyor.



Bazen bir yazı okuyorum, kitaptan bir cümle, gazeteden bir başlık... Taşıyor içim. Evet hala elle tutulur o kağıt kokulu içerikleri seviyorum. Digital platform olarak instagram en sevdiğim. Yararlı ve beni mutlu eden içerikleri bulmak konusunda epey mesafe aldığımı söylemeliyim. Ara sıra zaman geçirmek konusunda kontrol düğmesini çevirmek gerekiyor yoksa ciddi bir sarmal söz konusu olabiliyor.

Havaların soğuması ile evde geçen süre çoğalınca, film izleme grafiği yine yükselmeye başladı. Pandemi ile hayatımdan çıkan sinema ile aramızdaki mesafeli ilişki ne yazık ki devam ediyor. Oysa ben bir filmi sinemada seyretme tadını başka hiç bir şekilde alamadığı için şehir şehir festival gezen bir aşıktım. Aşklar da bir zaman geliyor ve şekil değiştirebiliyor demek ki!

Mesela geçen gün bir film izledik ev sinemasında, dilimize Kızgın Güneş olarak çevrilmiş. Filmin kahramanı Amerikalı kadın, yaşadığı aşk ve evlilik acısı sonrası hayal kırıklıklarını da yanına alıp, en yakın arkadaşının da teşviki ile gittiği İtalya'da alıyor soluğu. "Kaçmak" temasının aradığını "bulmak" olarak evrildiği bu filmde bence kıymetli olan şeylerden biri, duaların karşılığı ile ilgili repliklerdi. Kadın kahraman tesadüfen aldığı evinin tamiratı sırasında, bu evde bir düğün olsun, bir aile yaşasın diliyorum diyerek evin hayat bulmasını diliyor. Elbet film olsun diye elinden geleni ardına koymuyor, ama ana karakterimiz duasının gerçekliğini ancak bir başkasının açıklaması ile idrak ediyor. Düğün onun değil, aile de ama dua karşılığını buluyor işte. Mutlu olmak için yeterli değildir de nedir? Film eleştirisi ve üstüne düşünceler konusunda bazı eleştirmenlere taş çıkaracak bir arkadaşım varken filmle ilgili bir şey daha yazmadan buralardan uzaklaşıyorum. Derdim dualar, niyetler, açılan kapılar, kapanan pencereler... Gerçekler hayallerden ilham alır diye boşuna bir inanış değil benimkisi, tam hayal ettiğimiz gibi gerçekleşmese de gerçekleşene farklı bir bakış açısı geliştirebilirsek, fark ederiz ki, onu dilemiştik.

***

Of of... Fazla oradan buradan biraz da suyundan oldu ama, aklıma gelmişken yazmadan geçmeyeyim. 

Doğu mistitizmine merak salan bir adam, yıllarca sabah meditasyonunda "kalbimi yeniliklere aç, kalbimi iyiliklere aç" diye dua etmiş, ne mi olmuş, yaklaşık10 yıl sonra açık kalp ameliyatı geçirmiş, ve sonra tüm hayatı değişmiş. Sanırım kıssadan hisse kısmına tam da burada geldim. Demem o ki, dua, iç ses, niyet önemli. Mesajı açık, net vermek de öyle. Sonuçta görmesini bilirsek, karşımıza da o çıkıyor. Yağmurdan kaçmak isterken doluya tutulmak da bence böyle. Öyle endişe ile kaçıyoruz ki yağmurdan, "doluya tutulacağım, kesin sırıl sıklam olacağım" diye diye "kendi kendini doğrulayan kehanetler" gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Üstelik yağmurun şifasını bir türlü anlamıyoruz. 

Mesela siz hiç bile isteye yağmurda ıslandınız mı? 

Ben bir kaç kere ıslandım. 

Sonu düşlediğiniz gibi olmayacak bir aşka evet deyip kafa göz girdiniz mi o ilişkiye?

Ben girdim. 

Garantisi yok hayatın. Denklem hiç de ilk okul matematik bilgimiz ile örtüşmüyor. 2x2 çoğunlukla bir, nadiren beş oluyor. Sonuç ne olursa olsun, her biri bizim hanemize ekleniyor. Artı veya eksi, sonuçta bugünkü biz yapıyor. Memnunsanız ne ala, değilseniz tavsiyemdir, bakış açınızı değiştirin. 

Fotoğrafçılık kursuna gitmiştim yıllar önce, oradan kalan bir cümle ile bitireyim "2024'e Merhaba" yazımı;

"Herkes fotoğraf çeker bir kişi doğru açıyı yakalar!" 

Gel bakalım 2024 bildiğin gibi, benim duam bu yıl da geçerli... 

***

Okura Not: Yazı başlığına bakıp bu yazının kaçışla ne ilgisi var diyebilirsiniz? Çok derim, çünkü yazmak da doğa da olmak da, bir kaçış barındırır özünde. 


01 Eylül 2022

Yaz Bitti Mi?



Yazın bittiğini nereden mi anlar insan? 

Sizi bilmem ama ben içimdeki hüznü sevmeye başlarım, 
mumlar yakarım alaca karanlık görülünce ufukta, 
kırmızı şaraba uzanır elim kerahat vakti gelip çattığında, 
sade bir peynir tabağı hazırlarım bademli, bir tabakta siyah üzüm ve incir olur mutlaka. 

Düşen yaprağa söylerim tek bildiğim sevda şarkısını makamı hicaz olsa da, 
serinleyen havada asılı kalır yarına dair hayallerim umudum çok olsa da, 
eğer ille rakı isterse canım, içeri odaya kurarım anadan yadigar beyaz dantelli masamı,
geçip giden buluta değebilsin hüzne çalan kahverengi gözlerim diye, 
yarı açık bırakırım yüreğimin sol kanadını.


Sonra o çıkagelir geçmişten, sohbetin koyu yerinde değer cam cama can cana, 
titrer bedenim, titreyen bakışı karşısında, 
hatırlarım,
dokunuşu ipekten bir yorgan gibi sarardı bedenimi sonbaharın ayazında,
yağdı yağacak bir havada ilk oturduğumuz köşe başına gider düşlerim, 
dalarım,
onu olduğu yerde bırakıp tek başıma ağlarım. 

Sizi bilmem ama ben yazın bittiğini onu özlediğimde anlarım. 
Aylardan da Eylül'ü severim en çok,
 onu bana getiren, 
beni benden alıp daha iyime götüren
 o şahane günü hatırlar,
bir mum yakıp elimde kırmızım 
hazan mevsimini seyre dalarım.  




 


29 Temmuz 2022

Bensiz Ben Yolumu Bulamam


20'li yaşlarım. Sezenli yıllar. 

Nerede dert, tasa, elem ben de bir Sezen şarkısı, nerede aşk, coşku, umut, bende yine bir Sezen şarkısı. 

Günlerden bir gün... Tanışıyoruz, çok seviyorum.

Yollarım hep kendimden öteye çıkarken ve sanıyorken kurtuluş O'nda 

ve üstelik

O değişiyorken her tutunduğumda!

Ben her onsuz kalışımda haykırıyordum avaz avaza: 

Sensiz ben yolumu bulamam!

 


Düşe kalka, tökezleye, ağlaya... Buluyorum. 

Gözyaşlarımda boğuluyorum. 

Her sabaha suskun uyanıp, her geceye konuşmaktan yorgun düşüp sızarak devam ediyorum. 

Yolculuğum uzun sürüyor. 

1 evlilik ve iki aşktan sonra O'nsuz değil, bensiz yolumu bulamayacağımı fark ediyor, 

Ve yolculuğumun yol arkadaşını buluyorum. 

Sevgiyle başlayıp aşkla devam ederken,

Artık biliyorum,

Bensiz ben yolumu bulamam.


Bana beni gösteren, anlatan, bu yolculuğumda bana eşlik edenlere teşekkürlerimle...





22 Nisan 2022

Bazı Sabahlar

İki sabah önce bir şarkı ile uyandım... Dil 90'lar, yürek biraz daha ileri yıllara sarmış. Ne güzleri geride bıraktı şu yürek, ne acıları, ne aşkları, ne sanmaları, ne aldanmaları, ne baharları yaşadı, ne kelebekler uçtu rengarenk, ne örümcekler ne ağlar ördü duvardan beter. Dile geldikçe anlatır yeter ki suskun kalmasın yüreğim kederlerden. Şöyle bir blog yazılarıma bakıyorum da galiba kederlerimde bile susmayı değil de yazmayı tercih etmişim. Anlattıkça rahatlamış, ördüğüm duvarları tuğla tuğla, kum tanesi kum tanesi sökmüşüm. Aferin kendim. 

Geriye sarıp gelmesi güzel oluyor, sizde de olmuyor mu? Fotoğraflar geçti içimden, anlar durdu gözlerimde, avcumda hissettim sıcaklığını yaşanmışlıklarımın.  Bugün olan halimden memnun, o günkü hallerime şükür ile doluyum şimdi. Valla bir aferini daha hak ettim. Dur geciktirmeyeyim: Aferin kendim.

Nerden mi geldim buralara, geçenlerde Buraneros sessiz sakin büyüyünce, çaktırmadan ama usul usul duyurunca yaşının yaş aldığını, e bir de "yaşamak" halini "en sevdiği" ile taçlandırınca yıllar içinde,  kaleme almış hallerini, 

Yaş Aldıkça Değil Yaşadıkça Büyüyormuş İnsan


diye ahkamlar bile kesmiş. E hakkıdır. 

Bir sohbetimizde demişti, hayat 50'den sonra daha bir güzel oturuyor yerine, tatların değişiyor, gelişiyor, zamana yayılıp, katmerleniyor. 

Galiba insan tercihlerini "bencileyin" zamanın azlığına da sığınarak belki de, kendinden yana biraz fazlaca kullanıyor. Ben öyle yapıyorum uzun senelerdir, sevmediğim bir kitabı yarıda bırakıyorum, sıkan bir diziyi pat değiştiriyorum, film sarmadı mı hemen ileriye sarıp sonlandırıyorum, insana gelince, canımı sıkan, acıtan, vaktimi boca harcayan, yüreğimi darlayandan sessizce uzaklaşıyorum. Kırmadan dökmeden gerekirse onu da yaparım da, gençlikteydi o haşin günlerim. Yaş kemale erdi hatırlarsanız, bilgece hallediyorum işlerimi 😉

Benim kadim dostum, geçenlerde sormuş, ki kendisi vakti zamanında sevmediği bir film için sabahın ışıklarını görmüştür. 

Sonra da kendininkini porselene evirmiş. 

Malzemesini bilmem de kalbin içi ne kadar dolu ona bakarım ben. Neyle dolu? Bak bu kısmına fena takılırım. 

Şaşkın'ın o yazısına Zeugma bir yorum yazmış ve demiş ki -''Yaşanan her şey değerlidir'' diyebilmek şahane olurdu aslına bakarsan. Ama işte her zaman olamıyor be can komşum. Keşke olabilseydi...-


İnsan 50'sine gelince yaşanan her şey değerli oluyor. İyi, kötü, canına can katan, canına ot tıkayan, nefessiz bırakan, nefes aldıran her ne yaşadıysan, "sen" oluyorsun. O "seni" kusurlarınla, artılarınla, sende olup başkasında olmayanla, herkeste olanla ve herkesten farklı kılanla, seni sen yapan bütün "o" larını severek ve onlarla tokalaşarak seviyor ve yoluna devam ediyorsun. Hayat belki de Sevgili Buraneros'un da dediği gibi, yaşadıkça güzel. Korkmadan, çekinmeden, acı çekerek ve çok severek, hatalarına rağmen ve hataların yüzünden, yaptıkların ve beceremediklerin için, denediğin ve belki çok deneyip de sonunda başardığın için, yıldığın, yıktığın, üzdüğün, üzüldüğün, içtiğin, seviştiğin, yediğin, gezdiğin, hayal kurduğun, o hayaller içinde birinin hayali olduğun, bazısına iyi, bazısına kötü, bazısına fedakar, bazısına bencilce yaklaştığın, bazısını sarıp sarmaladığın, bazısından tokat yediğin, kimine göre kazık attığın, kimine göre çok fazla kendinden vazgeçtiğin hallerinin hepsi "sensin". 

Yaşamak güzel... 

Cesareti olana, cesaretli olup "hata" bile olsa yapana... 
Hepsi yanına kar, yüreğine yaşama sevinci. 
Zaman bu işlerin en büyük öğreticisi, göstericisi. 

Nereden nereye gibi bir sabahta mıyım neyim? Savruluyorum gibi de ama bir yandan da bir derdim varmış da onu paylaşıyor gibiyim.  Eeee zaten mesajı vermişim. Kör gözüme parmak gibi bir de renklendirmişim. 

Ben biraz Zeugma'ya gideyim, çünkü biri gezelim görelim dedi mi bende akan sular durur, hastalıklar iyileşir, küsler barışır, dünya  halkları kardeş olur falan, Zeugma bloglar arasında bayram telaşına kapılıp geze dursun ben oradan çıktığım yolda daldan dala ilerlerken bir etkinliğe denk geldim. Mim yani. 


Dedim tam benlik. 300 mutlu gün bile yazabilirim. 
Evet Pollyanna'nın Bursa şubesiyim,  hatta teyzesiyim. 😍

08 Nisan 2022

Paylaşmak güzel!





Bugün öykü tadında yazdığım yazılarda dolanırken buldum bu yorumumu; vakti zamanında bir cümleden yola çıkıp yazdığım öyküye gelen övgüler üzerine. Hayatın içinde olmak, tanıştığım kişilerin hikayelerini kurgulamak anımsamak için de iyi bir yol. Günlük tutma disiplini olan insanlara hayranım. Disiplinsiz yanım öykünür onlara da beceremez, periye bahane bulup, kalemi kıpırdatmadığım günler olur, periden güç alıp sonsuzca yazdığım. Bugünlerde kafam sürekli konuşuyor ama elim yazmıyor. Biraz da bu yüzden gezindim sanki geçmişin izlerinde. 

Anlatıcıyı birinci tekil şahıs seçmem bir tesadüf değil, bir karar. Böylesine bir hikaye kendi başımdan geçmese de, yani bir Alim olmasa da, Alileri, ve annelerini ve babalarını tanıdım şu hayatta.

Kimileri eğdi başını gitti, kimileri ceketini alıp... Kimileri kaldı savaştı güneşler açtı, kimileri kaldı ve daha da kötü oldu her şey.

Anne değilim, olmadım. Şu zamandan sonra da olamam herhalde, ama inanırım ki, anne baba olmak zor iş. Yürekli olmak gerek, doğru zamanda doğru kararı alabilmek için farkında olmak gerek. Bilmem ahkam kesmem doğru mu böyle anlar için, ama bir çocuğun yaşadıklarının neler olabileceğini biliyorum, çocuk olduğum için ve bir anneyi kolaylıkla anlayabilirim, kadın olduğum için ama bir babanın duygularının neler olabileceği konusunda en ufak bir iddiaya bile giremem. Anladığımı sanabilirim, belki...

Bir arkadaşımla yaptığımız sohbet sırasında, "başımızı dimdik kılacak bir adam olarak geri dönünceye kadar bir kere bile bu evde uyumayacaksın." lafı çok dokunmuştur bana. Bu cümlenin etkisi ile dile gelmiş bir hikayedir okuduğunuz.

Gerçektir bir o kadar ve kurgudur kalemim döndüğünce. Dinlerken ne kadar ağladıysam, yazarken de, okurken de bir o kadar ağlatmıştır beni de. Elim cama gitmiştir mesela, Ali olmuşumdur ve başım önüme eğilmiştir, baba olmuşumdur ve ama en çok kadın, belki de daha çok da anne olmuşumdur, ağlamışımdır her bir kelimesinde. Dinlerken, mutlaka çakmak çakmak bakmıştır gözlerim, eminim. Onun hikayesi, kapalı kapılar ardında kalmış nice hikayeden biridir ve bir gün anlatmamı isterse, onu da paylaşırım sizlerle...

Edebiyat gerçeğin süslenmiş hali gibi gelir bana. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali... Yok yok yanlış anlaşılmasın, edebiyat yapıyorum iddiasında değilim, ben basit bir anlatıcıyım sadece, gerçekleri kırpıp, bazen üzerine bir tutam şeker, bazense limon sıkarım, dedim ya kalemim döndüğünce, kendi yüreğimce anlatırım.

Değerli yorumlarınız, durumun yarattığı duygulara ortaklığınız ve en önemlisi varlığınızla beni çoğalttığınız için hepinize teşekkür ederim.

Paylaşmak güzel!

 

Öykü neydi ki diye soran olursa; 

Gecesiyle Sabahıyla Günahıyla Sevabıyla

 

Fotoğraf: 2019 / İpek Böceği Fabrikası

28 Mart 2022

Bir Tuhaf Hal

 



Yıl 2013 

Hızlı blogger Evren'in 2009 - 2010 yıllarındaki üretkenliğinden eser yok. Ayda 3 yazı çıkıyor çıkmıyor. Vladimir blogunda İsmail Ertin'in siyah beyaz bir fotoğrafını paylaşıyor. "Aykırı Kuş" isimli dergilerinde "Fotoğraflara Öyküler" başlıklı bölüm için öykü arayışındalar. Bense ilham perimin peşindeyim. Fotoğraf beni vuruyor. Hayalimin evi o fotoğrafta, düz ayak ve bir ahlat ağacının altında. Perim beliriveriyor sol omzumda, yazmaya başlıyorum, her zamanki hızımda parmaklarıma izin veriyor, klavye ile yaşadıkları aşka tanıklık ediyorum ve çalakalem halimle okuma bile yapmadan göndere basıp, Vladimir'e haber edip, tatile çıkıyorum. 

Vladimir tüm nezaketi ile;
Fotoğrafı dün öğleden sonra yayınladığımızda bu kadar çabuk bir öykü gelmesini beklememiştik hiçbirimiz.
Bu kadar kısa sürede bir resmin bir başka insana ilham vermesi ve ve o insanın düşüncelerini kağıda dökmesi inanılmaz bir sevinç Aykırı Kuş ekibi için. Güzel öykü, elinize sağlık. Yayın değerlendirme kurulumuza da aykirikus@gmail.com e mail ile göndermenizi çok isteriz. Sevgiler. :)
Aykırı Kuş Ekibi adına Vladimir."

yazıyor. 

Günler sonra ;

Merhaba Vladimir, öyküyü yayına verdikten kısa bir süre sonra tatile çıktım o yüzden cevap biraz gecikti. Nedense ben yazdığım şeyleri başka yerde hele de bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum, bu konuda garip bir tedirginliğim var o nedenle de gönderemedim. Kusura bakma ne olur. Fotoğraf öyle güzeldi ki bir kaç satır yazmasam olmayacaktı. Teşekkürler. Başarılar.

yazıyorum. 

Yıl 2022  

Kalemimin akışkanlığı üzerine aldığım övgüler hep fazla gelir bana, ne ara biri "vaovv" dese, utanırım. Basit, sıradan kelimelerle akışına yazdığım bir yazının başka bir insanda bıraktığı duyguya değil de, bana övgü gelmesi tuhaf değil mi? O yürek öyle duyumsadığı için "vaovv" oluyor kelimeler gibi gelir bana. Bence alkışlar yüreklere. 

Bu karışık mevzuyu anlatamadığıma eminim. Biraz da şımarmış ve Buraneros gibi kanatlanmış uçuşuma sayarsanız pek sevinirim. İnsan kelimelerini dinleyince bir tuhaf oluyormuş çünkü. 

Artık okuyanları da çok bekletmeden geleyim "bir tuhaf hal" meselesine; ben övgüleri fazla bulup utanadurayım, şu blog yazmaya karar verdiğim 2006 yılından bu yana 1000'den fazla yazı yazayım, sen Momentos, yıllar sonra bir referansla çık gel ve benim -bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum - dediğim öykü tadındaki yazımı bul ve o muhteşem seslendirme ile "podcast"inde yer ver. 

Şimdi ben; yazıyorum ben bu blogu demeyeyim de ne diyeyim, havalara uçup gökyüzünde salınan Buraneros'a selam etmeyeyim de ne yapayım, sesine yüreğini katıp, neredeyse çorak sayılacak bir Tarla'yı alıp başka dünyaların verimli diyarlarına  taşıyan Momentos'a sarılmayayım da nasıl durayım. 


TARLA için buraya...

UÇMAK için buraya...


***

Aslında bu yazıyı 24 Mart tarihinde podcast'i dinler dinlemez yazdım ama Momentos seslendirdim demeyince, ses etmeyeyim dedim, meğerse demiş :) Eski yorumlar onay istediğinden fark etmemişim. Toprağa ancak değdi de kanatlarım :)


***

Gelen övgüyü şefkatle kabullenip, içselleştirmek üzerine okumalar yapıyorum son zamanlarda, arayıp bulmak değil benimkisi, karşıma çıkıyor. Söylenen iltifatlar karşılığında, o senin güzelliğin  mütevazi tavrının yanı sıra, evet bu benim güzelliğim, bu güzellik bende doğuştan var, bu güzellik için çabaladım, bu güzellik için bedel ödedim, bu güzellik benim diyebilmek gerekliymiş, ben de öğreniyorum. Bu noktada hakkını teslim etmem gerekenlere özel teşekkürlerimi sunmak için bundan daha iyi bir fırsat olamaz diye düşünüyorum. 

"İfadene.. ifadendeki akıcılığa... Anlatışındaki gerçekçiliğe..."
"Vaaooovvvvv! dedim:) Bir kez daha..."
"Bir de doyumsuz betimlemelerini okumayı, yazılarını."
"Yine döktürmüşsün."
"Kalemin dert görmesin ve sen hep yaz."
"Her zamanki gibi çok etkileyiciydi."

Bu güzel ve destekleyici ifadeleri ve benzerlerini  özellikle blog yazmaya başladığımdan beri sıklıkla duyuyorum, bu ifadelerden bazıları bugün hayatta olmayan ama hayatıma değdiği için hep mutlulukla ve gözlerim parlayarak anımsadığım kişilere ait,  bazıları ilk blog yazmaya başladığımdan beri yakınlıklar kurduğum blog yazan kişilere, bazıları çok çok kıymetlim, dostum olanlara ait. Bugün bir kez daha fark ettim ki, pek çok yazımı değer verip okuyan, destekleyici ifadeleri ile perilerimin kanatlarını okşayan bu kişilere yeterince içtenlikli teşekkür sunamamışım. 

Momentos'a seneler evvelden kıymetini gösteremediğim yazım aracılığı ile bana tüm bunları hatırlatıp, kelimelerime kıymet verenleri anma şansı tanıdığı için bir kez daha teşekkür ederim. 

Sesin,  emeğin dert görmesin sevgili Sezer Özşen.


***

Fotoğraf: 27 Mart 2022 - Tarlada. Gün ağarırken omuzlarına kırağı düşen ballı baba.

 




 

09 Aralık 2021

Bir Kez Daha


Bir deneme daha! Sabah rutini oluşturabilirsem belki yazmak yeniden vücut bulur kalemimde. Önce günlük rutinleri yazmalıyım. İşin büyük bir kısmını böylece halledebilirim. Belki??? 

Sonrası... İyi de ben neden yazıyorum? Ne oluyor da yazıyorum. Nasıl yazmayı seviyorum. Cevap basit, tek. Ben kurgu yazmayı seviyorum. Bir  duygudan yola çıkmalıyım, bir kelime beni alıp götürmeli,  okuduğum bir haberin sarsıntısı ile almalıyım kalemi elime.  Yo dostum yo,  günlük rutini yazmak bana göre değil. Hem sormazlar mı adama "sen ne zaman günlük tuttun" Hem, ya unutmak istediklerim olursa. Kurgu olunca gerçek arada kaynıyor. İyi de oluyor. Ben bile unutabilirim zamanla neresi gerçek nerede başladım kurmaya. 

Gerçek dedim de, bu ara rüyalarım yoğun, karmaşık, saçma. Unutuyorum üstelik. Rüya yorumcusu ustama, hemşireme anlatacağım diye, rüyamda bile söylüyorum, unutma! Gel gör uyanır uyanmaz kafa sisli Londra. Gerçekle rüyanın ne mi alakası var, habercidir rüyalar çoğunlukla. Seni sana anlatır. 

Ben günlüğe döneyim; sevgili günlük, bu sabah Mezdeke ile uyandım. Kafada Mezdeke çalıyor, gümbür gümdür. Nasıl bir kıvırtmak. Açtım Gonca Vuslateri seyrettim. İnstası olan buyursun buradan yol alsın.  Hayatta eğlenmeyi, kendini güldürmeyi bilmek ne güzel bir özellik. Tabi enerjin de olacak, ben hala yataktayım, miskinlik yapasım var. Hazır öğlene kadar kafa tatili. 

Koltuk bekliyorum aslında. 1 ay önce anacağızım ve babacağızım aldı. 2  -3 gün önce telefon numarasını bulmak için girdiğim sitede bir de ne  göreyim; koltuğun fiyatı %50 artmış. Aynı gün öğleden sonra; tuvalet kağıdı almaya gittiğimde fark ettim "selpak" 132 lira. Biri ahkam kesmiş. Kağıt maliyetinin arttığını tuvalet kağıdı ile anlayanlar neresi ile yaşıyor belli oldu diye. Bak bak sen!  

5-6 yıl önceydi. Fiyatlar kabul edilebilir olmalı ki, ortalıkta tuvalet kağıdı tartışmaları henüz yoktu. İşten eve dönerken uğradığım mahalle marketindeki kızlara laf attım. Neşem yerinde, keyfim bomba. Sevgili günlük bilirsin ki, bu hallerim tadından yenmez, öyle şeker, öyle bal kaymak. 

Yaşlı bir çift ilişti gözüme, eline aldığı ay çiçeği yağı tenekesini eşine uzatıp baya artmış fiyatı, almasak mı dedi. Adam başı önde mahcup, sen 1 litre al gene de yemek neyle pişecek dedi. Eve geldim. Annemle konuşurken, kalbimin ne kadar sıkışık olduğunu anlattım. Bu ülkede insanlar uzun zamandır çok zorlanarak yaşıyor, yaşıyoruz. Yaşam pratiğinde, günlük koşturmacada fark etmesek, üstünde durmasak da, dayatılan yaşam formlarına evriliyoruz, orada kendimize hayat üçgeni buluyor, aldığımız nefese şükür ediyoruz. 

İyi şeylerin sayısı 1,  kötü şeylerin sayısı 100. Bu maç hep benzer bir skorla bitiyor. Lig desen kurtlar sofrası. Hep bir yalan dolan, kandırmaca, algı oyunları. Pandeminin yarattığı kaos da, maç biterken hakemin 5 dakika daha uzatma vermesi gibi. Yediğimiz gol yetmemiş gibi bir de penaltı yiyoruz. Üstelik takım 10 kişi kaldı iyi mi? Günlük, fark ettin mi futbol lügatim 101 Giriş dersini vermiş bir öğrenci düzeyinde, sen bir de koltukları düşün, yeni çırpılmış yün gibiyim.  

Siri mi edinsem bir adet, bari arada cevap verir. Günlük dedik, kapına dayandık, ağladık, sızladık, tık yok. Siri olsa, fıkra anlatırdı. 

Ben yarın gene deneyeyim, olmuyor, peri ile bir araya gelecek ortamlar doğmuyor. Azmin elinden... Neyse günlük senin de terbiyeni bozmayayım, benden bu kadar. Sevgili günlük, umarım uzun bir süre görüşmeyiz. Hem itiraf etmeliyim ki, peri senden daha matrak. 

9.12.2021 / Bursa / İş yeri / Fotoğraf: 2018 Zürih / Çünkü bu bilgisayarda bir tek o yıldan kalan üç beş foto var.

 

05 Nisan 2021

Ortancalar Solmasın

Sevgili Buraneros;

Çünkü O Joan Baez

yazısını kaleme almasa, 

O yazıyı kaleme almasına sebep,

Sevgili Küçük Jo;

Yazmak-yazmamak.
 
çelişkisi yaşamasa ve o yazısında seyrettiği bir belgesel üzerine iki kelam etmese, 

ben her iki yazıyı okuyup, 

geçmişe yolculuğa çıkmasam, ve hatta içimin kelebeklerine dokunan Joan Baez'den yola çıkıp, Soledad Bravo'ya, oraya kadar gidince Hasta Siempre mırıldanmasam olmaz, haydi ver elini Küba ve elbet  Buena Vista Social Club'a varmasam, bunu dile getirip, Buraneros'a iki satır yazmasam, 

***

Evren4 Nisan 2021 11:26

Joan Baez dendi mi "Where have all the flowers gone" gelip yerleşir dilime, mırıldanır dururum. Annemlerin Töb'lü Der'li gençlik yıllarına benim minnak günlerime denk gelir. Nerelere gittim gene. Şarkıda da dediği gibi "long time ago"
"Hasta siempre" kulağımda, İstanbul'dayım. Acı tatlı anılar var gözümün önünde akıyor, duruyor, donuyor. Sanki gene gittim, galiba bu sefer dönmek zor. Takılayım biraz o yıllarda. Fonda "El Cuarto De Tula"

buraneros4 Nisan 2021 12:04

Öyle bir şarkıyla bitirmişsin ki yorumu, direk gittiğim yer belli. Emma Goldman. Sözün üzerine çok tartışılsa, spekülasyon yapılsa, oraya buraya çekilse da benden alır manasını sonuçta! Güzeldir be, çoookkk güzeldir hem de! Hem yoruma hem de bu yazının duygusuna fazlasıyla yakışır: "Dansedemediğim devrim devrim değildir." O halde çalsın Buena Vista Social Club:)

***

ah benim isyankar yanım, nasıl da canlandı sabah sabah.
Öyleyse biraz dans! 

***

Albüm akıyor, kulaklar mest, kalbimde bir çarpıntı! 


Bugün yüzümde asılı bir gülümseme ile dans eder dururum ben. 
Dudağımda bir sıcaklık, kalbime yayılır, kalbim çarptıkça, anılar canlanır.

***

Biri beni durdursun, kelebek etkisi, kaos teorisi derken, girdiğim ruh hali kendini yavaş yavaş, emekli amirallere, milletvekillerine, Montrö, Lozan... Girdaba sürükleniyorum...

***

Oysa ben bugün Küba sokaklarında, dans etmek istiyorum. 
Dudağımdaki sıcaklık hiç gitmesin, 
Ortancalar solmasın istiyorum. 

***

Neyse ki albüm akıyor, 

Fonda: Candela





 

19 Şubat 2021

Tozlu Raflar Külliyatı

Bugün, uzun zamandır uğrayamadığım mahalleme uğradım. Yolumun üstü değildi. Yolumu uzattım bile diyemem. Sanki bile isteğe, en güzel elbisemi giyip, bugün bir mahalleye uğrasam diye geçirmişim içimden. Mahallede gezinirken gözüme çarpan bir dükkanın tozlu raflarında rastladığım ya da bir eskicinin tezgahında gördüğüm... Kelimeler... Nerelerden nerelere sürükledi beni gün ortasında. Nasıl da özlediğim bir sarılma hissi kapladı her yanımı... Hatta sarıldım galiba, sımsıkı, hasretle... 

2009 'dan kalanlar için... 

Tuhaf bir gün olduğu kesin... Bugün mahallede dolaşıp duruyorum ya... Bir de böyle bir yazı çıktı karşıma. "Merhaba" ile başlayıp, "Aç Kapıyı Ben Geldim" diyerek bitmiş yazı. Hani neredeyse yazının ilk ve son cümlelerini alsan, anlamı içinde saklı. 

2008'den kalanlar için... 


 

20 Ağustos 2020

İnsanın Acımasızlığı Üzerine...



Bayramla birleşen bir tatil planı yapmıştık. Pandemi nedeniyle çekincelerimiz de yok değildi. Hiç olmadı döneriz geri bile demiştik. Gün evvelden hazırlanan konserveler de yerlerini alınca, büyük bütçeli yatırımımız #dometic buzdolabımıza rakılar, biralar, soğuk sular ve elbet yeterli miktarda peynir  çeşidi ki beyaz için takviye Ezine'den yapılacak, neredeyse "full dolu" tedarikimiz ile yola çıkmaya hazırdık. 

Bayram süresince Kadırga Koyunun en son kısmında bulunan daha önce de gittiğimiz Minta ve Ahmet çiftinin babadan kalma pansiyon bahçesine tek ve bağımsız karavan olma lüksümüz ile deniz gören dut ağacı altına haklı bir gururla #y2ymavis ve elbet tüm heybetimizle kuruluyoruz. Bu bayramın kendinden telaşesi nedeniyle nispeten kalabalıktan uzak geçen ilk iki gününü sabah 6'da başlayan ve 11.30 gibi sonlandırdığımız rutininde bisiklet-yürüyüş-yüzme-güneşlenme serisi ile keyfi katmerleyip, sıcağın etkisiyle dut ağacının ve hemen önündeki incir ağacının gölgesi ile köşe kapmaca oynayarak bünyeyi dinlendiriyor, okunan kitaplar ve oynanan kelime oyunları ile yelkovan ve akrebe zaman kazandırıyor saat 16.30 itibarıyla, sabahın erkeninde anlaşması imzalanmış plajın en son iki şezlonguna uzanıp, günü batırmak için bira-patates, bira-sigara böreği, bira-fıstık ikililerinden birine selam edip akşamı karşılıyorduk.  Bir tek 3. gün bu rutini öğleden sonra denizde parmak sokacak bile yer kalmadığını fark ettiğimizde bozduk. O günü de öğle uykusu denen şeyin kemiklerimize kadar ısıtan güneşin altında olduğunda nasıl da çekilmez bir çileye dönüşebileceği gerçeği ile yüzleşmemiz gereken bir an olarak kayda alıp, ertesi gün kaldığımız yerden bize mutluluk veren rutinimize döndük. Bayram bitmişti anlaşılan... 

Bu bayramda bir çocuğun gülüşüne katkı koyduğumuz, hayallerinin kapısını araladığımız bir an vardı ki... Sanırım tüm tatilin kucaklaşmayı hak eden  tek anıydı. Ah pandemi, gözler ve sözler hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. 

Saroz Körfez Rotası


Saroz Körfezi bizim için keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri ile heyecan duyduğumuz bir rotaydı. Bayramı takip eden Salı sabahı erkenden çıktık yola. Gökçeada ilk hedefti, araba kuyruğunu görüp de 4 ila 6 saat beklemeli bir yolculuğu tabi ki tercih etmedik, üstelik herkesin adası geldiyse, bizim için doğru tercih orası olamazdı, erteledik başka bir bahara... 




Kömür Limanı biraz da instagramın  etkisi ile işaretlediğimiz ve heyecanlandığımız bir nokta. İkinci haftanın ilk durağı olacak. Yol kötü, telefonla yapılan ön görüşmeden anladığımız sezonluk çadır ve karavancılara öncelik verildiği, ama bir gece konaklama için onay alıyoruz. Toz toprak yollardan, meşakkatlı bir çaba ile Kömür limanını tepeden görüyoruz. Gel de aşık olma. İnstagram fotoğrafları da çekilince tıngır mıngır yuvarlan sallan iniyoruz limana. İmnez mi olsaydık acaba? Görmezden gelmekk için bahaneler uydurduğumuz çöp dağını da aşar aşmaz kamp alanına geliyoruz. Doğa muhteşem, deniz tarifsiz, çöpler ve pislik ve dağınıklık ve ucubelik tarifsiz... Arabadan inmeden onca yolu geri dönmeye karar veriyoruz. Tepeden bir kez daha bakıyoruz ki, aklımızda sadece o muhteşem manzara kalsın. 

Yönümüzü kuzeye dönüyoruz, elimiz yine boş. Önce bir gece iki günlük Bolayır ziyareti: Abi'ye selam edip kaçmak olmazdı. Masalar kuruldu, rakılara mezeler eşlik etti, sabah sporuna deniz derken... Daha önce oraları avcunun içi gibi gezen abiden bir tiyo geldi: Kalabalık ve çöp canınızı sıkabilir!

Yine de çıktık yola, keşfetmekten her zaman mutluluk duyduk, zamanla gördüklerimizi ve insanımızı da kabullenme noktasına geldik. Bir nevi bile bile ladesti bizimkisi. 

İkinci haftamızın kalış noktaları kafamızda net değildi, nerede akşam orada sabah fikri bizi heyecalandırsa da,  Gökçetepe Tabiat Parkı'nda bulduğumuz seyir tepesi bizim 3 günlük yuvamız olacaktı. Bu konuda iyiydik... Üstüne üstlük şanslıydık da!

Gökçetepe Tabiat Parkı'nda güzel bir düzenleme yapılmış, heyecanlanıyoruz. Karavan alanı, çadır alanı, piknik alanı, pandemi nedeniyle alınan tedbirler... Ve insanlar: kural tanımaz, çevresini korumaz, doğayı sevmez insanlar. Çoklar... Her yerdeler ve eğitilemezler... Böylesine özel alanlar için daha sert denetleme ve ceza mekanizması getirilmeli, başka türlüsü bizim ülkemizde işlemiyor. 




Gün doğumları muh-te-şem! Her sabah kendiliğinden 6 gibi uyanıp bu muazzam renklere ilkmişcesine hayran kalıyoruz. Günün kalanında bize kapatılmış, küçük kayalıklardan denize girme hayalimiz ve çabamız deniz ayakkabılarımıza rağmen benim kestane korkum yüzünden daha ilk günden yarım kalıyor. Avuntumuz hazır: bir hafta muhteşem bir deniz tatili yaptık zaten, bu da dağ, orman, yürüyüş ve bisiklet tatili olsun. Kendimizi mutlu etmek noktasında tam bir sihirbazız.  İki günlük bisiklet, deniz, okuma, durma halinden çevremizi tanıyalım, gezelim, coşalım kısmına çabuk geçiyoruz, Enez'e kadar koy koy gezmek, beğenirsek oralarda kalmak, olmazsa da geri dönmek üzere mavişi toparlıyoruz.  

Yol ara ara üzecek bizi, henüz bilmiyoruz. İşaretli noktaları birleştire birleştire gidiyoruz. Orman yolları, toprak yollar, belki de turkuaz mavi ve yeşilin bu kadar güzel olduğu başka bir yeryüzü olmamasına rağmen 49 yıllığına taş ocaklarına kiralalanan tozdan bembeyaz olmuş yollardan geçerken yine üzülüyoruz... Talan edilen ormanlar, dağlar, değerler üzerinden sohbet hep daha koyulaşıyor. En çok da çöp dağlarına, ağaçların dallarından sarkan, torba, maske, gofret, çerez paketleri vb, parlak, yakıcı, uçucu çöplere, birikip yol kenarları, ağaç boyları, kuytu köşede tepecikler oluşturan pet şişe, cam şişe, çocuk bezi, tek ayakkabı, terlik, yırtık kot, tişört parçası vb. yapışıcı çöplere üzülüyoruz. Sohbet her seferinde daha da koyulaşıyor. Mıntıka temizliği ile baş edilemeyecek çedirdek kabukları ve izmaritler! Çok ama çok üzülüyoruz. Bazı yerlerde bu karmaşa ve pisliğin içinde kendine buraları köy edinmiş farelerle yüz göz olmaya ramak kala arabamıza atladığımız gibi oralardan uzaklaşıyoruz. Öyle ki, bu altın rengi kumsallar ve mavi turkuaz denizlerde yüzmeye bile cesaret edemiyoruz. İnsanın acımasızlığı üzerine daha da derinleşen sohbetin rengi kara, dili küfürlü! Konular konuları açıyor. Yüzümüz ve enerjimiz her bir işaretlenen yerde bir parça daha düşüyor. Ne ummuştuk ne bulduk derken, kurtarıcımıza sığınıyoruz: Müzik! Birden enerjiler boyut değiştirse de yüzlerdeki ifadenin yukarı evrilmesi için biraz zamana ihtiyaç duyuyoruz. Neyse ki, köy yolları nispeten içimizde umut yeşertiyor. 

Nihayet, günün yorgunluğunu atmak için mola vereceğimiz ve akşam yemeği için güzel bir tiyo aldığımız Enez'e varıyoruz. Enez bizi şaşırtıyor, komşuya yakınlığından mıdır nedir, Ege havası seziyoruz. Yüzümüzü güldürüyor Enez, günün geri kalanında yaşadığımız hüzün penceresini kapatıyor, yepyeni umutlu bir pencere açılıyor önümüzde, üstelik filomingolar ile karşılaşmak da ödülümüz oluyor. 


Ada balık, limandaki diğer salaş mekanlardan bir tık bakımlı... Garson bizi üst katta limana nazır bir masaya alıyor. Yüzümüz, gördüğümüz manzara sonrasında tüm gün neredeyse ilk defa tasasız gülümsüyor. Balıklar tazecik, olta ile tutulmuş, kalamar keza...Yemelere doyamıyoruz. Ne kontrol ama! Alkışlanası, ikincilere yol vermiyoruz. Birer buz gibi bira istihkakımızı da günü batırmaktan yana kullanıyoruz. Kadehler kalkarken, tam da aynı vakitlerde, 6 yıl önceki soru bir kez daha yineleniyor;  cevap gecikmiyor: "evet hem de noktasına virgülüne dokunmadan" oluyor. 

Dönüş yolumuz otobandan, neyse ki, seyir tepemize kimseler gelmemiş, baş başayız! Kutlamalar devam etsin öyleyse deyip birer bira daha açıyoruz... 

Geceye not: Gökyüzünü çizsen ancak böyle çizersin... Ay dolunay, sessiz gecede... Mırıldanıyorum elimde değil. Yakamoz, hafif bir esinti, güvendiğin kollar sarmış bedenimi... Mutluluk çizilse, Abidin çizse yani, bizi çizerdi, hamakta uzanmış bir adam ve bir kadın, çam ağaçlarının karaltısında, gökte dolunay, denizde yakamoz, yüzlerde mutluluktan, huzurdan coşmuş kocaman dolu dolu bir gülümseme, dilde ardı ardına sıralanan "iyi ki" ler,yürek sevgiyle harman. Ah gece! Ah dolunay! 

Ah o çöpler! Hülyalara dalan bedene çimdik gibi ;)








21 Temmuz 2020

Bir Tabiat Parkının Çığlığı Olsam - Poyrazlar



Poyrazlar Gölü Tabiat Parkı

Sakarya'ya doğru yola çıkıyoruz. İlk durak İznik gölü kenarı, sabah kahvaltısını orada yapacağız. Gölün etrafında çöpsüz bir nokta yok. Üstelik günlerden cumartesi. Moralimiz bozuluyor. Zaten ne vakit yola çıksak bu ülkenin güzelliğine sahip çıkmayı bilmeyen her alandaki derin cehaletle yüzleşmekten hep yorgunuz. 

***

İşimizi halledemedik... Yaylara mı gitsek Poyrazlar Gölü etrafında mı konaklasak ikileminde yakınlık kriteri ağır basıyor ve yönümüzü şehre 15 dakika uzaklıkta yer alan 2.310 dekarlık alana yayılan, özel işletmeye devredilmiş tabiat parkına çeviriyoruz. Giriş ücretli. Daha önceki deneyimimizden tecrübeli olarak pazar günü günübirlikçi istilası ile gürültünün ve kirliliğin maksimum seviyeye ulaşacağından haberdarız, kapıdaki görevlinin nazik uyarısı için teşekkür ediyoruz. Çay bahçeleri ve lunaparklardan uzak nispeten gürültü ve kalabalıktan sıyrılabileceğimiz bir bölge arayışı ile parkın Poyrazlar Köyü çıkışına doğru ilerliyoruz. Geçtiğimiz yıl bir tane olan lunapark 3'e çıkmış, çay bahçelerinin sayısı artmış. Tabiat parkı olmuş sana kaos park. 

***
Çıkış kapısına kadar gidip, geçerken tespit ettiğimiz göl kenarındaki yere geri dönmeye karar veriyoruz. Bingo! Doğru nokta seçimi. Gürültü neredeyse yok denecek seviyede, dikkat kesilmen lazım ki, o kadar dikkat kesilecek şey varken yok sayılabilir durumda. Bir kere manzara doyumsuz. En yakın piknik masası bizden gözün göremeyeceği uzaklıkta. ve diğerleri sırtımızda. Keyfimize diyecek yok. Enim konum yerleşiyoruz sarı erik ağacının altına. Yolun ve hayal kırıklığının yorgunluğu için birer birayı hakettik. Mahallede top oynayan çocukların yanına gitmek için izin kopartmış çocuk heyecanıyla bekliyoruz akşamı. Tam karşımızda şahıs arazisine yapılan üç evden gölü cephe alan üzerine konuşmaya başlıyoruz. Hayaller yine tüp kuyruğunda. 

***

Akşam güneşi için bisikletleri hazır ediyoruz. Hedef köye gidip dönmek, sonra belki parkın içinde bir tur. Plan tıkır tıkır işliyor. Beli kırık, yaralı bir köpek ile denk geliyoruz su başında. Biraz seviyorum, inliyor, belli acısı büyük, derin, çözümsüz... Yarın yine karşılaşmayı umut ediyorum. Yol iki tarafı orman olan, tek arabanın geçebileceği darlıkta. Şansımıza araba geçmiyor. Köye yaklaştıkça, trafik ve evler başlıyor. Selamlaşıyoruz her biriyle. Yaşlı bir amca takılıyor: "Elektrikli olanında alın rahat edersiniz" Az sonra bizi sollayacak gülümseyerek.

Dönüş yolunda orman tarafına devam edip tepeden gölü seyretmek hayaline kapılıyoruz. Orman düşündüğümüzden sık ağaçlarla kaplı. Yine de yer yer görüyoruz gölü. Kıyısında olmak başka bir zevk. Üstelik sinek de yok ki dere, göl kenarı için beklenmedik bir durum. Sonraki gün anlayacağız sebebini... 



Gün batımı fotoğrafları ile turu sonlandırıp, hak edilmiş akşam rakısı için sofrayı kuruyoruz. Gün evvel yol için hazırlığı tamamlanmış bol sarımsaklı sirkeli domates sosa bulanmış kızartma ve boncuk fasülye ki "efsane olmuş" nidalarıyla yendiğini not düşmeliyim şuracığa.

Uzaklardan gelen mangal kokuları yanında bizim fakirhanenin "konsept" biraz hafif kalıyor. Halimizden memnunuz. İkişer dubleyi uzun uzadıya bir sohbete katık ediyoruz. Anda kalmak dedikleri bu olsa gerek... Esinti ürpertiyor, minik tüyler hep havada. 

***

Sabah 05.25... Serinliğin verdiği huşu bedenimi okşuyorken açıyorum kapıları. Bu sabahlara uyanmak değil miydi hayalim gene gerçeğim oldu diyorum. Yüzümdeki gülümseme görülmeye, hatta öpülmeye değer. Gölün üzerinde salınan ördeklerin sesine, kurbağalar eşlik ediyor, biri az ilerden suya atlıyor. Ses yankılanıyor... Doğa uyanıyor, yalnız zevkine varmak olmaz. Kolları ile sarıp sarmalıyor beni sevdiğim, o gülümsemeyi kaçırmamış, anlıyorum. Huzur mu dedi biri? Tarif verebilirdim ta ki o kara sinek beni kendime getirinceye kadar, bugün esinti yok. Dün kendilerinden haber alınamayan tüm sinekler birer birer ziyaretimize geliyor. Durgun havanın hediyesi de onlar oluyor. Kafaya takmıyoruz. Dedim ya manzara muazzam, üstelik "çıt" diye bir ses varsa da doğaya ait. 

Güne erken başlayanlarla ilgili tespitim giderek güçleniyor. Hayat bize güzel... Diyecek lafım yok. Kelebeklerin biri gidiyor biri geliyor. Sarı olan çizgili, beyaz olan benekli. Sazlığın hemen önündeki nilüferlerden göle atlayan kurbağalar biraz gürültücü ama insanoğlunun yanında yine de sönük kalıyor. Niyet 11 gibi, sürü gelmeden yola koyulmak, kalan dar zamanda sessizliğin tadını çıkartıyoruz. Ah bir de kara sinekler olmasa. Mükemmel diye bir şey yoktur Evren! Sessizliğin içindeki sesleri, mesela bir arının kanar çırpmasını, kelebeğin nefesini falan duyuyoruz. Bir balıkçının sessiz motoru ile uzaktan süzülerek gelişini, oltayı atışını ve bekleyişini seyrediyoruz. Yansımalar değişiyor, suyun rengi ve sesler... Bir bütünün parçası, küçük ve önemsiz bir parçası olduğumuzun farkındayız. Bireysel çabalarımızın kendimizce bizi önemli hissettiren hallerine gülümsüyoruz. 

Hazır kimsecikler yokken, kısa bir yürüyüş hayal dünyasından gerçeğe geçişi hızlandırıyor. Filmlerdeki gibi kızgın kumlardan soğuk sulara atlıyoruz. Yürüyüşe çıktığımızdan beri karşılaştığımız çöp dağları yüzünden bir tabiat parkının çığlığı olmak istiyoruz. Bu güzelliğe bu çirkinliği yapan insanoğlunun acımasızlığı karşısında donup kalıyoruz. Neyse ki Suriye'li çocuklar imdat çığlığını duyuyor. "Abla çöp" diyor "var " diyoruz. Sesleri birbirine karışarak parkı dolanıyorlar, yanlarında bir traktörle çöple. Belli ki, her sabah 7'de kaosa ucuz bir hazırlık. 

Bir daha yolumuz buralara düşerse hafta arası gelmenin bizi biraz daha iyi hissettireceğinden neredeyse eminiz. İnsanı az doğası çok günlerin, ruhumuza kattıklarının farkındayız. Dönüş için toparlanıp yola revan olunca bir gün önce gördüğümüz  canı unutmuyoruz. Yanımızdaki bir kap mamanın ona ilaç olmasını umuyoruz.