26 Şubat 2007

NEREDE KALMIŞTIK..?

Geçtiğimiz günler, kurumumdaki hummalı çalışmalar benim İstanbul'a kaçmama sebep oldu. Ama asıl neden aramıza çok erken katılan Can bebek... Ona buradan sevgiler, bi de hoşgeldin.
Gittim, gördüm, küçümen bi şey, öyle küçümen ki insan koklamaya kıyamıyor. Uzaktan bir öpücük verdim hem ona hem de annesi Ebru'ya...
Bilenler bilir, Ebru Yalova günlerimin en güzel kazanımı. İyi ki gittim Yalova'ya deme sebebim.
İkinize, pardon artık üçünüze de mutluluk diliyorum. Bi de huzur bi de hiç azalmayacak biliyorum ama sevgi, sevgi, sevgi...
Neler olmadı ki bu arada...
Nilü geldi oğluyla. Güleç bir erkek o şimdiden. Şenay da vardı tabi. Fotoğrafları da var ama bugün yanımda değil. 2-3 güne kadar koyarım fotoğrafları da siteye. Nasıl güzel geçti. Doyamadık birbirimize. Annem o sabah aşure yapmış getirdi. Bilge Hatun'un ellerine sağlık dedik. Şenay kahvaltı niyetine bir tabak aşure yedi. Ben de kahvaltı üstüne... Nasıl da güzel olmuş, hani olsa ben en az iki üç tabak daha yermişim. :)
Sonra Sevgililer Günü kutlandı tüm dünya da ve tabi benim canım ülkemde de...
Mesela o sabah kurum çalışanları birbirimizin "Sevgililer Günü"nü kutladık. Komik bir durum oldu tabi. Sonra telefonla arayan bir kaç kişi daha sevgililer günümü kutladı. Allah razı olsun.
Ama en anlamlısı akşam eve gitmeden ailemle yediğim yemek oldu. O gün annem küçük bir operasyon geçirmiş. Adet olduğu üzere bu bilgi benden gizlenmiş, neyse akşam eve gitmek üzere babamın yanına gidince annen de geliyor hastaneden onu bekliyoruz dedi de ben de öğrenmiş oldum. Annem sabah beri ameliyat olacam uğruna açbilaç durduğundan yolda bir yerde yemek yemek üzere durduk. İçeri bir girdik heryer rezerve(türkçe meali önceden aranarak biz geleceğiz aman ha olurda yer kalmaz siz şimdiden bize yer tutun). Ama masalar ben diyeyim 10, siz deyin 15 kişilik... Ben de bir kavram kargaşası daha oldu. Ben okuduğum bildiğim kadarıyla bu sevgili olma durumu iki kişiyi ilgilendirirdi, ben neyi kaçırdımdı da sevgililer çoğulu (ler eki yani) 10-15 kişiyi kapsar hale geldi bilemedim.
Neyse bizim bu taraklarda bezimiz olmayışı işe yaradı, grup sevgileri gelmeden bir masaya (yani sandalyelere) oturduk sevgililer yemeği yedik.
Akşam evde ben de sevgililer günümü kutladım. Eski esvgilileri düşündüm, eskimeyen sevgilere gülümsedim. Beni hala gülümsetebilene bir kadeh kaldırdım. İyi ki tanıdım seni dedim. İyi bir sevgili değildin ama bana çok şey öğrettin.
Başka bir yazının konusu olmalı bunlar. Neler öğrendim, nasıl öğrendim... Nasıl zorla öğretti :)))
Tuna ve Suna ile akşam yemeğine gittik. Onların bir yardımlaşma grubu var. Güzel insanlarla tanışma fırsatım oldu. Kolyelerim yanımdaydı. Beğendiler. Annem gecen nasıl geçti dedi, herkes kolyeleri beğendi kimse almadı dedim. Bu cümleye çok güldüm. Sanki satış gecesi de :)
İstanbul'a gittim demiştim yazının en başında. İşte sıra ancak geldi bu konuya.
Ben kulağımın hangi köşesinden dinlediysem hava durumunu, 15 derece diye, giyindim baharlıkları geldim işe. Hatta polar bir üst vardı onu giyeyim dedim; abartma Evren oldum.
Düştüm yollara, hava İstanbul'a yaklaştıkça bir soğuk bir soğuk...
İnsan bu kadar soğuk bir havayı nasıl denk getirir hiç birimiz bilemedik. Amaç gezmek değil birbirimizi görebilmekti. Öyle de oldu. Özlemişiz. Konular birikmiş.
Hayruş üşenmemiş aşure yapmış. Sıcak sıcak yedik, ılındı yedik, soğudu ertesi gün gene yedik. Tahmin edeceğiniz gibi bu haftasonu İstanbul ziyaretine aşure damgasını vurdu ama gene de benim favorim sıcaklarda, kuru patlıcan dolması oldu.
Bu günlerde A vitamini fazlalığı, B vitamini eksikliğinin yarattığı arazlarla uğraşıyorum.
Bi de tabi yeni aldığım malzemelerle takı yapma heyecan sardı beni. En kısa zamanda bu sayfalarda yerini alması dileklerimle...
Sevgiler, sevgiler, sevgiler...

30 Ocak 2007

AYRIL AMA UNUTMA

Uzun zamandır yazmıyorum. İçimden gelenleri yazmak bazılarını kırabilir, bazılarına ağır gelebilir, bazılarını da üzebilirdi. Sonra her gördüğüm arkadaşımdan eleştiri alır oldum. Güncellemiyorsun blogunu diye. Ne yazmalıyım diye düşündüm.

Yılbaşında İstanbul'daydım. Ailem kadar yakın dostlarımla. Çok eğlendik çok güldük ve Sezen Aksu şarkılarında kadeh kaldırıp ağladık (m). Hediyeler verdik, hediyeler aldık. Tek sırt çantası gittiğim İstanbul'dan 2 valiz bir çanta dönmeyi başardım. Bi de yedik, yedik, yedik... Üç gün üç gece acılı ezmenin keyfini çıkarttık. Kendi aramızda buna böyle demedik :)





İşte meşhur şişem, ekmek teknem ve yılbaşı hediyem bir arada :)

Bu arada uzun zamandır evimde olmasını istediğim ekmek teknesi ve şişeyi bulup geldi Kara Amca. Temizleyeceğim diye şişenin dibini çıkartım sonra onu tekrar tek parça haline getireceğim derken ellerimi yapıştırdım.

İstanbul'dan döndükten 2 haftasonra Şuşum geldi. Aynı akşam Bursa'dan eski akrabalar - yeni arkadaşlar "Hoşgeldin" Bursa'ya demek için geldiler. Güzel bir şarap gecesi oldu. Gene yedik, yedik ve yedik... Sohbet güzeldi. Laf lafı açtı. Güldük, eğlendik... Tekrarı olsun mutlaka dedik ve geceyi bitirdik.













Bursa'ya hoşgeldin hediyelerimden biri de bu ikiliydi...

Bursalı dostlarla ve arkadaşlarla devam ediyor geceler, haftasonu gezmeler…
Mudanya’dan Çalı’ya uzanan yeme içme yerleri keşifleri yerini yavaş yavaş evde DVD keyfi yapma ve ama mutlaka yeme alışkanlığına bırakacak gibi.

Tüm bunlar olurken, geçtiğimiz cumartesi günü Vatan Gazetesi’nin ekinde Ebru Drew imzalı yazı üzerinde durmadığım, durmak istemediğim bir gerçekliği yansıttı. Sonra alıp götürdü beni bir yere. Sizinle paylaşmak istedim. Bilmem sizi de götürür mü bir yerlere…

Ne zordur çok sevdiğiniz bir insandan “bitti” kelimesini duymak. Önce inkar edersiniz. Sonra yürek mahkum kabullenirsiniz. Sonra doğruluğuna ikna edersiniz kendinizi. Sonra da unutmak için türlü çeşit zaman öldürme yöntemleri bulursunuz. Bilirsiniz aklınıza gelmezse yüreğiniz acımaz. Sonra bütün hayat akıp giderken olağanca hızıyla siz bir anda durursunuz ve ansızın sızınız büyür amansız acımasızlığıyla… Sinsice güler, kolay mı der kolay mı?
Sızlarsınız, sızlanırsınız, sebepsiz ağlarsınız.
Sebep siz ağlarsınız.

Sözü burada Ebru Drew’e bırakıyorum izninizle…

Tamam ayrılık zor zanaat... Aylar ya da yıllarca koyun koyuna yattığın adamı/kadını bir kalemde silip atmak... Kalp acısı bu, başka şeye benzemiyor. Bir tek kalp acısa iyi, akıl da kalbe uyuyor, ne uyku kalıyor insanda ne normal hayatına dönebiliyorEn azından bir müddet sancılı, kıvranmalı geçiyor. Önemli olan da bu müddeti en hasarsız şekilde atlatabilmek, değil mi?.. Sonra kalp nasılsa kendini acıtacak yeni bir sahip buluyor. Ve en onarılmaz sanılan yaralar bile kapanıyor. Tek ilaç, zamanla. Ayrılığa kimsenin bir itirazı olamaz. Ama... Kadın ve erkeğin ayrılma sürecini yaşayış biçimleri öyle farklı ki... İşte orada biraz durmak, nasıl’ını, niye’sini kurcalamak gerek. Bunu yaparken de çok uzağa gitmemeli. Sırf göz önünde diye ünlülerin hayatını masaya yatırıp, özelini kurcalamak yerine, insan, en iyi bildiği kendinden çıkmalı yola. Ee var mısınız benimle bir iç yolculuğuna?.. (Neşter please!).Son ayrılığımı hatırlarsınız, an be an tanık oldunuz ne de olsa. Bu yaşıma dek kimse için ayaklar altına almadığım gururumu hiçe sayıp dayanmıştım kapısına. “Bitti” demişti, “bitti!” Kulaklarım duydu, kalbim inanmak istemedi. Gecelere vurdum, kadehlerde teselli aradım, barlarda hiç tanımadığım adamlara dert yandım. Sağolsunlar, sabırla dinlediler ama “Hiçbir erkek kapısına gelen kadını geri çevirmemeli” sözleriyle daha da acıttılar beni. Neyse geçti gitti. Ne acısı kaldı, ne izi. Hayat devam ediyordu. Onsuz da yaşanıyordu. Bunu kalbime kabul ettirdikten sonra sıra aklıma geldi. Önce numarasını sildim telefonumdan, ona ait ne varsa attım. Onu hatırlatacak ve onun hediye ettiği her şeyi. Eşimi dostumu arayıp rica ettim: “N’olur onun adını anmayın.” Ben, beni istemeyen adamı hayatımdan çıkarmak adına yoğun bir unutma mücadelesi verirken, o ne yaptı peki?.. Kah mesaj attı, kah mailler gönderdi. Varlığını hatırlatmaya devam etti. Bundan daha büyük bir erkek bencilliği olabilir mi?..


Her erkek aynı değil kuşkusuz.
Mail ya da mesaj atmıyor ama sizdeki varlığını bir şekilde sürdürüyor.
Oysa bilmiyor…
Karşınızdaki size izin verdiği sürece onun hayatında bir anlam taşırsınız.
Yani Ebru Drew’in yazısında dediği gibi
“…Sonra kalp nasılsa kendini acıtacak yeni bir sahip buluyor. Ve en onarılmaz sanılan yaralar bile kapanıyor. Tek ilaç, zamanla…

Neyse geçti gitti. Ne acısı kaldı, ne izi. Hayat devam ediyordu. Onsuz da yaşanıyordu.”

Onsuz yaşayamayacağını, onsuz hayatın anlamı olmayacağını düşünenlere öneri :
Biraz zaman tanıyın ve tekrar düşünün…

Sevgiyle kalın.

19 Aralık 2006

MUTLUYUM MUTLUSUN MUTLU

Bu sabah enerji doluydum yatağımda uyandığımda.
Herşeyin yeniliği sarhoş etmişti beni.
Bu sabah ayık kafayla şöyle bir baktım hayatıma.

Daha ne istiyorsun ki dedim kendime...
Ve ekledim.


MUTLUYUM
Umarım
MUTLUSUN ve
diliyorum hepiniz
MUTLUsunuz.

Bu enerjimin en kısa zamanda takılarıma yansımasını diliyorum ve sizleri eski takılarımın yeni fotoğrafları ile başbaşa bırakıyorum.


Fotoğrafları çeken Barbi'ye; bana sabırla zaman ayırdığı ve tüm zorluklara rağmen başarılı sonuçlar almak için uğraştığı ve sonunda kötü bir makarna ve salataya bile ses çıkartmadığı için huzurlarınızda teşekkür ediyorum.


























04 Aralık 2006

TAKI TASARIMI SERGİSİ





1-3 Aralık 2006 günlerinde takı tasarımı sergisi varmış...
Varmış dememin sebebi ben taşınma telaşında olunca (ve hala taşınamadım) maillerime ve ilgi duyduğum ve takip ettiğim sitelere vakit ayıramayınca en sevdiğim uğraşımla ilgili bu güzel organizasyonu kaçırmış oldum.
Portaldan fotoğraflarla idare etmek zorunda kaldım tabi.
Oysa ne büyük bir zenginlik olacaktı benim için.
Beğendiğim tasarımcıların bazılarıyla da tanışma fırsatı bulacaktım.
İnternet sitelerinden bulduğum fotoğraflarla kendilerine buradan da olsa;
"ELLERİNİZE SAĞLIK"
diyorum.

Mücevher Oscar'ı Ödüllü Sevan Bıçakçı'nın tasarımları gerçekten de Kapalıçarşı esnafının ona taktığı ada yakışıyor. Kapalıçarşı'da onun için "Sevan deli mal yapar. O çılgındır" diyorlarmış. Çılgın parçalar yaptığı için de adı Çılgın Sevan olarak kalmış.
(İnsanın "Allah'ım bana da böyle çılgınlıklar nasip eyle" diye bağırası geliyor.)
Sizce de çılgın değiller mi? (Üstte gördüğünüz yüzükler de kendisine ait. )
Çılgın Sevan'ın asıl patlaması da Güler Sabancı'nın Osmanlı Kolleksiyonu'ndan bir yüzüğü takmasıyla olmuş. (Bu yüzük de o kolleksiyondan bir parça)



Takı Tasarımcıları Portalından Sedat Bey'in fotoğraflarıyla sergiden bir kaç görüntü... (neden ben gezemedim o standların arasında diye ne kadar söylendiğimi kelimelerle anlatamam.)











Meraklısına dip not: Bir evime taşınıp da şu malzemelerime kavuşabilsem nasıl da o sergilere katılıp stant sahibi olacam göreceksiniz.

(Bu dip not umudunu kaybetme diyenlere ithaf olunur.) :)))))))))))

16 Kasım 2006

UMUT



Ne güzeldir sonbahar…

Biraz hüzünlü, biraz yalnız…

Şaşırtır sizi, hatta bazen hazırlıksız yakalar.

Biraz insanlar gibidir sonbahar.

Güneş var diye güvenir ince giyinirsiniz
çok geçmez hava kararır ve yağmur başlar.

Kızarsınız.

Kendinize.

Onun güneşli yanına güvendiğiniz için.

***

Bugün geldi bu fotoğraf,
sevdiğim sonbaharın terkedilmişliğinin resmi gibiydi.

Biraz hüzünlü, biraz yalnız.

Sevdiğini bekler hali etkiledi beni.
O nedenle biraz da umut gibi.

12 Kasım 2006

ANNEMİN KOLYELERİ

Hala Bursa'dayım.

Kabullensem iyi olacak artık Bursa'dayım.
Henüz evime yerleşemedim, hatta eşyalarımı bile getiremedim ama artık Bursalıyım.
Herşey derlensin toplansın da hemencecik taşınıvereyim dedim ama hala beklemedeyim. Bu durumu hiç sevmem elim kolum bağlı hiç birşey yapmadan gün öldürmeyi.

Akıllı kafam takı malzemelerimi bir valize koyup gelseydim neler neler çıkardı şimdi.
Annemle dertleşirken, hem bi şey yapmıyorum hem de blogumu güncelleyemiyorum diye, aklıma geliverdi; annemin kolyeleri...

Nasıl olsa çekerim fotoğraflarını diye kendi arşivimde bile yoklar. Günlerdir elimde fon kartonları orasına gölge düştü burası olmadı derken çekemediğim fotoğrafları bu sabah annemin de yardımıyla çektim.

Takı Tasarımcıları Portalından Sedat Bey gene beğenmez ya çektiğim fotoğrafları, ne yapalım en azından bir fikir edinirsiniz dedim. Öncesi ve sonrası için çok uygun bir çalışmaydı aslında ama ben önceki hallerini çekemedim. Annemin üç renkten oluşan yarı değerli taşlardan bir kolyesi vardı. Uzun zamandır o formda kullandığından sıkılmıştı ve küçük hareketlerle yeniliklere ihtiyacı olan taşlarını bana verdi.

Aşağıda gördüğünüz kolyeleri farklı kullanım amaçlarına uygun eklemeler yaparak yeniledim.










Annem değerli ve yarı değerli taşları çok sever ve çok güzel taşır. Gümüş bir kolyeyi bozarak yaptığım ve gene yarı değerli taşlar ekleyerek yaptığım kolyeleri istediğinde iç içe istediğinde ayrı ayrı kullanabilir hala geldi.





Yarı değerli taşlarımı aldığım Osman Amca'ya uğradığımda pembe kuvars taşlara bayıldım. Kendim için 2 tane oldukça büyük iki taşı alırken gördüğüm açık pembe ve kırmızıya yakın renkleri olan taşlar (neden alırken isimlerini yazmam ki ben bu taşların, işte aklımda kalmadılar) 2 dizi aldım, annemin çok seveceğini düşündüğüm bir takım yapmayı aklımdan geçirerek. Annem sevmez küpe, bileklik, kolye bir arada. Ama ikili takım olarak kullanır diye düşümdüm ara ara...
Aklımdaki tasarım böyle olmasa da aşağıda gördüğünüz gibi bir hal aldı dizmeye başlayınca...


Sanmayın ki bu kadar anneme yaptığım kolyeler. Bunlar yarı değerli taş kullanarak yaptıklarım. Bi de yeşil taşlarla daha önce yaptığım bir kolye vardı annem için onu biraz sadeleştirdim. Başka bir günün konusu olsun diye de bugüne eklemedim. Bir de tabi benim tarzıma daha yakın bulduklarım var. Yakında onlar da alacak yerini bu sayfalarda...

Dua edin de taşınma işlerim bir an önce bitsin. Ben de hem evime hem de takı malzemelerime bir an önce kavuşayım. Hem de "arayı açıyorsun" diye yakınanlara inat her gün yazayım.

Yeni takılar yapıp burada sergileme fırsatı bulayım.

05 Kasım 2006

SEVGİLER

Uzun zamandır yazmamıştım. Nedeni basit kendimce:
yaşadığım şehir, evim, komşularım, yemek yediğim yerler, dolaştığım sokaklar, alışveriş merkezleri ve niceleri... DEĞİŞİYOR.
Telaşlıyım yani. Şaşkınım hatta biraz. Belki şoktayım.
...
Sonra bir gün bir mail geliyor, bazen de bir telefon.
Hayat tekrar anlamını buluyor.
İfadelerdeki tedirginlik yerini anlık gülümsemelere bırakıyor.
Yürek fark ediyor. Herşey değişse de
dostluklar hep baki...
Daha önce de yazmıştım değil mi,
"nerede nasıl bırakığınız değil biraraya geldiğinizde nereden başlayabildiğinizdir dostluğunuzu belirleyen"

Bu akşam o dostlardan birinin yazdıklarını paylaşmak isterim sizlerle.
Teşekkürlerimle birlikte...


Sayfalarında ufak bir gezinti ile neşeyi sitende üzerini bir hüzünle örterek gizleyebildiğini fakat bir o kadar da, yazamayanı bile yazar hale getirebildiğini gördüm. Nereden mi biliyorum o benim işte yazamayan. Bunları yazarken yazar mı olduğumu düşünüyorum? Tabi ki hayır. Ben o kadar yazar değilim ki yazarken noktalama işaretlerini bile doğru yere koyamam. Hani derler ya “doğru yerde doğru insan” bunların ikisine bile bir arada rastlamışlığım olmamıştır şu 3 onluk hayatımda. Ya da “bu bana bir işaret olmalı” diye bulunduğu durumdan ders çıkarmışlığım. Hangi durumun neye işaret ettiğini hiç kezleyememişimdir. Sanırım benim işaretlerle ilgili bir sorunum var. Tüm bunları anlayabilen ve kendine yüksek bir dirayetle paye çıkarabilen insanlara imrenerek bakmışımdır. Hatta çoğu zaman bakarken de kendilerine yakalanmışımdır.

Aslında ben Evrenin şöyle bir “Takı”larına bakmaya gelmiştim fazla durmayıp çıkacaktım. Ne kendimin yazarken ne de kendisinin yazdıklarımı okurken ayıracağı vaktini almayacaktım. Ama burada her şeyin takılardan ibaret olmadığını başta da dediğim gibi hüznün arkasına gizlenmiş ince bir siluetle bize gülümseyerek bakan neşe ne ise, takıların arkasına gizlenmiş “takıntı”lar da aynı şekilde dikkatimi çekti.

24 Ekim 2006

Bayram Geldi Hoş Geldiiiiiiiiiiiiii…

Bu yıl bayram Ekim sonuna denk geldi.

Hava şansımıza güneşli, hani kışa başlamadan hemen önce bayram edin der gibiydi.

Annemle babam arkadaşlarıyla tatile gittiler.
Ben de bu durumda İstanbul’daki evimde son bayramımı yapayım dedim. Dedim de Şuşum olmaz dedi.

Önce bir iki yan çizdim ama baktım evde oturdukça kutularıma kutu ekliyorum
tabi bel ağrılarıma da bel ağrısı…

Hemen bir telefon açtım ve soluğu Şuşumun ve tabi dolaylı olarak benim de ablam olan (saygılar sunarım kendisi benden 6 ay küçük ablam olur) Neslilerde aldım. Yemeği de kaçırmadım tabi.

Şuşumun annesi Hayruş kendisine gözlük aldı 2 tane. (Yoktu – yoksa insan aynı anda içerisi dışarısı deyip de 2 markaaaaaaaaaa gözlüğü almaz di mi ??? Hayır en azından tahmin eder, bu evlatlar bırakmaz beni ağızlarına sakız ederler hatta üstüne bi de sinir hastası ederler der, gene almaz. Aklına gelmedi zaar.)

Bütün gece gözlükleriyle uğraştık tabi.

Sabah bir heyecan uyandık, kahvaltı sofraları hazırlandı. Hızlı hızlı kahvaltı edildi ki bir an önce bayramlaşma başlasın. Ne de olsa 2 markaaaaaaaaa gözlük almış BULGAR(İ) Kraliyet Ailesi yaşayan son efsane Hayruş Sultan’ın eli öpülecek…

Çok keyifli bir bayram sabahı oldu. Öyle ki, uzun süredir hepimiz bu kadar içten belki de ilk defa güldük. Gözlerimizden yaş geldi. Sağ olsun Hayruş da bir laf etmedi onunla ve köklerinin ona bahşettiği gözlükleri ile uğraşmamıza.

Bayramlaşma bitti. Ev halkı kendi telaşına döndü.

Birkaç kolyeyi yanımda götürmüştüm.

Biz de Nesli ile fotoğraf çekimine başladık. İşte tasarım, işte sanat...(işte fotoğraf???)












İyi güzel hoş da bir bayram mesajı bile yok mu diyenler için; bu yıl aldığım en eğlenceli bayram mesajı da sizlere:

(üzerinde küçük değişiklikler yaptım. Pardonnnnnn)

Umarım beğenirsiniz…

Kahkahalar, yeni heyecanlar, bebekler, düğünler,
eğlenceler ve tatlı

sürprizler olsun…
Tatlılar olsun,
tarçınlı kurabiyeler, elmalı kekler…

Şekerli kahveler içilsin 40 yıl hatırı olsun.

Görüşmek için telefonlaşmalar olsun.
Buluşmalar, kavuşmalar olsun.

Kayıplar, depremler, afetler olmasın.
Kırgınlıklar, anlaşmazlıklar,
ayrılıklar, yalanlar olmasın.

"biz" olsun; "ben" olmasın...

mutluluk parayla, eğlence zoraki olmasın

veee
...aşk olsun... bir kere söylensin, yeter olsun.

En önemlisi
sevgi olsun...

daha n'oolsun…

BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN...

15 Ekim 2006

İyi ki geldin dünyaya...

Küçük dünyamı aydınlatan...
Zamanı unutturan...
Yüzümü gülümseten...
Yatağımda uyumaktan keyif alan...
Sadece bir gün oldu seni görmeyeli, şimdiden özledim
Seni çok seviyorum deyişini.
Hani içtenlikle bakıp da ellerimi sevişini.

Ama bu bana özel değil biliyor musun.
Sen seni seven herkesi böyle sevdin küçüğüm.
Herkes de seni böyle sevsin dilerim.
Ben kendi adıma TEŞEKKÜR
etmek istedim sana.

Sen farkında olmasan da,
Zor günlerde arkadaş oldun bana...

Annenle o benim arkadaşım kavgaların hiç bitmesin.

Sıkılırsan yap bir meditasyon rahatla.

.

Ya da uyu sevdiklerinin kollarında. (Bilir misin bilmem; doktor annene hadi bakalım zamanı gelmiş bu kız durmaz artık dediğinde Şuşu vardı yanınızda.)


Arada spor yapmayı ihmal etme.
Parmaklar da ince ve güzel olmalı di mi ama.


Meditasyonun başka bir versiyonudur mutfakta sergilediğin hüner.
Annen bu konuda bir harikadır.
Hiç kuşkusuz ona çekeseksin bu konuda.



Unutulmaz elmalı salata sakinleşmek için ne yapsak dediğimiz anda çıktı ortaya.
Bir gün bende anneni beklerken baby chef'den aldığımız tarifle yaptığımız o limonatanın tadı hala damağımda...
Sevgini katarsan küçüğüm yaptıklarına unutulmaz anlar bırakırsın hafızalarda.

Ama sanmaki hep usluydun ve söz dinledin.
Sadece gönül almasını çok iyi bildin.
Anneni üzüp üzüp sonrada tüm içtenliğinde sarıldığında
"seni gerçekten çok seviyorum annecim ben senin kurbağanınım" deyişinden anladık ki
sen büyünce çok canlar yakacaksın.
Varsın sen yak, (korkum yakıp da fark etmeyenler çıkarsa karşına diye)
senin ki yanmasın da...

Sen gönül almasını bildikten sonra.
Ama dikkat et kimsenin kalbini kırma.
Kırılınca yapışsa bile izi kalır.
Unutma!
Hoş annenle baban öğretecek bütün bunları sana.
Herkesden bir parça olacak sen büyürken sende.
Ama sen gene de tehlikeli karışımı hep tut aklında.
Şuşu kadar narin ve ince
Benim kadar süslü ve zevkli
Annen kadar komik ve pratik...

Umarım büyüme yıllarının da tanığı olurum.
Uzaklarda olsam bile...
Annenle baban çok arayıp sormasa da.
Ben onlara yazmasam da.
Buluştuğumuzda herşey kaldığı yerden devam eder bizlerin hayatında.
Bunu da öğreneceksin zamanla;
Önemli olan telefon ilk çaldığında açıp açmaman değil,
Açtığında koşup koşamayacağındır.
Ve hayatın kaldığı yerden akıp gitmesini belirleyen de insanları kalbinde koyduğun yerdir.
Onların bende özel bir yeri var.
Artık senin de.

12 Ekim 2006

ŞUŞU İLE GÖRÜŞEBİLDİK

Sonunda görüşebildik...
(ve Şuşu en çok yılın modasını yansıtan İtalyan kaplama zincir ve parçalar ve yarı değerli taşla yaptığım tasarımı beğendi.)

Oysa benim favorim bu kolyeydi.
Biraz aykırı ve asi...


Şuşum bir sevgili yaptı kendine, görebilene aşk olsun.
(Böyle söyleyince de hani sanırsın pasta hamurundan falan yaptı. "Magazin Dünyası"nın bana kattığı bu değerli kelimeyi gururla paylaştım sizlerle...)
Allahtan yarışlar varda Orhan arasıra uzaklara gidebiliyor.
Yoksa Şuşu'yu gören cennete gidebilir. O derece yani.
Neyse dün gece beraberdik. Yeni yaptığım kolyeleri ayırdık.
Olmuş olmamış.
Olmuşlar çoğunluktaydı.
Buraya kadar gecemiz normaldi ve Şuşu ile geçirdiğimiz bir kaç değerli saatti.
(Öncesinde ısmarladığı açık büfe çin ve kahve keyfi kıskanan olur diye paylaşılmıyor tabi.)
Herşey yaptığım son tasarımları arşivlemek için kamerayı elime almamla başladı denebilir.

***

Bu kamera da ayrı bir hikaye aslında.
Yarı profesyonele yakın çok özellikli bir digital kameram var söylemesi ayıp.
Sağolsun Barbi sayesinde karar verip almıştım.

***

Neyse ben "user manual"okuma özürlüsü ve dene yanıl öğren pratiğinde bir tip olduğumdan yaklaşık 1,5 yıldır fotoğraf çekmek için çabalıyor ve çektiğim 500 fotoğraftan ancak 50'si kullanılabilir olursa mutlu oluyorum.
Tahmin edersiniz dün gece de böyle bir deneysel çalışmanın ortasındaydım.
Bir ara sinir krizleri geçirdim. Gülmekten gözümden yaş geldi.
Şuşu da bir kaç deneme yapıp benim gene bütün ayarları bozduğumu ve bunu bir profesyonele gösterip düzelttirmem gerektiğini söyledi.
Bense çoktan kamerayı satıp yenisini almak için soluğu internetin başında almıştım.
Sözün özü...
Gece 1'de fotoğraf çekimine başlayabildik.
Şuşu'nun yaptığı ayarla çekip yaparken yaptığım "bir-çok şey" sonunda kameranın bayağı hatrı sayılır özelliği daha olduğunu keşfettim.
Sonuç...
Çekimlerin sonunda ki bu arada sağolsun İlter kardeşim tripot getirdi işi profesyonelliğe döktüm hatta Küba'ya gidip hem tatil hem çekim hayalleri kurdum ama nafile, sabah 4'de yatmaya karar verdiğimde 290 çekimden elimde kalan hepi topu 30 tane oldu. Yani ben %10'luk başarı grafiğimi bütün çabalamalara rağmen değiştirememiş oldum.

Ve sahne...
(İşte o geceden kalan nadide fotoğraflardan bazıları ...)

ŞANS BİLEKLİĞİ - Para, huzur, mutluluk en önemlisi sağlık getirmesi dileklerimizle...





KÜPELER... KÜPELER...
(Hepi topu 10 adet)
Kendim küpe takma özürlüyüm ya komiktir tasarımlara da yansıyor.



10 Ekim 2006

YILIN MODASI ALTIN



Yılın modası altın...

Gerçek, imitasyon fark etmez siz de edinin bir kaç tane.
Takın takıştırın ama ne olur mutlaka kendinize yakıştırın.


İNANMAK

Neye inanırsınız hayatta… İnandıklarınız için nelerden vazgeçersiniz.

Bir gün inandıklarınız sizi yarı yolda bırakırsa…

Bunlar vardı kafamda İstanbul’a yol alırken.

Akılsız başımın cezasını bütün bedenim,

beynim ve huzurla bir yerlerde kalmasını dilediğim anılarım çekti maalesef.

Ne komiktir insan aklı… Nerelerden nerelere gidiverir.

Küçücük çağrışımlar, büyük yankılanmalar sonrasında da

yakınmalar yaratır insanın beyninde.

Nedendir bilinmez çok azı güldürür. (Yoksa ben de mi böyle oluyor.)

Bir blog arkadaşı yazmamalarıma istinaden demiş ki;

“Hayattan dilim parçaları okumak güzeldi,....
Maalesef artik, ne haber var, ne tasarım var....saat durdu mu diye merak ettim...???

Yazarımın haberlerini bekliyorum.”

Bir cevap yazmış mıydım ?

Hatırlamıyorum.

Nerden aklına geldi derseniz.

Komik ama yazmaya başlar başlamaz kulaklarımda onun sesini duydum.

****

Hayatım, çok yakınlarımın bildiği üzere köklü bir değişikliğe uğradı geçtiğimiz aylarda.

Önceleri kabullenmek zordu.

Çok inandığım bir insanın başka bir yüzünü gördüm.

Kendi deyimi ile stratejik bir hata yaparak önce ona olan güvenimi kaybetti.

Sonra da biz birbirimizi…


Tahmin edilenin ötesinde;

Sizi üzen aslında dönüp dolaşıp kendinizmişsiniz.

Bu kadar inandığınız için.

Hani her şeyden vazgeçtiğiniz…

“aynısını O da benim için yapardı”ya olan sıkı sıkı bağlılığınız var ya…

Biraz romantik, biraz gerçek dışı, biraz filmlerde olan…

****

Artık geçti…

Yeni bir hayat, yeni bir düzen bekliyor şimdi beni.

Daha emin kollarda, daha güvenli…

Hep bildiğim sıcaklıkta…

****

Kısaca döndüm yani.

Yeni tasarımlar da yolda…

19 Haziran 2006

BABAM BENİM

Ben hayatta en çok babamı sevdim.

Annem de bilir bunu.

Sorsalar;

"Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?" diye,

Bir seçim yapamam ama, annem de bilir "babalar bi farklı sevilir"

Kırılır, üzülür belki içten içe ama bilir.

O yüzdendir “babanın kızısın sen” demesi.

Hatta ikimize birden kızınca,

“Bu kızda bütün kötü huylarını senden almış” deyip gülmesi.

***

Biz, kardeşim ve ben özgür yetiştik.

Kendi kararlarımızı kendimiz verdik.

Sorumluluklarımızı bildik.

Fikrimiz vardı, gerektiğinde söyledik.

Hiç baskı görmedik ama cezamızı da çektik.

Kızını dövmeyen dizini döver derler,

Babam belki bugünlerde daha da inanır oldu bu söze.

Dövmekten kastımız şiddet içermiyor elbette.

Aile kültürümüzdeki karşılığı şudur;

Bu kadar demokratik bu kadar saygılı bu kadar hoşgörülü olunmalı mı çocuklara karşı?

***

Ben başına buyruk bir çocuktum.

Zor bir kız çocuğuydum yani.

Ele avuca sığmaz durduğu yerde durmaz.

Sonradan öğrendim ben aslında ADHD idim.

Babamdan aldıklarımla annemin katkıları sayesinde hallice toparlamışım ama gene de arızayım arıza…

Vermeseydi onlar can bana, ben ben olmazdım di mi ama?

****

Hayat adamıdır benim babam.

Kolay değildir onunla yaşamak ama zevklidir.

Eğlenirsin.

Gülersin.

Hayatın sana sunduklarını seversin.

Çok şey öğrenirsin…

Gönlü öyle zengindir ki sanırsın dünya bu zenginlik üzerine kurulu.

Artık sen de inanırsın hayatta ki en büyük zenginliktir yüreğin, yüreğine sığdırabildiklerin.

En zor anlarda ile kaçmamayı, inandıklarına dört elle sarılmayı.

İnandıklarının peşinden gitmeyi, gitmeyi gitmeyi…

Ama gerektiğinde dönmeyi, kaldığın yerden devam etmeyi.

Haklı olduğunda bile durup bir kere daha düşünmeyi.

Oldu da kırıldıysa bir kalp şımarmayı gerekirse şımartmayı ama illa ki o kalbi tekrar yapıştırmayı.

Kızarmış ekmek varsa kahvaltıda tereyağlı ballı bir şölen gerektiğini.

Eğer yüreğinden taşmışsa bir kere sevinçten de üzüntüden de ağlanabileceğini.

Okumayı, tartışmayı paylaşmayı.

Arasıra kafanı kaldırıp gökyüzüne bakmayı, denizi koklamayı.

Üzüm yemeği, taze cevizin lezzetini.

Film seyrederken uyuyup kalsan bile sonunu mutlaka seyretmeyi.

Denize diye yola çıkıp dağa ulaştığında, ulaştığın yerin keyfini çıkartmayı.

Balık yemeninin sağlıklı olduğunu, yanında içilen rakının keyfini.

Her şeyin bir nedeni olduğunu sonuca böyle ulaşılabileceğini.

Aklın bu işlere yaradığını.

Bir de sobanın el yaktığını öğrenirsiniz.

Her seferinde elini sobaya doğru uzatıp denememek gerektiğini.

***

Ama dedim ya zor bir çocuktum ben.

“Stubborn” kelimesini öğretirken annem bak dedi bu kelimeyi kesin unutmazsın

“stubborn = evren”

Ve ben bir kez daha dokundum sobaya...

YÜREĞİM YANDI.

14 Haziran 2006

YASTAYIM


Gece karanlık... Gece hüzünlü...
Uzun zamandır esen rüzgar;
"En kötü karar kararsızlıktan iyidir" diyor.

Hani eskilerin deyimiyle plak dönüyor;

"Yoksun
Yine varlığım sürükleniyor
Sensizliğim bilinmiyor
Sen gittin gideli ellerim hep titriyor
kalbim bu acıyı gizliyor"

Ben bir sigara yakıyorum geceye, dumanı yol alıyor.
Duman olup geceye karışmak istiyorum.
Olmuyor.

"Çok zor o kadar yıl sonra itiraf etmek
Bu aşkı bertaraf etmek
Bu kez sana söyleyecek ne çok şey vardı
İsterdim bak unutmadım demek"

Plak dönüyor;
İçimi bir hüzün kaplıyor.

"Yıllar sonra bile hiç kimseye söyleyemedim
Bu sevdayı kalbime gömdüm"


Düşünüyorum...
Var mıdır kalbe gömülen sevdalar.

Yürek taşırmı, dayanır mı, eskisi gibi çarpar mı?

Bir sigara daha yakıyorum.
Ateşi kor yüreğim.
Dumanı vuslata sitemim.
Külleri...
Söze ne gerek anlayın işte budur benden geriye kalan.
Dayan yüreğim dayan.

Plak dönüyor...

"Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor
Yastayım hiç kimse bilmiyor"

Hüznü bir köşeye koyuyorum.
Eski fotoğraflara bakarken bir anı gelip beni buluyor.
Gülümsüyorum.
Hüzün yasla karışıyor,
Karışıyor da...
Aşk hala her şeye rağmen nasıl bu yürekte kendine yer buluyor, işte bunu bilmiyorum.

Plak duruyor...
Kalbim hala taşıyor, hayır hiç ağır gelmiyor
Eskisi gibi de çarpıyor üstelik
Ama neden bilmem
Bu gece bana ağır geliyor,
HİÇ KİMSE YASIMI BİLMİYOR...

29 Mayıs 2006

Kulağım Bile Anladı...

Ayşe Arman bugün Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesine Evren Yiğit’in bir yazısını aktarmış.
Ben de bloguma taşımak istedim. Önce adı çekti ilgimi. Evren…

Ben yaşlarında olmalı diye düşündüm. Ben yaşlarında Evren isminde kız sayılıdır. Seksenlerle birlikte akın akın doğan Evren isimli erkek çocukları ile karşılaştırılamazlar bile.

Öyle midir acaba???
Sonra "google" da bir "search"

1978 doğumluymuş ve de erkekmiş. “Denizkızı”na ne oldu peki?
Sonra onun başka biri olduğunu fark ettim.
Bir Evren Yiğit daha var ama onun bir de soyadı var: Geniş.

Sonra başka sitelere de bakınca anladım. O Küstah dergisinin kadın kahramanıydı.
Kadındı…
Belki benim yaşlarımdadır düşüncesi beni gülümsetti. Neden takıldım ki buna kadar…

Bir de tanım vardı onunla ilgili ekşi sözlükte.
“Bond kızı karizmasında olup da Türkan Şoray ağırlığında olan.”
Tekrar gülümsedim.

Sonunda öğrendim çok çok genç ama sıkı bir yetenek olduğunu.

Ve şimdi sıra yazıda.
Yazının bir başlığı var mıydı bilmiyorum ama ben ona bir başlık uydurdum burada…


***

KULAĞIM BİLE ANLAMIŞ

Kulağımın içi kaşınıyor.
Felaket.
Önce azar azar başlıyor kaşıntı, geceleri. Sonra artıyor.
Kaşımak da bir zor ki kulağın içini. Bir türlü geçmiyor.
"Ne yapsam acaba?" diyorum. Günler geçtikçe daha da artıyor.
Doktora gitmeye karar veriyorum. Arkadaşlarıma soruyorum "Tanıdığınız iyi bir kulak burun boğazcı var mı?" diye. "N’oldu ki?" diye soruyor arkadaşlarım. "Kaşınıyor kulağım" diyorum. "Uyuyamıyorum geceleri, kulak kaşınmasından!" Bir doktorun adını söylüyor bir tanesi. "Çok iyi doktordur" diyor. "Kimsenin çözemediğini çözer, iyileştiremediğini iyileştirir."
Gidiyorum doktora. Gözlüklü, şirin bir amca. Elinde bir büyüteç, kulağıma bakıyor.
Şaşırıyorum önce. "İçinde kaşıntı var" diyorum. "Öyle büyüteçle ne anlayacaksınız ki?"
"Yok" diyor, "Ben çoktan anladım ne olduğunu da, şimdi daha iyi görmek için bakıyorum." "Nedir?" diyorum doktora.
"Eski sözler kaçmış kulağınıza" diyor.
"Nasıl yani?" diyorum. "Kimin sözleri?"
"Bakacağız" diyor. Sonra bir alet çantasından kocaman, ucu ince, cımbıza benzer bir alet çıkarıyor. "Yan durun. Kıpırdamayın" diyor bana.
Biraz irkiliyorum."Eski sözler" diyorum, "Ha?" Cımbızın ucu kulağıma giriyor, canımı acıtmıyor nedense.
"Bir erkek sesi bu" diyor. Sanki bir uğultu duyuyorum. Cımbızı çıkarıyor kulağımdan. "Yalan kaçmış kulağınıza!" diyor doktor.
Yalana bakıyorum.
Küçücük bir şey gibi gözüküyor. "Vay be! Günlerdir kulağımı kaşındıran bu muymuş?
Hangi yalan peki?" diyorum. "Durun, bekleyin" diyor doktor. "Dikkatli olmamız lazım.
Tekrar kulağınıza kaçabilir. Önce şu deney tüpünün içine koyalım. Sonra serbest bırakırız." Yalanı tüpün içine koyuyor. Kapağını da kapıyor tüpün.
Serbest kalıyor yalan.
"Seni seviyorum" diye cılız bir ses geliyor tüpün içinden.
"Yalanmış ha?" diyorum.
Kulağım bile anlamış, kalbim hálá anlamıyor...

***
Böyledir kalbinde sevgiyi büyütebilenler.
Göz görür, kulak duyar, ten hisseder ama o koca yürek anlamaz.

Umarım yüreğinize inan biri sevmiştir sizi.
Yoksa çok yazık,
Hem size hem yüreğinize…
Posted by Picasa

18 Mayıs 2006

Annem Annem Sen Üzülme…




Ne güzeldir anneye yazılan şarkılar.
Tıpkı yukarıda bir cümlesini aldığım şarkıdaki gibi…
Ama mümkün müdür anne olup da üzülmemek.
Erkekleri bilmem ama kızlar annelerini 30’lü yaşlarına gelince anlarlar.
Sezen’in şarkısındaki gibi…
“Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan…”


Geçtiğimiz haftasonu anneler günü idi.
(Sevmiyorum böyle günleri, önceden ısmarlama sevgi gösterilerini. Sevgililer, anneler, babalar... Bence önemli bir gün daha eklenmeli bu ticari yarışa... Kardeşler günü :))


Vatan Gazetesi’nin ekinde Dilek Önder’in yazısı tam da benim düşündüklerimi dile getiriyordu.
Kısa bir alıntı;
“ Annenin yaptıklarını yapmaya başlayınca…
Onun kullandığı bir kelime ilk defa ağzından çıktığında…
Kendini onun en sinir olduğun hareketini yaparken bulduğunda…
Önce şaşırıp kalırsın, gülersin.
Sonra da onu daha çok sevmeye başlarsın.”


Anne kız olmanın kanunu mudur bilemem ama, durum bundan ibarettir.
İlk gençlik yıllarındaki itirazlar, sonrasında isyanlara bırakır kendini.
Sonra kaçınılmaz 30’lar gelir.
Kendinizle baş başa kaldığınızda şapkanızı önünüze koyar düşünürsünüz.
Bir şarkı takılır aklınıza dalar gidersiniz.
“Ağlama anne benim için ağlama…”


Ama her anne ağlar kızına…
“Keşke” ler çoğalıp, bi de “evet ya…” lar eklenince yaşanmışlıklara...
Ve evet kızlar da ağlar analarına ama ancak 30’larında.


Seni Seviyorum.




10 Nisan 2006

İYİ Kİ DOĞDUM...

Güzel anıları saklamanın en iyi yolu,
onları yenileri ile tazelemektir.

Francis Bacon


Yeni bir yaş, buna başlamak için doğru zaman olabilir.
Doğum gününüz kutlu olsun.


Bugün bankadaki işlemleri yapabilmek için girdim internet sitesine. Ve her zamanki kuru doğumgünü kutlama mesajı yerine bu anlamlı mesajı almak hoşuma gitti nedense... Bana özel seçilmemiş olsa da , öyle bir zamanlaması vardı ki bu mesajın...


Banka işlemlerimi yapamadım ama hiç de kafama takmadım.
Ne de olsa bugün ben doğdum.


İyi ki doğdum...


Sevgi dolu bir anne babaya…
Muhteşem bir kardeşe…
Can bir dosta…

Özleyen, özlenen arkadaşlara…

Beni görünce gülümseyen tanıdıklara…

Ve

Sana…

Peşinden geldiğim bu ülkede umarım güzelliklere yenilerini ekleriz.

Bizi sevenlerle birlikte anıları çoğaltırız.


İyi ki doğdum da sizleri tanıdım…

İyi ki hepiniz hayatıma girdiniz.

Beni hayatlarınıza aldınız.

Hepinize teşekkürler.

Hepinizi çok özledim.

PS: Yeni takılar yok mu diye soranlara :

Var tabi…

Ama bugün ben doğdum.

Biraz torpil benim de hakkım di mi ama ???

20 Mart 2006

Toplu Gösteri

Tekrar buradayım. Herkese sevgiler. Hepinizi şimdiden özledim.
Sanmayın ki yeni şeyler yapabildim. Ancak bavulları boşalttım ve eve yerleştim.
Dolayısıyla eskilerle idare edeceksiniz :)


Yaptığım ilk küpelerin toplu gösterimindeyiz şimdi.

Umarım beğenirsiniz...






Kendim kullanamadığım için küpe yapmak konusunda hep çekimserdim.
Şuşu bu konuda beni cesaretlendirdi.
Annem de hep " bunları küpeleri olmalı" der dururdu.
Şimdi de küpeler var ama o küpelerin kolyeleri yok.
Hakkımı yemiyeyim. Sonradan yaptığım bir kaç kolyenin küpelerini de yaptım.
Artık takımlarım bile var yani...
Sevgiler


Evren

12 Mart 2006

GİTMEK...


Bir kez daha gidiyorum.
Son olmadığını, olamayacağını bilerek...


Gitmek;
Zordur, kolaydır, acıdır, mutluluktur, heyecandır, endişedir...
Gitmek;
Bazen gülümsetir bazen ağlatır...

Vedanın hüznü, kavuşmanın telaşı bir aradadır.

Geçen hafta farkındalıklarım arasına bir çok yeniler eklendi ama dilime pelesenk ettiğim şu cümlenin içi artık daha dolu :

"Giden değil kalandır terkeden, giden de bu yüzden gitmiştir zaten"

Yukarıda okuduğunuz cümle kime ait hatırlamıyorum.
Ama bu şiiri ilk okuduğum gün o kadar aklımdaki :
Yurttayım, oda arkadaşıma hediye geldi şairin kitabı,
okudum, hatta aklıma kazıdım.

Ne tuhaf di mi geçen hafta içini doldurdum bu cümlenin.
Aradan geçen onca yıl bu cümle beynimde bir yerlerde, 2006'nın yağmurlu bir gününde, penceresinden ilk defa baktığım bir odada ona anlam yüklemem için beklemiş.

Bu bekleyiş, yaşam akışımın yönünü, o pencereden baktığımda gördüğüm derinliğe çevirdi.

Yaşamın koşuşturması içinde mümkün müdür bilemem ama, umarım siz sizde olanları,

size kalanları anlamlardırmak için bunca yıl beklemek zorunda kalmazsınız.

Herkese sevgiler,
Ve bana da bon voyage. :)
Evren