Okuduğum öğreti niteliği taşıyan bu metin böyle miydi bu kelimelerle mi kaleme alınmıştı çok da emin değilim. Ama aklımda kalanı bu: İNSAN OLMAK. Ne zaman bir karar almam gerekse ve bir karar vermem önce insanı koyarım en öne ve merak ederim ben insan değil miyim diye? Peki en öne insan beni koyarsam bu bencillik mi olur benim ana dilimde. Peki ya koymazsam enayi demez mi akıl dilim bana. Bence bir karışıklık var ortada. Anneme ve babama danışmalıyım bir ara . Beni yetiştirirken bencillik sınırını tam olarak nereye çizmişlerdi; ufkun görünmeyen diğer yanına mı acaba. İtirazım yok bu duruma yanlış anlaşılmasın sakin ha; keşke enayi olma duygusunu da atsalardı dünyanın öbür ucuna. Pek sık olmasa da karşılaşınca insan bu duygusuyla sormadan edemiyor aslına; geride kalan onca insana ne deniyor peki bu dünyada?
14 Ocak 2009
İNSAN
Okuduğum öğreti niteliği taşıyan bu metin böyle miydi bu kelimelerle mi kaleme alınmıştı çok da emin değilim. Ama aklımda kalanı bu: İNSAN OLMAK. Ne zaman bir karar almam gerekse ve bir karar vermem önce insanı koyarım en öne ve merak ederim ben insan değil miyim diye? Peki en öne insan beni koyarsam bu bencillik mi olur benim ana dilimde. Peki ya koymazsam enayi demez mi akıl dilim bana. Bence bir karışıklık var ortada. Anneme ve babama danışmalıyım bir ara . Beni yetiştirirken bencillik sınırını tam olarak nereye çizmişlerdi; ufkun görünmeyen diğer yanına mı acaba. İtirazım yok bu duruma yanlış anlaşılmasın sakin ha; keşke enayi olma duygusunu da atsalardı dünyanın öbür ucuna. Pek sık olmasa da karşılaşınca insan bu duygusuyla sormadan edemiyor aslına; geride kalan onca insana ne deniyor peki bu dünyada?
13 Ocak 2009
ŞAPKA
Sence?
12 Ocak 2009
AŞKI ÖĞRET BANA
11 Ocak 2009
ARDINA SAKLANMIŞIM KENDİMİN
Yazıp siliyorsun…
Ne yazacağını bilmiyorsun.
Ne yazmaya kalksan ya onu yazıyor, ya onunla yazıyor ya da ona ithaf ediyorsun.
Onsuz mu olamıyorsun
Onsuz olmamayı mı tercih ediyorsun
Onsuz olmamak işine mi geliyor bilmiyorsun
Bu sorulardan iyi çalımlarla kaçıyor
Olur da çalımdan kaçayım derken yeni bir soru ile karşılaşırsan da cevabı geçiştiriyorsun
Akıllısın ya…
Sen bunu uzun zamandır yapıyorsun
Ben farkındayım da sana bunu söylemek ilişkimizi etkiler mi onu kestiremiyorum
Ben seni o varken tanıyamıyordum o gitti artık ulaşamıyorum
Sen duvarlar örüyor
Kozalarda uyuyorsun
Hadi diyorum bir metamorfoz çıkar kabuğundan, kabuk çatlıyor
Hah tamam artık çıkıyor diye umutlanıyorum
Hemen yeni bir tane daha örüyorsun
Kendinle yüzleşmekse korkun
Ya da benim söyleyeceklerimse seni ürküten
Yapma…
Bunu kendine, bana, seni sevenlere, dostlarına, anne-babana ve hatta hayatına yapma.
Okumayacaksın biliyorum
Boşuna bu yazmalar
Tıpkı aramalarımın cevapsız kalışı gibi
Yazmalarım da karşılıksız
Ama biliyor musun ben seni seviyorum kendim
Sen ne kadar suçu kendin de arasan da
Duvarlar örüp arkasına saklansan da
Kozalar örüp uyusan da
Sen ne kadar benden kaçsan da
Asıl bensiz olamazsın
Sen asıl onsuz daha bensin
Daha içten
Daha güzel
Daha akıllı
Daha insan
Sen ne kadar benden kaçsan da
Geride bırakırım hevesi ile hep arkana dönüp baksan da
Ben hep yanındayım tam da yanı başında.
10 Ocak 2009
TO FEEL YOU ALL THE TIME
Munganın bu sözlerini Biraz’ın Terk Edilenler için yazısını okuyunca hatırladım.
Şiirin tamamını bulunca da paylaşmadan edemedim.
Terk eden kimdi
kimdi kalan
giden mi suçludur her zaman?
ne zaman başlar ayrılıklar
dostluklar biter ne zaman
her geçen gün bir parça daha aldı götürdü bizden
aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu her şey kendiliğinden
artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi
bunu ötekine incitmeden
kimdi giden kimdi kalan
aslında giden değil kalandır terk eden
giden de bu yüzden gitmiştir zaten.
murathan mungan
Sahi ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman?
Peki ya kopmayan kopamayan bağlar var mıdır hayatta.
Bölünmüşken yürekler ve eller kenetli değilken
Başka kollarda başka hayalleri yaşayıp
Başka sabahlara uyanırken…
Ve hiçbir zorunluluk da yoksa üstelik
Neden terk eden edileni hala arar
Ve neden terk edilen terk edende bulur yaşama sevincini.
Kimdir giden ve söyler misiniz kimdir aslında kalan?
07 Ocak 2009
SON DİLEK
Dünyadaki son gününüz olduğunu bilseydiniz ne yapardınız?
Çılgın bir parti verirdim. Sevdiğim, yüzünü görmek istediğim herkesi davet ederdim.
Onlarla fotoğraflar çektirir, hepsinde bir ben kalsın isterdim.
Son bir saat aralıksız shut atardım atabildiğim kadar. O ana kadar bir yudum içmezdim. Aklım başımda olsun ki söylemek istediklerimi söylemek istediklerime söyleyebileyim. Orada olmayanlara da yazıp bırakabileyim diye.
En çok kardeşime kızardım gelemedi diye.
Sahi ne zaman öğrendim ben son günüm olduğunu. Yani 24 saatim var mı?
Varsa iyi...
O zaman kardeşim de benimle demektir.
Sen mi?
Sen gelmesen de olur.
Sana söyleyecek ne bir sözüm var ne yazılacak bir cümlem.
Ama son bir dileğim var eğer yerine getirebilirsen.
Kaldıysa bir parçam sende bir nedenden
onu da gönder ki vakit varken
bir şey geriye kalmasın sende benden,
götüreyim yanımda ben giderken.
06 Ocak 2009
HİBERNASYON
İşinde sorunları vardı, sürekli gergindi, sabahları zor uyanıyor, hatta yataktan kalkamıyor, eşinin hadi hadileri arasında güne başlıyor, işe sürünerek gidiyor ve bütün gün bir sürüngen kıvamında çalışıyordu.
Bunu çözmesi, bu durumdan kurtulması ve bir an önce hayatına devam etmesi gerekiyordu. Yolu yoktu, bütün cesaretini toplayıp bu gece bu konuyu açıklığa kavuşturacaktı. Konuyu nereden nasıl açmalıyım diye düşündü. Sabah yataktan kalkamama durumu ile başlasa konu ister istemez neden niçin bölümüne gelir oradan da aralarındaki iletişimsizliğe varırdı elbet.
Akşam yemeğe oturduklarında, yorgun bedenine zorla monte edilmiş kafasını isteksizce kaldırdı ve kocasına:
- Ben bir önceki hayatımda galiba kış uykusuna yatan bir hayvandım. Baksana şu halime yaşamaya mecalim yok.
- Tembellik diyoruz biz buna.
- Tembellik değil, sanki kanım yok, kalbim atmıyor ve de hissetmiyorum.
- ….
- Sence de bir sorun yok mu ortada?
- Bir şey mi istiyorsun sen? Bir şey mi yaptım. Önemli bir günü unuttum gene di mi? Günlerdir surat asmaların, oflamalar püflemeler buna.
- Hayır hayır… Hem ne zaman surat astım ben sana.
- Ne bileyim bizim Bülent’in karısı bir haftadır Bülentle yatmıyormuş. Ne güldüm ya. Sonra seni anlattım Bülent dedi abi kesin unutmuşundur özel bir günü diye.
- Bülenti ne iyi dinlemişsin. Keşke Bülenti dinlediğin kadar dinlesen beni.
- Hayda sen de tuhaflaştın valla. Bak ben seni yarın annenlere göndereyim. Ara patronu. İzin al iki gün. Bak bir şeyin kalıyor mu annenlere gidince?
Kadın sessizce baktı. Ne kadar da başkaydı. Ne kadar da özeldi. Konuşurlardı. Dinlerlerdi. Gülerlerdi. Aynı dili konuşamayan iki insana dönüşmüşlerdi. Ne zaman olmuştu bu değişim. Yoksa hep böyleler miydi?
Kadın adama baktı… Masadan kalktı...
- Kusura bakma toplayamayacağım mutfağı. Bu arada mera edersen; hibernasyon benim ki… Öyle bir günden yarına değişmez. Annemle falan da geçmez. Yatıyorum. Odaya geldiğinde bedenim soğuksa sakin ola ki sarılmaya kalkıp beni ısıtmaya çalışma. Şimdi mevsim değişti ya bizim hayatımızda, bünyem yeni duruma alışana kadar izin ver bana.
04 Ocak 2009
KENDİME KENDİMDEN BAŞKA KENDİM YOK
hüznümle süsler.
bir damın üstüne oturturum süsler.
— ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum.
benim başka sevgim yok...
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
Sevgili yanılgım benim başyargıcım
ÖLÜMÜ GÖZE ALMAK
“Neden başka bir şeylerden bahsetmiyoruz”
Sahi neden?
İnsanlar ölüyor bu dünyada.
Fark eder mi dini, dili, ırkı, cinsiyeti, rengi?
Söyle fark eder mi?
İnsanlar ölüyor bu dünyada yüzyıllardan beri.
Toprak uğruna, din uğruna, rengi uğruna.
Özür dilemek ne fayda… Ardından ağlamak…
Dünyanın kuralı bu deme bana.
Dünya, masa başında oturup 3-5 kişinin kararı ile yüz binlerin ölmesinden oluşamaz.
Oluşmamalı.
“Neden başka bir şeylerden bahsetmiyoruz”
Neden mesela…
Aşktan…
Beklentilerden…
Kırgınlıklardan…
Kızgınlıklardan…
İnançlardan…
Sevgiden…
Zenginlikten…
Yoksulluktan…
Yokluktan…
İşsizlikten…
Krizden…
Arkadaşlardan…
Dostlardan…
Bahsediyoruz…
Ama bunlar başka yazıların konusu.
Bugün tek bir konu var bahsedilmesi gereken
ÖZGÜRLÜK VE ÖLÜM
Anlasana yoktur hiçbir savaşın kazananı, sadece kaybedenler vardır.
Bir de kaybedilenler bu uğurda…
Olayların hangi tarafında olduğun önemlidir.
Ne zaman bir ölüm olsa özgürlük adına aklıma gelir: Büyük Reis’in Mektubu
Çocuktum daha Cumhuriyet gazetesi bir ek çıkartırdı “Bilim ve Teknik” 5-6 haziran Dünya Çevre Günü ile ilgili olarak Büyük Reis’in Mektubunu yayınlamıştı. Seattle Reis, Duvamish Kızılderililerinin Şefiydi. Bu küçük kabile batı Amerika’da Pasifik okyanusunun yakınlarında Washington Gölü’nün sularını denize akıtan ırmağın kenarında yaşamaktaydı. 1856 yılında bu kabile Bainbridge Adasının doğu kıyılarına göç ettirildiler. Bu gün yalnız küçük bir ırmak ve bir göl Duwamish adını taşır. Bir de Washington Eyaletinin en büyük şehri olan Seattle Kentinin adı, Kızılderili Şeften alınmıştır. 1853-1857 yılları arasında USA Başkanlığı yapan Franklin Pierce’ın, topraklarını sözde satın almak isteyen bir mektup yazması üzerine, Seattle Reis’in verdiği yanıt:
Washington’daki Büyük Reis bizim toprağımızı satın almak istediğinizi bildirdi. Dostluk ve iyi niyet sözleri söyledi. O bizim dostluğumuza layık olmadığı için bu sözleri söylemesi iyi. Biz yine de onun teklifini düşüneceğiz, çünkü satmazsak beyaz adamın belki de silahla gelip toprağımızı alacağını biliyoruz.
Gökyüzü nasıl satın alınır ya da satılır, ya da toprağın ısısı? Bunun düşünemeyiz bile biz. Havanın tazeliğine, suyun pırıltısına biz sahip değiliz ki siz bizden onları satın alasınız. Kararımızı vereceğiz.
Beyaz kardeşlerimiz mevsimlerin geri geleceğine nasıl inanıyorlarsa Washington’daki Büyük Reis de Reis Seattle’ın dediklerine öylesine inanmalıdır.
Sözlerim Yıldızlar Gibidir
Benim sözlerim yıldızlar gibidir, hiç kaybolmayacaklardır. Yeryüzünün her yeri halkım için kutsaldır. Her bir parıldayan çam iğnesi, her kumlu kıyı, karanlık ormanlardaki sis, ağaçsız köşe, vızıldayan böcek halkımın düşüncesinde kutsaldır. Ağacın içinde yükselen özsu Kızılderililerin anılarını taşır içinde.
Beyazların ölüleri yıldızlar arasında dolaşmaya gittiklerinde, doğdukları toprakları unuturlar, bizim ölülerimiz ise bu harika toprağı hiç unutulmazlar. Çünkü o bizim anamızdır. Biz toprağın bir parçasıyız ve o da bizim bir parçamızdır. Kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyikler, atlar, büyük kartal da erkek kardeşlerimiz... Yüksek kayalıklar, yumuşak çayırlar, midillinin ve insanın vücut ısısı hep aynı aileye aittir.
Washington’daki Büyük Reis bize topraklarımızı almak için haber aldığında bizden çok şeyler istiyor demektir. Büyük Reis bize kendi kendimize rahatça yaşayacak bir yer vereceğini de söylüyor. O bizim babamız, biz de onun çocukları olacağız. Ama bu hiç olabilir mi? Tanrı sizin halkınızı seviyor, Kızılderili çocuklarını ise terk etti. Beyaz adamlara işlerinde yardımcı olsunlar diye makineler yolladı, onlara büyük köyler yaptı... Yakında beklenmedik bir yağmurdan sonra gelen seller gibi kaplayacaksınız toprağın üstünü.
Benim halkım giden bir sel gibi, ama dönüşü olmayan... Hayır, biz ayrı ırklardanız. Çocuklarımız bile birlikte oynamıyor, yaşlılarımız da aynı öyküleri anlatmıyor birbirlerine. Tanrı size iyi davranıyor, bizler ise yetimiz. Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz, ama bu kolay olmayacak, çünkü bu toprak bizim için kutsaldır. Biz bu ormanları seviyoruz. Bilmiyorum, yaşamımız sizinkinden o denli farklı ki...
Derelerimizde ve nehirlerimizde akan su yalnızca su değil, atalarımızın kanıdır. Size toprağı satarsak bilesiniz ki o kutsaldır. Çocuklarınıza onun kutsal olduğunu öğretin. Denizin berrak suyundaki her kımıltı benim halkımın yaşamından olaylar, anılar anlatmalıdır size. Suyun şırıltısı dedelerimin sesidir. Nehirler kardeşlerimizdir; susuzluğumuzu giderir, kanolarımızı taşır, çocuklarımızı birbirine yaklaştırırlar.
Nehirler Kardeşlerimizdir
Eğer kardeşlerimizi satarsak şunu hep anımsayın ve çocuklarınıza da öğretin: Nehirler bizim --ve sizin de-- kardeşimizdir, onlara diğer kardeşlerinize olduğu gibi davranmalısınız. Dağlarda sabah güneşi sisi nasıl kovarsa, Kızılderili de beyaz adamın kovalamasından hep öyle geri çekildi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır, onların mezarları bu kutsanmış topraktır. Beyaz adamın bunu anlamayacağını biliyoruz. Onun için bir toprak parçasının diğerinden farkı yoktur. Çünkü o bir yabancıdır, gece gelir ve istediği toprağı alır. Toprak onun kardeşi değil, düşmanıdır. Onu fethettiği anda daha ötelere gider, babalarının mezarlarını geride bırakır ve onları bir daha düşünmez bile. Toprağı, çocuklarından çalar ve bunu da dert etmez kendisine. Babalarının mezarları ve onların çocuklarının doğum hakları unutulur. Anası olan toprağa ve onun kardeşi göğe, koyun ya da pırıltılı incilermişçesine satılacak eşya muamelesi yapar. Beyazların açlığı toprağı tüketecek, geride hiçbir şey bırakmayacak, tıpkı bir çöl gibi.
Bilemiyorum, yaşamımız sizinkinden çok farklı. Sizin kentlerinizin görünümü Kızılderililerin gözünü acıtıyor. Belki de biz vahşiyiz ve ondan anlamıyoruz. Beyazların kentlerinde sessizlik yok. Baharda hışırdayan yaprakları ve böceklerin vızıltısını duyacak hiçbir yer yok oralarda. Belki de bu, ben vahşi olduğum ve anlamadığım için böyle. Oralardaki gürültü sanki kulaklarınıza hakaret ediyor. Meleyen keçi kuşlarının sesini ya da geceleyin göl kenarında bağıran kurbağaları duyamadıktan sonra yaşamda ne var ki? Ben bir Kızılderili'yim ve bunu anlamıyorum. Kızılderili bir gölün üstünde rüzgarın şarkı söylemesini sever, öğle yağmurları ile yıkanan rüzgarın kokusunu da, hele o çamların, o sert çamların sert kokusunu... Hava, Kızılderili için çok değerlidir; çünkü her şey solumaktadır, hayvan, ağaç, insan, her şey. Beyaz adam soluduğu havanın farkında değil sanki, günlerdir etrafında oluşan pis kokuyu algılamayan bir ceset gibi...
Hayvanlar Olmasaydı
Ama biz size toprağımızı satarsak unutmayın ki, hava bizim için çok değerlidir. Hava ruhunu yaşayanlarla paylaşır. Rüzgar babalarımıza ilk soluklarını verdi, onların son soluklarını aldı ve çocuklarımıza da yaşamın ruhunu verecektir. Size toprağımızı sattığımızda rüzgarın, çayır çiçeklerinin hoş kokusunu taşıyan çok özel ve kutsal değerini bilmelisiniz. Hayvanlar olmasaydı Toprağımızı satma teklifini düşüneceğiz. Kabul etmeye karar verirsek de tek koşulumuz var: Beyaz adam toprağın hayvanlarına kendi kardeşi gibi davranacaktır. Ben bir vahşiyim ve başka türlüsünü de anlamam. Beyaz adamın geçen bir trenden ateş edip öldürdüğü ve sonra da bıraktığı binlerce kokuşmuş sığır cesedi gördüm. Ben bir vahşiyim ve anlamıyorum. Nasıl olur da o duman çıkaran demir at, bizim ancak yaşayabilmek için öldürdüğümüz sığırlardan daha önemli oluyor? Hayvanlar olmazsa insan nedir ki? Tüm hayvanlar yok olsaydı insan, ruhunun büyük yalnızlığı içinde ölür giderdi. Hayvanlara ne olursa hemen sonra insanlara da aynısı olur. Her şey birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa toprağın çocuklarına da aynısı olur. Ayaklarınızın altındaki toprağın atalarınızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Toprağı korumaları için onlara toprağın, atalarımızın ruhları ile dolu olduğunu anlatın. Çocuklarımıza öğrettiklerimizi çocuklarınıza öğretin.
Toprak Anamızdır
Toprağa ne olursa, toprağın çocuklarına da aynısı olur. İnsan toprağa tükürürse kendi suratına tükürmüş olur. Çünkü biliyoruz ki, toprak insana değil, insan toprağa aittir, bunu iyi biliyoruz. Kan nasıl bir aileyi birleştirse, her şey de öyle birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa toprağın çocuklarına da aynısı olur. Yaşamın dokusunu insan yaratmadı, o, dokunun içinde yalnızca bir iplikçiktir. Siz o dokuya ne yaparsanız aynısını kendinize yapmış sayılırsınız. Hayır, gece ve gündüz birlikte yaşayamazlar, ölüler o güzelim ırmaklarda, uzaklarda yaşarlar, ilk baharın sessiz adımlarıyla geri dönerler ve gölü okşayan rüzgar onların ruhlarıdır.
Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz. Ama halkım soruyor: Beyaz adam ne istiyor? İnsan gökyüzünü ya da toprağın sıcaklığını satın alabilir mi? Ya da antilopun hızını? Biz bunları size nasıl satabiliriz ve sizler bunları nasıl satın alabilirsiniz? Kızılderili bir kağıt parçasını imzalayıp beyaz adama verdi diye toprağa istediğinizi yapabilir misiniz? Havanın tazeliği ve suyun pırıltısı bize ait olmadığına göre bunları bizden nasıl satın alabilirsiniz?
Teklifinizi düşüneceğiz. Toprağı satmazsak, beyaz adamın silahla gelip, onu zorla alacağını biliyoruz. Ama biz vahşiyiz. Şimdilik güçlü olan beyaz adam; tanrı olduğuna inanıyor, toprağın onun olduğunu sanıyor. Bir insan nasıl olur da anasının sahibi olur?
Toprağımızı satma teklifinizi düşüneceğiz. Gece ve gündüz birlikte yaşayamazlar. Rezervasyon alanına gitme teklifinizi düşüneceğiz. Bir kenarda barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz önemsiz. Çocuklarımız babalarının korkaklaştığını ve yenildiğini gördüler. Çocuklarımız utandırıldı. Yenilgilerden sonra günlerini boşa geçiriyorlar, vücutlarını tatlı yemekler ve kuvvetli içkilerle zehirliyorlar.
Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz önemli değil, zaten çok günümüz de kalmadı. Birkaç saat, birkaç kış... Bir zamanlar bu topraklarda yaşamış olan büyük kabileden hiçbir çocuk doğmayacak. Bir zamanlar sizin gibi kuvvetli ve umut dolu olup da ormanda küçük gruplar halinde dolaşan o insanlardan, halkının mezarlarında ağlamak için kimse kalmayacak.
İnsanlar Denizin Dalgaları Gibidir
Ama neden kabilemin çöküşü için üzüleyim? Kabile, insanlardan oluşur, başka bir şeyden değil. İnsanlar denizin dalgaları gibi gelir ve giderler. Tanrıları kendileri ile birlikte dolaşan ve arkadaşça konuşan beyaz adam bile bu ortak hükme karşı çıkamaz. Belki de biz gerçekten kardeşizdir. Göreceğiz. Bildiğimiz bir şey var, beyaz adam da anlayacak onu bir gün: Bizim tanrımızla sizinki aynı. Bizim toprağımıza sahip çıkmayı düşündüğünüz gibi ona da sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz belki, ama bunu yapamazsınız. O, beyazların olduğu kadar Kızılderililerin de; tüm insanların tanrısıdır. Bu toprak onun için değerlidir, toprağı yaralamak, onun yarattıklarına kötü davranmak demektir.
Beyazlar da bir gün yok olacaklar, belki diğer kabilelerden de önce. Daha iyi bir yatak bulmak için uzaklara gidin. Bir gece kendi çöpünüzde boğulacaksınız. Sizi buralara getirip bu toprakların ve Kızılderililerin fatihi yapan tanrının kuvvetine güvenip, bizim batışımıza çok sevineceksiniz. Bu hüküm izim için bir sırdır. Bütün sığırlar öldürülüp, bütün yaban atları ehlileştirildiğinde, ormanın gizli köşeleri insanların kokusu ile ağırlaştığında, bereketli tepeler tel çitlerle sarılıp utandırıldığında nerede olacak o kuşlar? Kartal nerede? Yok... O zaman ava ve hızlı midilliye "Yaşa, çok yaşa!" demenin anlamı ne ki?
Yaşamın sonu ve kurtuluşun başlangıcı. Tanrı özel bir nedenle sizi hayvanların, ormanların ve Kızılderililerin fatihi yaptı, ama bu neden bizim için bir sır. Eğer beyaz adamın düşlerinden haberimiz olsa idi, belki de bu sırrı anlayabilirdik. Uzun kış akşamlarında çocuklarına anlattıklarını bilseydik anlardık belki de. Ama biz vahşiyiz, beyaz adamın rüyaları bize ödünç verilemez ki. O rüyalar bize ödünç verilemeyeceğine göre, biz de kendi yolumuza gideceğiz. Çünkü biz her şeyden çok, bir insanın kendi istediği gibi yaşama hakkına saygılıyız. Onun yaşamı kendi kardeşinden çok farklı olsa bile. Bizi bağlayan çok fazla şey yok.
Teklifinizi düşüneceğiz. Kabul edersek bu yalnızca söz verdiğiniz rezervasyonu sağlama almak için olacak. Orada belki de kısa günlerimizi istediğimiz gibi geçirebiliriz.
Toprağımızı size satarsak onu sevdiğimiz gibi sevin sizde onu. Ona özendiğimiz gibi özenin. Ve tüm gücünüzle, ruhunuzla, yüreğinizle onu çocuklarınız için koruyun ve tanrının bizi, hepimizi sevdiği gibi sevin onu. Çünkü bir şeyi biliyoruz: Bizim tanrımız sizinkinin aynısıdır. Bu ortak hükme beyaz adam bile karşı çıkamaz.
Kim bilir, belki yine kardeşizdir sizinle. Göreceğiz...
SENLE KONUŞTUM
~ Gene ne oldu ki?
~ Bilmem aklıma düştün gene. Sen iyi değilsin biliyorum. Biliyorum benim yapacağım bir şey yok sen istemedikçe ama elimde değil aklım kalıyor sende.
~ Sen işine baksana ne karışıyorsun bana. Ben sana karışıyor muyum? Müdahale ediyor muyum? Endişe duyuyor muyum?
~ Duymalısın belki de. Ben de iyi değilim sana söyleyemiyorum daha da kötü olma diye. Hem ne bu sinir bu öfke.
~ Karışma bana. Yaptım bir hata şimdi de cezasını çekiyorum. Hem ne var biraz yalnız kalmak istedimse. Ne var yani kimse bana ulaşamıyorsa. Ulaştı da ne oldu. Sen biliyorsun bunu en iyi. Birlikte yaşamadık mı tüm o heyecanları, üzüntüleri, kırgınlıkları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını. Ben sen değilim. Unutamıyorum senin gibi bir günde.
~ Bir gün mü? Farkında mısın 2 yıl bitti. Koskoca iki yıl. Değer mi?
~ Senin verdiğin değerle benim ki bir değil diye sakın ola ki yargılama beni. Hem sen git ne istiyorsan yaşa. Engel mi oluyorum ben sana.
~ Engel değil de…
~ Ne?
~ Sen olmayınca olmuyorum. Denedim biliyorsun. Sensizken 1-2 kere denedim. Mutlu etmedi ki anlar beni. Seni istedim. Sen de ol.
~ Olamam. Benim yaram iyileşmedi. Hem ne diye dürtüp duruyorsun beni. Demedim mi ben ararım seni. Gelme üstüme. Bak tekrar diyorum. Sen git ne istiyorsan yaşa. Beni düşünme. Yalnız bırak. Ben daha iyiyim inan. Ama öyle senin istediğin gibi taşıp coşamam. Yavaş yavaş. Doktor bile dedi. Heyecanlara ve endişelere dikkat et diye. Sen bir de beni düşünüyormuşsun gibi hadi diyorsun yeni heyecanlara yeni aşklara. Oldu küçük hanım, mümkünse bir süre daha görüşmeyelim.
~ Bir dinlesen beni…
~ Dinledim de ne oldu. Teslim oldum. Kendi çıplaklığımla kalakaldım. Hem sen okudun mu bugün aydan atlayan kedi’nin yazısını.
~ Ne anladın?
~ Ben çorbayı hatırlıyorum…
~ Ve ben…
~ Tükürüğü.
~ İşte gördün mü? O nedenle git ve ne yaşarsan yaşa ama benimle uğraşma. Beni rahat bırak.
~ Peki ya herkes onun gibi değilse. Yani çorbayı aşkla pişiren biri varsa… Sunmak için birini bekliyorsa… Hadi inat etme. Gel benimle, sensiz olmaz biliyorsun, boşuna inat ediyorsun. Şu evrende var olmazsan nefes almak neye yarar söylesene... Sensiz yaşanmaz ki yüreğim. Sensiz olmaz ki anlasana...
SORULAR VE CEVAPLARI
Mim kimden başladı nasıl başladı bilmiyorum ama James Lipton tarafından sunulan Inside The Actors Studio söyleşi programının en sevdiğim bölümüdür bu sorularla sanatçıların baş başa kalması. Hele de en sonunda;
Bu kadar girizgahtan son; işte sorular ve cevapları…
Tam da o sıra karşımdakinin gaz çıkartması
Tahtaya tebeşirle yazı yazarken bazen çıkan o ses
9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
10. Nerede yaşamak isterdiniz?
18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?
20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
03 Ocak 2009
PEKİ YA SİZİN RENGİNİZ...?
"Peşimden deprosyana sürüklemiyeceğim seni de
ben de gitmiyeceğim banane
bu gri havaya fıstık yeşili pencereler acıcam
tatlı bi tutuncuya boyıyıcam olmayan duvarlarımı
hadi güle güle..."
02 Ocak 2009
VAZGEÇMEK
İstediklerimizden vazgeçsek ve sadece elimizdekilerle yetinmeye çalışsak; daha az hayal kırıklığı daha fazla mutluluk bulur muyduk acaba?
Bazı hayallerin peşini bırakmak gerekir bazen.
Olmak istediğinle olduğun kişi arasında bir seçim yapmak gerekse hangisinden yana olurdu seçimin?
Elindeki ile yetinir miydin o anda?
***
Gecenin karanlığında penceremde yağmurun bıraktığı deseni seyrederken bunları düşünüyordum. Severek dinlediklerimden “Go Head On” çalıyor fonda ve ben düşünüyorum…
Kendim geldi sonunda kendime.
3 kere vuruşundan anladım.
Açtım kapıyı heyecanla…
Oturduk lafladık biraz
- geçmişten
- gelecekten
- hayallerden
Bazı hayalleri unutmak gerek dedi.
Bazen vazgeçmek.
Ben hiçbir zaman tam anlamıyla vazgeçmedim.
Ama artık vazgeçmeliyim.
Kendim yanına umudu almış.
Hoşuma gitti ışığı. Gülümsetti beni. Öyle güzel hayaller kurdu ki kıskandım. Galiba seveceğim şu umudu. Anlaşacağız sanki. Hatta izin verirse tutunacağım ona. Bazen hayatta bildiğimizden vazgeçip bilmediklerimize sarılmak gerek. Bazen tam anlamıyla vazgeçmek. Kabullenmek…
Yeniden başlamak gerek.
Umutla
Yeni bir yıla...
Yeni bir yaşa...
Yeniden bir aşka…
Başlamak gerek.
Şu anda bana Eva Cassidy, What A Wonderful life ile eşlik ediyor. Ve ben şu an elimdekilerle mutluyum. Bu gece uzun zamandır ilk defa mutlu olduğumu hissediyorum. Bu gece yağmur ilk defa yeşertmek için yağıyor, hissediyorum. İçimde bir umut yeşeriyor artık adını biliyorum.
TESADÜFLERDEN
Sessizce çıktı evden, vedalaşmadı geri dönmekti niyeti, bakkaldan ekmek almaya gider gibi bir hali vardı.
Apartmanın kapısı büyük bir gürültü ile kapandı ardından. Dönüp baktı istemsizce kafasını yukarı kaldırıp cama baktı. Perdenin arkasındadır dedi kendi kendine. Cesaret edemezdi ortaya çıkmaya. Neye cesaret etmişti ki zaten dedi içinden ve derinden.
Yürüdü yokuş aşağı deniz kokusu geldi burnuna. Ne çok severlerdi Pazar sabahları kentin sokaklarını, ne çok severlerdi boğazı bir uçtan öbür uca yürüme telaşını. Gülümsedi. Bir yağmur eksikti oda tamamlandı dedi koluna düşen ilk damlada. Çantasından yağmurluğunu çıkarttı usul usul giydi. Islanmak ister hali hoşuna gitti.
Beşiktaş’ın kalabalığına karıştı, yağmur şiddetini arttırmıştı. Her zaman yaptığı gibi kitapçıya sığındı. Çok satanlar bölümünden bir kitap seçti. Aklına blogdaki oyun geldi. 51. sayfamıydı sahi…
Açtı kitabı bugünkü falı niyetine 9 yıl 5 ay oldu diye düşündü 113. sayfayı buldu. Saatine baktı 18:10.
18. cümle mi 10. cümle mi diye düşündü ve önce 10. cümleyi okudu:
“Onun sadece bedenini değil ruhunu da bulmalısın”
Bu oyuna bayıldı. Bedenin burada ama merak ediyorum demişti konuşmasına başlarken ruhun nerede? Ne tesadüf dedi.
18. cümleyi buldu. Yağmur şiddetini artırmıştı. İnsanlar kaçmak için kendisi gibi davranmış ve soluğu kitapçıda almıştı. Etrafındaki kalabalıktan rahatsız oldu. Sağa sola bakındı. İçinde bir sıkıntı vardı. Satırı kaybetti tekrar saydı. 15,16,17, 18:
“Ve sadece kafanı rahat ettirmek için söylüyorum: Benim bir sevgilim var.”
Bu da nerden çıktı diye düşündü. Gerçekten bir sevgilisi olabilir miydi? Bu bir oyun dedi. Sonra durdu ya benim fark etmem için ilahi bir tesadüfse tüm olanlar. Evden çıkar çıkmaz yağmur yağması, kitapçıya girmesi, bu kitabı alıp, bu oyunu oynamaya başlaması. Bu satırı seçmesi…
Eve mi dönmeliydi bu lanet yağmurun da dineceği yoktu. Eline telefonun aldı.
Kime gidecekti. Saatine baktı 18:45 .
45. cümleyi bulup oradaki cümleye göre davranmaya karar verdi. Ne de olsa hayat bir oyundu. Saymaya başladı 19,20,21…
Sayfayı çevirdi; sıkıntısı giderek mi artıyordu, kitapçı çok mu kalabalık olmuştu. Devam etti 34,35,36…
Diğer sayfaya geçti 43,44,45:
“Sakin ol kalbinin atışını kontrol altına almazsan kalp krizi geçireceksin”
***
Sersem gibiydi; kendine geldiğinde bir hastanede olduğunu fark etti. Başında da kocası.
Ne oldu dedi.
“Kalp spazmı geçirmişsin, bir kitapçıda, sonra da bayılmışsın seni buraya getirmişler elinde telefonun varmış son aradığın numaradan bana ulaşmışlar, şimdi iyisin. Doktorlar az sonra evimize gidebileceğimizi söylediler.”
“Kalp spazmı mı?”
“Ama iyisin merak etme, bak ağlayıp kendini yorma. Hayır neden ağlıyorsun ki, tesadüf kalabalık bir yerdeymişsin doktor varmış o müdahale etmiş, hemen de seni buraya getirmiş. Hadi kalk da giydireyim seni, sonra da evimize gidelim. Sana sıcak bir çorba yaparım. Bir şeyin kalmaz. Ne olur ağlama…”
Kadın ağlamıyordu, gözyaşlarına söz geçiremiyordu. İstemsizce akıyordu yaşlar gözünden. İstemsizce yukarı baktığı gibi kafasını kaldırıp son bir kez inanmak istedi kocasına. “Affet beni” dese dedi. Ben inansam ve evimize gitsek. Adam demedi. Anlamadı bile...
“Telefonumu uzatır mısın?
“Bu da ne demek oluyor şimdi, ne başkası ne… Sen iyice kafayı yedin. İş arkadaşım diyorum, ne yapayım yani kadın bana aşık olduysa…Suç ben de mi? Hem nereden çıkartıyorsun sen benim onunla bir ilişkim olduğunu.”
“Tesadüflerden…”
Not: Yazıyı yazmaya başladığımda karşıma ne çıkacağını bilmiyordum.
Elime Paulo Coelho'nun Zahir kitabını aldım gerisi tamamen tesadüf.
01 Ocak 2009
GÜNAYDIN
Bu sabah
pencerenizden
sağlık
huzur
sevgi
umut
aşk
hoşgörü
inanç
başarı
girebilmesi için
önce pencerenizi
aralayın
derim