03 Eylül 2009

YÜREK ALIP GİDER BAŞINI

Söyleyemediğin yalanların ağzında büyüyüşünü seyrediyorum kaç zamandır
Perde arkasındaki silüetini görmesem,
Bilmeyecektim çalan kapılara pencerenden baktığını...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını, dönmemecesine...
Üzülme, şaşırma sakın...
Düşün üzerine...
Bazen bir kapıyı sıkıca kapatmak gerekir içeriye bir karanlık sinsice sızmaya çalışmasın diye...

Gidiyorum haberin ola, sonu ya baharın, topladım hamağımı usulca.
Mürdümlerde kalmadı artık dallarda, bir kısmını börtü böcekler yedi bir kısmını göçebe kuşlar...
Zaten ne kalıcı ki şu hayatta...

Şimdi bir iz kaldıysa
Anlayana anladığı kadar...
Anlamayana;
Evet, bu bir veda...


___________________________________

bazen gitmek gerek, bazen kalmak...
şimdi gitme zamanı seni sana bırakarak
başka benli zamanların olacak, senli halini tamamlayan
gelip geçici desende
gelip geçen de bir iz bırakır anda
ve her an önemlidir
unutma!
kısacık bir andır tüm günü hayaliyle kuşatan
ve bir hayaldir tutunduğumuz, hayatta bizi dimdik ayakta tutan...

Şimdi bu yürek alıp gidiyor başını,
Neden diye sorma...
Bazen yürek alıp gider başını...

Güzeldim ya ben o gece, o masada, o mum alevinde...
Mum söndü biliyor musun...
Üstelik henüz üflememiştim...

02 Eylül 2009

KARANLIK KORİDOR - 5

ÖNCESİ



Kısa kısa notlar alıp, atıyordum bir kenara, roman olur benim hayatım yaşlarına ve hallerine düşünce, belki bir gün bir araya gelirler de işe yararlar diye. Hayatımı bir düzene koymak konusunda bolca vaktim olan bir zamanda, açtım anlar kutusunu. Lise yıllarına ait yıllıklar ve arasından çıkan mektuplar, üniversite yılları ve entellektüel olma çabaları kokan buram buram öykünen karalamalar, gazetecilik yıllarından kalma çalışmalar ve kurdele ile bağlanmış, üzerine KARANLIK KORİDOR yazdığım bir tomar kağıt... Kağıtları aldım elime... Daha ilk satırda tanıdık geldi herşey... O zamanlarda kayboluşum. O zamanlarla yeniden doğuşum...


Elime aldığım her bir kağıt, hayatın içinde karşıma bir şekilde çıkmış insanlara ilişkin düştüğüm notlardan oluşuyordu. Yerler, mekanlar, şehirler, yıllar değiştirilmişti. Kendimce anlayacağım bir kodlama yaratmıştım, özellikle de karakterlere verdiğim isimlerde...


Sonra, sarı çizgili sayfalara yeşil kalemle yazdığım 2004-2005 yıllarını kapsayan yazılar geçti elime. Aynı tomar içinde saklanmış olmalarına şaştım önce. Okudukça; o dönemin kendi içinde özenle gerçeklik halinden saklanmış kelimelerini görünce, çaresizliğin yarattığı, yaşayamazsan yazarsın hallerim geldi gözümün önüne, yepyeni bir dünya kurmuştum geçmişin izlerinden kendime.


O kağıtlar arasından bir kağıt parçası, gerçeğin sınırlarını zorladığım o akşam üstüne götürdü beni. Beyaz, çizgisiz bir kağıt parçasının arkasında, yapılan harcalamar vardı. Kenarında bir çiçek karalanmıştı, kurşun kalemle... Kalan boşlukların tamamında neden yazıyordu irili ufaklı...


Kağıdı çevirdim;


______________________________



2004, Cezayir



Karanlık bir koridorda hiç iz yok çıkış yolunu bulmaya...


Yürüyordum yüreğimdeki tüm korkularla, nereye gittiğimi bilmiyordum. Sürekli, bacakların sendeyse onlar yürümek için, yüreğin çıkmadıysa yerinden cesaretle ilerlemen için diyordum ama korkuyordum. Bazen, çatısından gökyüzü gözüken, 12 metrekarelik yaşam alanımın üzerine oturup ağlıyordum içten içe. Aklımın yollarından yüreğimin sızılarını geçiriyordum birer birer. Avucumda bir sürü hap adını bilmediğim, oturuyordum saatlerce, penceremden gözüme kaçan kum fırtınalarını umursamaz bir halde. Zaten kuma ihtiyacım yoktu ki fırtınalarla boğuşmak için, ben fırtınanın kendisiydim. Sahi ne biliyordum ki ben bu ülkede. Ne dilini, ne insanını, ne de coğrafyasını bilirdim. Gelenek göreneklerinden bir haberdim. İçimdeki gazetecilik aşkı da değildi ki beni uzak diyarlara sürükleyen. Sendin... Sen... En büyük yanılgım...


Şimdi bana sunulan bu şaşalı hayatın orta yerinde çığlık çığlığa bağırıyorum. Neden... Sahi bir cevabın var mı neden? Hiç bilmedim ben o cevabı ve hiç sormadım sana. Şimdi bu çift kişilik yer yatağını bir dünya yapıp kendime bekliyorum ya elimdeki çaresizlikle, yazıklar olsun bana...


Aklımdan sadece sen mi geçiyorsun sanıyorsun. Sadece seni mi hayat sanıyorum ben... Sadece kendime mi ağlıyorum bu duvarların karşısında... Sevtap geliyor aklıma yeşil gözleri ile; bir kadeh içkinin kokusuna karışıyor Aysel'in pahalı parfüm kokusu; o aileye ne oldu, Ayşe'ye, Cem'e, Ahmet'e, Mert'e, Gönül'e, Gül'e diye meraklanıyorum sokakta gördüğüm her çocukta; Burak geliyor gözümün önüne en makyajlı haliyle ve Memet hala ibne beceriyorum ben sadece diye erkek erkek dolaşıyor mudur caddelerde; adını söylemekten çekinen uyuşturucu tedavisini yarım bırakıp kaçan o delikanlı yitip gitmiş midir bir 3. sayfa haberinde...


Hayat dediğin ince bir ipe dizilmiş anılar silsilesi ve ben avucumdaki her bir hapı atarken ağzıma, bir anının kahramanı olup tekrar karışıyorum hayata...


Senden tek isteyim var, bu gece gelme eve...
Bari bunu yap benim için...
Çok kere öldüm senin için, sen sevmedin diye bir bir bıraktım bir benimi geride...
Sen bilir misin parça parça olunca bütün kalmaz geriye...
Gelme bu gece eve...
Bari bu gece kendi istediğim gibi bir parça bırakayım geride...
Gelme bu gece...


Hemen alt katta genç bir delikanlı; belli kafası dumanlı, laf atıyor bana bir iki, başımı eğip uzaklaşıyorum yanından. Takip ediyor beni bir süre merdivenlerde; içime korkular salarak... Kapıya uzattığımda elimi, yaklaşıyor bir iyice: Ne oldu yakıştıramadın mı kendini bu koridorlara diyor. Dönmeden yüzümü ona ve sönmeden otomatın ışığı: Ondan değil de diyorum, ağır geldi hayatın kokusu buralarda bana, çıkıp sokaklara oksijeni çekeceğim ciğerlerime, kendime gelebilmek için bir süre... Burası diyor kaybedenler oteli, konukları hep geçici... Kapıyı açıyor bana, dikkat et sokaklara diyor, en çok da darsa ve çıkmazsa zordur işin, anlamazsın bile yönünün buraya döndüğünü. Bir sabah uyandığında kuşluk vakti bakmışsın ki bu otelin konuğu olmuşsun. Ama korkma, dedim ya burası kaybedenler oteli, konukları hep geçici...



- SON -
___________________________________________________________





31 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 4

ÖNCESİ


1999, İstanbul

Alt katın merdivenlerine geldiğimde, kırmızı straplez elbisesi, siyah topuklu ayakkabıları, ağzında bir sigara ile bir kadın, makyajlı yüzü sanki bir maske. Açıyor evinin kapısını, içerisi zifir karanlık... Elindeki çakmakla aydınlatıyor adımını attığı yerleri. Oysa ne şaşalı, ne ışıltılı görüntüsü... Dalıyor kendi karanlığına, kayboluyor kapısının ardındaki benliğine...


O gece Emreyle dışarıya çıkmak için sözleştiğimizde nereye gideceğimizi bilmiyordum. Sadece bana; "içinden nasıl giyinmek geliyorsa öyle giyin" dedi. Bir bara gittik. Köhne bir binanın son katında, asansörle çıkılan, karanlık bir yerdi. Kapısından içeri girdiğimizde, başka bir dünyaya geldiğimizi anlamıştım: Kalabalık gruplar, bol kahkaha vardı... Bizim masamızda 3 erkek, bir kız oturuyordu. Emre beni tanıştırdı: Hayat Dediğin dergisi yazarlarından Müge... Emre'nin ayağına vurdum ayağımla, böyle mesleki kimlikleri ile tanıştırılan ve tanışan insanlara ne kadar sinir olduğumu bildiği halde beni bu şekilde tanıştırmasına kızacağımı tahmin ettiğinden; kahkahalar attı en şuh haliyle... Rahat davranışlarından anladığım kadarıyla masadakiler onun gay olduğunu biliyorlardı. Yoksa gittiğimiz yerlerde kendini(!) ele verecek davranışlar sergilemezdi. Boğaz manzaralı bir masadaydık ve ben gözümü alamıyordum yakamozlardan. Bir ara yanımda oturan Burakla gözgöze geldik. Tanrım öyle yakışıklıydı ki, haksızlık bu diyordum kendi kendime. Haksızlık bu... Beklediğimiz ortak arkadaşımız Feza göründü kapıdan. Sarmaş dolaş, hoş beşten sonra; kalabalığın içinde kulağıma eğilip, "bu herif benim" dedi. Güldüm. "İyi de o seni ister mi bilmem" dedim. "Neden senin mi..." dedi. "Yok başka birinin, bu gece gelecekmiş, onu bekliyoruz." dedim. Az sonra kapıdan uzun boylu, geniş omuzlu, deri ceketli, keçi sakallı, kara gözlü, derin bakışlı bir adam girdi. Feza ve ben, küçük dilimizi yutmuş, yutkunmaktan nefessiz kalmıştık. Az sonra Burak koşarak "Aşkım nerede kaldın" diye adamın boynuna atladığında, yüzümüzü yakın çekimle ölümsüzleştirecek bir kamerası olmadığına sonradan çok pişman olan Emre'nin o şımarık kahkahası ile kendimize gelecektik.



O gece, o barda hayatımın ilkleri yaşanıyordu. Burak dört dil bilen, 28 yaşında, yeşil ela gözleri, siyah saçları ve buğday teniyle her kadını kendine kolaylıkla aşık edebilecek; babası tarafından dışlanmış, zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen beş parasızdı. Sevgilisi Memet ise, üniversite mezunuydu ve İstanbul'un orta halli semtlerinden birinde emlakçılık yapıyordu. Kaba saba biriydi.



Gecenin ilerleyen saatlerinde, alkolün de etkisi ile masadaki kahkahalar sokaklara taşacak kadar çoşkuluydu ve hepimiz kopmuştuk adeta... Bir ara Burak'la gözgöze geldik. Gecenin başında yaptığımız sohbet sırasında; "ameliyat olmak istiyorum, ama korkuyorum, o zaman iş bulamam bu ülkede, oysa şimdi bir umudum var... Eğer kadın olursam, yapabileceğim tek iş kendimi sunmak olur değer bilmeyenlere" demişti. Kadın olarak hayal etmeye çalıştım onu. Gelmedi gözümün önüne bir yüz nedense...


Tam o sırada, Memetin kaba saba hareketleri kontrolden çıkmaya başladı. Burak sakin ol anlatacağım dese de, Memet masayı elinin tersi ile aşağıya indirdi. Herkes bize bakıyordu. Ama nedense kimse bir şey yapmıyordu. Korku dolu gözlerle Emre'ye baktım. O sırada Memedin güçlü tokadı Burağın suratında patladı. Burak yere savruldu. "Ulan ibne, demedim mi ulan ben sana... Demedim mi koli yok diye"

Hepimiz şoka girmiştik, dilini bilmediğim bir ülkede, garip bir kavganın ortasında ne yapacağımı bilmez bir halde kalmış gibiydim. Emre'nin elini öylesine sıkı tutuyordum ki, tırnaklarımı geçirmiştim adeta...

"Soğuk bir orospu ibneyi kimse istemez yatağında diye o kahkahaları atıp duruyorsun, bilmiyor muyum, bilmiyor muyum, yavşak... Tuvalete gidiyorum bahanesi ile kaçıp hangi balamoza düzdürecen kendini... Keserim seni allahıma imanıma..."

Kimse bir şey yapmıyordu. Kimse karışmıyordu. Sanki yaşananlar sinema perdesindeydi de bizler de elimizde patlamış mısır ve soğuk içeçekleri ile filmi izlemeye gelenlerdik.

O sırada burnu kanayan Burak zorla ayağa kalktı ve sesinin en tizinde, tuttu kolundan kenara itti Memedi... "Naciye mi alıktın sen..., ulan kimin beldesi ile alıkıyorsun o naciyeleri..." Memet Burağın üzerine yürüyecek gibi olunca, daha da yüksek bir sesle "erkek olmaya mı karar verdin lan..." Kendilerine doğru yaklaşan, az önce barda oturup kendisini kesen adama dönen Burak, bol küfürlü bir cümle ile adamı itekledi. "Git kendini becert lan godoş..."



Az sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sakinleşmişti ortam, Burak ağlarken, Memet'in onu sakinleştiren sözleri ve hüzünlü yüzünün bende yarattığı tek his: Erkek Memetin naciye almak için Burağa ve Burağın koli kesmesine ihtiyacı olduğuydu...



________________________________Devam Etti...


Fotoğraf / deviantART

30 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 3


ÖNCESİ

Mart 1997, İstanbul
Uzaklaşırken oradan bir kadın geliyor, iki elinde birer çocuk; yetmiyormuş gibi bir diğeri sırtına bağlı. Üstleri başları kir, pas içinde. Açlar, bakışlarından belli. En küçüğü bir deri bir kemik, diğerlerinin gözlerinin feri gitmiş. Yaşam diyorum, bari onlara dönse gülen yüzünü. Ama nafile... İçimde sızı yürüyorum ışığı görebilme ümidiyle...

Derginin son sayısının baskısına girmek için 4 gün kalmış olmasına rağmen henüz benim yazım hazır değildi. Hatta konum bile... Sıkıntı ile kıvranırken çalışma masamda, televizyondaki bir alt yazı ve görüntü dikkatimi çekti...

5 çocuğu ile sokaklarda yaşayan kadına Cemevi sahip çıktı...

Çatısı olmayan, bir duvarı yıkık, ve hatta bir yanı teneke ile kaplı bir yer... İçinde 5 çocuk, bir anne, 3 köpek... Yağmur yağıyor; köpekler, kadın ve çocukların etrafını sarmış, hepsi birbirine sığınmış...

İçim cız etti. Yağmuru sıcak evinde oturup seyretmeyi seven ben, kapattım bütün perdeleri, söndürdüm mumları... İçimde bir sızı, yattım yatağıma. Hayatın telaşında akıp gitti sonraki günler. Gecelerden bir gece, rüyalardan bir rüya:

Kadın benim, uzanmışım toprağa; etrafımda ben diyim 5, sen de 10 tane çocuk, çocukların çığlık çığlık olmuş gözyaşları düşüyor alnıma ve bir köpek bakıyor baygın bakışlarıyla. Bir kuş gelip konuyor başıma, gagası ile delecek gibi başımı, vuruyor da vuruyor... Acısıyla açıyorum gözlerimi.

...

Hastanede buluştuğumuzda ışıl ışıl gözleri şaşırttı beni biliyor musun? Henüz 25'inde olsa da hayat pek bonkör davranmıştı attığı tokatlarla... Bizim Arzu'yu biliyorsun, onun ayarladığı doktora gösterecektik henüz 8 aylık Mert'i. Velet öyle sevimli ki; bir de yaygaracı; elime aldığım gibi basıyor çığlığı... Annesi altına etti de diyor. Altını değiştirmek istiyor doktora görünmeden önce. Örme yünden yamalı pantalonunu ben çıkarttım. Altı silme yara olmuş belli. Ayşe, çantasından çıkarttığı, uzun kollu, lekeli, beyaz bir penyeyi yaydı masanın üstüne. Şaşkınlıkla onun bebeği yatırmak için bir örtü görevi göreceğini düşünürken, o bebeğin altından çıkarttığı gibi başka bir tişörtü, bebeği az önce özenle yaydığı diğerine yatırıverdi. Ve büyük bir ustalıkla onu alt bezi yapıp tişörtün kollarını da bağladı ve bir fiyonk yapıp, bebeğe tekrar örgü pantalonunu giydirdi. Öptü ve tertemiz oldu diyerek bana uzattı. Biliyorsun bebek özlemimi... Her çocuk güzel bana, hele de böylesi...
...
Eczacı aldığımız ilacı nasıl kullanmamız gerektiğini anlattı. Bir paket bez almak istediğimde, Ayşe kolumu tutup kulağıma usulca, "ona vereceğin paraya, çocuklara süt alsan" derken sesi öyle zar zor çıkıyordu ki, bir an anlamadım. Toparlanıp gözlerine baktım, gülümsedim, onu da halleriz dedim. Garip bir bağ oluşuyordu aramızda hissediyordum.

Günlerim, gecelerim, onlarla geçiyordu. İş, ev, Gökhan; hiçbir şey umurumda değildi. Bir gün Ayşeyle pazara; çocuklara ve ona birşeyler almaya gittik. Bir çanta aldım ona, görsen bir poşeti el çantası yapmıştı kendisine. Kaybedersin, buna koy deyip uzattım, nasıl mutlu oldu; nasıl ışıl ışıl gözleri... Sanki o anda O kadın değil acıları içinde yaşama tutunan da bir kız çocuğu yeni yetme...

...

Hikayenin sonunu bağlayacağım gün, çocuklar yoktu aramızda. Dikkatimi çekti Ayşe'nin değsen ağlayacak hali. Konuşuyoruz bir gün önce kaldığımız yerden ama O, o anda benle değil. Bakışlar donuk, dalgın. Hırpalandı diyorum kendi kendime. Bütün hikayeye baştan başladı düşünsene, 15 yaşında tecavüz, tecavüz eden adamla zorla evlendirilme, dayak, çocuk üstüne çocuk, açlık, sefalet... Ve ben acımasızca tüm detayları tekrar tekrar yaşatıyordum ona, bir haber uğruna ve kendimi kandırıyordum aldığım üç beş yiyecek ve giyecekle...

O gün neden doğurdun 5 tane diye sordum.
Ben mi istedim abla... Adam içip içip gelir döverdi beni sonra da tecavüz edip giderdi. Bilmezdim bile ne oldu, nasıl oldu. Uyanıp da kendime gelince anlardım. Mahalleden bir teyze acıdı da götürdü beni sağlık ocağına. Bir şey taktılar bari bir daha hamile kalmayayım diye. 3 gece sonra sarhoş geldi benim adam, zar zor bulduğum tek göz eve. Dövdü gene beni odunla. Sabah uyandığımda kanlar içindeydim. Bizim Cem o zaman 7 yaşında, koşmuş çağırmış ablayı, hastaneye zor yetiştirmişler beni. Çıkarttılar o şeyi içimden. Parçalanmış içim, odunla mı yaptı beni, naptı bilinmez... Çok kan kaybetmişim. Doktor ölümden döndün dediydi o zamanlar diye anlatırken ben sadece not alıyordum.

Sessiz kaldık ikimizde bir süre. Çantasını elinden hiç bırakmıyordu o gün nedense, nasıl sıkı sıkıya tutunmak saplarına... Koysana kenara dedim.

Abla senden bir şey rica edecem... Bana akıl ver... Devletin bir kurumundan geldiler. Bu kağıdı verdiler dedi ve ağlamaya başladı. Sakin ol bir diyorum, okuyayım, anlayayım diyorum yok. Susmak bilmiyor, hıçkırıklar içinde, yok yok diyor bu adres, eğer karar verirsem, bu adrese gideceğim yarın...

Ne ki bu diyorum... Abla büyük oğlanla da konuştum, henüz 9 yaşında ama biliyorsun o bakıyor hepimize, ayakkabı boyuyor bir de bakkala çıraklık yapıyor. Çabuk büyüdü. Okutabilsem büyük adam olurdu. Aldım karşıma, önce ona danıştım. Sağolsun Cemevindekiler şimdilik bakıyor bize ama nereye kadar. Bu dünkü adamlar, devletin adamlarıymış. Eğer istersem iki çocuğuma yer bulabilirlermiş. Onları okutup, bakarlarmış abla. Benim büyük oğlan; küçükler senle kalsın, onların sana ihtiyacı var dedi, kız da olmaz oralar da kimdir nedir güvemeyiz ama ben erkeğim, Ahmet'te büyüdü artık, bizi ver... Ben nasıl veririm abla, söyle nasıl ayırırım çocuklarımı birbirinden. Abla söyle... Söyle bana sen olsan hangisini verirsin şimdi bu adamlara diye haykırıyordu adeta...

O anda, bir tokat gibi patladı kelimeler, olaylar, ben, hayat, Gökhan, evliliğimiz, işim, herşey gözümün önünden geçiyordu, donup kalmıştım bu çaresizlik karşısında... Sanki, elimdeki bardak düştü, cam kırıkları üzerinde yürüdüm bir süre; yüreğimin acısı hafiflesin diye...

...
Ertesi gün hala kurtulamamıştım o ruh halinden, editörümü arayıp, toplantı istedim, yarın dedi. Olmaz dedim - biliyordum o bitmiş hikayeyi teslim edeceğimi sanıyordu - kabul etti, öğleden sonra yanına gittim. Görüşme sonunda kavga dövüş, küfür zor ayırdılar bizi birbirimizden. Hikayeyi yazmayı reddediyorum diye beni istifaya zorladı. Beni bilirsin bastım istifayı çıktım gittim o gün dergiden. Gökhan'la birbirimize girdik. Bu kadar insanlık, hassasiyet doyursun bakalım şimdi karnını dedi. Kapıyı kapatıp evden de çıktım. Annemde kaldım bir süre. Komada gibiydim olanlar karşısında. Hayata öyle öfkeliydim ki...

- O aileye ne oldu, Ayşe'ye, Cem'e, Ahmet'e Mert'e, Gönül'e, Gül'e...

Günler sonra yardım aldıkları Cemevine gittiğimde, benim onu gördüğüm günün ertesi, Ayşe'nin çocuklarını da alıp gittiğini söylediler. Bir daha da ne gördüm ne haber aldım kendilerinden...

- Kızacaksın belki ama, keşke yazsa mıydın, belki kurtarırdın hem kendini hem onları...

Sen de mi Cihan! Sen de mi bir çaresizliği pazarlamayı kurtuluş olarak görüyorsun artık...

_____________________________________ Devam Etti...

Fotoğraf / Five children© Bror Johansson

28 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR - 2

ÖNCESİ

2001, Bursa

Hemen yan odada bir bağrış çığrış sanıyorum yer yerinden oynamış, dünyalar
yıkılmış üzerlerine. Adam çarpıp çıkıyor kapıyı, kadın bir paspasın üzerinde
sürünüyor; onu değil beni seç diye. Adam kararlı adımlarla iniyor merdivenleri,
kadın yaşlı gözlerle paspasa sarılıyor güç kuvvet versin diye. Uzatıyorum elimi,
hadi kalk ayağa diye, bakıyor sadece.

Aysel'i tanıdığımda, Amerikan ortaklı bir şirketin yöneticisiydi. İyi bir kolej ve üniversite eğitiminden sonra Amerika'da master yapmış, 5 yıl oralarda çalıştıktan sonra çokuluslu bir şirketin Türkiye ayağında, ortak olarak göreve başlamıştı. Murat'la bir iş seyahati sırasında tanışmışlardı. Murat baba parası ile oyunlar oynayan, genç borsacılardandı. Sıklıkla yurtdışına gider, özellikle de Yunan Adalarına takılırdı.

Aysel anlatmaya başlamadan önce ucunda tek bir pırlanta taş olan ve tabi ki Murat'ın hediyesi sigaralığına bir sigara taktı; "Günde bir tane içerim." Gülümsedim; "Sakıncası yok benim için..."

"Murat... Hayatımı adadım derler ya... Adadım biliyor musun... Ee... Nerede teybin?"

"Bugün notlar alacağım. Soru cevap yapsak... Tabi ki teybim de yanımda, onsuz olmaz biliyorsun"

"Peki, soru cevap yapalım."

"Şu kavga olayı vardı ya hani; sana şömineden aldığı bir odun ile vurduğu, an'ı anlatsana bana"

"O gece gene o kadına gidecekti belliydi. Tıraş oldu, hazırlandı, iş toplantım var dedi ama biliyordum. Nedense ona gideceği gecelerde hep aynı beyaz gömleği giyerdi ve hep o kokuyu sürerdi. Ben almıştım adi herife... Hıh... Pezevenk... Annem duysa küfürlü konuştuğumu, ah o eğitimleri boşuna aldı bu kız diye dizlerini vura vura ağlardı. Hoş zaten Murat'ı tanısa o gün ölürdü kalpten ya... Şanslı kadınmış, kızının saçmalıklarını görmeden gitti, bir de sigaraya başladığını tabi... Sigaraya o olaydan sonra başladım..."

"Farkındasın değil mi gene konudan konuya..."

"Tamam kızma hemen, senle de iki çift laf edilmiyor şöyle rahat rahat. Ne anlatıyordum ki... Ha tamam... İşte o gece erkenden hazırlanıp çıktı, iki saate kadar gelirim dedi. Delirmek üzereydim de, işte akıllı, okumuş, kültürlü kadındım ya, öperek gönderdim orospusuna..."

Sigarayı çıkarttı ağızlıktan, söndürdü. Bir sigara daha aldı ve ağızlıksız yaktı. Barda oturmuştuk ve yemek saatine daha en az bir saat vardı ama o üçüncü viskisini de devirmek üzereydi. Elini alnına dayadı, kapadı gözlerini...

"Sen aşık oldun mu"

"Oldum"

"Ağzına sıçıldı mı senin de..."

"Yok hayır, biz 15 yıldır beraberiz..."

"Hah aşkmış, seninki aşk değil bir kere, sevgi... Aşk dediğin var ya, aşk dediğin savurur adamı. Benliğini yok eder, bastırdığı, sakladığı, öğrettiği ve öğrendiği herşeyi yerle bir eder adamın. Ağzına sıçar işte. Öyle kalırsın ortada... Ulan, ulan ben kimim diye, nerdeyim diye bakarsın aynalara..."

"İstersen bugün devam etmeyelim, iyi değilsin sen..."

"Olacam mı sanıyorsun, olmam ben bir daha... Asla eskisi gibi olamam..."

Beşinci içkisi de gelmişti bu arada, artık toparlayamıyordu kelimeleri, konuşmak anlamsızdı bu halde. Bir tekila shut istedim kendime. Hikayenin en can alıcı noktası üzerine konuşmak mümkün olmuyordu her seferinde. Kafasını zorla kaldırdı ben bunları düşünürken...

"Sen var ya sen ancak aşık olduğunda anlayacaksın beni ya da yıkıldığında..."

O gece yemek yiyemedik. Restoranın yöneticisi biz çıkarken, "İsterseniz biz yardımcı olalım, siz Aysel Hanım için meraklanmayın, çocuklar şimdi evine bırakırlar kendisini... Size de bir taksi çağırmamızı ister misiniz" dediğinde, kafamda aynı soruyla ayrıldığımı hatırladım daha önceki seferlerde de; Aysel Hanım galiba gittiği heryerden bu şekilde çıkıyordu.

Taksi ile eve giderken, aklımda Aysel'in son haykırışı vardı: Sen var ya sen ancak aşık olduğunda anlayacaksın beni ya da yıkıldığında... Aşkı biliyordum tabi ki ben, Gökhan benim çocukluk aşkımdı; ilk öpüştüğüm adam, ilk uyuduğum... Onsuz bir hayat düşünemiyordum bile. Eve girerken aklımda olan tek şey; orada olduğunu bilmekti: Aşk güvenmekti benim için...

O akşam yemeği dışarıda yiyeceğim için Gökhan bir şeyler atıştırıp, koltukda uyuyakalmıştır diye düşünüyordum. Kapıyı anahtarımla açtım, onu uyandırmamak için, ışığı bile açmadan salona geçtim. Yoktu!

Salonda mum yanıyordu. Işığı açmadan devam ettim koridorda. Az sonra bir ses duyduğumda banyoda olduğunu anladım. Yüzümde muzip bir gülümseme ile üzerimdekileri çıkartmaya başladım. O anda banyodan sesler geldiğini fark ettim ve gelen seslerden sadece biri tanıdıktı... Hemen giyindim üzerimi, sessizce gerisin geriye çıktım evden. Ne yapacağımı bilmez bir halde karşıdaki oyun parkının boş banklarından birine oturdum.

Aşk güvenmekti benim için ve artık güvenmek için bir nedenim yoktu...

______________________________________________ Devam Etti...
Fotoğraf / Aurora© Manuel Garcia Quintana

27 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR -1

ÖNCESİ

2003, İstanbul

Köhne bir binanın karanlık koridorlarında dolanıyorum nereye gideceğimi bilmez bir halde. Bir kapı açılıyor; içeride bir hayat kadını, adamı bağlamış yatağa kelepçelerle, adamın cüzdanı elinde değer biçiyor kendine. Adam şansına öfkeli, kadın kaderine... Hayatın ona ödettiği bedele küskün çıkıyor kapıyı çarpıp adamın üstüne. Arkasına dönüp bakmıyor bile. Omzuma çarpıp geçiyor yanımdan, varlığım umurunda bile değil o anda...

Arkasından koşup yakaladım kolundan, korku dolu gözlerle bana baktı. Adımı söyledim, hemen gülümsedi... Sevtap; yeşil gözleri, hayatın yorduğu çizgileriyle, henüz 25'inde bile değildi... Binadan çıktık; az ileride, köşeyi döndükten sonra, yolun solunda kalan şık bir kafeye oturduk. Kapatmak üzereydiler, bir kahve içimlik dedim garsona, kasadaki adam kafasıyla izin verdi garson çocuğa, garson çocuğun gözleri yaşıtı Sevtapın kadınlığında. Sevtap kaçın kurası; çocuğu bağlamayı çekiveriyor ayaküstü. Belli bir sonraki avın adı: Garson çocuk...

Oturduk köşe bir masaya, teybin kayıt tuşuna bastım. Anlatmaya başladı tane tane; cılız, ürkek sesiyle; az önceki avcı kadından eser yoktu yüzünde...

15 yaşındaydım henüz, güzeldim, bakma şimdiki halime. Öyle güzeldim ki abim sokağa salmazdı başıma bir iş gelecek diye. Okumama bile izin vermedi, beni rahat bırakmazlar diye. Meğerse, kendine saklamış beni, ilk kez abim tecavüz etti bana. Anamdan dayak yedim hamile kalınca. Bebeği zorla düşürttü anam, dayakla, yedirdiği çeşitli otlarla. 2 yıl sonra abim askere gidince kurtuldum sandım ama gecenin bir yarısı babam kafası dumanlı girdi odama, madem kadınsın, benim de olacaksın dedi. Bir gece babam üzerimdeyken yemin ettim: Bu son...

Çok geçmedi bir sabah erkenden kaçtım evden. O gece parkta bir bankta uyudum. Sabah uyandığımda üzerimde bir pazen elbise, ayağımda bir terlikle çırılçıplaktım hayata. Bir taksici gördü, durdu. Kayıp mısın dedi, başımı sallayabildim sadece. Evinin adresini biliyor musun dedi. İyi niyetliydi belli ama ben dönüp arkamı koşmaya başladım. Karnım acıkınca, bir lokantaya girdim. Atık yemekleri çöpe atmadan önce bana verir misiniz diye sordum. Adam geç arkada bekle dedi. Az sonra elinde bir tabak yemekle geldi. O gün öğrendim, vermeden alamayacağımı. Sonrasında 1 yıldan fazla onunla yaşadım. Sadece onunla olsa iyi, önce dostları arkadaşları geldi; sonra onların arkadaşları. Dayanamadım oradan da kaçtım bir sabah. Ama bu sefer daha akıllıydım güya. Yanıma para da aldım. Hazıra dağ dayanmadı. Ucuz otellerde kaldım, iş aradım. Kaderimi değiştirecektim. Kaderim... Benim sonsuz kederim.

Yüzüme güldü alın yazım bir sabah parkta. İki kadın kendi aralarında konuşuyorlardı. Temizlikçi bulamamaktan yakınıyorlardı. Yanlarına gittim. İlk defa o zaman yalan söyledim. Babamın öldüğünü, annemin hasta olduğunu, okulumu bıraktığımı... Kadınlardan biri inandı bana. Ertesi gün temizliğe gitmek üzere anlaştım. Tam 1 yıl her hafta Salı günleri gittim evini temizlemeye. Bu arada o arkadaşına, arkadaşı, arkadaşına derken, haftanın 6 günü temizliğe gider oldum. Bir oda ev buldum. Kiraladım. Bir yatak aldım. Gittiğim evlerde sabah kahvaltı ediyor, öğlen yemek yiyordum; ertesi güne kadar açıkmazdı karnım. Açıksa da su içerdim, karnımı kandırırdım... Sağ olsunlar, küçülen, giymedikleri, beğenmedikleri ne varsa veriyorlardı bana. Abla diyordum birçoğuna. Hayatım değişiyordu. Kaderimi yeniden yazıyordum. Umutluydum hayattan... Ta ki...

Derin bir sessizlik çöktü. Kahvesini bitirmişti ve kasadaki adam kapatmak zorunda olduklarını söylemişti. Eğer dedim rahatsız olmazsan bana gidelim. Başıyla onayladı. Kalktık o kafeden, bir taksiye atlayıp benim evimin yolunu tuttuk. Yol boyu ağzından tek kelime dökülmedi. Gözünün yaşıysa neredeyse kurumak üzereydi. Eve vardığımızda tereddüt etti yukarı çıkmak konusunda... Az ilerde 7/24 açık olan bir başka kafeye gitmeyi önerdim. Hemen kabul etti. Oturur oturmaz devam etti anlatmaya:

Bir gün evin hanımı geç geleceğini söyledi, ilk defa o zaman karşılaştım onunla. İçeri girdi. Bakışlarını bile sevmemiştim. Az sonra çıkacağımı söyledim. Arka odaya gitti, belinde bir havlu ile döndü. Duşa gireceğini söyledi. Elim ayağıma dolanmıştı. Çıkıp gitmek istiyordum ama biliyordum, evin hanımı beni suçlayacaktı. Sonra bütün işlerimi teker teker kaybedecektim. Sakinleştim, derin bir nefes alıp, banyoyu temizlemiştim kullanabilirsiniz dedim. Adamın sırıtması sırtımı delip geçiyordu. Dönmedim yüzümü, benim işim bitti, Hanıma söylersiniz, perdeleri haftaya yıkayacağım için bıraktım diyebildim ve kapıyı açtığım gibi, üzerimde temizlik kıyafetlerimle evi terk ettim. İki hafta sonra adam eve öğle saatlerinde geldi. Üstünü başını çıkartıp mutfağa yanıma geldi. Elimde bir bıçak soğanları doğruyordum. Elini saçıma attı. Kendimi geri çektim. Ve bir anda onun kanlar içinde mutfağın karolarına yığıldığını gördüm. Derzleri takip eden kırmızılık mutfak balkonundan sokağa damladığında kopan çığlıkla kendime geldim...

O gece kuşluk vaktine kadar sürdü anlattıkları. Olaylar birbirini kovaladı, kişiler, yerler, anlar... Günün ilk ışıklarıyla, hadi kapat şu teybini de seni güldürecek bir kaç hikaye anlatayım dedi. Hayatın acımasızlığından sakınabilmiş bir gamze ile gülümsediğinde, içimde bir yara açıldı.



Ayrılma vakti geldiğinde, dolu dolu kahkahalar atan Sevtap ve ben, anlaşılmaz bir hüznün kapladığı, havada asılı kalmış yağmur bulutları gibiydik. Seni eve bırakayım dediğimde, ben senden zenginim, bugün belki değil ama bir gün olacağım... Yeşil gözlerine takıldım. İnanıyordu söylediğine. Bir taksiye el etti. Biner binmez camı yarı aralayıp, anlattıklarımın bazılarını kendine sakla olur mu dedi.

Tek kare fotoğrafını çektim, giderkenki son bakışında: Hayatın acımasızlığına, adaletsizliğine kızıyordum... Eğer bir hayat kadını olmasaydı, kusursuz güzelliğiyle kimbilir nasıl bir hayatı yaşardı diyorum kendime; öyle pürüzsüz, öyle güzel gözüküyordu ki gözüme...


_________________________Devam Etti...


_____________________________________________

Fotoğraf / Sara© Tomek Dyczewski

26 Ağustos 2009

KARANLIK KORİDOR / İlk

Köhne bir binanın karanlık koridorlarında dolanıyorum nereye gideceğimi bilmez bir halde. Bir kapı açılıyor; içeride bir hayat kadını, adamı bağlamış yatağa kelepçelerle, adamın cüzdanı elinde değer biçiyor kendine. Adam şansına öfkeli, kadın kaderine... Hayatın ona ödettiği bedele küskün çıkıyor kapıyı çarpıp adamın üstüne. Arkasına dönüp bakmıyor bile. Omzuma çarpıp geçiyor yanımdan, varlığım umurunda bile değil o anda...

Hemen yan odada bir bağrış, çığrış sanıyorum yer yerinden oynamış, dünyalar yıkılmış üzerlerine. Adam çarpıp çıkıyor kapıyı, kadın bir paspasın üzerinde sürünüyor onu değil beni seç diye. Adam kararlı adımlarla iniyor merdivenleri kadın yaşlı gözlerle paspasa sarılıyor güç kuvvet versin diye. Uzatıyorum elimi, hadi kalk ayağa diye, bakıyor sadece.

Uzaklaşırken oradan bir kadın geliyor, iki elinde çocuk yetmiyormuş gibi bir diğeri sırtına bağlı. Üstleri başları kir, pas içinde. Açlar, bakışlarından belli. En küçüğü bir deri bir kemik, diğerlerinin gözlerinin feri gitmiş. Yaşam diyorum, bari onlara dönse gülen yüzünü. Ama nafile... İçimde sızı yürüyorum ışığı görebilme ümidiyle...

Alt katın merdivenlerine geldiğimde, kırmızı straplez elbisesi, siyah topuklu ayakkabıları, ağzında bir sigara ile bir kadın, makyajlı yüzü sanki bir maske. Açıyor evinin kapısını, içerisi zifir karanlık... Elindeki çakmakla aydınlatıyor adımını attığı yerleri. Oysa ne şaşalı, ne ışıltılı görüntüsü... Dalıyor kendi karanlığına, kayboluyor kapısının ardındaki benliğine...

Hemen alt katta genç bir delikanlı; belli kafası dumanlı, laf atıyor bana bir iki, başımı eğip uzaklaşıyorum yanından. Takip ediyor beni bir süre merdivenlerde; içime korkular salarak... Kapıya uzattığımda elimi, yaklaşıyor bir iyice: Ne oldu yakıştıramadın mı kendini bu koridorlara diyor. Dönmeden yüzümü ona ve sönmeden otomatın ışığı: Ondan değil de diyorum, ağır geldi hayatın kokusu buralarda bana, çıkıp sokaklara oksijeni çekeceğim ciğerlerime, kendime gelebilmek için bir süre... Burası diyor kaybedenler oteli, konukları hep geçici... Kapıyı açıyor bana, dikkat et sokaklara diyor, en çok da darsa ve çıkmazsa zordur işin, anlamazsın bile yönünün buraya döndüğünü. Bir sabah uyandığında kuşluk vakti bakmışsın ki bu otelin konuğu olmuşsun. Ama korkma, dedim ya burası kaybedenler oteli, konukları hep geçici...

_____________________________________Devam Etti...
Fotoğraf / Michel Agostinelli