18 Ekim 2009

AYNADAKİ YANSIMA




Sabah erkenden kalktı yataktan, yağmura inat sahile inip yürümek istedi. Sevdiği adamın sıcağından çıkmak istemedi önce ama, rahat durmayıp onu uyandıracağını da biliyordu. Yanağına küçük masum bir öpücük verdi ve sessizce hazırlanıp, köpeği de alarak sahil yoluna inen köşe başına geldi. Başını geriye doğru çevirip baktı, gülümsedi... Yol boyu yağmura direnen kır çiçeklerine baktı... Islakken de kuruyken de ayır ayrı güzel olan hallerine... Çiçekleri severdi; en çok kır çiçeklerini, papatyaları ve firezyaları ama illa beyaz olanları...  Sahile indiğinde, yağmura inat, bulutların arasından göz kırpan güneşi görür gibi oldu bir an. Yakamozlar yoktu bu sabah ama gökyüzü görülmeye değerdi. Işık hüzmelerinin büyüsüne kapılıp, türlü çeşit hayaller kurardı insan, öylesine büyülüydü gökyüzü...


Az ilerdeki, henüz açılmamış çay bahçesinde soluklanmaya karar verdi. Köpeği saldı ve bir sandalyeye oturup hayallere daldı: Bir tren yolculuğu, özellikle de Avrupayı trenle gezmek ne keyifli olurdu, zaten adamın da en çok istediği bu değil miydi... Ne çok konuşurlardı üzerine... İkisi de sokak aralarında yürümeyi severdi... Ellerinde fotoğraf makineleri, havanın durumuna göre giyinilmiş rahat ama şık kıyafetler... Arada çocuk halleri ile sataşmalar... Aklı o yolculuklardan birinde yapılmayı bekleyen başka bir hayale doğru yol alırken, köpeğin havlamalarını duydu...

Nasıl da şımarıyordu onu sevene; adam yüzünde kocaman bir gülümseme ile yaklaştı ve öptü... Bensiz bu sahilde kaparlar seni, öyle güzel gözüküyorsun ki... Adam kadına sarılınca bir sıcaklık yayıldı bedenine... Üşümüşüm dedi kadın... Adam kimi düşünüyordun öyle dedi, dalmıştın.. Kadın hayallerimizi dedi... Tren yolculuğunu kaçırdım mı yoksa dedi adam sıcacık bir keşke hissedildi sesinde... Kadın evet ama araba yolculuğu duruyor daha dilimin ucunda... Adam, masal tadında anlatırsın şimdi bıraksam saatlerce dedi... Gülüştüler ve şakalaşarak, oynaşarak sahilde yürümeye devam ettiler... Nerden başlayacaktı senin bu araba yolculuğu dedi adam kadına, kadın her seferinde değiştiyorum diye soruyorsun ama bu sefer artık karar verdim: Edirneden... Yahu bir turun Edirneden başlaması için senin ya da benim kentimden bir yola çıkış olması gerekmiyor mu, bir sabah mucizevi bir şekilde uyanacaz sanki Edirne'de... Neden olmasın, hayal bu dedi kadın ve başladı koşar adım hoplaya zıplaya mutlulukla dans etmeye... Bahçeli bir evde yaşama hayalini kurduğu günler geldi aklına... Bir sabah uyanmıştı ve bahçeli bir evdeydi, hem de sevdiği adamla... Demek ki dedi, hayallar gerçek oluyormuş... Hayalleri gerçek kıldın ya diye bağırdı uzaklaşırken adamdan...

Eve dönüş yolunda, içini bir sıkıntı kapladı... Önce sesine sonra yüzüne yansıdı bu hali. Adam yanağını öptü, nereye kaçtın gene dedi... Kadın sevmezdi bu huyunu, kısacık bir ana yüklenmiş umutsuzluk halini hiç sevmezdi... Bir de aniden kabaran ama kısa süren öfkesini... Bir de aceleci yanını... Bir de kırılganlığını... Neyse ki, çabuk sıyrılırdı bu ruh hallerinden, Nefreti, kini yoktu. Haksızlığa tahammülsüzdü, çabuk tepki verirdi ama bu sonuçta iyi bir şeydi... Küçüçük şeylerden kocaman mutluluklar çıkartmayı bilirdi. Tıpkı az önceki öpücüğün içine gizlenmiş kocaman bir yüreğin onu tekrar hayata bağladığı gibi...

Eve yaklaştıklarında yan komşunun çöpü gene getirip, onların kapısının önüne koyduklarını gördüklerinde, köpek bile sinirlenip, hırlamaya başlamıştı. Hayır adam hem yalancı hem bencil hem de tembel herifin teki... Ne gıcık olurum böyle adamlara dedi, kadın öfkesine yenilmişti gene... Neyse ki adam sakinlikle yaklaştı, durum değerlendirmesi yapıp, bunun tekrarlanmaması gerektiğinin altını çizdi yan komşuya... Nasıl sakin, nasıl olgun bir adamsın sen... Seviyorum ben seni...  Şu kızarken ve en sinirlenmiş halinde bile bir olgun tavır ve bir karşıdakini anlama halin var ya... Ah be adam seviyorum seni dedi, eve girdiklerinde boynuna atlayıp, az önce aklından geçenleri dillendirdi ve adamı defalarca öptü... Köpeğin, beni de der halleri ile oradan oraya zıplayışına ve kapıyı açarak içeri girmeye çabalamasına ikisi de çok güldü, sonunda adam dayanamayıp bir öpücük de köpeğe verdi... Uzaktan ama içtendi...


Kahvaltı masasına oturduklarında, ikisininde en büyük keyfi gazetelere göz atmak olurdu...  Çaylarını yudumlarken ve güne hazır edilmiş; fırından yeni çıkmış börekler, çeşit çeşit peynirler, domates, biber, yeşilliklerle zenginleştirilmiş görsel bir şölene dönen kahvaltı masasının olmazsa olmazı keyif anlarından biriydi, uzun uzun sohbetlerin arasına sıkıştırılmış gazete haberleri... Bazen bir üçüncü sayfa haberine odaklanırlar, bazen güncel siyasete, bazen bir diziye, bazen bir ünlünün son özlü deyişine...  Öyle güzel geçerdi ki sabah saatleri, bazen öğleni bulurdu mutfaktan çıkmaları... Dalıp gittikleri bir anda; dünyası başına yıkıldı diye bir haber okudu kadın, ünlü şarkıcı eşini kaybetmişti, büyük bir aşkla bağlılarmış birbirlerine... Kadın gazeteyi indirdi, adama baktı... Onu kaybetme duygusuyla sarsıldı... Kaybetmek seni dedi, dünyamın başıma yıkılması gibi bir durum olur ki, biliyorum kalkarım ayağa, hayat devam eder ve edecek ama daha en güzel günlerimiz yaşanmadı ki diye geçirdi aklından... Gözleri doldu, gazeteyi bıraktı elinden, kalktı ve adamın gazetesini alıp, kucağına oturdu yanlamasına... Öptü, öptü, öptü... Allah uzun ömür versin onlara dedi... Adam kime dedi, annemle babama, onları da kaybetsem kahrolurum, biliyorum, dünya başıma yıkılır ama seni de kaybedersem... Cümlesini tamamlayamadı... Adam, ne okudun gene sen gazetede... Valla yasaklayacağım gazete, haber okumanı falan... Hem ben kaybolmam merak etme, hem adresi biliyorum hem de ev telefonunu; 5 yaşında öğretmişlerdi annemle babam bana, bir gün kaybederlerse ben evimi bulabileyim diye dedi... Kadın, deli ya dedi ve gülümsedi... Ben gene de söyliyeyim de dedi, şımarık bir tavırla masadan uzaklaşırken, ben yokken özle beni, hatırlatmasan özleyeceğim de yoktu dedi adam... Kahkahalar sardı evin her yanını...

Hayat acısıyla, tatlısıyla yaşanıyordu. Anların hepsi değerliydi... Hepsine sıkı sıkı sarılır, üzerine konuşurlardı da...  O akşam üzeri kadın, bir haftalığına ayrılacaktı evden, bavulunu hazırlarken bile tekrar dönecek olmanın heyecanı sarmıştı her yanını... Gara giderken, göz göze, el eleydiler... Her zamanki gibi pencere yanında aldı kadın yerini... Ellerini cama koydu, yüreğini, adamın yüreğine emanet etti... Adam kadını uğurlarken, kaybolma diye seslendi, kadın kaybetme diye...

______________________________________________________________

Beş soruluk bir mimdi kendisi kısa ve öz yazılası... Haykırış göndermiş, aldım ve alırken de dedim, sakin bugün yarın bekleme, keyfim ne zaman gelirse...Bilen bilir, öyle mimleri alıp hemen yapasım yoktur; keyfim gelecek, aklıma düşecek ki yapayım. Ama bu sabahın erkeninde, adamda uyuyorken uykunun en derininde, sessiz sakin yazıverdim soruların cevaplarını bir öykünün tadında... Nily bu aralar tembele bağladı, belli mi olur belki harekete geçer bu mimle... Özledik kelimelerini Nily, canın isterse, bir de vaktin olursa diye sana gelsin... Mim olması şart değil... Sen yaz yeter... Güne bir not düş mesela, yepyeni bir not...

1. En sevdiğiniz 3 çiçek ismi;
2.Gerçekleşmesini istediğiniz 3 hayaliniz;
3- En sevdiğiniz ve sevmediğiniz 3 huyunuz;
4- Gıcık olduğunuz 3 hareket;
5-Bu benim bu güne kadar olan en kara günümdü, dünya başıma yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamam diye düşündügünüz olay..

____________________________________________________________

Fotoğraflar; Bahçe Kapısı, Sahilde Yürüyüş, Kahvaltı Tabağı


17 Ekim 2009

Kendimi Dinledim ya da 133 / 93


Bugünlerde ne çok karşılaşıyoruz seninle... Bir cumartesi gecesinde, ya da ne fark eder cumayı ertesine bağlayan gecede, ya da her hangi bir gecede... Gece de olması şart değil aslında, gün içinde ve hatta günün en erkeninde, çıkıyorsun karşıma. Gelebilir miyim demek yok, dilinde sadece bir geldim ben... Başımın üstüne de demiyorum ama gelip kuruluyorsun. Öyle de ağırsın ki, tarif et deseler beton derim; soğuk, kesin ve sancılı bir dille... Yakışmadın sen cumartesi gecesine...

Bir cumartesi sevmiştim seni, bir cumartesi akıp gitti elimden hayat... Başka bir cumartesi sen çıktın karşıma, daha başkasında aşk... Cumartesi... Cuma ertesi... Kaç cumartesiyi beraber geçirdik, daha kaç cumartesi var üzerine hayaller kurulan. Bir cumartesi var mesela aklımda, ortancaları eve getirişimiz, biri mavi biri pembe, biri sen biri ben... Söylemiş miydim, geçtiğimiz cumartesinlerden birinde kuruyup gitti mavi olanı. Pembe olan geçen cumartesi filizlendi yeniden... İmgelere anlamlar yüklemeye kalksan, sen öldün ben yeşerdim yeniden.

Sen öldün, evet, evet öldün, ölmesen, yani göçüp gitmesen benden, rüyalarıma gelmezdin. Gelmezdin değil mi? Sen öldün, evet, evet öldün. Bir perşembeydi öldüğünde, hatırlıyorum. Ben cenazene gelememiştim. Haberim var mıydı, bak ondan da emin değilim. Perşembe... Hatırlıyor musun o son perşembeyi... Yemekteydik, iki bira söyledin. Geri gönderip, şarap açtırdın. Gözyaşlarımın sonu yoktu. Akıyordu, istemsiz ve sağanak... Parçalı bulutlu bir geçmişin, son akşam yemeğinde, elimde kadeh kan kırmızı, gözlerim ton sür ton, bakıyordum sana... Ağzımdan dökülüverdi kelimeler: Hayatımın en büyük aşkını yaşatan adamla, en derin mutsuzluğunu yaratan adamın aynı bedende buluşması ne acı...

Acı bir pazardı; fişini çekmiş, hemşireler koşup yetiştiler ama kurtaramadık dediklerinde muhtemelen saçlarımı boyatmak üzere yeni oturmuştum aynanın karşısına. Boyam hazırlanmış, şarap kızılı saçlarıma 3-4 fırça darbesi değmiş değmemişti çok emin değilim. Telefonum çaldı: Annemi kaybettik... Telefon kapandı. Saçımı yıkattım yola çıktım. Yaklaşık 2 saat süren yol neredeyse 20 saat olmasına rağmen henüz bitmemişti. Pazar ertesi uçağım vardı. Annenin oğuluna gidecektim. Annesinden öpücükler ve iyi dilekler götürecektim. Tek yapabildiğim, bekliyoruz seni diyebilmek oldu. Salı günü uçağı indiğinde, sarıldı sımsıkı. Onun yanında olduğun için teşekkür ederim dedi. Değildim dedim, başka bir şehirde sana gelmek üzere hazırlanıyordum ve daha o sabah konuşmuştuk; yarın uçuyorum demiştim, o da yüreğim rahat artık, sarıl gidince ve oğluma iyi bak. Sana emanet diyebilmişti sadece...

Emanete ihanet olmazdı, ben de ona emanettim ama o bu sözü daha önce duymamıştı. Bir cuma sabahı, o balıkçıya değil de etçiye gittiğimizde, anlamalıydım. Anladım da... Ama aşıktım... Çişi gelmiş de son dakikaya kadar tutmuş çoçuk gibiydim. Önce bir iki sıktım kendimi, sonra bacaklarımı çapraz yaptım. Kaçınılmazı öteliyordum, biliyordum ama bir iki de zıpladım yerimde... Çişimi altıma etmeye ramak kala, koştum tuvalete. İlişkilerin bitişine dikkat ettiniz mi hiç... Sanki biraz çişin en uca gelme hali gibi... Son dakkaya kadar türlü çeşit tutmaya çabalama ve sonra rahatlama...

Çarşambayı sel mi almış benim hayatımda... Hiç anı kalmamış sanki o günden bana... Zaten günler üzerine değilki bu yazı... Karışık ortaya gibi olmuş... Biraz senden, biraz benden, biraz ondan var...Başlığa yerleşen ve ilk paragrafta yer alan tansiyona ne demeli. Gidip bir daha ölçmeli, şakası yok, çişe benzemez. Bir pıhtı attı mı, ölsem dersin... Ölsem... Ölmek üzerine konuştuklarımızı hatırladın mı? Anlaşmamı, şimdi daha uzun olsun istiyorum hayat... İçine onlarca cumartesi sığsın... Onlarca tren yolculuğu, farklı şehirlerin sokak araları, farklı sahillerin yakamozları, farklı simitçi fırınından alınmış sıcağı tüten simitler, farklı onlarca düşün tek tek gerçeğe dönüşmeleri ve daha niceleri bir kahve kokusunun tanıklığında gerçekleşsin istiyorum.... Kafam karışsa da, aklım türlü oyunlarla bana çelme taksa da, tansiyonum damarlarımı sonuna kadar zorlasa da; ne istediğimi biliyorum ve neyi istemediğimi... Bir cumartesi gecesi, hayat öğrettirdi gene... Galiba seviyorum bu cumartesileri... Aslında bütün günleri seviyorum, ya da şöyle demeli; hayatı seviyorum... Evet, ben hayatı seviyorum ve bana sunduklarını da... Şanslıyım galiba... Karışsada herşey, ayrılıyor sonunda... Sen sen oluyorsun, ben ben, hayatsa senli benli bir an... Ama ne an...

AŞIKSIN / Sen Aşıksın Arkadaş (Melodisiyle)


Arabesk bir geceden elde kalan saçmalıklar...



senin  medlerin var ve bazen cezirlerin...
ve sen o medlerle cezirler arasında sıkışıp kalmış bir aşıksın ve ne yazık ki aşıksın...



Ne zordur aşıksan gidiyorum demek ve ne zordur kalmak... Aşıksan, yitip gidecek diye korkarsın ve buldum diye deliliğin sınırlarını zorlarsın. Herşey mümkün gelir sana, herşey ama herşey... Dünya senin etrafında dönecek sanırsın... Ya da aya ayak basmaya koşarak gitmeye kalkarsın. Aşıksın ya, dünya durdu sanarsın. Ya da denizler üstünde yüremeyi denersin. Birden sevinir, birden üzülürsün... Aşıksın ya bir daha hiç ağlamayacağım sanarsın. Birden ağlarsın, gözyaşında sel oldu sanır, sığınaklara diye bağırırsın. Dururken koşar, ağlarken güler, dinlerken oynar, otururken dalar gidersin. Aşıksın ya, herkes seni anlasın, sen sadece anlat istersin. Bir sabah uyanır, gün bitmeyecek sanırsın, bir gece korkar yıldızları sayarsın. Kuzuları çitten atlatırken, aniden dalarsın uykuya, çitin kapısını açık bırakırsın. Aklın uçar saçmalarsın. Kelimeleri ortaya serpiştirince, cümleleri kuracak akıllı biri çıksa dersin. Özneleri unutur, yüklemleri kaçırırsın. Zamirler peşinden düdük çalar, gece bekçisi sanır pencereni kaparsın. Aşıksın ya, gitmen gerektiğini bir türlü söyleyemez, geceyi sabaha bağlarsın. Ağlar ağlar ağlarsın... Tependekini koca kara bir bulut sanarsın. Sabah olunca susup, kederine yanarsın. Güneş doğdu sanar köyün horozu çığırıınca; kalkın millet sabah oldu diye, sen kafasına terliği atarsın. Ne de olsa uykun gelmiştir yeni yeni, hem bulutlar da dağılmıştır öte beri... Hadi bir kere daha yat uykuya, aşıksın ya elbet sabah ola hayrola...

________________________________

Görsel / deviantART

16 Ekim 2009

Soru / Cevap Üzerine Bir Deneme

Aklında onca soruyla uyandığında,
Ulaşmak isteyip de ulaşamadığnda,
Seslenip duyuramadığında,
Uzanıp tutamadığında,

Kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında,
Akıl isyanlarda,
Yürek hüzünlerde,
Sen lal olup kaldığında,
İçine kaçıp; kapandığında,

Söylesene; özlem değil de nedir cevabın,
Eğer soru doğru sorulursa...
________________________________________________

Kadın o sabah erkenden kalktı. Ense kökünde betonlaşan ağrıya oralı bile olmayacaktı, eğer yataktan kalkar kalkmaz sendelememiş olsaydı. Ama sendelemişti işte ve hatta tutunmasa yatağın kenarına, kaybolan dengesi ile halı desenine yakından bakıyor bile olabilirdi o anda... Aklında onca soruyla uyandığında da böyle olmuştu. O sabaha gitti aklı... Oturdu yatağın kenarına... Elleri...

Telaşla telefona sarıldı.... Dıt... Dıtttt.... Dıtttttt... Uzun uzun çaldırdı telefonu, ulaşmak isteyip de ulaşamadığında, elleri titrerdi... Elleri...

Oturdu sallanan koltuğuna, sesi öyle cılız öyle kuruydu ki kendi bile duymakta zorlanıyordu. Ama seslendi. Arka odada otururdu eşi, hep o yola bakan camın önündeki kanepenin köşesinde. Seslenip duyuramadığında, bir ümit bir çan almıştı, onu usul hareketlerle kımıldatırdı. Kendi sesinden bile cılız çıkardı sesi çanın, ama adam duyardı ve ses verirdi... Adam yerinden kalkar bazen salona kadar gelir, eşinin hemen karşısındaki koltuğa oturur, hiç konuşmaz, sadece dinlerdi. Kadın bir kol mesafesinde bile, uzanıp tutamadığında adamın ellerini, hüzün kaplardı yüreğini...

Böyle zamanlarda kelimeler boğazına düğümlenip kalırdı, kelimeler boğazında düğümlenip kaldığında, bilirdi, birikmiş onca kelimenin hiç bir karşılığı olmayacağını bildiğinden sustuğunu... Akıl isyanlarda, yürek hüzünlerde olurdu böyle zamanlarda... Suskunlukları asır sürerdi. Suskunluğu bozan adam olurdu; sen lal olup kaldığında, ya da içine kaçıp, kapandığında ölüm yakın diyorum kendime, nolur susma...

Kadın sallanan koltuğunda bir iki sallandı. Bir iki adamla göz göze geldi; bazı zamanlar bir asır biter, yeni bir asır başlardı suskunluklarında. Kadın, neyin var aşkım diye sorsa adam, tek bir soru sorsa, vereceği cevabının olduğunu biliyordu ama adam ne soru soruyordu ne cevabı bilmek istiyordu. Söylesene dedi kadın sessizliğin sesine çarpıp geri döneceğini zannettiği tiz sesiyle: Söylesene... Nedir bu kadar uzakta seni tutan, yalnızlığa iten... Adam kaldırdı yere düşen gözlerini, topladı tek tek yitip gidenlerini, diline kadar geldi de kelimeler, çıkmadı işte... Kadın sessizliği bozduğu yerden devam etti; özlem değil de nedir cevabın... Adam, evet diyebildi, evet; özlem... Kadının elleri titredi... Elleri...

Yatağın kenarına dayadığı ellerinden aldığı güçle kalktı ayağa... Banyoya doğru ilerledi... Elini yüzünü yıkadı. Sevmezdi ıslak kalmalarını. Havlu ile kuruladı. havluyu yüzünden aşağıya kaydırırken, tam çenesinin ortasında iki avucunun arasındayken, aynaya yaklaştı; yüzündeki çizgilere baktı ve ellerine... Elleri...

Salona geçti. Bir sigara yaktı. Sallanan koltuğuna oturdu. Çan yerinde duruyordu. çalınması için hiçbir sebep yoktu. Derin bir nefes aldı sigarasından, derin bir iç çekişle daldı gözleri... Eğer soru doğru sorulursa, hep verilecek bir cevap vardı. Özledim dedi. Soruyu duyan olmadı, elleri titredi... Elleri...

__________________________________________________

Soru / Cevap bundan bir kaç ay önce şiir tadında yayınlandı... Şiirleri öyküleştirmek ya da bir öykünün anlattığını şiirleştirmek... Verilen kelimeler üzerine yazı yazmak, metin yazarlığı dersinde hocalarımızın bize verdiği alıştırmalardı. Bu alıştırmalar Denemenin Tadı olarak yer bulacak bundan sonra dünyamda...

15 Ekim 2009

Kahve Kokusu Sindi Üzerime





Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)







Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...
Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek...
Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını...
Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel...
Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice...
Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın...
Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine...
Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını...
Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle...
Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni...
Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...

Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...




__________________________________

Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







14 Ekim 2009

Yargı Sürecinde Bir Kaç Soru


Sen vazgeçmiyorsun ya hayattaki duruşundan ve sonunda yalan söylemek zorunda kalıyorsun ya benim yüzümden bana... Şimdi soru şu:

Yalan söyleyebilecek kadar değişiyorsa hayattaki duruşun,
kapıyı kapatmak da bir seçenek olabilir o zaman değil mi?

Ya da şöyle sorayım, vicdanın hangisinde daha az sızlar söylesene?
Dur cevap verme, vicdan değerden yana sızlardı, sen öğretmiştin daha önce...
Ve bana yalan söyleyebildiğine göre, değerimi anladım, daha fazla zahmet etme...

_________________________________________________

Yukarıdaki satırlar bir yargı üzerine kurulmuş cümleler...

Yargı şu: Beni kırmak pahasına vazgeçmeyecek misin bildiğinden üzerine yapılan bir tartışmada taraflardan biri şunu der: O zaman bundan sonra bana bu konuda tek bir kelime bile etme... Ben eminim ki - yargı cümlesi işte tam da burada kuruluyor - sen zaten bildiğini yapacaksın.

Gelinen son tahlilde, bildiğini okuyan taraf, bir gün yalan söyler... (Kaçınılmazdır, ne yapsın ki, doğruyu söylese karşı tarafın yeter deyip gitme ihtimali kuvvetli... Eeee bir de uyarı almış; bu konuda tek bir kelime etme diye... Bak şimdi, bu arada bir soru daha takıldı kafama: Herhangi bir şey söylemeyip, yaptıklatının üstü örtüldüğünde ve bu bir şekilde öğrenildiğinde, bildiğini okuyan taraf yalan söylemiş olmuyor değil mi?)








Ah ah... Soru soruyu doğuruyor farkındayım;
Şimdiki soru şu:

Şimdiye kadar söylediğin hangi doğruya inanayım?







__________________________________________

Fotoğraf / deviantART

13 Ekim 2009

Lodosun Ardı Yağmur Olsa Da...



Oturdum sahilde bir taşın üstüne...
Uzaklara, gözümün alabildiği yüreğimin varabildiği son noktaya bakıyorum...
Ardımda bıraktığım çakıl taşlarından bir kule yaptım kendime...
Sırtımı sağlama dayadım...
Yanı kendime...

Es rüzgar!
Yağ yağmur!
Çak şimşek!

Yıkılmam demiyorum...
Ama artık daha çok dayanırım biliyorum...





Sertap Erener - Vur Yüreğim



__________________________________________________

Fotoğraf /  Soon@Neslihan Öncel 

12 Ekim 2009

Mor Hüzün

Mor bir bulutun gümüşsü parlaklığını
parmak uçlarımla ıslatamadığımda farkına vardıklarım:
Ve ağzımı kesip kanatan sözcüklerimin boğuntusu
sana söylenememiş olmalarından değil,
söylenmemiş olmalarından.
Son gölgende uzuyorum, belki de çekiliyorum. (*)



Üzerine konuşulmamış bir ilişkiydi bizimkisi, ilişki miydi, çok da emin değilim. Konuşmazdık pek evet, üzerine düşünür müydük, ondan da emin değilim. Düşünürdük elbet de, birbirimizi mi acaba... Bunu bir soru olarak soracak olsam, çoğunlukla kesinlikle hayır olurdu cevabım biliyorum.

Bir boyunduruk altına alınmıştık birbirimiz tarafından ve bu içinden çıkılmaz halimize evlilik demek işimize geliyordu. Rolünü çıkarmaya çalışan yeni yetme aktörlerin düştüğü duruma düşüp, rolü büyütürdük zaman zaman; abartılı oyunculuğumuzun sahicilikten uzaklaştığını fark etmeden.

Bir gece sokak serserileri tarafından patlayan dudakların ve açılan kaşınla eve geldiğinde; gerçek karşımdaydı, yalansızdı, abartısızdı, acıtıyordu... Hiç olmadığı kadar iyi bir oyun çıkartıyordun... Erkek gibiydin. Bir erkek gibi, asıl onların düştüğü perişan durumu anlatıyordun ballandıra ballandıra, ağlamaklı gözlerini görmesem, sahi sanacaktım: O adamları evire çevire dövdüğü ile böbürlenen adamla o gece sevişebilirdim bile. Hiç sevişmemiştik. Hiç bilmemiştik tenimizi... Bilmek de istememiştik. O gece sendeki erkeği görmek için yüzüne baktığımda, ağlıyordun işte; içine ya da dışına, ne fark eder ki... Acizliğine, kavga bile edemeyişine, kendini bile korumaktan uzak kalışına yumruklarının; öfkeliydin... Oysa bu hayatta tam da erkek olmak için bir fırsat geçmişken eline ve sen bunca sene sonra bir kadına ispatlayacakken gücünü... Bir damla kan ve gözyaşı ile geri döndün eve. Oysa alacağın bir paket sigara, iki de biraydı...

Ailelerimiz evlenmemize karar verdiği zamalardaki seni, ilk gecemizi, sonraki gecelerimizi, senin üst komşunun eşi Levent'i süzüşünü, benimle gözgöze gelişini... Daha neler düşünmedim ki hastane yolunda... Ben 17 yaşındaydım, sense 20... Nasıl yakışıklı, nasıl bakımlıydın. O tutucu ailenin bir tanecik oğluydun ya özenmişti annen seni büyütürken... Öyle demişlerdi seni bana anlatırken; düzenli, bakımlı bir adam ayrıca işi var, iyi bakar sana... Annem hep zengin biriyle evlenmemi isterdi; hayatlarımız kurtulsun diye. Benim tek derdim de bizimkilerin o boğucu, o sahiplenici tavırlarından uzaklaşmaktı... Evlilik kaçıp kurtulmaktı boyunduruktan. Sen idealdin, bana karışmayacağını, kıskanmayacağını ve özgürleştireceğini beraber geçirdiğimiz bir kaç günün sonunda fark etmiştim. Fark edemediğimse bambaşka bir boyunduruğa mahkum edişimdi kendimi...

Hastaneye geldiğimizde ağlıyordun isterik bir biçimde, tokatlamak geçiyordu içimden seni. Oysa biliyordum, o anda bu güne kadar hiç olmadığın kadar kendindin... Sendin...  İçindekini kadını özgür bırakmıştın... O kontrollü sesini devrettiğin tizlik, kulaklarımı tırmalıyordu. Duymazdan geldiğim kahkahalarından bile kadınsı bir tavırla ağlıyordun. Doktor kaşına dikiş atacağı zaman, uyutun diye hastaneyi inlettiğinde, o adamların seni döverken aldığı haz geldi gözlerimin önüne. Öfkeleniyordum. Öfkem onlaraydı ama anneme, babama, baskılarına, beni yapayalnız bırakmalarına, okuyamayışıma, yaşamak için sana bağımlı oluşuma, sana, senin erkek olamayaşına, kendi kabusuma, senin içindeki hayatı yaşayamayaşına, baskılara, geleneklere, sığ bakış açılarına derken; büyüdü, büyüdü ve sana yöneldi sadece. Senin isterik ağlama krizinin orta yerindeki son dikişte, ben patladım: Acizsin sen...

Nasıl çıktı ağzımdan bilmiyordum... Ağlıyordum; senden daha isterik bir biçimde ağlıyordum. Sarsıla sarsıla ağlıyor ve kızıyordum, ellerini ellerime alıyor, yumruklarını sıkıyor ve sağa sola savuruyordum... Neden... Neden iki yumruk atıp da deviremedin onları yere... Şu haline bak... İnsanlıktan çıkmışsın... Göz göze geldik... Sarıldık birbirimize, bizi bir arada tutan boyunduruğun, arka yüzündeki hikayelerimizi anlatmasak da tahmin ediyorduk aslında. Birbirimize sığındık bir kez daha. Başka şansımız yok gibi geliyordu her seferinde...

Hastaneden dönerken ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorduk ve gülüyorduk hayatın bize çizdiği yollara, hangi yola saparsak sapalım, buyduk biz, böyle yazılmıştı kaderimiz... Yeter dedik kara kışın kavuran soğuğunda. Yeterdi yaşadıklarımız, bize yaşatılanlar, biz seçmemiştik, biz istemmemiştik her daim kaybeden olmayı... Dövüş sporlarına yazılmaya karar verdik: Bundan sonra gece bizi sessizce sevmeye gelen amcaları, dayıları dövebilelim diye... Mor bir hüzün kapladı her yanımızı, bunu sesli olarak dile getirince... Geceyi kaplayan kara akan damlan yansıdı yüzüne; kırmızı ve parlaktı... Parmak uçlarımla uzandığımda silmek için; öptün parmak uçlarımı, ilk defa... Ağzını kanattı kelimelerin, söylememiştin ve söylemeyecektin ama ben biliyordum:  İlk defa dokunmadan seviyordu biri seni ve ilk defa dokunmadan sevmişti biri beni... Mor bir hüzün kapladı içimizi, görüyorduk... Korkularımızdan sıyrılıp, o gece ilk defa birbirimize sarılıp uyuduk... Karı koca olamayacaktık belki ama hayata karşı oynadığımız oyunda güçlü olmak adına birbirimize sahip olduğumuzun farkındaydık...

Aylar sonra üzerine konuştuk arka yüzlerimizde olanları ve aylar sonra ilk defa karar verdik, ayakta dimdik durmaya... Boşanma davasını açan ben oldum, anlaşmalı boşanma ile bana hayatımı devam ettirebileceğim kadar nafaka ödemeyi kabul eden sen...

Üzerinden üç yıl bile geçmemişti henüz... Sen yurt dışında yaşıyordun ve seni seven bir adamla aynı evi paylaşıyordun, bense ilk iş dışardan liseyi bitirmiştim. Senin desteğinle açtığım dükkanda el emeği göz nurlarımı satıyordum. 

Birbimizin karşısına çıkmasak ve o gece o kar yağmasa ve o adamlar çıkmasa karşına köşe başında ve mor bir hüzün kaplamasa içimizi... Bu kadar şanslı olabilir miydik bilmiyorduk ama hep bizi karşılaştırana şükranlarımızı sunuyorduk, kaderimizi değiştirme şansını bize verdiği için ve amcalar, dayılar bir daha bizi istemediğimiz bir şekilde sessizce sevemeyeceği için...


_______________________________________
(*) İlk Yayın Tarihi / Ocak 2009
Fotoğraf
_______________________________________
Onlarca haber okuyoruz, genç yaşta ve hatta çocuk yaşta; baba, amca, dayı, teyze, hala, komşu tacizlerine uğrayan. Hayatları onarılamaz yaralar alan; kayıp insanlar yetiştiriyoruz. Konuşamadığı, cinsel tercihini söyleyemediği, ailesi tarafından sahip çıkılmayan... Onlarca hayata şahit oluyoruz, yitip giden: Bir annenin çocuklarını da alarak bir nehre atlayışına ve bir başkasının 21 bıçak darbesi ile öldürülüşüne...
Bu öykü o kayıp kız çocukları ve erkek çocukları için kaleme alınmıştır.

11 Ekim 2009

Az Önce Seviştim




İnternet üzerinden sonsuz bilgiye ulaşılıyor kuşkusuz... Gün geçmiyor ki yeni, yepyeni bir hizmet girmesin derdimize derman olmaya şu internet dünyasında ve işte bu hizmetlerden biri de; 'IJustMadeLove.com' evet yanlış okumadınız, henüzseviştim.com bu sitenin adı, ben gazetelerin yalancısıyım... Haber şöyle:

Bu site pek çok ülkede insanların o an nerede, ne şekilde seviştikleri bilgisini verecek.


İşte size en tazesinden bir internet sitesi daha! İsmine bakıp da bunun bir Türk sitesi olduğunu düşünmeyin. Orijinal ismi 'IJustMadeLove.com' . Bu sitenin ne işe yaradığını merak edenlere ise hemen söyleyelim, kim nerede sevişti görmek için...

İnternetten bir hizmet daha! Google Haritaları, bundan böyle pek çok ülkede insanların o an nerede, ne şekilde seviştiği hakkında bilgi verecek. İnsanoğlu çıldırmış olmalı!

IJustMadeLove.com isimli internet sitesi, harita üzerinde zum yaparak, internet kullanıcılarının cinsel birlikteliklerini gösteriyor. Bu siteye göre kullanıcılar, kendileri hakkında bilgi vermek üzere onlar için site yöneticileri tarafından hazırlanan yerleri belirtebilecek ve diğer kullanıcılara 'özel hayatlarının' 'yatak' kısmı hakkında detay verecek. (*)
Hal böyle olunca; yurdum halkında bir telaş, bir heyecan... Siteyi bulma hevesiyle arama motorlarında dünden beri, harıl harıl aranıyor bu site ve bu iş benim blogun ilk sayfada ilk sıraya yükselmesine sebep olmuş durumda... Haberi bile doğru dürüst okumaktan ki; tamamen heyecanlarına veriyorum, uzak halkım, arama motoruna "azönceseviştim" yazıyor... Ve benim blogu ilk sırada buluyor, site adının arananla alakası olmamasına rağmen, bir umut ziyaret ediyorlar... Çünkü evvel zaman önce;

Daha az önce seviştik seninle… Tenime dokunmaya korkan sen, seviştiğin diğer tüm düş kadınlar gibi aldattın sadece, kendini benimle ve beni senle… Sözlerinin arkasına sığınıp, kahkahalarını da yanına alarak, şöyle bir dönüp baktın “iş”in bitince... Bari şimdi dokun dedim. Yakar diyebildin sessizce, kalkıp gittin yanımdan. Gitttiğinden beri sabahın kör karanlığı ürkütücü…
diye başlayan Sabah Kör Karanlık Ürkütücü yazımı yazmışım... Komşusunun az önce nasıl seviştiği ile ilgili 'bilgi'ye ulaşmak isterken; bulduğundan pek de memnun olmayarak ayrılan, okuyucu kitlemdem farklı bir meraklı kitlem var artık; kalış süreleri 10 sn. ile sınırlı...


___________________________________

Fotoğraf / widelec.org
(*) Haberin devamı...

09 Ekim 2009

Sana Bir Ben Vereceğim




Şimdi sus...
Sessizce oku...
Bir sır...
Benle ilgili...
Günler önce anlatacağım demiştim.
Günler önce...
Sen dedin...
Evet ben dedim...
Ben ama hangisi...
İçinden sadece birini seçme şansın yok...
Hepsi ben...
Hepsi benden...
Hazır mısın?
Bu bir keşif değil...
İnan hiç değil...
Sırrım yokki benim...
Ne kadar pozitifsin diyorlar
Sırrın ne?
Umudum var...
Belki de tek sırrım bu benim.
Sakın yanlış anlama, kendime sakladıklarım var elbet...
Ama hiç biri sır değil,
senin başına gelmiştir ya da ne bileyim en sevdiğinin mesela
ya da kapı komşun yaşamıştır mutlaka...
Nerede kalmıştık...

Açık seçik bir yüreğim var.
Ama müstehcen değil...
Ruhum özgür olsa da uçarı değil...
Bazen kaba saba gelir sana sözlerim ama inan niyetim kırmak değil...
Sakar olsam da çokca; değer bilir, gereken özeni gösteririm.
Sende olanı isteyen cinsinden değil ama kıskanırım nadiren.
Durmam gereken yeri bilsem de bazen sınırı geçerim...
Çabuk öfkelensem de parlayan kuru bir kağıt gibiyim,
yani kendimden öte yaktığım bir ikidir, o da belki...
Sesimden anlarsın içimi...
Mutluysam kahkaha atar sesim, mutsuzsam ağlar...
Dedim ya; öyle derin sırlarım yok benim...
Kapatırım bazen kapılarımı,
sıkışıp kalsa da pencerelerim
ne yapar ne eder, hava alır kendime gelirim...
Bilinmezlerim vardır elbet, ama bilinmez işte...
Sen bilirsen, çekinme söyle...
Söyle ki ben de bileyim bende olanı...
Farkına varayım...
Değiştireyim gerekirse,
Gerekirse altını çizeyim defalarca
Kendimdekini unutursam dönüp bakayım diye...
Söyle bana...
Dinlerim...
Öğrenmem zaman alsa da,
yaşıma ver, öğrettirir hayat nasılsa...


Arasıra susmadı dilin
Destekledin ya da hadi canım sende dedin...
Ne fark ederki?
 Sabırla sonuna geldin...
Okuduğun için teşekkür ederim...
Biliyorum yeni bir şey söylemedim...

Belki sen söylersin... Ne dersin?


_____________________________________________________________________________
Fotoğraf / Talking about secrets © Balazs Pataki
A.nur "Bugün Kimim?" diye sorarak başlamıştı bu mim için yazmaya, persona noN grata blogunda.
Geç oldu biliyorum ama ilham ancak bugün geldi bu sorunun cevabını bulmaya... Teşekkürler...

BEN GERÇEK




Bulanmadan akmak için...



Kurulmuş bir cümle ararken çıktı karşıma... Zihnim bulandı okuduğumda... Mideme indi sonra, sonra hava bulandı, ardından sular da... Hüzne bulanmış bir kadın çaldı kapımı o arada... Hayat öğretir diyen adamın sesiyle kendime geldim. Sahi ben ne yapmalıydım bulanmadan akmak için?

Üzerimi giyinip, sokağa attım kendimi; havadaki yağmur kokusunu içime çeke çeke yürüdüm... Her bir nefeste akıl ve yürek duvarıma çarpıp, iç sesimden korkan seslerle karşılaştım yol boyu... Daha bir arpa boyu yol gitmemiştim, daha bir an geçmemişti oysa; onla karşılaştım: "Ben gerçek..." dedi.

Ürktüm! O gerçekse... Aklıma bile getirmek istemedim... Duymazdan gelip sırtımı dönüp yürüdüm. Arkamdan seslendi: "Ben gerçek.."

Bir terazi ise yaşam ve dengede olması gerekiyorsa herşeyin ve dengeliyken anlamlıysa, terazinin bir yanı gerçekse... Yok yok, olamazdı... Olamazdım... Koşarak uzaklaştım: Kaçtım... Koştukça bulandım, bulandıkça ağırlaştım, ağırlaştıkça battım... Bir bataklığın orta yerinde çığlık attım. Bir çığlık daha... Karardı gökyüzü, sis çöktü üzerime... Uğultulu bir ses: "Ben gerçek...", ardından bir gök gürültüsü: "Ben gerçek..."


Ben çırpındıkça, batıyordu bedenim... Çıkmayan sesimle son bir kez seslendim: "Ben  gerçek..."

Kurudu bataklık, duruldu sular, duruldu hava, duruldu zihnim... Parlak bir güneş ışığı vurdu alnıma... Bir diğeri  tuttu ellerimden... Bir diğeri öptü dudaklarımdan... Bir diğeri sarıp sarmaladı beni... Bir diğeri gözlerimdeydi ve bir diğeri yüreğime indi: O zaman fark ettim ki; kendi aklına güvenmeli insan, kendi yüreğinin büyüklüğünü bilmeli... Bulanmadan akmak için, kendi gerçeğini fark etmeli... Kendi gerçek benini!


Her gün bir yerden göçmek, ne güzel
Her gün bir yere konmak, ne güzel
Bulanmadan, durmadan akmak ne güzel
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

MEVLÂNA

 ______________________________________________

Teşekkürler; Buraneros, Sufi ve Pia
Fotoğraf / Attila Szabo


08 Ekim 2009

Kurulmuş Bir Cümle Arıyorum

Kurulmuş bir cümle arıyorum... Sadece bir cümle; bana neden herşeyi yenileme ihtiyacı duyduğumu anlatacak, daha önce kurulmuş bir cümle. Ben ilk değilimdir değil mi sürekli bir değişim içinde olmak isteyen? Yenilenmek ve yenilemek telaşında olan. Öğrenmek ve öğretmek heyecanını yaşayan... Kurulmuş bir cümle arıyorum, beni bana anlatan...

Kurulmuş cümleler arasında dolaşıyorum, sesini bilmediğim, yüzünü görmediğim kişilere ait, kendi düş gücüne yaşanmışlığını katan onca insan arasından, elbet biri bana seslenir diyorum. Kelimelerde kayboluyorum, cümlelerle sevişiyor, virgüllerle flört ediyorum. Bir nokta çıkıyor yolumu kesen, vız geliyor engeli, ileriye bakıyorum. Bir cümle arıyorum, daha önce kurulmuş ve defalarca söylenmiş olan.


Bir arayışın haykırışlarıydı duyduğum...  Kurulan bir cümle üzerinden anlamını yoracak ve kendi yorgunluğuna denk tutacak bir arayıştı. Bulabildi mi bilmem, arayınca bulunur mu onu da bilmem... Ama kurulan cümlelerin denklik hallerini; insanı o yoran, üzen, sıkıntılara sokup kendine düşman eden, yüreği yüreğe düşüren hallerini bilirim ve en çok da buna üzülürüm. Her kelime, her cümle söylenmiştir: O ANDA...

Ve nedense arayana şimdi gibi gelir... Şimdi ve kendisine söylenmiş gibi... Şimdi ve kendisine söylenen gibi... Şimdi ve kendisine söylendiği gibi... Oysa evet bir oysa var ararken unuttuğumuz... Her kurulan cümlenin bir öncesi, şimdisi ve sonrası vardır ve her cümle kendi şimdisinde anlamlıdır yani o anda...

Arkadaşım aradığı kurulmuş cümleyi buldu mu bilmem ama ben kurulmuş her cümlede; kendimden, senden ve ondan birşey buluyorum; "şimdi"sine takılmadan "o anda"sıyla okumayı da öğrendim üstelik... Dilerim o da öğrenir... Dilerim sen de öğrenirsin...

______________________________

Fotoğraf / 1x.com

06 Ekim 2009

Gece Sen (Y)ol Üzerine Bir Deneme


Gece oldu mu sağanak yağmurlara sığınıp sana gelmek istiyorum...
Islanmış bedenimi bedenine yaslayıp kaybetmek kendimi teninin kokusunda...
Sen beni sarıp sarmaladığında, dursun içimdeki sağanaklar...
Tutulsun dilim, konuşsun yüreğim, ben birşey demeden sen çok şey anla istiyorum...



Bir gece sağanak yağmurlara aldanır, yazarsın bir kağıda kırık dökük kelimelerini... Sahibine ulaşır mı bilmezsin... Zaten ulaşsın derdinde de değildir yüreğin, sevmek ister böyle birini, dile getirişinde bundan ibarettir sadece... Sonra günlerden bir gün, bir adamın senin o sevme haline denk düştüğünü fark edersin. Baktığın yerden gördüğün tabloda bir adam çizersin kendine, kendi düş kaleminle... Düşündedir herşey ve yüreğindedir sadece, bilmezsin bir muhatabın var mı... Olmasını dilersin tüm kalbinle... Düşünceler sarar dört bir yanını, belki bir gün o tabloda bir kadın çizme ihtimaline tutunursun en çok ve o kadının sen olma hayalini kurarken yakalarsın kendini; olur olmaz kelimeler arasında gezinirken...


Gece oldu mu sağanak yağmurlara sığınıp sana gelmek istiyorum...


Yalnızdır gecelerin ve açık denizlerde kaptansız bir gemidir yüreğin... Sağanak yağmurlarda savrulurken oradan oraya gitmek istersin bir limana... Sığınmak ve korunmak bir anlamda...


Islanmış bedenimi bedenine yaslayıp kaybetmek kendimi teninin kokusunda...


Uzun zaman olmuştur bedenin bedene değmeyeli ve unutmuşsundur bir tenin kokusunda kendini kaybetmeyi, oysa sığınmak ve korunmak değil miydi amacın, öyleyse neden bu kendini bir kez daha kaybetme isteğin...


Sen beni sarıp sarmaladığında, dursun içimdeki sağanaklar...


Durur mu sanıyorsun içindeki sağanaklar, sen bir limana sığındığında, damla düşmez mi sanıyorsun limana, dalga vurmaz mı yüreğini, acıtmaz mı şimşek kırık yelkenlerini, alabura olmaz mısın bir anda...


Tutulsun dilim, konuşsun yüreğim, ben birşey demeden sen çok şey anla istiyorum...


Tutulmuştur dilin, yüreğin yalpalamalarına kulak kabartan olur mu bilemezsin, sadece dilersin... Sen sığın bir limana, o senin limanınsa, sen birşey demeden de çok şey anlar nasılsa...

Bir gece sağanak yağmurlara aldanmalısın, yazmalısın bir kağıda kırık dökük kelimelerini... Sahibine ulaşır mı bilmesen de, ki zaten ulaşsın derdinde de olmamalı yüreğin, sevmek iste sadece böyle birini, dile getirişinde bundan ibaret olsun hiç hesapsızca... Belki günlerden bir gün, bir adamın senin o sevme haline denk düştüğünü fark edersin. Baktığın yerden gördüğün tabloda bir adam çizersin kendine, kendi düş kaleminle... Düşündedir ya herşey ve yüreğindedir ya sadece, bir muhatabın olmasa da olur gerçekte. Sen olmasını dile tüm kalbinle... Düşünceler sarsın dört bir yanını, belki bir gün o tabloda bir kadın çizme ihtimaline tutun en çok ve o kadının sen olma hayalini kurarken yakala kendini; olur olmaz kelimeler arasında gezinirken... Tut ki alabura oldun, tut ki kırıldı yelkenlerin, unutma her geminin vardır sığanacağı bir liman... Yolun açık, rüzgarın bol, pruvan neta olsun.

__________________________________________

Gece Sen (Y)ol, Mayıs 2009'da kaleme alınmıştır...
Fotoğraf /
deviantART

KARŞI KIYI / V2

her durumda bir araya gelemeyen iki yaka gibiyiz... (*)

Saat 03:10’u gösteriyordu son maili attığında…
“geldim demekle eşti arayışın, ve gittim demek kadar acıttı içimi”
Son satırlarıydı hayata kazınan. Kalktı masasının başından; koridorda yürüdü yavaş yavaş. Üstüne giyindi kadınlığını, telaşını ve sevdasını yavaş yavaş. Aynada baktı kendine… Saçını taradı, rujunu sürdü, yavaş yavaş…

Adam kadına gitmek istiyordu ama onca yaşanmışın üzerine geçen zaman gerçekten ilaç olmuş muydu her ikisine de bilmiyordu... Endişeliydi... Sabah uyandığında heyecanını yeneceğini ve yola çıkacağını umuyordu ama sabah hiç de düşündüğü gibi olmadı... Aynada kendi ile uzun uzun hesaplaştı, onu gördüğünde kuracağı cümleyi önce içinden sonra da kimsenin duyamayacağı bir sesle dışından tekrarladı... Kendi bile duyamayınca afalladı, cesaretsizliği mi korkusunu güçlendiriyyordu, korkusu mu cesaretsizliğini bilemedi.

Kadın adamla ilk karşılaşmalarında en güzel haliyle olmak istiyordu. Hazırlandı o yüzden yavaş yavaş. Zamanı durdurmak ister bir hali vardı. Kapıyı kapadı. Kilitledi yavaş yavaş... Merdivenlerden indi. Telaşsız ve sakindi. En az 1 saatlik bir yolu vardı. İki saat önceden çıkmıştı yola, sevdiği adama giderken zamanı olsun istiyordu. Direksiyona oturdu. Arabayı çalıştırdı. Radyoda bir kanal buldu. Koyuldu yola yavaş yavaş.
Adam hazırlandı yavaş yavaş, zamanı durdurmak ister bir hali vardı. Pişman mı olmuştu geliyorum diye telefon açmaktan bilemedi. Ama kadın hazır olmasa ve istemese adamı, gelme derdi... Kadın demedi, adam bilemedi... Kahvaltı masasında okurken günlük gazetesini, çayını yudumladı yavaş yavaş. Yola çıktı yavaş yavaş... Saat 18'i gösteriyordu evden çıktığında, oysa daha iki saat vardı geminin hareket etmesine.. Ama geç kalmak istemiyordu herhangi bir sebeple...

Yol boyu düşündü kadın, o olaydan sonra ilk kez karşılaşacaklardı, oysa ne çok şey biriktirmişlerdi yaşanmış anlarda… Korkuyordu kadın, anlar kadar güzel olmazsa karşılaşmaları diye ve yavaş yavaş yol alıyordu bu düşüncelerle…

Limana geldiğinde, arabayı park etti. Arabadan inmeden önce saatine baktı. En az 20 dakika vardı. Ne demişti adam, 20.40’da orada olacakmış: “En erken böyle gelebiliyorum yanına. Çok kalayım istiyorum yanında.”
Adam her zamanki gibi üst salondan aldı bileti ve tekli koltuklarda, cam kenarında sonsuz maviliklerde martılara takılı kalan gözleri ile düşünmeyi severdi ve hayal etmeyi ilerisini... O günde öyle yaptı, kapadı gözlerini, her zamanki huzur yerini tedirginliğe bırakmış olsa da gökyüzünde süzülen bir martı ile arkadaşlık etti yol boyunca...

Kadın çay bahçesindeki boş masalardan birine geçti, limanı görecek şekilde oturdu ve bir çay söyledi. Çayı şekersiz içerdi ama gene de karıştırdı yavaş yavaş… Uzaktan çok uzaktan gördü önce, yakınlaştıkça, hızlanmaya başladı yüreğinin atışları. Adam binmiş miydi o gemiye onu bile bilmiyordu aslında. Son konuşmalarında adam geleceğim demişti. “Bekle beni, geleceğim.” Kadın da “Bekliyor olacağım karşı kıyıda demişti.” Adam duymuş muydu bilmiyordu. Bir daha da hiç konuşmadılar adamla bu konuda. Çayından bir yudum daha aldı biraz telaşlanarak. Gemi yanaşınca limana, kadın kalktı hızlı hızlı yürüdü limana doğru. Yaklaştı karşılama kapısına saatine baktı 20.40’tı. Tam saatinde yanaşmıştı gemi. Kadın karşılama kapısının ardında bekledi…

Kadın kapıda bekledi…
Kadın adamı bekledi…
Kadın bekledi…
Gemi limana yaklaşırken bir telaş oldu üst katta, doktor var mı çığlıkları yükseldi bir anda. Geminin kaptanı sürekli anons geçiyordu limanda bir ambulansı hazır etmeleri için... Bir kadın yığılmıştı olduğu yere. Yanında küçük bir çocuk. Şaşkın ve ürkekti, korkudan kocaman açılmış gözleri ve soluğu kesildiğinden bembeyaz olan yüzüyle bakıyordu sabit bir bakışla adama. Adam çocuğun gözlerinde görünce kendini, titremeye başladı. Korkuları sarıyordu bedenini, aklını, yüreğini... Söz geçiremeyeceğini anlamıştı korkularına, gemi limana vardığında kararını vermişti...
Kadın hızlı hızlı yürüdü arabasına, zamanı ileri almak telaşı sarmıştı kadını. Arabaya bindi. Hıçkırıklarına söz dinletemiyordu ve sözleri pek de anlaşılamıyordu ama belli ki kendine kızıyordu. Söz vermiştin dedi... Son sözleriydi hayata kazınan...
Adam ertesi gün gazeteyi açtığında başlığa takıldı önce, “Yalova – Bursa yolunda beklenmedik bir kaza.” Haberdeki her ayrıntıyı okudu defalarca… Oturdu olduğu yere. Bir sigara yaktı telaşla, bir kez daha okudu, yavaş yavaş... Derin bir nefes aldı, yavaş yavaş... Ağladı içine, yavaş yavaş... Bir sigara daha yaktı telaşla... Yandı yüreği, yavaş yavaş... Mutfak kapısına bir yumruk attı, yetinmedi bir de duvara: Elleri kanıyordu; akan her damlada yüreği yanıyordu, "sen korkağın, cesaretsizin tekisin, yansın yüreğin, sen acılar içinde kıvranarak öl, yavaş yavaş..." diye bağırdığı duyuldu açık mutfak penceresinden... Vurdu saatlerce önüne ne geldiyse, yıktı ortalığı, kattı birbirine... Kanattı kendini, ardı ardına defalarca... Etraftakoşup yetişen komşularına, "bırakın" diyebildi, "bırakın da öleyim yavaş yavaş..."

05 Ekim 2009

GİTMEK KÖKLERİNLE BİRLİKTE


Yıllardır durup durup akla gelen bir gitme isteği, günlerdir akıldan çıkmıyor...

Kendimi sürekli, seyahat programları izlerken buluyorum son günlerde... Ev kiralayarak seyahat, sırt çantasıyla seyahat, crema de la crema seyahat... Bir gitme isteği... Keşfetme, tanıma ve farkına varma isteği...

Bugün Sevgili Pino'nun; 34. yaşını kutlamak üzere, gecikmeli de olsa uğradım durağına, Gitmek İstiyorum yazısını okudum... Ve okurken, yanda gördüğünüz fotoğrafa, yorumlarda kelebek olsam diyen Uzağa Giden Kadını fark ettim; o şehir şehir dolaşıyor biliyorsunuz, oysa ben o yorumu okurken "ben duvar dibinde çiçek olmak isterdim" dedim... Sonra bunu yorum olarak yazmak üzere ilerlerken, kendimi gördüm:

dün kurdum bu cümleyi... ve dedim ki ne kadar çalışırsam o kadar harcadığıma göre, gitmek istiyorum çeşmeye; az çalışıp, az yemek ama çok yaşamak için... dilerim gidersiniz... ben o karede duvar dibinde açan bir gelincik olmak istedim...


Sevgili Pino'da şöyle demiş:

Evren çok haklısın.. Ne kadar kazanırsak o kadar harcıyoruz.. çok mu lazım sürekli bir şeylere sahip olmak.. borçlarla ipoteklenmiş bu hayattan bir an önce kurtulup özgürlüğümüze kavuşmak en büyük hayalimiz:) sevgiler kocaman:) Not: gelinciğin duvar dibinde :)

_________________

Gitmek istediğim kadar kök salmak istediğimi fark ettim bu sabahın erkeninde...

Kök salmak belki sadece bir yüreğe ve bir olup onunla gezmek diyardan diyara...

Yolun çoğunu trenle yapmayı tercih ederim... Ve yürümek her gittiğim şehrin, kasabanın, köyün, ara sokaklarında... Görüneni değil, görünmeyeni, bilineni değil bilinmeyeni bulmaya yapılacak bir yolculuk olsun dilerim...

Kendimle karşılaşma olasılığım yüksek biliyorum ama bundan korkmuyorum...

Gelir misin benimle, kendinde kalanı keşfetmeye?

04 Ekim 2009

03 Ekim 2009

ÜÇ / GEN




İlişkinizi tarif eden bir şekil çiz dedi bana,

koca bir çember çizdim önce,

bütün kağıdı kaplayan...

Olmasını dilediğimdi dedim.


Sonra kağıdı ters çevirdim ve küçük bir üçgen çizdim:


iç açıların toplamı 180 derece ederdi ya hani...


Topladım çizdiğim üçgeninkini

İKİ YÜZLÜ rakamlar çıktı karşıma

Köşelerden birinin AÇISI

YALANCI

ama hangisi?



02 Ekim 2009

Bir Şehrin Gölgesinde Tanımak Seni





Ve evet, ben dün senin büyüdüğün o şehirdeydim.


Sabahın en erkeni...

Sabahın ilk heyecanını attık üzerimizden, hasretle birbirine dolanan parmaklarımızı saymazsak, herşey normal seyrine döndü bile diyebiliriz. Eve gitmeden önce, her sabah yürüdüğün sahile gidiyoruz. Hem kahvaltılık bir şeyler alacağız fırından hem de sen güne nasıl başlıyorsan öyle başlayacak herşey. Ben bunu bu şekilde dillendirdiğimde, uzanıp öpüyorsun beni durduk yere. Şaşkın şaşkın bakarken ben sana; güne seni öperek başlıyorum diyorsun. Gülümsüyoruz güneş niyetine birbirimize. Sahilde o sözünü ettiğin çarşaf deniz, üzerinde yakamoz ve her seferindeki keşken "burada olsan"ın yerinde "buradasın, inanamıyorum" var.

Martıları selamlıyoruz, köpeğini gezdiren adama gülümsüyorsun, yürüyüşe çıkmış adam ve kadınla kısa bir sabah sohbeti, beni tanıştırma ve anlamlı bir "size de iyi günler"den sonra, yolumuzu çeviriyoruz bahçesinde mürdüm erikleri olan eve. Bugün ikimizin; sadece sen ve ben olacağız. Ben seni, doğup büyüdüğün şehrinde, bir kez daha tanıyacağım. Ölesiye meraklıyım: İlk öptüğün kızın evini görmek istiyorum, bisikletten düştüğün sokağı, futbol oynadığın toprak sahayı, babanla yürüdüğün yolları, sokak arası bir oynaşın tekrarını yaşat bana istiyorum. Aklımda onlarca soru, anlattıklarından yola çıkıp, anlatmadıklarına varmak istiyorum. Sense bana sabah kahvaltısının olanlarını sayıyorsun, başka bir şey isteyip istemediğimi. Farkında bile değilsin, ben senli benli hallere doyuyorum o anda; öyle özlemişimki, bir nefes çeksem teninin kokusu yetecek tıka basa doymama...

Kahvaltı bahçenin ahşap masalarında, incir ağacının hemen altında. Elimizi uzatıp, incir kopartıyorum. Yediğim en güzel incir. Kızıyorsun bahçeden böğürtlen, incir toplayıp ağzıma atmama, hoş bir flörtöz tavrın birbirini kovalayan; o telaşlı, o heyecanlı, o hiç bitmesin istenilen anlarını çoğaltıyoruz bakışlarımızda.

Domatesleri kopartırken dalından ve biberleri toplarken teker teker inanamıyorum burada, seninle olduğuma, ara ara dönüp bakıyorum gerçek mi diye etrafıma, ikna olmayınca bir çimdik atıyorum bacağıma, bir düş olmadığını anlıyorum herşeyin canımı istemeden acıtınca... O sırada yan bahçeden bir ses, "tiskinti duyuyorum" diye bağırıyor. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. "Tiskinti duyan" bu amcayı senin anlattığın kadarıyla tanıyorum. Ayakkabıları çalan köpek görünüyor köşeden, saklanmış böğürtlen çitinin ardına, boş bir anımı bekliyor belli, ama ben önceden almıştım onun marka ayakkabı düşkünlüğünü, tedbirliyim, boşuna beklemesi eve girişimi...

Mutfağa geliyorum, yüzümde alabildiğine huzur ve tanıdık bildik bir yerde olmanın keyfiyle... Hep sözünü ettiğin pencereden bakıyorum, kilimi serip de yıldızları seyrettiğimiz ağaçlar şunlar olmalı diyorum... Bir selam çakıyorum her bir yaprağına şahitliklerinde yaşanan anlar adına... Tezgaha yöneliyorum, bahçeden topladığım tazecikleri kahvaltıya hazırlamak için... Bahçede mangal keyfi için yanan ateşin ve onların yanında içilecek rakıların ve senin her anlatışında ağzımı sulandırmayı başardığın daha bir çok yemeğin kokusu siniyor üzerime... Anlattığın gerçek üstü mutluluk diyarının, gerçek prensesiyim şimdi ben. Hiç bu kadar mutlu olmuş muydum daha önce ve sevilmiş miydim böylesine diye düşünürken: Hemen arkamda bitiveriyorsun; bedenini, bedenime yaslıyorsun. Boynumdan öpüp, öyle çok düşledim ki burada böyle bir sabahı diyorsun.

O bakışın hiç gitmesin üzerimden istiyorum. Bana bakışını seviyorum: Yüreğimi aşkınla çepeçevre sarıyorsun ya her seferinde, ben her seferinde sana bir kez daha aşık oluyorum ya.... Hani sarıyorsun ya avuçlarınla sevda yorgunu ellerimi, bırakmayacağını çok iyi bildiğim halde; bırakma diye bakıyor ya gözlerim gözlerine, sana bakışımı seviyorum: Yüreğini aşkımla çepeçevre sarıyorum her seferinde, sen her seferinde bana bir kez daha aşık oluyor ve sesleniyorsun ya sessizce: SENİ SEVİYORUM diye... İlk kez duyuyorum ya ben her yineleyişinde ve heyecanlanıyorum ya ölesiye...

Bizim masalımız hep böyle kalsın istiyorum; hep böyle aşkın en haliyle...

****

Hani nasıl geçti günün diye sormuştun ya gece uykuya yatmadan az önce... Bu sabahımdı sadece... Sonrası bize kalsa, sadece sana ve bana... Olur değil mi sevgilim?

_____________________________

Fotoğraf / deviantART

KURULMUŞ CÜMLELER / 12





"Herhangi bir formül ya da yöntem yoktur.
Sevmek severek öğrenilir."


Aldous Huxley







______________________________________

01 Ekim 2009

TURGUT'A / YALNIZCA SANA...


Ama ben en çok şeyi
En kısa zamanda sana söyledim..
Yalnız sana... (*)






Yazılanı yormuştum bir keresinde...

Osmanbey çıkışında köşedeki Yapı Kredi'nin hemen üstündeki bir odanın camından bakıyorum tam karşımdaki Pangaltıya inen yokuşlardan birinden yürüyen insanlara...


"Gitmek sorun değil, giderim... Ya aşk gelmezse peşimden... Ya onda kalmak isterse..." diyorum.


"Kaldığında anlar aşk, anlamı olsa gitmene gerek kalmadığını... Eninde sonunda gideni takip eder aşk, onunla yeniden bir anlam bulsun hayat diye." diyorsun bana...


Durup bakıyorum sana; kararlılığına. Neden sonra kapıyı kapatıp çıkıyorum: Aşk peşimden geliyor koşarak... Koşarak uzaklaşıyoruz oradan, o an'dan, o şehirden, o ülkeden...

_________________________________________


Çok değil, topu topu 8 saat konuştuk seninle... İlk karşılaşmamızdan sonra, bir demet beyaz frezya getirdim sana: Öyküsünü bildiğin ve neden onunla geldiğimi çok iyi tahmin ettiğin halde, sadece gülümsedin ve vazoya koyması için yardımcına seslendin. Oturduğumuz odanın çıplaklığı ve soğukluğu beni pencere kenarına itti. İtti diyorum çünkü sen sebebini biliyorsun... Sebebini bildiğin bir çok şey gibi, bunu da anlıyorsun. Pencereden bakıyorum; Pangaltıya inen yokuşta yürüyen insanlara... Susuyoruz... Zamansız bir anı paylaşmanın telaşında değiliz. Sadece susuyoruz. Söze ben başlıyorum: "Neden..."


Kendi sorup, kendi cevaplayanlar gibi; sonu gelmez bir telaşla ve heyecanla, kelimeleri ardı ardına sıralıyorum. Yüklemi olmuyor bazılarının, bazılarının öznesi... Eksik kalıyor nesnesi bazılarının ve bazıları bir cümle bile olamyor. Kelimeler saçılıyor, karmaşıklaşıyor herşey; ama bir yandan da çözülüyor, dökülüyor sanki... Yakalayamıyorum hiçbirşeyi, esir aldı sanki bir şey beni, beynimle dilim sanki eş zamanlı çalışmıyor. İdim, egom, süper egom gizli bir vadinin orta yerinde savaşa tutuşmuş gibi: Sakladığım, gizlediğim, üzerine düşünmek istemediğim ne varsa birbir çıkıyor ağzımdan... Bir bir dökülüyor yaralarım. .. Birbir dökülüyor gözyaşım...


Hala ayaktayım, pencerenin önünde, neredeyse 5 saattir aralıksız konuşuyorum. Aralıklı ağlıyorum... Sesimi duydukça, sesime gelenler mi çoğalıyor ne, durmak bilmiyorum. Kelimelerimi sakınmıyorum. Nasıl geliyorsa öyle çıkıyorlar. Şaşırıyorum. Bunca zaman, bunca an, bunca insan nasıl susabilmiş ki dilim... Sen en kısa zamanda en çok şeyi sana anlatabidiğim sen; yalnızca senle ben olabildiğim o zaman diliminde, bir kez bile bir şey sormuyorsun bana. Bir kez bile gözünü kırpmıyor ve hatta nefes almıyorsun. Büyük bir açlıkla dinliyorsun beni. Büyük bir açlıkla sarıp sarmalıyorsun. Ben bütün yükümü sana, yalnızca sana bırakıp çıkıyorum kapıdan 8 saat sonra. Vazodaki frezyalara bakıyorum son bir kez ve sen ilk kez ses veriyorsun bana: Bon voyage...

__________________________________________________

(*) Özdemir Asaf şiiri
(**) Değerli zamanını yola çıkmadan önceki o son akşamda bana ayırdığın için teşekkür ederim sana Turgut... Ve bir dipnot: Aşk geldi peşimden, haberin olsun istedim...
(***) Fotoğraf / Linda© Angela Bacon-Kidwell