19 Ocak 2010

YENİDEN DÜZENLEME




______________________________________________


 - Tabi ki cevaplarım var... Evde yeşil tonunu kullandığın bir yer var  mı?
- Evet, mutfağım...
- Desene, yaratıcı bir aşçısın...
- Hem de nasıl, bir tarifim bir tarifimi tutmaz da bunun konumuzla alakası ne?
- Neden yeşil dedin...
- Evet, dedim...
- Biz de şimdi neden yeşil onu anlamaya çabalıyoruz.
- Aslında iyi bir aşçı olmak istiyordum ama çamura battım yan mı yattım, hissettiğim su bu nedenle mi? Hani saplanma hissi... Güldürme beni..
- Bana güvenmiyorsun...
- Sana özel değil? Güvenirdim, eskidendi çok eskiden... Yok ki Sezen gibi bir sesim nağmeli söyliyeyim.
- Bugün daha huzursuzsun...
- Bugün daha konuşkansın...
- Bana güvenmelisin.
- Denerim...
- İyi bir aşçı olduğunu öğrendik. Ve bir yanının yaratıcı olduğunu, bir yanının da doğayı sevdiğini...
- Bunları bana sorsaydın da söylerdim, rüyama ihtiyacın yoktu ki...
- Rüyanı anlatmayı sen seçtin...  Ve neden yeşil diye de soran sensin... Bir cevap beklemiyorsan... Devam etmek istiyorsan...
- Hayır, bir cevap istiyorum... Bir cevap istediğim için buradayım.
- Yeşilin, pek çok kavramla ilişkisi var kuşkusuz, ama tahmin edeceğin üzere içlerindeki en güçlü olanı doğa... Yeşil; yaşamı, yenilenmeyi, umudu, doğurganlığı ve dinç olmayı simgeliyor. Paylaşımın, işbirliğinin, uyumun ve cömertliğin rengidir yeşil aynı zamanda. Tutarlılık, kişilik, sadakat, büyüleyicilik, fanatizm ve seviyeli bir şovenizmi ifade ettiği de bilinmektedir. Bunlar olumlu olanları elbet… Bazen de; umursamazlık, kıskançlık, şüphe ve bencillik olarak ortaya çıkar. Güvensizlik de bu bağlamda karşımıza çıkan bir olgudur.  Demin bir şey düşünüyordun...
- Challenge...
- Gösteriş...
- Hayır, meydan okuma... Severim mücadele etmeyi... Yeşille bir bağlantısı var mı diye düşünüyordum.
- Aslında var biliyor musun? Hep mi mücadelecisindir?
- İnanırsam...
- Kolay elde edilen şeylerdense zor elde edilen başarıların peşinde koşmayı tercih edersin yani...
- Evet, böyle de denebilir.
- İnatçı mısın?
- Bazen...
- Neden güldün?
- Annem, stubborn kelimesine eşittir deyip adımı yazmıştı da, o geldi aklıma...
- Annen... Oysa hep ondan bahsederdin, ilk defa annenden de bahsettin...
- Bahsetmedim. Bir an hatırladım sadece...
- Peki, zamanı var belki...
- Belki...
- Kendini tanımla dediğimde; çevrenle uyumlu, yumuşak ve içten bir atmosfer yarattığını söylemiştin. Değişikliğe gösterdiğin tepkindense hiç bahsetmemişiz...
- Uyum sağlamakta zorlanırım.
- Yaşama bakışını yeniden düzenlemen gerektiği hissine kapıldığın oluyor mu?
- Sıklıkla!
- Şu saplanma üzerine konuşmak ister misin?
- Konuşacak bir şey yok ki, insan bataklığa saplanır. Kurtulmak istedikçe batar... Biliyorum, onun bir bataklık olduğuınu düşündüğüm için rüyamda bir bataklık gördüğümü söyleyeceksin. Yenilenmek ve kurtulmak isteğim de, umudun rengi yeşilde belli ediyor kendini. Ama bir yanım kurtulmak istemediği için de, bataklıktan kaldırmıyorum kafamı. Gömüleyim istiyorum... Bir tek o olsun... Onda boğulup gideyim... Güvensizlik yiyip bitiriyor beni ve şüphe kemiriyor beynimi... Bazen, tek bir an umursamıyorum bana yaşattıklarını. Sonra, inatçı ve mücadeleci tarafım pes etmiyor... Bencilce, sadece kendi sevgim için, belki de olmayan bir bataklığın içinde boğuyorum kendi kendimi... Duygularımla hareket ediyorum değil mi? Bir tür bağımlılık benimkisi... Bu nedenle saplanıp kaldığımı hissediyorum. Bu nedenle onsuz kaldığımı düşündüğümde nefessiz kalıp boğuluyorum. Rüyamda neden kara bir bulut var ve kara bulut neyi temsil ediyor anlıyorum şimdi; kara bulut kendimim. Gökyüzünün maviliğini kendim kapatıyorum.  Gökyüzü maviydi biliyor musun?


_________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf

YEŞİL...


___________________________________________________________




Yeşili seviyorum, doğada olmayı da..
Bir yeşillik, ton ton değişiyor, gözün alabildiği heryerde.
İleriye doğru uzanmak istiyorum; ileride ne olduğunu görmek. Bunun için yürümem gerektiğini biliyorum. Bedenim terliyor, titriyor. Korkuyorum. Gözlerimi kapatıp, ilk adımı atıyorum.

İlk his: SAPLANMAK

Bir bataklıkmış gördüğüm yeşillik... Bir aldatmaca... Kanmışım, yeşilinin güzelliğine, bakmamışım ne ötesine ne gerisine ne de gökyüzüne. Baksam belki görebilirdim. Yok, yok hayır, göremezdim. Ben yeşile kanmıştım. Kör olmuştu gözlerim. Göz çukurlarıma yeşiller dolmuştu. Yeşil... Görebildiğim tek şey yeşil... Dokunabildiğim tek şey yeşil... İnandığım tek şey yeşil... Neden yeşildi ki... Neden sulu bir yeşil... Neden sonsuz... Neden renkli ki rüyam... Rüyalar renkli olur mu? Sana dedim, ilk geldiğimde de dedim. Bir yerde okumuştum, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", sahi neyi anlatıyorum ben sana; rüyamı mı geçen hafta mı mı? Peki neden yeşil, bir cevabın var mı?


____________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf / deviantART

18 Ocak 2010

ZAMANDAN GEÇEN, SENDEN GEÇER Mİ?.

zamandan değil senden geçmesi gerekmiyor mu acıtmaması için...(*)















1. Hafta / 1 saat
Geçmez diye başladı sözlerine... Ve sustu...

2. Hafta / 1 saat
Geçmez biliyor musun? dedi. Ve sustu...

3. Hafta / 2 saat
Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bana soru sormayacak mısın?
_ Dinliyorum...
_ Çocukluğuma falan dönmeyecek miyim?
_ Ne anlatmak istiyorsan, neresinden başlamak istiyorsan başla...
_ İşine geliyor seanslarda uzun susmalarım değil mi? (Ben kahkahalara boğuluyorum ama o sadece gülümsüyor.) Koltuğa uzansam... Koltuğun yok  ki senin... Yoksa sen... Peki peki bakma öyle... Ne anlatıyordum... Hımmm

"Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim."

bunları demiştim zaten yani ben tek başıma çözemediğim için buradayım... Bir yazı okudum diyordu ki, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", Rüya... Rüya... Ben rüya görmüyorum, yok yok görüyorum aslında, ama uyurken mi uyanıkken mi emin değilim biliyor musun?... Bak sana rüya sandığım şeyi anlatayım:


__________________________________________________________Devamını Oku...

Fotoğraf / The Attendant's Chair © Tim Johnstone
(*) bir yazıma beenmaya'nın yorumudur bu cümle...


17 Ocak 2010

BABALAR, ÇOCUKLARI VE PAZARLARI


Her zaman gittiğimiz kahvaltı mekanındayız... Zeynep az sonra kapıdan babasının elinden tutmuş giriyor içeri, bir elinde okuması gereken kitabı. Babası gülümseyerek "bak Evren abla'da buradaymış" diyor. Hemen yanımızdaki masaya oturmak üzere yönünü bana doğru çeviriyor Zeynep. Ta ki garsonun "üzgünüm o masa rezerve" dediği ana kadar da yüzünde o kocaman gülümseme; donup kalıyor bir anda. "Olsun kahvaltın bitince okuma saatinde görüşürüz"  diyorum. İşte yüzünde gene o kocaman gülümseme...

Tanışıklığımız; aynı mekana gitmek ve benim onun yüzündeki hüznü fark etmemden kaynaklı sadece. Babası ile ilk geldiğinde masada keyifsizce oturan, huysuz, kahvaltı etmek istemeyen ve en sonunda da kitap okuma konusunda ağlayan bir çocuktu. Tesadüf diye bir şey yoktur! Hemen yan masamızdaydılar, oldum olası çocuklara karşı şişkin duyarlılığım harekete geçmese masadaki herkes şaşıp kalırdı zaten. Nitekim o günde öyle oldu. Gülümseyen gözlerle laf attım ona... 3-5 dakika sonra birlikte kitap okuyup kahvaltıda neler yiyebileceğimiz hakkında fikir alışverişinde bulunur hale gelmiştik bile...

Aradan çok zaman geçti, defalarca karşılaştık o mekanda. Babası, kızı ve her seferinde değişen babanın arkadaşlarıyla... Bu sabah sadece üç kişiydiler. Babası, kızı ve babasının bir erkek arkadaşı... Biraz ilerideki köşe masaya oturdular. Az sonra alışkanlığın verdiği dayanılmaz ısrara karşı koyamayan baba ve arkadaşı sigara içmeye çıkınca yalnız kalan Zeyneple gözgöze geldik. Ben de o anda yalnız olduğumdan, gülümseyip yanına gittim. Öncelikle masaya ulaşmasını zorlaştıran koltuktan daha yüksekçe olan diğer koltuğa geçmesininin kahvaltısını keyifle yapabilmesi için daha uygun olabileceğini söyledim. Hiç tereddütsüz geçti, yüzünde o hep bildik gülümseme. Öyle keyifle kahvaltı ediyordu ki, büyüyorsun dedim. Anladı ne demek istediğimi daha da coşkundu artık gülümsemesi. Kahvaltısı bittiğinde sohbeti de epeyce koyulaştırmıştık. Arkadaşımın sigarası bittiğinde ve masaya geri döndüğünde, Zeynep'in babası hala gelmemişti. "Arkadaşımı yalnız bırakmamalıyım ama seni de yalnız bırakmak istemiyorum" dedim. Tam kalkmak üzereydim ki, babası, arkadaşı ve iki kadın arkadaşı daha masaya doğru yaklaştı. Birden Zeynep deminki gülen çocuk hallerinden, somurtan hüzünlü çocuğa dönüştü. "Okuma saatini istersen bizim masada yapabilirsin" teklifim; yüzünde kocaman bir gülümseme oluştururdu ki; babası da bundan daha fazla mutlu olamazdı sanırım, çünkü benzer bir gülümseme kendisinde de vardı. Yaklaşık bir saati kitap okuyup, bilmece çözerek ve çok gülerek geçirdik.

Bilmecelerden biri; taze günlük sütü nereden alırsındı. Ben marketten dedim, güldü ve hayır inekten dedi. İnek derken arkadaşıma bakıyordu. Neden ona baktın ki inek derken, inekler erkek olmaz dedim. Şaşırdı. İnekler dişidir dedim, boğalar ineklerin erkekleridir... Bir de öküzler var, onlar ne oluyor diye yüksek sesle sorunca, zihnime yetişemeyen dilim; bütün erkekler kelimelerini bir çırpıda kusuverdi. Hemen yan masamızda oturan kadınlar bastılar kahkahayı, ve o masanın tek erkeği, teesüf ederim deyince, sadece büyüklerin hayata dair güldükleri bir noktaya gelmiş olduk. Ben durumu kurtarmak adına ve daha önce de bu konuda gelen sese kulak kabartıp, bazılarını ayırmak gerek kuşkusuz diyerek durumu kendimce toparlamaya çabalasam da, kahkahaların ardı arkası kesilmedi tabi ki bir süre daha... 

Kadınlar - erkekler... Neyse bu konuya şimdi girmeyelim. Ben babalar, kızları ve onların pazarları üzerine ahkam kesmek üzereyim... Sabırla okumaya devam edin az sonra...

Kalkma vaktimiz geldiğinde, Zeynep geçirdiği en güzel pazarlardan biri olduğunu söyledi. Teşekkür etti ve bize sımsıcak öpücükler verdi. Bir sonraki karşılaşmamızda oyun oynamak üzere sözleştik. Ayrılmadan hemen önce, "yüzünü asma" dedim, "hep gül olur mu, sana çok yakışıyor...." Babasının oturduğu masaya şöyle bir baktı. Yüzünde gene o hüzün... "Bazen" dedim, "babaların arkadaşlarını sevmeyiz, bu doğaldır kafanı o kadar da takma, ama ne olursa olsun yüzünü bir daha da öyle asma..." Yüzünden eksik etmeden gülümsemesini, ayrıldı yanımızdan.

Yol boyu düşündüm. (İşte tam da burada ahkam kesmeye hazırlanıyorum.) Şart mıdır, bir babanın kızı ile geçireceği bir güne, uçkurunun uzantılarını da davet etmesi. (Tamam, burada biraz öfkeli ve kızgın gözükebilrim ama bazı köyler kılavuz istemezler.)

Bir çocuğun, hele de bir kız çocuğunun babasıyla ilişkisini çok önemserim. İleriki yaşlarda erkeklerle ilişkisine yön verir, sadece erkeklerle olana değil elbette, kendi ile, eşi ile, çocukları ile, iş arkadaşları ile... Bir aile olma halini tanımlar. Sevilmek, dinlenmek ve anlatabilmek, onunla geçirilen zamanın içerisine sığdırılanlar, birlikte geçirilen zamanın içtenliği; bir çocuğun en değerli hazineleridir. Bir çocuğun büyürken en çok ihtiyaç duyduğu şey; değerdir. Kendi değerini ancak ona gösterilen değerle tanımlar bir çocuk... Kendi artılarını ve eksilerini de... Günümüzde yarı zamanlı babalar ve anneler çoğaldı... Ve ne yazık ki yine de o değerli ve kısıtlı zamanlara bile sahip çıkamıyorlar. O zamanlarını bile, çocuklarına ve kendilerine ayırma telaşında değiller...

Şöyle bir dönüp bakın çevrenize, yüzlerinde çocuk hüzünleri ile; bir sıcak gülümsemeye, ilgiye hasret çocukları göreceksiniz. İçten bir gülümsemenin onlarda açtırdığı çiçekler bence en güzelleri... Kokularını içinize çekin... Saf hüznün, saf mutluluğa dönüşümünü bir mucize gibi adım adım gözlemleyin. Bence yaşamın en değerli tecrübelerinden biridir, bir çocuğun gülümsemesinde bir iz olabilmek...

_____________________________________________
Fotoğraf

PIT PIT BİR PAZAR

Gelişinin heyecanı sardı beni, günlerdir kendini eve kapatan ben, yarın seni almaya geliyorum derken ki sesinin heyecanında sürüklendim ordan oraya bütün gece. Ne düşleri bilerek ve isteyerek rüya yaptım kendime bir bilsen... Sabahın karanlığına ışıldak gibi açtım gözlerimi. Pırıl pırıl aydınlıktı evin içi. Dışarının kör karanllığı bulaşsın istemedim tenime, bulandırmasın zihnimi... Işığımı söndürmesin diye açmadım o yüzden perdeleri.
Seni bekliyorum...
Yüreğim boğazımda atıyor; pıt pıt...
Ne giysem telaşını çoktan geride bıraktım.
Hazırım.
Bekliyorum;
Gel al beni...
Gel al, beni...
Gel, al beni...







Dany Brillant / Histoire dun amour

Kim demiş sabahları dans edilmez diye...


16 Ocak 2010

İKİBİNBEŞ REKOLTESİ


Şömineye bir kaç odun attı, bir de alevlensin ve gecenin sessizliğinde çıtırtıları duyulsun diye kozalak... Evin ısısı öyle güzeldiki üzerine yeni aldığı altı kumaş, belinde saten kemeri olan pijamasını giydi. Bir o saten kemere bir de incecik askılı üstünün göğüs çatalında biten danteline kapılmıştı.  Haftasonununu yalnız geçireceğini öğrendiğinden beri kaplayan hüznü dağıtmaının bir yolu da elinde kırmızı şarabı ile düşlere dalmaktı. Köye bakan büyük camın önündeki büyükçe mumlardan birini ve yan bahçeye bakan camın önündeki sehpanın üzerindeki iki küçük mumu yakarak gecesini aydınlattı. Sallanan koltuğunu; hemen şömine önünde duran büyükçe; siyah lekeleri olan postun üzerine ve şömine ile büyük pencereyi göreceği bir açı ile yerleştirdi.

Mutfakla salondan oluşan alt kat toplam elli mertekareydi ve şömine bu alanı haydi haydi ısıtıyordu. Mutfakla salonun hemen hemen orta kısmında kalan merdiven altını kendilerine mahsen yapmışlardı. Oraya koydukları bir şarap dolabına her geldiklerinde mutlaka özellikli bir kaç şarabı eklerlerdi. O dolaba koydukları her şarap; dostlarla, baş başa  ya da  işte böylesine yalnız gecelerde illa ki kendine uygun bir an yaratırdı.  Şarap dolabını açtı ve şaraplara göz gezdirdi. Eline aldığı ilk şarap, sevgilisinin son gelişinde özenerek aldıkları ama içmeye fırsat bulamadıkları şarap oldu. Yüzünde bir gülümseme ile şarabı yerine bıraktı. Bir kaç şişeye daha göz gezdirdikten sonra sonunda Turasan Kalecik Karası 2005 rekoltesinde karar kıldı. Ahşap üçgen içinde çukurları ve yanında bıcağı bulunan peynir tabağına bir kaç çeşit peyiniri gelişi güzel koyup, gösterişsiz bir peynir tabağı hazırladı. Kuru bir kaç üzüm, fındık ve füme hindi eklemeyi de ihmal etmedi. Uzun ayaklı el yapımı degüstasyon bardağını seçti. Beraber aldıkları keyif anlarının vazgeçilmez parçalarından biriydi o bardaklar. Hasır görünümlü büyükçe bir tepsiye şarabı koydu, bardağı ve peynir tabağını. Bir peçete aldı, tam ışığı söndürüp çıkacaktı ki, şarabın tamamını içerim diye düşünüp, şarabı karafa koydu. Keyfi gitgide yerine geliyordu.

Annesinden kalan yüksekçe sehpaya tepsisindekileri özenle yerleştirdi. Az önceki peynir tabağını hazırlayışındaki özensizlikle çelişen bu hali de belli ediyordu ki, keyfi yerine gelmişti. Şöminenin karşısına kurulmadan önce Cassandra Wilson'un Blue Light 'Til Dawn albümünü koydu. 2005 yılının tesadüfüne bir selam çaktı. Polar şalını omuzlarına alıp, şöminenin sıcağına göz kırpan sallanan koltuğunda düşlere daldı...



Tupelo Honey



_______________________________________

DİLİMİN UCUNDAKİ

Elindeki mektubu defalarca okumuştu biliyorum, biliyorum çünkü kelimeleri ezberinden diziyordu ardı ardına, yine de elinden bırakmıyordu o mektubu. Bazen bir kelimeden sonra aniden duruyor, derin derin nefes alıyor tekrar başlıyordu kaldığı yerden okumaya. Kelimeler bitti sonunda. Derin bir nefes aldı. Gözünden tek bir damla yaş yanağının kenarından boynuna kadar aktı. Uzun kahverengi saçları kapasa da boynunu, damla tel tel ayırıyordu geçtiği yerleri... Değdiği her bir noktada derin bir iz kalıyordu. O, farkında bile değildi gözyaşının aktığının. O, ağlamıyorum sanıyordu. Ama o damla, o tek bir damla akıyordu gözümün içine bata bata... Uzaktan öptüm boynuna değen yaşını; dilimin ucu yandı. Acıydı.
Anladım; o, ağlamıyordu, yüreğindeki acı dışına sızıyordu.

YÜZLERCE






Herkes kendine bir yüz bulmuştu, arkasına saklanmış o yüzden rahat rahat konuşuyordu. Olur da bilinir, bulunursa hemen gibip başka bir yüze sığınıyordu. Ben de kendime yüzler aradım yüzlercesinin içinde; bir yüz, nasıl ince; yakışmadı tenimin rengine... Sonra başka bir yüze denk geldim; bakışları derin değildi, beğenmedim. Dolaştım nicelerinin arasında: Yüzler... Yüzlerce... Kendi yüzüne sahip çıkmalı insan, kendi yüzünden düşse de bir gaflete dedi yürek sesim bana.

Ben hep yüreğinin aklına güvenenlerden oldum galiba...
_____________________________________________________________

Fotoğraf  / deviantART

ŞU AN


GEÇMİŞTE ŞU AN
Bak ben şu an, evet tam 22:22 itibarıyla sana söylemek istiyorum ki sevebilirim ben seni. Öyle içimden geldi diye falan söylemiyorum bunu. Düşündüm ben üzerine, bir kadeh şarap içerken, senin de içtiğini düşleyerek... Sonra uyudum düş gördüm, dağ köyündeki evimizin bahçesindeki mürdüm eriklerini topluyorduk ve hatmigüller boyumuz kadar olmuştu... Sen elinde bir baston dalga geçiyordun benimle, yukarı köye böğürtlen toplamaya giderken ceviz düştü kafama diye... Bu da başka bir rüyam, bakma olmuş gibi anlatışıma. Hoşuma gidiyor varlığını düşlemek. Değmedi tenin tenime ve belki hiç değmeyecek ama ayıp saymazsan bir şey daha söylemek istedim sana: Düşündüm biliyor musun seni ve beni... Nefesini, sabah uyanıncaki halini. Gece nasıl uyumayı sevdiğini. Yatağın ne tarafında yattığını, sarılıp sarılmadığını... Düşündüm...

Aşkın bu hallerini seviyorum ben... Olgunlaşmadan önceki halini, ilk evresini... Sorularla boğuşmayı, tanımaya çalışmayı, tanıdıkça daha çok sevmeyi, gün geçtikçe yanındayken bile özlemeyi... Yeşertmeyi, çiçek açtırmayı, koklamayı, büyütmeyi... İlk dokunuşu, ilk öpüşü... İlk kendinden geçişi... Seviyorum aşkın bu hallerini...
Düşününce yüzünde oluşan anlamsız tebessümü, gün içinde gözlerinin parlamasını, cildinin bile yenilenip ışıldamasını... Yürüyüşü bile bir başka olur sevdalananın... Seviyorum aşkın bu hallerini...
Müzik fonda çalarken ve bir kadeh şarabı yudumlarken edilen doyumsuz sohbetleri... Rakı masalarında racon kesmeyi, bira patatesli akşamüstülerinden sabırsızlıkla eve gelmeyi... Bir film seyretmek üzere koltuğa uzanınca dayanamayıp sevişmeyi... Seviyorum aşkın en çok bu hallerini...
Çocuksu bir muzurlukla, tutkulu bir sevdanın ortasında saklambaç oynamayı, dudağa bir parmak bal çalıp kaçmayı ve sonra yastık savaşı yapmayı... Uyku tutmadı diye balkona çıkıp birer kahve içerken sigarayı tellendirmeyi, şarkıları dillendirmeyi... Seviyorum ben aşkın bu hallerini...
Yaşamak isteyene, yüreğinde hissedene, bulup da yitirmeyene aşkın halleri çeşit çeşit...
Tesadüflere bayılıyorum ben; Natalie Cole çalıyor son ses When I Fall In Love ve ben aşkın en saf halini yaşamak üzere balkona çıkıp gecenin serinliğini üzerime alıyorum, belli mi olur belki ay dede ile gönderirsin cevabını... Ya da yıldızlar söyler yüreğindekini...

__________________________________________________________________

BUGÜN ŞU AN
Küçük su perisinin kanatları çırpıyor akdenizin rüzgarında bir o yana bir bu yana... Fark ediyorum, yeni yepyeni bir tatlı telaş sarıyor yüreğini... Belki şu andır onun da göç mevsimi... Eski şehrin hüzne bulanmış ormanlarını bırakıp, umudun yeşerdiği vadilere süzüle süzüle uçmasının belki de tam zamanıdır. Sabırla, usul usul uç perim... Kırılgan kanatlarını rüzgara teslim etmeden, kendi hızında uç... Hayatta önemli olan nereye varacağın kadar varacağın yere giderken görebildiklerindir de sakın unutma... Bir gün dilediğin yere varamasan da uçup giderken ne kadar büyüdüğünün farkında varmak ve kanatlarıın daha da güçlendiğini bilmek daha uzağa uçmana yardımcı olacak... Kocaman sarılırım kanatlarına ki bilirim onlar aslında sımsıcak güleç yüzlü bir yürektir.

__________________________________________________________________
Fotoğraf / 1x.com
İlk Yayın / Mayıs2009

15 Ocak 2010

NİYE? ÇÜNKÜ .... .........




Haziran 2009

belki hoşçakal kısmında eksik bırakıyorum...
ve belki senin tarafında eksik kalıyor bir şey vedalaşırken...
ve belki de üzüyorum...

seni düşündüm...
en çok da duygularının onları ifade edişinin cesareti ve samimiyeti üzerine...
yani içinde herşey olan bir sürü şey düşündüm...
bir gün yüz yüzeyken anlatırım içinde herşey olan bir sürü şeyi...

eksik kalan şeyler var biliyorum...
ama onlar için kızma bana...
niye? çünkü:
.... .........

______________________________________________________________________________




Ocak 2010

içinde herşey olan bir sürü şeyi...
hiç anlatmadın...
yaşattın.
hala eksik kalan şeyler var biliyorum...
ama onlar için kızmıyorum sana...
niye? çünkü:
.... .........





__________________________________________
Fotoğraf / Fingers by ~bambuse
Fotoğraf / uhmmm o-o hug XD by
~Dan777

SESSİZCE







dudağıma fısılda
sessizce


sen bekle 
düşler düşsün gözkapaklarıma
sen sız
gözbebeklerime


ben  sana
uyanayım
sabahın ıssızlığı
bölünsün teninle
sen
 fısılda sessizce
gözlerime
gözlerin düşsün
sessizce
uzanıp öp
öp saatlerce
sessizce


 



____________________________
Fotoğraf  / Touch 3 by ~allysonriggs




14 Ocak 2010

YILGI SEN NE MENEM ÇOK ŞEYSİN...

Ayakta kalabilmenin, yılgılardan kurtulmanın son imkânı buradan geçiyordu. (*)


Türk Dil Kurumu Derleme Sözlüğü diyor ki, eğer olurda İzmir - Seyrek'e yolunuz düşerse, yılgının; Harman yerini çiğneyip düzeltmekte kullanılan taş merdane olduğunu bilmeliniz...


Yok yolunuz eğer,
Sivrihisar,
Tokat,
Bozan -Eskişehir
Bolu
Sinop
Çarşamba -Samsun
Merzifon -Amasya
Ünye -Ordu
Seyit, Piraziz -Giresun
Kelkit -Gümüşhane...

(bu liste uzayıp gidiyor)

 
Evet, yolunuz buralara düşerse, o zaman da yılgının at sürüsü için kullanıldığını bilmelisiniz... 
 
Oysa, Selim İleri fobilerden bahsediyordu... (Tesadüf yoktur!)

Bilenler bilir ki; yalnızlık, bir sıralama yapılsa herhalde listemin ilk sırasında ve büyük ihtimalle de tek başına yer alırdı, eğer soru; hayatta fobileriniz var mı olsaydı. Hiç yalnız kalmadığım halde, hep çevremde beni seven, sayan, sarılan, sarmalayanlarım olduğu halde neden yalnızlık kabusum ki... Soru neden olmayacaktı değil mi, niye diye sorulmalıydı. Sahi neydi, niye ile nedeni birbirinden ayıran. Neden olmakla sebep olmak arasındaki nüans geldi aklıma... Hemen sonrasında sayende ve yüzünden... Kelimeler... Ah, kelimeler, bazen ne çok bazen ne yoksunuz... Kelimelere takılmayacaksın derdi bir arkadaşım, sevmek davranışta belli eder kendini. Bakacağın ilk şey de şu olmalı; imkanı varken ve yapılacak belliyken eğer yapma niyetinde bile değilse bir kişi arkadaş etmeyeceksin onu kendine, samimi değildir.

Kafam mı karışık ne... Bıraktım akıp gidiyor, kelimeler yolunu buluyor. Bakalım vardığı yer neresi olacak. Burasıymış. Tam burada tükenmiş kelimeler.

Şimdi; imkanı varken ve yapılacak belliyken, yapmaya gidiyor bu kadın. Yalnızlığı dost edindiğinden beri sanrıları azalsa da, ayakta kalabilmenin, yılgılardan kurtulmanın son imkanı yazmaktan geçiyor, tanıyor kendini, biliyor tedavisinin yöntemini.
Evet, şimdi gidiyor; içini dışına yazıp, yazdığını kendine ayna yapmaya... Aynadaki her bir görüntüsünü dondurup, çerçeveleyip duvara asmaya gidiyor.

O da ne!  
Duvarları dolmuş. Taşmış hatta.
Bazen duvarları yıkmak gerek biliyor.
Bazen yeni yüzlere, yeni yüreklere, yeni anlara yer açmak için;
önce duvarı yıkmak, sonra yeniden örmek gerek biliyor.

Gün, bu gündür !!!
 

_______________________________________________
 
Fotoğraf 1 / Horses by ~gimbulate
Fotoğraf 2 / Mirror by ~Royalshake

13 Ocak 2010

AŞKKUŞAĞI

Dün bu saatler; parlak bir gökyüzü, güneşe sevdasını yüklemiş bir ben:
Bir kasabanın tezek kokulu yeşilliği sardı beni...
Vurdum kendimi yollara, nereye varacağını bilmediğim bir yolcuyum.

Bugün dünkü saatler; kapkara bir gökyüzü, yağmura gözyaşını vermiş bir ben:

Düşünceler;
Oysa ne kadar da ne istediğini bilendim senden önce. Ne beklediğini hatta... Karşıma dikilip hız mı kestin... Yoksa arkamdan  esip yol mu verdin... Söylesene aşk, sana doğru yola çıkan bir yolcunun, rüzgarı kesilmişse ya da bir ağaç devrilip de kapatmışsa yolunu, bir patikadan geçmek şart mı?

Beklemek çözüm değil midir aşka,  rutubetli bir kuytuda. Nefes almak mümkün olmasa ve karanlık çöküp de korku sarsa her bir yanını, aşk değil mi bu, vız gelmez mi bütün olanlar ona...


Karşı Duruş;
Ey hayat, inadına bilmediğim yerlerden çıkıyorsun karşıma, inadına ezberleyip de unutmak istediğim yerlerden. Aşk kadar güçlü değil miyim sanıyorsun, aşk kadar cesur, aşk kadar korkusuz... Yanılıyorsun; hep dönüp dolaşıp sana tutunuyorsam, bil ki adım aşk olmasa da yüreğimde sadece aşk olduğu içindir. Rüzgar olup esmesini de bilirim, kuş olup göçmesini de, ama bana aşktan vazgeç deme...

Teslimiyet;
Şimdi izninle, bir kasabanın tezek kokulu yeşilliğinde kaybeceğim bütün renklerini aşkkuşağımın, yeniden aşk yeşersin diye kasabanın topraklarında gömeceğim tohumlarımı... Biliyorum yüreğim verimlidir, biliyorum tohumlarım yediverendir... Sen sadece yağdır hayat yağmurlarını üstüme üstüme. Essin meltemin, çıksın fırtınan, kavursun sıcağın... Aşk ana bildiği gibi işlesin yüreğimi, sanma ki senden istediğim bir mucize, bilirim aşk yeşerdiğindedir en büyük mucize...

O yüzden ister karşıma dikilip hızımı kes...
İster  arkamdan esip yol ver...
Ben bu aşkın yolcusuyum bir kere; yolum çıkar elbet kendimden bile büyük bir yüreğe...

_______________________________________

Fotoğraf / RainbowHeart by ~Tamra89

SABAH SABAH




Sabah sabah acıyla uyandım güne… Oysa ne güzeldi gecemiz. Sen hiç olmadığın kadar anlayışlıydın bana. Hatta bir ara kalkıp masayı toplamama bile yardım ettin. Bir tuzluk taşıdın ama olsun… Dışarıda yağmur yağıyordu. Loş bir ışık eve huzur veriyordu her zamanki gibi. Evdeki mumlar titrek ışıklarıyla eşlik diyordu gecemize, garip bir tedirginlik vardı mumların ışığında. Fonda o hep tanıdık tını… Mutluydum ben ve sen hiç olmadığın kadar yakındın bana. Yüzümü okşadın önce, elimi tuttun sonra ve ayağa kaldırdın beni. Sıkıca belimi kavradın ve başladık dans etmeye.

Teninin kokusunu çektim içime. Sen baktın gözlerime. Şarkıyı mırıldanıyordun belli belirsiz. Sonra döndürüyordun beni defalarca. Bir şey söylemek istiyordun da sanki sözcükler çıkmak istemiyordu. Müzik bittiğinde beni şöyle bir döndürdün etrafımda. Kendine çektin sonra. Hiç öpmediğin gibi öptün beni. Bir şey olacaktı o gece ben hissediyordum, sen biliyordun. Ama geciktiriyorduk her ikimizde…

Oturduk koltuğun köşesine. Sen sarmaladın beni kollarınla sanki son kez sarılıyormuşçasına. Öptün öptün öptün saçımın her telini. Parmaklarımı, tenimi. Bakışlarını kaçırıyordun hissettim. Sırtımı sana yaslamıştım. Güven duymadığın anlar vardır ya… Hani derdin sen bana “Bir şey söylemene gerek yok, sen gel yaslan bana. Ben senin limanınım bunu hiçbir zaman unutma” Yok bu sefer öyle güçlü durmuyordun arkamda. Hatta kendi bedenimi taşıyabileyim diye geriye atıyordun bedenini usulca. Hem anlaşılmasın istiyordun hem de fark edilsin. Nasıl olacaktı ki bu söylesene bana.

Sonra sen yüzümü yüzüne çevirdin. Baktın gözlerinle söylediğini ben anlatayım diye yalvardın bana. Bildik bir cümle döküldü dudaklarından belli belirsiz. “Sen çok iyisin… Sen bana karşı her zaman sabırlı, her zaman anlayışlıydın” Sustum sadece ve susmanı diledim sessizce. Sen sustun. Bir şey söylemeyecek misin dedin. Hiçbir şey söylemeyecektim. Ama içim haykırıyordu avazım çıktığı kadar; bağır bağır bağırıyordum ben sana. Ama kıyamazdım ki sana. Sesimi yükseltip incitemezdim ki erkeğimi. Sustum. Bir an önce o kapıdan çıkman için yalvarıyordu gözlerim.

Sen fark etmedin ama o son bakışında: Elimi tuttun, avucuma bir şey bıraktın. Al bunu koy yüreğine dedin. Unutma beni. Öyle parlaktı ki o anda ne olduğunu anlayamadım. Aldım yüreğime koydum. Bir ağrı saplandı anlayamadım. Ben acının nerden kaynaklandığını bulmaya çabalarken… Çıktın. Sen gidince mutfağa attım kendimi, bulaşık yıkadım önce, sonra mumları söndürdüm ve ışığı açtım en parlak haliyle. Etrafı topladım. İçimdeki sesi duymamak için müziği en sonuna kadar açtım. Geceydi, geç olmuştu ama umursamadım. Neden sonra anladım, avucuma bıraktığın her neyse yara açtı içime. İçimde açılan yaranın çapı küçük olsun, yüzeysel olsun bir de çok acıtmasın diliyordum sadece.

Öyle olmadı… Günler geçtikçe derinleşti yaram. Acısı oturdu yüreğime. Yüreğim atmadı sonra bir ara. Kanım çekildi. Günlerce yatağımdan çıkmadan bekledim sessizce. O günden sonra… Sesin sesime değmedi… Yüreğin yüreğime… Tenin tenime…

Günler sonra bir sabah uyandım ben içimde tarifsiz bir acıyla...
Ne oldu, bu da nereden çıktı derken...
Bir şiir geldi aklıma;

“Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır” (*)





__________________________________________________________
Fotoğraf
(*) Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara
İlk Yayın / Ocak 2009

12 Ocak 2010

KAR/ANLIK ÜRKÜTÜR


Karanlık ürkütür. Sessizliğin yankısını duydun mu sen hiç? Ben duydum... Kar yağıyordu. Kar zifiri karanlığın orta yerine usul usul düşüyordu. Her düştüğünde cılız, ürkek bir sessizlik büyüyor, büyüyor, beni yutuyordu. Gözlerimi açtım, gözlerim acıyordu... Sen gitmişitn... Gitme bile diyemedim. Kar yağıyordu.




Kar yağarken gitme
Dilim üşür
Sözcüklerim buz keser
Kal bile diyemez ellerim
Gidersen kaybolurum,
İz süremez gözlerim
Gitme..
Kaybolur karda izin...
Ü/rk/ş/ütür kar/anlık
Sıcağın bu kadar uzaktayken
Gitme...
Kar yağarken
Kal diyemez yüreğim.






_____________________________________________________________
Fotoğraf / let it snow. by ~julkusiowa


11 Ocak 2010

BİR YÜREK ve YEK DİĞERİ















bir yürek yek diğerinde atıyorsa, aşkın en halinden de ötedir yaşanan...
bir yürek yek diğeri için atıyorsa, zordur ve hatta bazen bir düştür karşılığı bile olmayan...



________________________________________
two hearts by ~perfectshots

HAYALLER VE VAATLER


Oturmuşuz bir ağacın dallarına, uzağa bakıyoruz birlikte... 
Hayaller kuruyoruz...
Her hayalin içine, biraz aşk, biraz umut, biraz heyecan katıyoruz...


Hayal kurmak biraz da vadetmek değil mi?
Değil diyor arkadaşım...
Herkesin hayali kendine...
İyi de diyorum, eğer o hayale katık ediliyorsan...
  O zaman iş değişir diyor...
Gülümsüyorum...
Kavramlar nasıl da kolayca şekil değiştiriyor.
İnsana nasıl da kaçaçak bir delik her daim bulunuyor.
Nasıl da insan bir hayali bir vaade, bir vaadi bir hayale dönüştürebiliyor.
Kelimeler konuşurken ağzımızdan bu kadar mı kolay çıkıyor.
Hiç düşünmeden, hiç karşımızdakinde nasıl bir etki bırakır bilemeden.

Bu sefer gülme sırası arkadaşımda.
Daha dün sabah öfkeli değil miydin...
Daha dün sabah ağzından çıkanlar seni sonrasında üzmedi mi?
Evet ama o başka diyorum, öfkeliydim...
Ne farkı var ki diyor, o da bir hayalini sana anlatıyordu.
Belki de sen kendini fark etmeden o hayale katık ettin.

Ağacın dalında tek başınayım şimdi...
Uzağa bakıyorum, çok uzağa...
Hayat bana birşey vadetmedi,
ama ben hep hayal ettim; uzakları çok uzakları...
Başka diyarlarda, farklı ülkelerin güzel yürekli insanlarını
ve bana uzak kültürlerini hayal ettim...
Şimdi dönüp bakıyorum da;
belli ki ben o hayalleri kendime hiç vadetmemişim...

Yoksa hala burada, bunları yazıyor olmazdım değil mi?


10 Ocak 2010

NAKAVT

Uzun zamandır konuşmamıştık; bir kahve içimlik vaktin var mı diye telefon açtığında. Onun evi ile benim evim arasında neredeyse orta denilecek bir noktada buluşacaktık. Erken çıkmıştım evden, caddeye inmeyeli ne çok olmuştu. En son ne zaman indiğimi hatırlayamadım. En son ne zaman hayata karıştığım bilemedim. İnsanların kalabalığı, o koşuşturma, kahkahalar... Herşey yabancıydı bana. Tek başına kalmanın sıkıntısını her zaman yaptığım gibi kitap okuyarak gidermeye çabalıyor ama zamanın akıp giden haline kafayı kaldırıp bakmadan da edemiyordum.

En son... En son o sabah çıkmıştım evden, onun yanından hızla kalkıp kapıyı çarpıp çıkmıştım. Yok, yok öyle olmamıştı. Hafızam... Hafızam yine oyunlar oynuyor bana... O sabah... O sabah ben ondan erken uyanmıştım. Yer yatağından kalkmış, duşa gitmek niyeti ile havlumu almak üzere dolaba uzanmıştım. Birden yatakdaki yatışına takıldı gözüm. Öylece yatıyordu, hiç bir şey olmamış gibi öylece yatıyordu. Yüzündeki ifadesizliğe takıldım kaldım bir süre. Ayakta durmuş onu seyrediyor ve bir gece önceki ellerini hissediyordum. Ellerimi tuttuğu andaki, o soğuk, o buz, o uzak ellerini... Ellerimi avuşturup uzaklaştırdım o hissi. Yatağın hemen kenarındaki boşluğa oturdum. Düz saçlarının alnına düşen kısmını hafifçe kaldırdım. yüzünü belli belirsiz okşadım. Güçlü omuzlarını, o kaslı kollarını dışarı bırakarak uymasını, uyumadan hemen önce beni yatağın öbür ucundan çekeleyip kolları arasına almadan uyuyamayışını ve daha nice birlikte uyuma halimizi düşündüm. İçimde bir yerde bir sızı aklıma gelen her bir anda sanki yayılıyor, sanki büyüyordu... Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre izledim artık çok uzak olan bizi.

Sorular böyle zamanlarda boğar ya en çok insanı, böyle zamanlarda cevapsız ve böyle zamanlarda acımasızdırlar ya... İşte o sorulardan bir kaçı ile boğuşurken, terlemeye başladığımı fark ettim. Her bir sorunun en az iki eli vardı ve onlarca sorunun yirmilerce elleri boğazıma yağışmış beni nefessiz bırakıyordu. O uyuyordu. Bütün olanlardan hiç de etkilenmiş gibi gözükmesine giderek sinirleniyor, sinirlendikçe nefessiz kalıyor, nefessiz kaldıkça öfkeleniyordum. içinde bulunduğum bu ev, bu oda, bu yatak beni boğuyordu ve ben kontorlü sorulara vermiş bir şekilde biraz da basireti bağlanmış bir halde onu seyretmeye devam ediyordum.

Aniden yataktan kalktım. Evet, onun yanından hızla kalkıp ( bak burası doğruydu işte) giyinme odasına gitmiş, valizlerden bir ikisini çıkartmış ve eşyalarımı özensizce toparlayıp, en acil ve kullanacak olduklarımı alıp valizleri dış kapının önüne taşımıştım. Girip duşumu almış, saçlarımı kurutmuş, makyajımı yapmış ve olağan bir günün sıradanlığında evden çıkmak üzere hazırlanmıştım.

Yatak odasına döndüğümde hala uyuduğunu fark ettim. Az önce yatağın kenarında beni boğmaya kalkan soruların üstüne oturdum ve öperek onu uyandırdım. "Harika görünüyorsun" dedi. "Biliyorum" dedim. "Bugün cumartesi değil mi, çalışıyor musun?" "Yo, hayır çalışmıyorum, seni terk ediyorum" O yataktan kalkıp giyinene kadar ben çoktan valizlerimi alıp beni bekleyen taksiye binmiştim. Arkamdan bağırdığını duyuyordum... Bu onu son görüşüm olmuştu. Neredeyse bir ay önce bugün...

Öyle dalmıştım ki geçmişe; "eee, anlat bakalım" dediğinde irkilerek şimdiye geldim,
"anlatacak bir şey yok" dedim.
"Hadi, sen kolay kolay pes etmezsin, kolay kolay havlu atmazsın, ne oldu da kapattın kendini"
"Hayat... Hayat bir yumruk attı bana, bilirsin tokatlarına alışmıştım ama bu, ama bu sefer ki tam bir yumruktu, yüreğim kanadı, düşüm patladı, sırtım yere değdi, geriye sayacak sayım kalmadı"
"Hadi bi kahve söyleyelim de başla konuşmaya"
"Dedim ya anlatacak bir şey yok, başkası varmış, bitti."
"Aman be, erkek milleti değil mi hepsi aynı bunların, valla bak, okumuşu, okumamışı, paralısı, parasızı, akılları uçkurlarında kızım bunların... Bi kurcalasam benimki kimbilir ne boklar yemiştir, görmezden geliyorum, keyfim kaçsın istemiyorum, sen arızasın valla, kurcalamışındır, hem ne var herkes bir hata yapar, affet gitsin, iki bağır çağır, bir de kapris çeşit türlü... İki güne kölen olmazsa ne olayım..."
"Kölem olsun istemedim ki hiç, ne de kölesi olayım... Ben sadece değer veriyor sanıyordum... Seviyor falan..."
"Aaa bak şimdi allahı var sever seni, valla bak, ulan adam gözlerini ayırmaz senden be, ben bizim Ahmete de derim, ulan bi kere bakamdın bana şöyle diye..."
"İşin tuhafı ne biliyor musun, ben de gözlerini ayırmaz sanırdım... Bakmaz kimselere öyle... Meğer bakarmış..."
"Yahu, diyorum ben sana bir kerelik birşeydir o, aklı çelmiştir, hem erkek dediğin azcık çapkın olur..."
"Erkek dediğin ihanet bilmez, erkek dediğin güvenilir olur, erkek dediğin düşünür, erkek dediğin sonuçlarını bilir."
"Aman, aman senin de sohbetine doyum olmuyo valla bugün..."
"Hem sen beni niye aradın ki bugün..."
"Seninki aradı, telefonlarına çıkmıyormuşsun, konuş da affetsin beni dedi, pişmanmış"
"Ve bunu kendi kapıma dayanıp söyleyemeyecek kadar korkakmış..."
"Adamı terz yüz eder bırakırdın kapıda, rezil ederdin..."
"Buna da bayılıyorum, aldatan o rezil eden ben..."
"Ya tamam işte, adam pişman, bir kerelik olmuş hem, yemin etti..."

Bir saatten fazla süren bu konuşma herhangi bir yere varmadı. "bak akşama arıyacak seni, aç olur mu telefonunu" diye tembihliye tembihliye ayrıldık Divan'ın köşesinde birbirimizden. Ethem Efendi yokuşundan ağır ağır yürüdüm minibüs caddesine, uzun uzun düşündüm... Olanları, konuştuklarımızı...

Eve geldikten kısa bir süre sonra telefonum çaldı. Açtım. "Aramaya yüzüm yoktu" dedi... "Bir daha arama zaten" dedim. "Affet beni" dedi... "Neden" dedim. "Seni seviyorum" dedi. "Seven incitmezmiş" dedim ve kapattım telefonu. Kaç saat ağladım bilmiyorum, salondaki koltukta uyandığımda sabahın ilk ışıkları camlara vuruyordu. Yorgun ve kırgın bedenimi güçlükte kaldırıp yatak odasına gittim.

SINIR ÇİZGİSİNDE BİR BİLGE KİŞİ

Sınırları vardı, her insan gibi onunda kendi sınırları. Öyle çok sevdi ki, öylesine inandı ki, bir gün; gerekli olduğuna inandığı tek bir gün, sınırlarından birini biraz öteye taşıdı. Değişmek biraz da sınırlarını aşabilmekle ilgili değil miydi? Sınırlarını aştı... Ulaştığı yeni topraklarda kendine yepyeni sınırlar çizdi, geliştiğini, büyüdüğünü ve değiştiğini düşünüyordu. Mutluydu. Ta ki, yeni sınır çizgisinin yerini de değiştirmek zorunda kalıncaya kadar. Bir an düşündü: Sınırları değiştirmek, gelişmek miydi, kendinden ödün vermek mi?

Kafası karıştı... Bilge kişiye gitti, uzun uzun olup biteni anlattı. Bilge kişi onu dikkatle dinledi. Sorular sormadı, cevaplar vermedi. Sadece dinledi. Ne kadar anlatılırsa o kadarını dinledi. Bilge kişinin yanından uzaklaşırken, aşk için dedi bazen sınırsız topraklarda dolaşmak gerek... Bunu bilge kişi falan söylememişti. Zaten bilinen bir bilge kişi falan da yoktu. Herkesin bilge kişisi; yüreği, aklı ve vicdanından oluşan bir sac ayağıydı. Biri eksik kalsa bilge kişi bilge kişi olmaktan çıkardı. Bunun altını burada çizmekte fayda var, herkesin bilge kişisi kendineydi. Mutlak bir doğru yoktu, mutlak bir sınır da... Yani herkesin kendi doğrusu vardı ve herkesin kendi sınırı...

Sınırlarını gün geçtikçe biraz daha öteye ve biraz daha öteye taşıdı. Mutluluk yerini, huzursuzluğa bıraktı, huzursuzluk mutsuzluğa... Onlarca soru cevapların beklerken, onlarca soru daha mitoz bölünme ile çoğalıyor ve onu boğmaya başlıyordu. Bütün bunların bir sonu olmalıydı, bir yerde hala korunan ve geçilemeyecek bir sınır. Telaşla etrafına bakındı; ilkelerine: Ne zaman vazgeçmişti ki bir çoğundan... Ya savundukarı: Onları da bırakmıştı geçmiş zamanın akan giden telaşında bir çitin ardında... Şimdi, hepsinin yerini garip bir sızı doldurmuştu. Vazgeçtiği her bir sınır, yerleşik bir acıya dönüşmüştü. Kuşkusuz herkesin deneyimi böyle sonuçlanmıyordu ama onunki acıtıyordu. Bir sabah, sabahın erkeninde, kalın duvarları olan, güçlü bir duvar çizdi. Bu geçilmesi kolay olmayan bir sınırdı. Sınır onu mu içeride tuttu, yoksa herşeyin dışında mı bıraktı hiç sorgulamadı. O sınıra ihtiyacı vardı. Bazı sınırlar daha fazla zorlanmamalıydı... Bazı sınırlar hiç kaldırılmamalı...  Bazı sınırlar hiç olmamalıydı...

Sınırın nerede, ne  zaman, ne için, ne kadar olacağına ise, bilge kişi karar verirdi. Bilge kişi, kısa bir bocalama sonunda kararını verdi. Sınır buraya kadardı.



____________________________________________________________

Fotoğraf/deviantART

09 Ocak 2010

BİR ZİYAFETİN KISA ÖYKÜSÜ


Kadın...
Beraber geçirdikleri nice özel gecenin sıradanlığından kurtulabilmiş çok özel bir gecenin telaşı sarmıştı kadını. Adam bir şeyleri fark etsin istemiyordu. Kadının, adamın arkasından iş çeviriyor olmasının tedirginliği seyre değerdi. Adam eve gelir gelmez duşa girmişti, kadın akşam için hazırlıklarını gizlice yapabilecek en az 20 dakika daha kazanmıştı. Siparişi akıl edip sabah uyanır uyanmaz vermişti: Deniz Çupra Izgara... Saatine baktı, herşey zamanında hazır olacaktı. Masaya o özel günlerin, o özel saten beyaz masa örtülerinden birini koydu. Üzerine, iki gümüş diktörtgen servis tabağını ve iki gümüş uzun bacaklı şamdanı da özenle yerleştirdi. Yeşil mumları koydu ve onlara uygun yeşil peçetelerden çıkarttı... Dolaptan balıkları servis edeceği uzun dikdörtgen tabakları aldı. Daha önceden yıkayıp kuruladığı küçük bahçe rokalarını tabağın sağ köşesine dizdi, onların üzerine dilimlenmiş 2 dilim domatesi ve halka halka kesilmiş kırmızı soğanları sağlı sollu ekledi... Karışık salata malzemelerini dolaptan çıkarttı, allahtan onları da önceden yıkayıp kurulayıp kaldırmıştı. Derince iki kare çanağa hazırladığı erik ekşisi soslu salataları servis etti. Saatine baktı, banyoya doğru kulak kabartı. Buzdolabını açıp, rakıyı ve buzları kontrol etti. Rakı bardaklarını çıkarttı. Hazırladığı soğuk deniz ürünleri mezesini ve peynir tabağını da dolaptan çıkarttı. Herşey ziyafet masasındaki yerini almıştı.

Eşinin banyodan çıkmasına 1-2 dakika kaldığını tahmin ederek, salonun kapısını çekti ve hemen banyoya yöneldi. Böylece onunla birlikte duş alıp fazladan bir kaç dakika daha kazanabilecekti ki, giyinip hazır olduklarında kapı çalsın ve gecenin süprizi sıcak sıcak kapıda olsun... Planının tıkır tıkır işler haline gülücükler atarak, açtı banyonun kapısını; tahmin ettiği üzere eşi hala banyodaydı.

Adam...
Sıkıntılıydı. Sabah yataktan kalktığında söylemek istemişti aslında ama kadın öyle keyifli ve güzel gözüküyordu ki cesaret edememişti. Bir gece önce, seninle konuşmak istediğim bir şeyler var demişti. Kadın da heyecanlı, ışıl ışıl gözleri ile ellerini tutmuş, yarını bekle demişti. Yarını bekle deyişindeki sesi uzun süre kulaklarında çınlayacaktı adamın. Yarını beklemekle iyi mi etmişti kötü mü bilmiyordu ama, akşama kadar geçmek bilmeyen saatlerin sıkıntısını eşinin sürekli işe bağlıyor olmasına da üzülüyordu lakin söylemek istedikleri bir türlü dilinin ucuna gelmiyordu. Geldiğinde de hep o ışıl ışıl parlayan bir çift gözün ona nasıl umutla baktığını görüyor ve vazgeçiyordu.

Adam ve Kadın...
Kadının duşa gelmesi işleri daha da zorlaştırmıştı. Adam çektiği vicdan azabı ile kıvranıyor, kadın kocasının omuzlarına yüklenen iş stresini almak için türlü çeşit oyunlar yapıyordu. Adam, kadının çıplak bedenine usul usul dokundu, şefkatle dokundu, inciltmek istemez hali saçlarını tel tel yıkarken bile belli oluyordu.

Aynı mekanın, aynı anında farklı duyguları yüklenmişlerdi yüreklerine, öyle uzaktaydılar ki birbirlerinden, birbirlerinin farkında bile değillerdi. Kadın aşık olduğu adama üzülüyordu, adam ellerinden kayıp gidecek olan kadına yalvarıyordu... İkisi de birbirini görmüyordu.

Ve Adam ve Kadın ve Gece...
Duştan çıktıklarından kadın adama dönüp gömlek giysene dedi, adam gülümsedi, pek itiraz etmezdi, neden diye sormazdı, kot pantalonun üzerine bir gömlek giydi; kadın üzerine tek parça kolları omuzlarda kalan mor bir elbise... Tam o sırada kapı çaldı... Kadın yarı ıslak saçları ile yatak odasından çıkarken adam terleyen avuçlarını kotuna sildi. Daha fazla saklayamazdı. Bu gece bunu söylemeli ve bu vicdan azabından kurtulmalıydı. Kadın balık siparişini aldı. Adam koridorda ilerlerken salonun loş ışığına, fonda çalan meyhane müziklerine ve kadının teşekkürlerle uğurladığı çocuğa takılı kaldı. Bu gece ne vardı ki, atladığı... Doğumgünleri değildi, evlilik yıl dönümü... Yok yok özel bir gün değildi. Olsa sekreteri hatırlatırdı. Sekreteri atlamış olabilir miydi? Yoksa gelen çocuk her özel günde, birlikte geçirdikleri yıl kadar gül getiren çiçekçi çocuk muydu? Cep telefonundan cevapsız çağrılara baktı ve mesajlara... Yo hayır, sekreterinden bu günü unutmamasına dair bir mesaj yoktu. Salona girdiğinde gözlerine inanamadı. Hazırlanan masaya, ortama, kadının keyfine, kendine baktı.

Ne için bütün bunlar dedi, kadın gülümseyip, bizim için dedi... Birlikte olduğumuz bütün günler için... Adam kadının ışıl ışıl umut yüklü bakışlarıyla daha fazla baş edemeyecekti, daha fazla dayanamadı.  Kadının ellerini tuttu. Adamın bakışından anlamıştı kadın, susuşundan, yutkunuşundan... Fark etmişti dile gelmeyeni, sessizce ağlamaya başladı. Önce yemeğimizi yeseydik diyebildi, içine akan yaşları gizleyerek. Adam, uzatmanın sana da bana da faydası yok diyebildi. Kadın neden bu gece dedi. Adam, günlerdir söylemek istiyordum, günlerdir uygun bir anı bekliyordum ama öyle bir an yok anladım diyebildi. Kadın vardı diyebildi, bu gece dışında her hangi bir gece çok da uygun olabilirdi. İlk defa sekreterinin gül gönderemeyeceği çok özel bir gecemiz olacaktı. Adam karısına sarıldı, affet beni dedi. Kadın gözlerini adamın gözlerine dikti ve hayır dedi. Soğuk ve donuk bir sesle hayır seni asla affetmeyeceğim, çünkü seçme şansın vardı ve sen beni incitmeyi seçtin...

Kadın masada yanan mumları söndürdü, salonun kısık ışığını olduğu gibi bıraktı ve sabah uyandığımda gitmiş ol ve yatmadan önce masadaki herşeyi çöpe at diyerek yatak odasına doğrı ilerledi. Adam masadaki herşeyi tek tek topladı. Servis tabağını kaldırdığında altında el yazısı ile yazılmış bir not vardı.

"Aşkım senden tek bir ricam var, bu geceyi sekreterine not aldırma. Bu gece; seninle benim bu aşka kattığımız değeri yansıtan bir an'ı olarak kalsın hafızalarımızda, tekrarı olmasın, düş müydü gerçek miydi hiç bilmeyelim... Bir de miniminnacık bir not: Hamileyim."




____________________________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART