19 Ocak 2010

YENİDEN DÜZENLEME




______________________________________________


 - Tabi ki cevaplarım var... Evde yeşil tonunu kullandığın bir yer var  mı?
- Evet, mutfağım...
- Desene, yaratıcı bir aşçısın...
- Hem de nasıl, bir tarifim bir tarifimi tutmaz da bunun konumuzla alakası ne?
- Neden yeşil dedin...
- Evet, dedim...
- Biz de şimdi neden yeşil onu anlamaya çabalıyoruz.
- Aslında iyi bir aşçı olmak istiyordum ama çamura battım yan mı yattım, hissettiğim su bu nedenle mi? Hani saplanma hissi... Güldürme beni..
- Bana güvenmiyorsun...
- Sana özel değil? Güvenirdim, eskidendi çok eskiden... Yok ki Sezen gibi bir sesim nağmeli söyliyeyim.
- Bugün daha huzursuzsun...
- Bugün daha konuşkansın...
- Bana güvenmelisin.
- Denerim...
- İyi bir aşçı olduğunu öğrendik. Ve bir yanının yaratıcı olduğunu, bir yanının da doğayı sevdiğini...
- Bunları bana sorsaydın da söylerdim, rüyama ihtiyacın yoktu ki...
- Rüyanı anlatmayı sen seçtin...  Ve neden yeşil diye de soran sensin... Bir cevap beklemiyorsan... Devam etmek istiyorsan...
- Hayır, bir cevap istiyorum... Bir cevap istediğim için buradayım.
- Yeşilin, pek çok kavramla ilişkisi var kuşkusuz, ama tahmin edeceğin üzere içlerindeki en güçlü olanı doğa... Yeşil; yaşamı, yenilenmeyi, umudu, doğurganlığı ve dinç olmayı simgeliyor. Paylaşımın, işbirliğinin, uyumun ve cömertliğin rengidir yeşil aynı zamanda. Tutarlılık, kişilik, sadakat, büyüleyicilik, fanatizm ve seviyeli bir şovenizmi ifade ettiği de bilinmektedir. Bunlar olumlu olanları elbet… Bazen de; umursamazlık, kıskançlık, şüphe ve bencillik olarak ortaya çıkar. Güvensizlik de bu bağlamda karşımıza çıkan bir olgudur.  Demin bir şey düşünüyordun...
- Challenge...
- Gösteriş...
- Hayır, meydan okuma... Severim mücadele etmeyi... Yeşille bir bağlantısı var mı diye düşünüyordum.
- Aslında var biliyor musun? Hep mi mücadelecisindir?
- İnanırsam...
- Kolay elde edilen şeylerdense zor elde edilen başarıların peşinde koşmayı tercih edersin yani...
- Evet, böyle de denebilir.
- İnatçı mısın?
- Bazen...
- Neden güldün?
- Annem, stubborn kelimesine eşittir deyip adımı yazmıştı da, o geldi aklıma...
- Annen... Oysa hep ondan bahsederdin, ilk defa annenden de bahsettin...
- Bahsetmedim. Bir an hatırladım sadece...
- Peki, zamanı var belki...
- Belki...
- Kendini tanımla dediğimde; çevrenle uyumlu, yumuşak ve içten bir atmosfer yarattığını söylemiştin. Değişikliğe gösterdiğin tepkindense hiç bahsetmemişiz...
- Uyum sağlamakta zorlanırım.
- Yaşama bakışını yeniden düzenlemen gerektiği hissine kapıldığın oluyor mu?
- Sıklıkla!
- Şu saplanma üzerine konuşmak ister misin?
- Konuşacak bir şey yok ki, insan bataklığa saplanır. Kurtulmak istedikçe batar... Biliyorum, onun bir bataklık olduğuınu düşündüğüm için rüyamda bir bataklık gördüğümü söyleyeceksin. Yenilenmek ve kurtulmak isteğim de, umudun rengi yeşilde belli ediyor kendini. Ama bir yanım kurtulmak istemediği için de, bataklıktan kaldırmıyorum kafamı. Gömüleyim istiyorum... Bir tek o olsun... Onda boğulup gideyim... Güvensizlik yiyip bitiriyor beni ve şüphe kemiriyor beynimi... Bazen, tek bir an umursamıyorum bana yaşattıklarını. Sonra, inatçı ve mücadeleci tarafım pes etmiyor... Bencilce, sadece kendi sevgim için, belki de olmayan bir bataklığın içinde boğuyorum kendi kendimi... Duygularımla hareket ediyorum değil mi? Bir tür bağımlılık benimkisi... Bu nedenle saplanıp kaldığımı hissediyorum. Bu nedenle onsuz kaldığımı düşündüğümde nefessiz kalıp boğuluyorum. Rüyamda neden kara bir bulut var ve kara bulut neyi temsil ediyor anlıyorum şimdi; kara bulut kendimim. Gökyüzünün maviliğini kendim kapatıyorum.  Gökyüzü maviydi biliyor musun?


_________________________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf

YEŞİL...


___________________________________________________________




Yeşili seviyorum, doğada olmayı da..
Bir yeşillik, ton ton değişiyor, gözün alabildiği heryerde.
İleriye doğru uzanmak istiyorum; ileride ne olduğunu görmek. Bunun için yürümem gerektiğini biliyorum. Bedenim terliyor, titriyor. Korkuyorum. Gözlerimi kapatıp, ilk adımı atıyorum.

İlk his: SAPLANMAK

Bir bataklıkmış gördüğüm yeşillik... Bir aldatmaca... Kanmışım, yeşilinin güzelliğine, bakmamışım ne ötesine ne gerisine ne de gökyüzüne. Baksam belki görebilirdim. Yok, yok hayır, göremezdim. Ben yeşile kanmıştım. Kör olmuştu gözlerim. Göz çukurlarıma yeşiller dolmuştu. Yeşil... Görebildiğim tek şey yeşil... Dokunabildiğim tek şey yeşil... İnandığım tek şey yeşil... Neden yeşildi ki... Neden sulu bir yeşil... Neden sonsuz... Neden renkli ki rüyam... Rüyalar renkli olur mu? Sana dedim, ilk geldiğimde de dedim. Bir yerde okumuştum, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", sahi neyi anlatıyorum ben sana; rüyamı mı geçen hafta mı mı? Peki neden yeşil, bir cevabın var mı?


____________________________________________ Devamını Oku...
Fotoğraf / deviantART

18 Ocak 2010

ZAMANDAN GEÇEN, SENDEN GEÇER Mİ?.

zamandan değil senden geçmesi gerekmiyor mu acıtmaması için...(*)















1. Hafta / 1 saat
Geçmez diye başladı sözlerine... Ve sustu...

2. Hafta / 1 saat
Geçmez biliyor musun? dedi. Ve sustu...

3. Hafta / 2 saat
Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bana soru sormayacak mısın?
_ Dinliyorum...
_ Çocukluğuma falan dönmeyecek miyim?
_ Ne anlatmak istiyorsan, neresinden başlamak istiyorsan başla...
_ İşine geliyor seanslarda uzun susmalarım değil mi? (Ben kahkahalara boğuluyorum ama o sadece gülümsüyor.) Koltuğa uzansam... Koltuğun yok  ki senin... Yoksa sen... Peki peki bakma öyle... Ne anlatıyordum... Hımmm

"Zamandan geçen benden geçmez... Geçti sandığım zamanlar oldu, geçti artık, uyan dediğim, kendimi dürttüğüm, kendime sarıldığım, kendimle dertleşip, tamam budur diye sonuçlara ulaştığım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim. Bir yerden başlamalıydım. Ben de sana geldim. Bunları defalarca kendime söylesem de, nerede nasıl vazgeçebilirdim ki... Geçemedim. Zaman geçti... Çok zaman geçti... Hatırlayamadığım kadar çok saniyeye saydım ben... Telaffuz etmeyi bilmediğim sıfırlarla doldu duvarlarım. Çiziklerimi duvar kağıdı deseni sananlara bile rastladım. Söylemiştim değil mi? Çok zaman geçti... Unuturum sandım. Hani zaman geçti ya, benden de geçer sandım. Geçmedi biliyor musun? Yani bugün geçmediği için geldim sana. Tek başıma bunu çözemiyorum, artık kabul etmeliyim."

bunları demiştim zaten yani ben tek başıma çözemediğim için buradayım... Bir yazı okudum diyordu ki, "bazen insan rüyasını anlatır, bazen geçen haftasını", Rüya... Rüya... Ben rüya görmüyorum, yok yok görüyorum aslında, ama uyurken mi uyanıkken mi emin değilim biliyor musun?... Bak sana rüya sandığım şeyi anlatayım:


__________________________________________________________Devamını Oku...

Fotoğraf / The Attendant's Chair © Tim Johnstone
(*) bir yazıma beenmaya'nın yorumudur bu cümle...


17 Ocak 2010

BABALAR, ÇOCUKLARI VE PAZARLARI


Her zaman gittiğimiz kahvaltı mekanındayız... Zeynep az sonra kapıdan babasının elinden tutmuş giriyor içeri, bir elinde okuması gereken kitabı. Babası gülümseyerek "bak Evren abla'da buradaymış" diyor. Hemen yanımızdaki masaya oturmak üzere yönünü bana doğru çeviriyor Zeynep. Ta ki garsonun "üzgünüm o masa rezerve" dediği ana kadar da yüzünde o kocaman gülümseme; donup kalıyor bir anda. "Olsun kahvaltın bitince okuma saatinde görüşürüz"  diyorum. İşte yüzünde gene o kocaman gülümseme...

Tanışıklığımız; aynı mekana gitmek ve benim onun yüzündeki hüznü fark etmemden kaynaklı sadece. Babası ile ilk geldiğinde masada keyifsizce oturan, huysuz, kahvaltı etmek istemeyen ve en sonunda da kitap okuma konusunda ağlayan bir çocuktu. Tesadüf diye bir şey yoktur! Hemen yan masamızdaydılar, oldum olası çocuklara karşı şişkin duyarlılığım harekete geçmese masadaki herkes şaşıp kalırdı zaten. Nitekim o günde öyle oldu. Gülümseyen gözlerle laf attım ona... 3-5 dakika sonra birlikte kitap okuyup kahvaltıda neler yiyebileceğimiz hakkında fikir alışverişinde bulunur hale gelmiştik bile...

Aradan çok zaman geçti, defalarca karşılaştık o mekanda. Babası, kızı ve her seferinde değişen babanın arkadaşlarıyla... Bu sabah sadece üç kişiydiler. Babası, kızı ve babasının bir erkek arkadaşı... Biraz ilerideki köşe masaya oturdular. Az sonra alışkanlığın verdiği dayanılmaz ısrara karşı koyamayan baba ve arkadaşı sigara içmeye çıkınca yalnız kalan Zeyneple gözgöze geldik. Ben de o anda yalnız olduğumdan, gülümseyip yanına gittim. Öncelikle masaya ulaşmasını zorlaştıran koltuktan daha yüksekçe olan diğer koltuğa geçmesininin kahvaltısını keyifle yapabilmesi için daha uygun olabileceğini söyledim. Hiç tereddütsüz geçti, yüzünde o hep bildik gülümseme. Öyle keyifle kahvaltı ediyordu ki, büyüyorsun dedim. Anladı ne demek istediğimi daha da coşkundu artık gülümsemesi. Kahvaltısı bittiğinde sohbeti de epeyce koyulaştırmıştık. Arkadaşımın sigarası bittiğinde ve masaya geri döndüğünde, Zeynep'in babası hala gelmemişti. "Arkadaşımı yalnız bırakmamalıyım ama seni de yalnız bırakmak istemiyorum" dedim. Tam kalkmak üzereydim ki, babası, arkadaşı ve iki kadın arkadaşı daha masaya doğru yaklaştı. Birden Zeynep deminki gülen çocuk hallerinden, somurtan hüzünlü çocuğa dönüştü. "Okuma saatini istersen bizim masada yapabilirsin" teklifim; yüzünde kocaman bir gülümseme oluştururdu ki; babası da bundan daha fazla mutlu olamazdı sanırım, çünkü benzer bir gülümseme kendisinde de vardı. Yaklaşık bir saati kitap okuyup, bilmece çözerek ve çok gülerek geçirdik.

Bilmecelerden biri; taze günlük sütü nereden alırsındı. Ben marketten dedim, güldü ve hayır inekten dedi. İnek derken arkadaşıma bakıyordu. Neden ona baktın ki inek derken, inekler erkek olmaz dedim. Şaşırdı. İnekler dişidir dedim, boğalar ineklerin erkekleridir... Bir de öküzler var, onlar ne oluyor diye yüksek sesle sorunca, zihnime yetişemeyen dilim; bütün erkekler kelimelerini bir çırpıda kusuverdi. Hemen yan masamızda oturan kadınlar bastılar kahkahayı, ve o masanın tek erkeği, teesüf ederim deyince, sadece büyüklerin hayata dair güldükleri bir noktaya gelmiş olduk. Ben durumu kurtarmak adına ve daha önce de bu konuda gelen sese kulak kabartıp, bazılarını ayırmak gerek kuşkusuz diyerek durumu kendimce toparlamaya çabalasam da, kahkahaların ardı arkası kesilmedi tabi ki bir süre daha... 

Kadınlar - erkekler... Neyse bu konuya şimdi girmeyelim. Ben babalar, kızları ve onların pazarları üzerine ahkam kesmek üzereyim... Sabırla okumaya devam edin az sonra...

Kalkma vaktimiz geldiğinde, Zeynep geçirdiği en güzel pazarlardan biri olduğunu söyledi. Teşekkür etti ve bize sımsıcak öpücükler verdi. Bir sonraki karşılaşmamızda oyun oynamak üzere sözleştik. Ayrılmadan hemen önce, "yüzünü asma" dedim, "hep gül olur mu, sana çok yakışıyor...." Babasının oturduğu masaya şöyle bir baktı. Yüzünde gene o hüzün... "Bazen" dedim, "babaların arkadaşlarını sevmeyiz, bu doğaldır kafanı o kadar da takma, ama ne olursa olsun yüzünü bir daha da öyle asma..." Yüzünden eksik etmeden gülümsemesini, ayrıldı yanımızdan.

Yol boyu düşündüm. (İşte tam da burada ahkam kesmeye hazırlanıyorum.) Şart mıdır, bir babanın kızı ile geçireceği bir güne, uçkurunun uzantılarını da davet etmesi. (Tamam, burada biraz öfkeli ve kızgın gözükebilrim ama bazı köyler kılavuz istemezler.)

Bir çocuğun, hele de bir kız çocuğunun babasıyla ilişkisini çok önemserim. İleriki yaşlarda erkeklerle ilişkisine yön verir, sadece erkeklerle olana değil elbette, kendi ile, eşi ile, çocukları ile, iş arkadaşları ile... Bir aile olma halini tanımlar. Sevilmek, dinlenmek ve anlatabilmek, onunla geçirilen zamanın içerisine sığdırılanlar, birlikte geçirilen zamanın içtenliği; bir çocuğun en değerli hazineleridir. Bir çocuğun büyürken en çok ihtiyaç duyduğu şey; değerdir. Kendi değerini ancak ona gösterilen değerle tanımlar bir çocuk... Kendi artılarını ve eksilerini de... Günümüzde yarı zamanlı babalar ve anneler çoğaldı... Ve ne yazık ki yine de o değerli ve kısıtlı zamanlara bile sahip çıkamıyorlar. O zamanlarını bile, çocuklarına ve kendilerine ayırma telaşında değiller...

Şöyle bir dönüp bakın çevrenize, yüzlerinde çocuk hüzünleri ile; bir sıcak gülümsemeye, ilgiye hasret çocukları göreceksiniz. İçten bir gülümsemenin onlarda açtırdığı çiçekler bence en güzelleri... Kokularını içinize çekin... Saf hüznün, saf mutluluğa dönüşümünü bir mucize gibi adım adım gözlemleyin. Bence yaşamın en değerli tecrübelerinden biridir, bir çocuğun gülümsemesinde bir iz olabilmek...

_____________________________________________
Fotoğraf

PIT PIT BİR PAZAR

Gelişinin heyecanı sardı beni, günlerdir kendini eve kapatan ben, yarın seni almaya geliyorum derken ki sesinin heyecanında sürüklendim ordan oraya bütün gece. Ne düşleri bilerek ve isteyerek rüya yaptım kendime bir bilsen... Sabahın karanlığına ışıldak gibi açtım gözlerimi. Pırıl pırıl aydınlıktı evin içi. Dışarının kör karanllığı bulaşsın istemedim tenime, bulandırmasın zihnimi... Işığımı söndürmesin diye açmadım o yüzden perdeleri.
Seni bekliyorum...
Yüreğim boğazımda atıyor; pıt pıt...
Ne giysem telaşını çoktan geride bıraktım.
Hazırım.
Bekliyorum;
Gel al beni...
Gel al, beni...
Gel, al beni...







Dany Brillant / Histoire dun amour

Kim demiş sabahları dans edilmez diye...


16 Ocak 2010

İKİBİNBEŞ REKOLTESİ


Şömineye bir kaç odun attı, bir de alevlensin ve gecenin sessizliğinde çıtırtıları duyulsun diye kozalak... Evin ısısı öyle güzeldiki üzerine yeni aldığı altı kumaş, belinde saten kemeri olan pijamasını giydi. Bir o saten kemere bir de incecik askılı üstünün göğüs çatalında biten danteline kapılmıştı.  Haftasonununu yalnız geçireceğini öğrendiğinden beri kaplayan hüznü dağıtmaının bir yolu da elinde kırmızı şarabı ile düşlere dalmaktı. Köye bakan büyük camın önündeki büyükçe mumlardan birini ve yan bahçeye bakan camın önündeki sehpanın üzerindeki iki küçük mumu yakarak gecesini aydınlattı. Sallanan koltuğunu; hemen şömine önünde duran büyükçe; siyah lekeleri olan postun üzerine ve şömine ile büyük pencereyi göreceği bir açı ile yerleştirdi.

Mutfakla salondan oluşan alt kat toplam elli mertekareydi ve şömine bu alanı haydi haydi ısıtıyordu. Mutfakla salonun hemen hemen orta kısmında kalan merdiven altını kendilerine mahsen yapmışlardı. Oraya koydukları bir şarap dolabına her geldiklerinde mutlaka özellikli bir kaç şarabı eklerlerdi. O dolaba koydukları her şarap; dostlarla, baş başa  ya da  işte böylesine yalnız gecelerde illa ki kendine uygun bir an yaratırdı.  Şarap dolabını açtı ve şaraplara göz gezdirdi. Eline aldığı ilk şarap, sevgilisinin son gelişinde özenerek aldıkları ama içmeye fırsat bulamadıkları şarap oldu. Yüzünde bir gülümseme ile şarabı yerine bıraktı. Bir kaç şişeye daha göz gezdirdikten sonra sonunda Turasan Kalecik Karası 2005 rekoltesinde karar kıldı. Ahşap üçgen içinde çukurları ve yanında bıcağı bulunan peynir tabağına bir kaç çeşit peyiniri gelişi güzel koyup, gösterişsiz bir peynir tabağı hazırladı. Kuru bir kaç üzüm, fındık ve füme hindi eklemeyi de ihmal etmedi. Uzun ayaklı el yapımı degüstasyon bardağını seçti. Beraber aldıkları keyif anlarının vazgeçilmez parçalarından biriydi o bardaklar. Hasır görünümlü büyükçe bir tepsiye şarabı koydu, bardağı ve peynir tabağını. Bir peçete aldı, tam ışığı söndürüp çıkacaktı ki, şarabın tamamını içerim diye düşünüp, şarabı karafa koydu. Keyfi gitgide yerine geliyordu.

Annesinden kalan yüksekçe sehpaya tepsisindekileri özenle yerleştirdi. Az önceki peynir tabağını hazırlayışındaki özensizlikle çelişen bu hali de belli ediyordu ki, keyfi yerine gelmişti. Şöminenin karşısına kurulmadan önce Cassandra Wilson'un Blue Light 'Til Dawn albümünü koydu. 2005 yılının tesadüfüne bir selam çaktı. Polar şalını omuzlarına alıp, şöminenin sıcağına göz kırpan sallanan koltuğunda düşlere daldı...



Tupelo Honey



_______________________________________

DİLİMİN UCUNDAKİ

Elindeki mektubu defalarca okumuştu biliyorum, biliyorum çünkü kelimeleri ezberinden diziyordu ardı ardına, yine de elinden bırakmıyordu o mektubu. Bazen bir kelimeden sonra aniden duruyor, derin derin nefes alıyor tekrar başlıyordu kaldığı yerden okumaya. Kelimeler bitti sonunda. Derin bir nefes aldı. Gözünden tek bir damla yaş yanağının kenarından boynuna kadar aktı. Uzun kahverengi saçları kapasa da boynunu, damla tel tel ayırıyordu geçtiği yerleri... Değdiği her bir noktada derin bir iz kalıyordu. O, farkında bile değildi gözyaşının aktığının. O, ağlamıyorum sanıyordu. Ama o damla, o tek bir damla akıyordu gözümün içine bata bata... Uzaktan öptüm boynuna değen yaşını; dilimin ucu yandı. Acıydı.
Anladım; o, ağlamıyordu, yüreğindeki acı dışına sızıyordu.