17 Şubat 2010

YEN(İL)Gİ




Duygularını dile getiriyordu, biliyordum...
Onun o heyecanlarına yenilen hallerini de anlıyordum...
Bir keşkeye sığdırılamayacak kadar çoğaldı acım.
Sustum...




Fotoraf / -dream- by ~tynaS

YAS


Karşılıklı mıydı
            Bilinmez...
Bekleseydi...
Karşılık bulur muydu
            Bilinmez...


B/oyunca sürmüştü aşk...


Oyun bitti...


Geride boyunca hüzün bıraktı...
Boyunca bir acı
B/oyunca bir ölüm...


Ya'sını düşünse,
              Belki ölmezdi...
Ya kalsaydı...
              Bilinmezdi...

O gidişin ardındaki yasını düşündü,
Yasını tuttu,
Ya'sını unuttu...
Ya'sı umuttu...
Yası ölüm...



Fotoğraf / deviantART

16 Şubat 2010

BOŞ ZAMAN DOLDURUCUSU

Bize biraz zaman gerek dedim. Haftalık ders programı gibi bir program koydu önüme. Haftalar güne, günler saatlere bölünmüştü. Her sabahı doluydu ve her öğleni... Akşam üzerleri ise gündelik rutin ev işleri, çamaşır, ütü ve yemek hazırlığı ile doldurulacak serbest zamanlardı. Akşamları önce bulaşıklar sonra diziler vardı. Ellerini iki yana açtı; üzgün olduğunu destekleyen bir yüz ifadesi takındı, sesi; bıraksan ağlayacaktı:  Zamanım yok görüyorsun...

Şaşırmıştım, biz arkadaşız sanıyordum. Dertleşip, paylaşıyoruz, gülüp, çoğalıyoruz sanıyordum. Sonradan anladım; ben onun, bunları yapmak için var olan boş zaman doldurucusuydum. Aslında, onun arkadaşlıktan anladığının bu olduğunu çok geç fark ettiğim için, kendime kızmalıydım. Ama ona kızdım... Çok kızdım. Bunu ona söylediğimde alacağım cevabı biliyordum. Sen beni boş zamanı çok olan bir insan sandın galiba... Bir ilişkiyi buraya koymuş birinin; verdiği cevabın altını çizerek görmesini sağlamak mümkün mü... Hiç sanmam... Onlarca gerekçeli ve benim haksız olduğumu ardı ardına sıralayan cümle kurar ki, haklısın demek düşer bana...  Öyle haklısın ki... Üstelik ne bencilliğim kalır ne de gereksiz dert edinmişliğim.

***

Sözleri bittiğinde, olup bitene kendi de inanmıyor gibiydi. O gittikten sonra, arkadaşlık, sevgililik, eş, dost, komşuluk kavramları üzerine düşündüm. Paylaşma hali değişip, boş zamanları doldurma olmuştu da ben mi ayak uyduramamıştım zamana....

Yoksa; ben mi yanlış biliyordum başından beri, arkadaşlık boş zaman doldurma mıydı?


***

Bir tek onun ihtiyacı olduğunda varsanız, aslında yoksunuz demektir... Ne zaman katılaştırdı beni yaşam. Ne zamandan beri ben bu kadar keskin çizgileri olan bir insana dönüştüm. Sınırları olan, katı cümleler kuracak kadar ne zaman yüreksizleştim.

***

Akşam akşam gene onlarca soru buldum kendime, cevabı olmayan. Daha az dinlemeyi, daha az düşünmeyi öğrenmeli ve daha yüzeysel ilişkiler kurup derinliği olmayan sohbetlerle mi doldurmalıyım boş zamanlarımı... Ama öyle yoğunum ki boş zamanım yok bu kadar azı başarmaya... Öyle yoğunum yani... Zamanım yok anlıyor musun seni anlamaya... Ah bir vaktim olduğunda geleceğim sana kendimi anlatmaya...

***

Allahım, dehşetler içindeyim... Herkes mi bencil dünyamda. Herkes mi beni dert köşesi bildi kendine. Yok mu bir soranım, nasılsın, ne yaparsın, keyfin yerinde mi? Aklın başında mı diye... Ne oldu arkadaş sohbetlerine, ne oldu yaşamın yüklerini paylaşan seslere... Hepsi mi çok yoğun, hepsi mi sadece kendi derdinde... Kendinden gayri kimseye zamanı olmayan kişiler mi kaldı bir tek hayatta. Diğerlerine ne oldu... Hani eşini, dostunu merak edip, arayıp soranlara... Hani eşini dizine yatırıp başka bir dünyada onunla zamanı durduranlara... Ne zaman odalar ayrı, televizyonlar ayrı, dünyalar bu kadar ayrı oldu...

***

Yemek saatlerine ne oldu peki... Hani akşam olurdu da otururduk sofraya... Herkes gününü anlatırdı. Herkes başından geçenleri paylaşırdı. Dersler alınır, dersler verilirdi hayatın içinden... Şimdi bakıyorum da, baba haber dinliyor, çocuk bilgisayarda oyunda, anne dizilerin sıkı takipçisi. Ellerde tabaklar herkes kendi yemeğinin derdinde. Kimsenin kimseye dönüp baktığı yok. Herkes kendi dünyasında. Arada birbirlerine seslendikleri de olmuyor değil, o da; meraktan değil, boş kalan reklam arasını doldurmak telaşından... Ha bir de ilgileniyormuş gibi yapma hali var. Mış gibi yaparak iki kelime ediliyor ve işte yaşam paylaşıldı... Hadi bakalım herkes kaldığı yerden devam, yoğun programına... Öyleki, bir arkadaşım çocuğuna ders çalıştırmak için ayıracağı vakti bile, dizilerine göre programlamış. Ben mi çok fedakar anne baba ile büyüdüm.

***

Hayat değişiyor ve sanırım ben yaşlanıyorum. Eskilerden dem vuruyorsa bir yürek, yaş almış da başını koşa koşa gidiyor demektir değil mi? Bu akşam yaşını almış bir dostun da dediği gibi, belki de ruhumun baharını beklemeliyim hayatı anlamak için... Çünkü kışımın soğuğunda daha bir soğuk gözüktü gözüme "boş vakit"ler ve ilişkileri boş vakitlere sığdırma telaşında olanlar...





Fotoğraf / İnternet

TOPRAĞIMA YAĞMA

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...




Fotoğraf / deviantART

15 Şubat 2010

O GÜN...



Gözyaşımı parmak uçlarınla sildiğinde,
Bir daha hiç ağlamam sandım...







Yasmin Levy - Adiós Querida


Fotoğraf / deviantART

PAYLAŞMAK SENDE OLANI

Yıllar ne çabuk geçiyor...

Hüzün yürekte ağır geliyor, taşıyorsun, ha deyince gitmiyor biliyorsun. Sen içine kaçtıkça, kelimelerin de kaçıyor en kuytu köşelere... Üzerinde bir hüzün elbisesi, yıkanmamış sanki senelerce...

Sonra bir terzi geliyor... Sana çok yakıştığını düşündüğün hüzün elbisesini çıkartıyor, çırılçıplak kalıyorsun. Mutluluk kumaşını uzatıyor. Sana yakışan kumaş budur diyor. Sen bakıyorsun. Üzerimde sakil durmaz mı taşır mıyım ki endişeni yüzüne yansıtınca; üşenmiyor, alıyor ölçünü, dikiveriyor en güzelden daha bi güzelini... Sen tüm çıplaklığınla ağlıyorken nedensiz onun karşısında; biraz ürkek uzatıyorsun elini. Kendine çekiyor seni. Sarıp sarmalıyor. Utanma diyor, her yürek acır bir zaman ve her yürek değiyorsa eğer çekip çıkartılmalıdır kendi bataklığından. Kendine dokuduğu mutluluk kumaşını seninle paylaşmaya hazır haline şaşkın bakınırken sen, çıplaklığına en yakışanı dikip bir de giydirince üzerine:

Her sabahına güzel ve mutlu uyanıyorsun. Kuşkusuz sol yanın dolu olduğundan ve tabi bir de güven duyduğun bir göğse sarıldığından... Hüzün hep içimde dediğin halin geride kalıyor, yerini bir gülümseme, bir huzur, bir mutluluk alıyor. Hüzün sokağına uğramıyor bir dostun temennisindeki gibi... Hatta hüzün, eski bir fotoğrafın sararmışında çoktan almış yerini de şimdi dönüp bakarken; ne hüzün dedirtiyor sadece. Daha öteye bile gitmiyor duygun...

Eline bir kağıt kalem alıp, iki satır karalıyorsun el yazınla:

Sen içimde çiçekler açtırdın ya bunun için bile sevebilirim seni bir ömür... Öpöylesine *...



_____________________________________________________________________
İlk Yayın Tarihi / Temmuz 2009 / Terzinin adı çokça anılınca bugünlerde, yazımı tekrar yayına vereyim dedim. Ve ne göreyim, yine ve yeniden isimsiz bir (ç)alıntı yapılmış, yazdım editörlerine... Gülüp geçebilmek istiyorum böyle anlarda, ama hep derim ya, kendi yaşanmışlığıma, duyguma, kelimelerime, özelime tecavüz gibi geliyor her defasında; gülemiyorum.
* Öpöylesine, terzinin yazılarımdan birine yazdığı bir yorumda geçmiştir. Ve içinde herşey olan bir sürü şey ifade etmektedir. Ve (ç)alıntı yapan bunun ne demek olduğunu bile bilmediğinden, ölesiye diye çevirmiştir.
Fotoğraf / DevianART

BUGÜN DE BUDUR ve BU SEFERLİK ONUNDUR ツ


Aslı Gökyokuş - Sevdalı Başım
________________________________________________

İlk kez O dinletmişti bana bu yorumu ve ben çok sevmiştim.
O, bir terziydi, hüzün elbisemi çıkartıp, bana mutluluğu giydirmişti.
Şimdilerde ben bana çok yakıştırdığı(m) o elbisemle salınıyorum hayatta.

Bazen bir şarkı dinlersiniz ve budur dersiniz ya...
Bu ses, bu yorum, bu sözler, bu ritm...
O gün buydu... 

Ve bugün burada tekrar yer alması;
Şu anda yüreği hızla çarpan, uçuşan kelebeklerine söz dinletemeyen,
Geçmiş seferlerin yenilgilerini sıkça aklına getirdiğinden belki,
Kendine izin vermeyen kadın(lar) için yayınlanmıştır.
Dilerim o kadın(lar) da uslanır...













Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim

Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım

Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım

Sus artık uslandır beni




__________________________________________________________
Söz - Müzik: Zülfü Livaneli
Fotoğraf / İnternet