16 Ocak 2010

ŞU AN


GEÇMİŞTE ŞU AN
Bak ben şu an, evet tam 22:22 itibarıyla sana söylemek istiyorum ki sevebilirim ben seni. Öyle içimden geldi diye falan söylemiyorum bunu. Düşündüm ben üzerine, bir kadeh şarap içerken, senin de içtiğini düşleyerek... Sonra uyudum düş gördüm, dağ köyündeki evimizin bahçesindeki mürdüm eriklerini topluyorduk ve hatmigüller boyumuz kadar olmuştu... Sen elinde bir baston dalga geçiyordun benimle, yukarı köye böğürtlen toplamaya giderken ceviz düştü kafama diye... Bu da başka bir rüyam, bakma olmuş gibi anlatışıma. Hoşuma gidiyor varlığını düşlemek. Değmedi tenin tenime ve belki hiç değmeyecek ama ayıp saymazsan bir şey daha söylemek istedim sana: Düşündüm biliyor musun seni ve beni... Nefesini, sabah uyanıncaki halini. Gece nasıl uyumayı sevdiğini. Yatağın ne tarafında yattığını, sarılıp sarılmadığını... Düşündüm...

Aşkın bu hallerini seviyorum ben... Olgunlaşmadan önceki halini, ilk evresini... Sorularla boğuşmayı, tanımaya çalışmayı, tanıdıkça daha çok sevmeyi, gün geçtikçe yanındayken bile özlemeyi... Yeşertmeyi, çiçek açtırmayı, koklamayı, büyütmeyi... İlk dokunuşu, ilk öpüşü... İlk kendinden geçişi... Seviyorum aşkın bu hallerini...
Düşününce yüzünde oluşan anlamsız tebessümü, gün içinde gözlerinin parlamasını, cildinin bile yenilenip ışıldamasını... Yürüyüşü bile bir başka olur sevdalananın... Seviyorum aşkın bu hallerini...
Müzik fonda çalarken ve bir kadeh şarabı yudumlarken edilen doyumsuz sohbetleri... Rakı masalarında racon kesmeyi, bira patatesli akşamüstülerinden sabırsızlıkla eve gelmeyi... Bir film seyretmek üzere koltuğa uzanınca dayanamayıp sevişmeyi... Seviyorum aşkın en çok bu hallerini...
Çocuksu bir muzurlukla, tutkulu bir sevdanın ortasında saklambaç oynamayı, dudağa bir parmak bal çalıp kaçmayı ve sonra yastık savaşı yapmayı... Uyku tutmadı diye balkona çıkıp birer kahve içerken sigarayı tellendirmeyi, şarkıları dillendirmeyi... Seviyorum ben aşkın bu hallerini...
Yaşamak isteyene, yüreğinde hissedene, bulup da yitirmeyene aşkın halleri çeşit çeşit...
Tesadüflere bayılıyorum ben; Natalie Cole çalıyor son ses When I Fall In Love ve ben aşkın en saf halini yaşamak üzere balkona çıkıp gecenin serinliğini üzerime alıyorum, belli mi olur belki ay dede ile gönderirsin cevabını... Ya da yıldızlar söyler yüreğindekini...

__________________________________________________________________

BUGÜN ŞU AN
Küçük su perisinin kanatları çırpıyor akdenizin rüzgarında bir o yana bir bu yana... Fark ediyorum, yeni yepyeni bir tatlı telaş sarıyor yüreğini... Belki şu andır onun da göç mevsimi... Eski şehrin hüzne bulanmış ormanlarını bırakıp, umudun yeşerdiği vadilere süzüle süzüle uçmasının belki de tam zamanıdır. Sabırla, usul usul uç perim... Kırılgan kanatlarını rüzgara teslim etmeden, kendi hızında uç... Hayatta önemli olan nereye varacağın kadar varacağın yere giderken görebildiklerindir de sakın unutma... Bir gün dilediğin yere varamasan da uçup giderken ne kadar büyüdüğünün farkında varmak ve kanatlarıın daha da güçlendiğini bilmek daha uzağa uçmana yardımcı olacak... Kocaman sarılırım kanatlarına ki bilirim onlar aslında sımsıcak güleç yüzlü bir yürektir.

__________________________________________________________________
Fotoğraf / 1x.com
İlk Yayın / Mayıs2009

15 Ocak 2010

NİYE? ÇÜNKÜ .... .........




Haziran 2009

belki hoşçakal kısmında eksik bırakıyorum...
ve belki senin tarafında eksik kalıyor bir şey vedalaşırken...
ve belki de üzüyorum...

seni düşündüm...
en çok da duygularının onları ifade edişinin cesareti ve samimiyeti üzerine...
yani içinde herşey olan bir sürü şey düşündüm...
bir gün yüz yüzeyken anlatırım içinde herşey olan bir sürü şeyi...

eksik kalan şeyler var biliyorum...
ama onlar için kızma bana...
niye? çünkü:
.... .........

______________________________________________________________________________




Ocak 2010

içinde herşey olan bir sürü şeyi...
hiç anlatmadın...
yaşattın.
hala eksik kalan şeyler var biliyorum...
ama onlar için kızmıyorum sana...
niye? çünkü:
.... .........





__________________________________________
Fotoğraf / Fingers by ~bambuse
Fotoğraf / uhmmm o-o hug XD by
~Dan777

SESSİZCE







dudağıma fısılda
sessizce


sen bekle 
düşler düşsün gözkapaklarıma
sen sız
gözbebeklerime


ben  sana
uyanayım
sabahın ıssızlığı
bölünsün teninle
sen
 fısılda sessizce
gözlerime
gözlerin düşsün
sessizce
uzanıp öp
öp saatlerce
sessizce


 



____________________________
Fotoğraf  / Touch 3 by ~allysonriggs




14 Ocak 2010

YILGI SEN NE MENEM ÇOK ŞEYSİN...

Ayakta kalabilmenin, yılgılardan kurtulmanın son imkânı buradan geçiyordu. (*)


Türk Dil Kurumu Derleme Sözlüğü diyor ki, eğer olurda İzmir - Seyrek'e yolunuz düşerse, yılgının; Harman yerini çiğneyip düzeltmekte kullanılan taş merdane olduğunu bilmeliniz...


Yok yolunuz eğer,
Sivrihisar,
Tokat,
Bozan -Eskişehir
Bolu
Sinop
Çarşamba -Samsun
Merzifon -Amasya
Ünye -Ordu
Seyit, Piraziz -Giresun
Kelkit -Gümüşhane...

(bu liste uzayıp gidiyor)

 
Evet, yolunuz buralara düşerse, o zaman da yılgının at sürüsü için kullanıldığını bilmelisiniz... 
 
Oysa, Selim İleri fobilerden bahsediyordu... (Tesadüf yoktur!)

Bilenler bilir ki; yalnızlık, bir sıralama yapılsa herhalde listemin ilk sırasında ve büyük ihtimalle de tek başına yer alırdı, eğer soru; hayatta fobileriniz var mı olsaydı. Hiç yalnız kalmadığım halde, hep çevremde beni seven, sayan, sarılan, sarmalayanlarım olduğu halde neden yalnızlık kabusum ki... Soru neden olmayacaktı değil mi, niye diye sorulmalıydı. Sahi neydi, niye ile nedeni birbirinden ayıran. Neden olmakla sebep olmak arasındaki nüans geldi aklıma... Hemen sonrasında sayende ve yüzünden... Kelimeler... Ah, kelimeler, bazen ne çok bazen ne yoksunuz... Kelimelere takılmayacaksın derdi bir arkadaşım, sevmek davranışta belli eder kendini. Bakacağın ilk şey de şu olmalı; imkanı varken ve yapılacak belliyken eğer yapma niyetinde bile değilse bir kişi arkadaş etmeyeceksin onu kendine, samimi değildir.

Kafam mı karışık ne... Bıraktım akıp gidiyor, kelimeler yolunu buluyor. Bakalım vardığı yer neresi olacak. Burasıymış. Tam burada tükenmiş kelimeler.

Şimdi; imkanı varken ve yapılacak belliyken, yapmaya gidiyor bu kadın. Yalnızlığı dost edindiğinden beri sanrıları azalsa da, ayakta kalabilmenin, yılgılardan kurtulmanın son imkanı yazmaktan geçiyor, tanıyor kendini, biliyor tedavisinin yöntemini.
Evet, şimdi gidiyor; içini dışına yazıp, yazdığını kendine ayna yapmaya... Aynadaki her bir görüntüsünü dondurup, çerçeveleyip duvara asmaya gidiyor.

O da ne!  
Duvarları dolmuş. Taşmış hatta.
Bazen duvarları yıkmak gerek biliyor.
Bazen yeni yüzlere, yeni yüreklere, yeni anlara yer açmak için;
önce duvarı yıkmak, sonra yeniden örmek gerek biliyor.

Gün, bu gündür !!!
 

_______________________________________________
 
Fotoğraf 1 / Horses by ~gimbulate
Fotoğraf 2 / Mirror by ~Royalshake

13 Ocak 2010

AŞKKUŞAĞI

Dün bu saatler; parlak bir gökyüzü, güneşe sevdasını yüklemiş bir ben:
Bir kasabanın tezek kokulu yeşilliği sardı beni...
Vurdum kendimi yollara, nereye varacağını bilmediğim bir yolcuyum.

Bugün dünkü saatler; kapkara bir gökyüzü, yağmura gözyaşını vermiş bir ben:

Düşünceler;
Oysa ne kadar da ne istediğini bilendim senden önce. Ne beklediğini hatta... Karşıma dikilip hız mı kestin... Yoksa arkamdan  esip yol mu verdin... Söylesene aşk, sana doğru yola çıkan bir yolcunun, rüzgarı kesilmişse ya da bir ağaç devrilip de kapatmışsa yolunu, bir patikadan geçmek şart mı?

Beklemek çözüm değil midir aşka,  rutubetli bir kuytuda. Nefes almak mümkün olmasa ve karanlık çöküp de korku sarsa her bir yanını, aşk değil mi bu, vız gelmez mi bütün olanlar ona...


Karşı Duruş;
Ey hayat, inadına bilmediğim yerlerden çıkıyorsun karşıma, inadına ezberleyip de unutmak istediğim yerlerden. Aşk kadar güçlü değil miyim sanıyorsun, aşk kadar cesur, aşk kadar korkusuz... Yanılıyorsun; hep dönüp dolaşıp sana tutunuyorsam, bil ki adım aşk olmasa da yüreğimde sadece aşk olduğu içindir. Rüzgar olup esmesini de bilirim, kuş olup göçmesini de, ama bana aşktan vazgeç deme...

Teslimiyet;
Şimdi izninle, bir kasabanın tezek kokulu yeşilliğinde kaybeceğim bütün renklerini aşkkuşağımın, yeniden aşk yeşersin diye kasabanın topraklarında gömeceğim tohumlarımı... Biliyorum yüreğim verimlidir, biliyorum tohumlarım yediverendir... Sen sadece yağdır hayat yağmurlarını üstüme üstüme. Essin meltemin, çıksın fırtınan, kavursun sıcağın... Aşk ana bildiği gibi işlesin yüreğimi, sanma ki senden istediğim bir mucize, bilirim aşk yeşerdiğindedir en büyük mucize...

O yüzden ister karşıma dikilip hızımı kes...
İster  arkamdan esip yol ver...
Ben bu aşkın yolcusuyum bir kere; yolum çıkar elbet kendimden bile büyük bir yüreğe...

_______________________________________

Fotoğraf / RainbowHeart by ~Tamra89

SABAH SABAH




Sabah sabah acıyla uyandım güne… Oysa ne güzeldi gecemiz. Sen hiç olmadığın kadar anlayışlıydın bana. Hatta bir ara kalkıp masayı toplamama bile yardım ettin. Bir tuzluk taşıdın ama olsun… Dışarıda yağmur yağıyordu. Loş bir ışık eve huzur veriyordu her zamanki gibi. Evdeki mumlar titrek ışıklarıyla eşlik diyordu gecemize, garip bir tedirginlik vardı mumların ışığında. Fonda o hep tanıdık tını… Mutluydum ben ve sen hiç olmadığın kadar yakındın bana. Yüzümü okşadın önce, elimi tuttun sonra ve ayağa kaldırdın beni. Sıkıca belimi kavradın ve başladık dans etmeye.

Teninin kokusunu çektim içime. Sen baktın gözlerime. Şarkıyı mırıldanıyordun belli belirsiz. Sonra döndürüyordun beni defalarca. Bir şey söylemek istiyordun da sanki sözcükler çıkmak istemiyordu. Müzik bittiğinde beni şöyle bir döndürdün etrafımda. Kendine çektin sonra. Hiç öpmediğin gibi öptün beni. Bir şey olacaktı o gece ben hissediyordum, sen biliyordun. Ama geciktiriyorduk her ikimizde…

Oturduk koltuğun köşesine. Sen sarmaladın beni kollarınla sanki son kez sarılıyormuşçasına. Öptün öptün öptün saçımın her telini. Parmaklarımı, tenimi. Bakışlarını kaçırıyordun hissettim. Sırtımı sana yaslamıştım. Güven duymadığın anlar vardır ya… Hani derdin sen bana “Bir şey söylemene gerek yok, sen gel yaslan bana. Ben senin limanınım bunu hiçbir zaman unutma” Yok bu sefer öyle güçlü durmuyordun arkamda. Hatta kendi bedenimi taşıyabileyim diye geriye atıyordun bedenini usulca. Hem anlaşılmasın istiyordun hem de fark edilsin. Nasıl olacaktı ki bu söylesene bana.

Sonra sen yüzümü yüzüne çevirdin. Baktın gözlerinle söylediğini ben anlatayım diye yalvardın bana. Bildik bir cümle döküldü dudaklarından belli belirsiz. “Sen çok iyisin… Sen bana karşı her zaman sabırlı, her zaman anlayışlıydın” Sustum sadece ve susmanı diledim sessizce. Sen sustun. Bir şey söylemeyecek misin dedin. Hiçbir şey söylemeyecektim. Ama içim haykırıyordu avazım çıktığı kadar; bağır bağır bağırıyordum ben sana. Ama kıyamazdım ki sana. Sesimi yükseltip incitemezdim ki erkeğimi. Sustum. Bir an önce o kapıdan çıkman için yalvarıyordu gözlerim.

Sen fark etmedin ama o son bakışında: Elimi tuttun, avucuma bir şey bıraktın. Al bunu koy yüreğine dedin. Unutma beni. Öyle parlaktı ki o anda ne olduğunu anlayamadım. Aldım yüreğime koydum. Bir ağrı saplandı anlayamadım. Ben acının nerden kaynaklandığını bulmaya çabalarken… Çıktın. Sen gidince mutfağa attım kendimi, bulaşık yıkadım önce, sonra mumları söndürdüm ve ışığı açtım en parlak haliyle. Etrafı topladım. İçimdeki sesi duymamak için müziği en sonuna kadar açtım. Geceydi, geç olmuştu ama umursamadım. Neden sonra anladım, avucuma bıraktığın her neyse yara açtı içime. İçimde açılan yaranın çapı küçük olsun, yüzeysel olsun bir de çok acıtmasın diliyordum sadece.

Öyle olmadı… Günler geçtikçe derinleşti yaram. Acısı oturdu yüreğime. Yüreğim atmadı sonra bir ara. Kanım çekildi. Günlerce yatağımdan çıkmadan bekledim sessizce. O günden sonra… Sesin sesime değmedi… Yüreğin yüreğime… Tenin tenime…

Günler sonra bir sabah uyandım ben içimde tarifsiz bir acıyla...
Ne oldu, bu da nereden çıktı derken...
Bir şiir geldi aklıma;

“Eski bir aşk, yeni bir ayrılıktır her zaman.
Bunu kuşlar sorar, yıldızlar da anlatır;
kimse bilmez be canım
bir yara bir ömrü nasıl kanatır” (*)





__________________________________________________________
Fotoğraf
(*) Yılmaz Odabaşı – Bir Aşk Yara
İlk Yayın / Ocak 2009

12 Ocak 2010

KAR/ANLIK ÜRKÜTÜR


Karanlık ürkütür. Sessizliğin yankısını duydun mu sen hiç? Ben duydum... Kar yağıyordu. Kar zifiri karanlığın orta yerine usul usul düşüyordu. Her düştüğünde cılız, ürkek bir sessizlik büyüyor, büyüyor, beni yutuyordu. Gözlerimi açtım, gözlerim acıyordu... Sen gitmişitn... Gitme bile diyemedim. Kar yağıyordu.




Kar yağarken gitme
Dilim üşür
Sözcüklerim buz keser
Kal bile diyemez ellerim
Gidersen kaybolurum,
İz süremez gözlerim
Gitme..
Kaybolur karda izin...
Ü/rk/ş/ütür kar/anlık
Sıcağın bu kadar uzaktayken
Gitme...
Kar yağarken
Kal diyemez yüreğim.






_____________________________________________________________
Fotoğraf / let it snow. by ~julkusiowa


11 Ocak 2010

BİR YÜREK ve YEK DİĞERİ















bir yürek yek diğerinde atıyorsa, aşkın en halinden de ötedir yaşanan...
bir yürek yek diğeri için atıyorsa, zordur ve hatta bazen bir düştür karşılığı bile olmayan...



________________________________________
two hearts by ~perfectshots

HAYALLER VE VAATLER


Oturmuşuz bir ağacın dallarına, uzağa bakıyoruz birlikte... 
Hayaller kuruyoruz...
Her hayalin içine, biraz aşk, biraz umut, biraz heyecan katıyoruz...


Hayal kurmak biraz da vadetmek değil mi?
Değil diyor arkadaşım...
Herkesin hayali kendine...
İyi de diyorum, eğer o hayale katık ediliyorsan...
  O zaman iş değişir diyor...
Gülümsüyorum...
Kavramlar nasıl da kolayca şekil değiştiriyor.
İnsana nasıl da kaçaçak bir delik her daim bulunuyor.
Nasıl da insan bir hayali bir vaade, bir vaadi bir hayale dönüştürebiliyor.
Kelimeler konuşurken ağzımızdan bu kadar mı kolay çıkıyor.
Hiç düşünmeden, hiç karşımızdakinde nasıl bir etki bırakır bilemeden.

Bu sefer gülme sırası arkadaşımda.
Daha dün sabah öfkeli değil miydin...
Daha dün sabah ağzından çıkanlar seni sonrasında üzmedi mi?
Evet ama o başka diyorum, öfkeliydim...
Ne farkı var ki diyor, o da bir hayalini sana anlatıyordu.
Belki de sen kendini fark etmeden o hayale katık ettin.

Ağacın dalında tek başınayım şimdi...
Uzağa bakıyorum, çok uzağa...
Hayat bana birşey vadetmedi,
ama ben hep hayal ettim; uzakları çok uzakları...
Başka diyarlarda, farklı ülkelerin güzel yürekli insanlarını
ve bana uzak kültürlerini hayal ettim...
Şimdi dönüp bakıyorum da;
belli ki ben o hayalleri kendime hiç vadetmemişim...

Yoksa hala burada, bunları yazıyor olmazdım değil mi?


10 Ocak 2010

NAKAVT

Uzun zamandır konuşmamıştık; bir kahve içimlik vaktin var mı diye telefon açtığında. Onun evi ile benim evim arasında neredeyse orta denilecek bir noktada buluşacaktık. Erken çıkmıştım evden, caddeye inmeyeli ne çok olmuştu. En son ne zaman indiğimi hatırlayamadım. En son ne zaman hayata karıştığım bilemedim. İnsanların kalabalığı, o koşuşturma, kahkahalar... Herşey yabancıydı bana. Tek başına kalmanın sıkıntısını her zaman yaptığım gibi kitap okuyarak gidermeye çabalıyor ama zamanın akıp giden haline kafayı kaldırıp bakmadan da edemiyordum.

En son... En son o sabah çıkmıştım evden, onun yanından hızla kalkıp kapıyı çarpıp çıkmıştım. Yok, yok öyle olmamıştı. Hafızam... Hafızam yine oyunlar oynuyor bana... O sabah... O sabah ben ondan erken uyanmıştım. Yer yatağından kalkmış, duşa gitmek niyeti ile havlumu almak üzere dolaba uzanmıştım. Birden yatakdaki yatışına takıldı gözüm. Öylece yatıyordu, hiç bir şey olmamış gibi öylece yatıyordu. Yüzündeki ifadesizliğe takıldım kaldım bir süre. Ayakta durmuş onu seyrediyor ve bir gece önceki ellerini hissediyordum. Ellerimi tuttuğu andaki, o soğuk, o buz, o uzak ellerini... Ellerimi avuşturup uzaklaştırdım o hissi. Yatağın hemen kenarındaki boşluğa oturdum. Düz saçlarının alnına düşen kısmını hafifçe kaldırdım. yüzünü belli belirsiz okşadım. Güçlü omuzlarını, o kaslı kollarını dışarı bırakarak uymasını, uyumadan hemen önce beni yatağın öbür ucundan çekeleyip kolları arasına almadan uyuyamayışını ve daha nice birlikte uyuma halimizi düşündüm. İçimde bir yerde bir sızı aklıma gelen her bir anda sanki yayılıyor, sanki büyüyordu... Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre izledim artık çok uzak olan bizi.

Sorular böyle zamanlarda boğar ya en çok insanı, böyle zamanlarda cevapsız ve böyle zamanlarda acımasızdırlar ya... İşte o sorulardan bir kaçı ile boğuşurken, terlemeye başladığımı fark ettim. Her bir sorunun en az iki eli vardı ve onlarca sorunun yirmilerce elleri boğazıma yağışmış beni nefessiz bırakıyordu. O uyuyordu. Bütün olanlardan hiç de etkilenmiş gibi gözükmesine giderek sinirleniyor, sinirlendikçe nefessiz kalıyor, nefessiz kaldıkça öfkeleniyordum. içinde bulunduğum bu ev, bu oda, bu yatak beni boğuyordu ve ben kontorlü sorulara vermiş bir şekilde biraz da basireti bağlanmış bir halde onu seyretmeye devam ediyordum.

Aniden yataktan kalktım. Evet, onun yanından hızla kalkıp ( bak burası doğruydu işte) giyinme odasına gitmiş, valizlerden bir ikisini çıkartmış ve eşyalarımı özensizce toparlayıp, en acil ve kullanacak olduklarımı alıp valizleri dış kapının önüne taşımıştım. Girip duşumu almış, saçlarımı kurutmuş, makyajımı yapmış ve olağan bir günün sıradanlığında evden çıkmak üzere hazırlanmıştım.

Yatak odasına döndüğümde hala uyuduğunu fark ettim. Az önce yatağın kenarında beni boğmaya kalkan soruların üstüne oturdum ve öperek onu uyandırdım. "Harika görünüyorsun" dedi. "Biliyorum" dedim. "Bugün cumartesi değil mi, çalışıyor musun?" "Yo, hayır çalışmıyorum, seni terk ediyorum" O yataktan kalkıp giyinene kadar ben çoktan valizlerimi alıp beni bekleyen taksiye binmiştim. Arkamdan bağırdığını duyuyordum... Bu onu son görüşüm olmuştu. Neredeyse bir ay önce bugün...

Öyle dalmıştım ki geçmişe; "eee, anlat bakalım" dediğinde irkilerek şimdiye geldim,
"anlatacak bir şey yok" dedim.
"Hadi, sen kolay kolay pes etmezsin, kolay kolay havlu atmazsın, ne oldu da kapattın kendini"
"Hayat... Hayat bir yumruk attı bana, bilirsin tokatlarına alışmıştım ama bu, ama bu sefer ki tam bir yumruktu, yüreğim kanadı, düşüm patladı, sırtım yere değdi, geriye sayacak sayım kalmadı"
"Hadi bi kahve söyleyelim de başla konuşmaya"
"Dedim ya anlatacak bir şey yok, başkası varmış, bitti."
"Aman be, erkek milleti değil mi hepsi aynı bunların, valla bak, okumuşu, okumamışı, paralısı, parasızı, akılları uçkurlarında kızım bunların... Bi kurcalasam benimki kimbilir ne boklar yemiştir, görmezden geliyorum, keyfim kaçsın istemiyorum, sen arızasın valla, kurcalamışındır, hem ne var herkes bir hata yapar, affet gitsin, iki bağır çağır, bir de kapris çeşit türlü... İki güne kölen olmazsa ne olayım..."
"Kölem olsun istemedim ki hiç, ne de kölesi olayım... Ben sadece değer veriyor sanıyordum... Seviyor falan..."
"Aaa bak şimdi allahı var sever seni, valla bak, ulan adam gözlerini ayırmaz senden be, ben bizim Ahmete de derim, ulan bi kere bakamdın bana şöyle diye..."
"İşin tuhafı ne biliyor musun, ben de gözlerini ayırmaz sanırdım... Bakmaz kimselere öyle... Meğer bakarmış..."
"Yahu, diyorum ben sana bir kerelik birşeydir o, aklı çelmiştir, hem erkek dediğin azcık çapkın olur..."
"Erkek dediğin ihanet bilmez, erkek dediğin güvenilir olur, erkek dediğin düşünür, erkek dediğin sonuçlarını bilir."
"Aman, aman senin de sohbetine doyum olmuyo valla bugün..."
"Hem sen beni niye aradın ki bugün..."
"Seninki aradı, telefonlarına çıkmıyormuşsun, konuş da affetsin beni dedi, pişmanmış"
"Ve bunu kendi kapıma dayanıp söyleyemeyecek kadar korkakmış..."
"Adamı terz yüz eder bırakırdın kapıda, rezil ederdin..."
"Buna da bayılıyorum, aldatan o rezil eden ben..."
"Ya tamam işte, adam pişman, bir kerelik olmuş hem, yemin etti..."

Bir saatten fazla süren bu konuşma herhangi bir yere varmadı. "bak akşama arıyacak seni, aç olur mu telefonunu" diye tembihliye tembihliye ayrıldık Divan'ın köşesinde birbirimizden. Ethem Efendi yokuşundan ağır ağır yürüdüm minibüs caddesine, uzun uzun düşündüm... Olanları, konuştuklarımızı...

Eve geldikten kısa bir süre sonra telefonum çaldı. Açtım. "Aramaya yüzüm yoktu" dedi... "Bir daha arama zaten" dedim. "Affet beni" dedi... "Neden" dedim. "Seni seviyorum" dedi. "Seven incitmezmiş" dedim ve kapattım telefonu. Kaç saat ağladım bilmiyorum, salondaki koltukta uyandığımda sabahın ilk ışıkları camlara vuruyordu. Yorgun ve kırgın bedenimi güçlükte kaldırıp yatak odasına gittim.

SINIR ÇİZGİSİNDE BİR BİLGE KİŞİ

Sınırları vardı, her insan gibi onunda kendi sınırları. Öyle çok sevdi ki, öylesine inandı ki, bir gün; gerekli olduğuna inandığı tek bir gün, sınırlarından birini biraz öteye taşıdı. Değişmek biraz da sınırlarını aşabilmekle ilgili değil miydi? Sınırlarını aştı... Ulaştığı yeni topraklarda kendine yepyeni sınırlar çizdi, geliştiğini, büyüdüğünü ve değiştiğini düşünüyordu. Mutluydu. Ta ki, yeni sınır çizgisinin yerini de değiştirmek zorunda kalıncaya kadar. Bir an düşündü: Sınırları değiştirmek, gelişmek miydi, kendinden ödün vermek mi?

Kafası karıştı... Bilge kişiye gitti, uzun uzun olup biteni anlattı. Bilge kişi onu dikkatle dinledi. Sorular sormadı, cevaplar vermedi. Sadece dinledi. Ne kadar anlatılırsa o kadarını dinledi. Bilge kişinin yanından uzaklaşırken, aşk için dedi bazen sınırsız topraklarda dolaşmak gerek... Bunu bilge kişi falan söylememişti. Zaten bilinen bir bilge kişi falan da yoktu. Herkesin bilge kişisi; yüreği, aklı ve vicdanından oluşan bir sac ayağıydı. Biri eksik kalsa bilge kişi bilge kişi olmaktan çıkardı. Bunun altını burada çizmekte fayda var, herkesin bilge kişisi kendineydi. Mutlak bir doğru yoktu, mutlak bir sınır da... Yani herkesin kendi doğrusu vardı ve herkesin kendi sınırı...

Sınırlarını gün geçtikçe biraz daha öteye ve biraz daha öteye taşıdı. Mutluluk yerini, huzursuzluğa bıraktı, huzursuzluk mutsuzluğa... Onlarca soru cevapların beklerken, onlarca soru daha mitoz bölünme ile çoğalıyor ve onu boğmaya başlıyordu. Bütün bunların bir sonu olmalıydı, bir yerde hala korunan ve geçilemeyecek bir sınır. Telaşla etrafına bakındı; ilkelerine: Ne zaman vazgeçmişti ki bir çoğundan... Ya savundukarı: Onları da bırakmıştı geçmiş zamanın akan giden telaşında bir çitin ardında... Şimdi, hepsinin yerini garip bir sızı doldurmuştu. Vazgeçtiği her bir sınır, yerleşik bir acıya dönüşmüştü. Kuşkusuz herkesin deneyimi böyle sonuçlanmıyordu ama onunki acıtıyordu. Bir sabah, sabahın erkeninde, kalın duvarları olan, güçlü bir duvar çizdi. Bu geçilmesi kolay olmayan bir sınırdı. Sınır onu mu içeride tuttu, yoksa herşeyin dışında mı bıraktı hiç sorgulamadı. O sınıra ihtiyacı vardı. Bazı sınırlar daha fazla zorlanmamalıydı... Bazı sınırlar hiç kaldırılmamalı...  Bazı sınırlar hiç olmamalıydı...

Sınırın nerede, ne  zaman, ne için, ne kadar olacağına ise, bilge kişi karar verirdi. Bilge kişi, kısa bir bocalama sonunda kararını verdi. Sınır buraya kadardı.



____________________________________________________________

Fotoğraf/deviantART

09 Ocak 2010

BİR ZİYAFETİN KISA ÖYKÜSÜ


Kadın...
Beraber geçirdikleri nice özel gecenin sıradanlığından kurtulabilmiş çok özel bir gecenin telaşı sarmıştı kadını. Adam bir şeyleri fark etsin istemiyordu. Kadının, adamın arkasından iş çeviriyor olmasının tedirginliği seyre değerdi. Adam eve gelir gelmez duşa girmişti, kadın akşam için hazırlıklarını gizlice yapabilecek en az 20 dakika daha kazanmıştı. Siparişi akıl edip sabah uyanır uyanmaz vermişti: Deniz Çupra Izgara... Saatine baktı, herşey zamanında hazır olacaktı. Masaya o özel günlerin, o özel saten beyaz masa örtülerinden birini koydu. Üzerine, iki gümüş diktörtgen servis tabağını ve iki gümüş uzun bacaklı şamdanı da özenle yerleştirdi. Yeşil mumları koydu ve onlara uygun yeşil peçetelerden çıkarttı... Dolaptan balıkları servis edeceği uzun dikdörtgen tabakları aldı. Daha önceden yıkayıp kuruladığı küçük bahçe rokalarını tabağın sağ köşesine dizdi, onların üzerine dilimlenmiş 2 dilim domatesi ve halka halka kesilmiş kırmızı soğanları sağlı sollu ekledi... Karışık salata malzemelerini dolaptan çıkarttı, allahtan onları da önceden yıkayıp kurulayıp kaldırmıştı. Derince iki kare çanağa hazırladığı erik ekşisi soslu salataları servis etti. Saatine baktı, banyoya doğru kulak kabartı. Buzdolabını açıp, rakıyı ve buzları kontrol etti. Rakı bardaklarını çıkarttı. Hazırladığı soğuk deniz ürünleri mezesini ve peynir tabağını da dolaptan çıkarttı. Herşey ziyafet masasındaki yerini almıştı.

Eşinin banyodan çıkmasına 1-2 dakika kaldığını tahmin ederek, salonun kapısını çekti ve hemen banyoya yöneldi. Böylece onunla birlikte duş alıp fazladan bir kaç dakika daha kazanabilecekti ki, giyinip hazır olduklarında kapı çalsın ve gecenin süprizi sıcak sıcak kapıda olsun... Planının tıkır tıkır işler haline gülücükler atarak, açtı banyonun kapısını; tahmin ettiği üzere eşi hala banyodaydı.

Adam...
Sıkıntılıydı. Sabah yataktan kalktığında söylemek istemişti aslında ama kadın öyle keyifli ve güzel gözüküyordu ki cesaret edememişti. Bir gece önce, seninle konuşmak istediğim bir şeyler var demişti. Kadın da heyecanlı, ışıl ışıl gözleri ile ellerini tutmuş, yarını bekle demişti. Yarını bekle deyişindeki sesi uzun süre kulaklarında çınlayacaktı adamın. Yarını beklemekle iyi mi etmişti kötü mü bilmiyordu ama, akşama kadar geçmek bilmeyen saatlerin sıkıntısını eşinin sürekli işe bağlıyor olmasına da üzülüyordu lakin söylemek istedikleri bir türlü dilinin ucuna gelmiyordu. Geldiğinde de hep o ışıl ışıl parlayan bir çift gözün ona nasıl umutla baktığını görüyor ve vazgeçiyordu.

Adam ve Kadın...
Kadının duşa gelmesi işleri daha da zorlaştırmıştı. Adam çektiği vicdan azabı ile kıvranıyor, kadın kocasının omuzlarına yüklenen iş stresini almak için türlü çeşit oyunlar yapıyordu. Adam, kadının çıplak bedenine usul usul dokundu, şefkatle dokundu, inciltmek istemez hali saçlarını tel tel yıkarken bile belli oluyordu.

Aynı mekanın, aynı anında farklı duyguları yüklenmişlerdi yüreklerine, öyle uzaktaydılar ki birbirlerinden, birbirlerinin farkında bile değillerdi. Kadın aşık olduğu adama üzülüyordu, adam ellerinden kayıp gidecek olan kadına yalvarıyordu... İkisi de birbirini görmüyordu.

Ve Adam ve Kadın ve Gece...
Duştan çıktıklarından kadın adama dönüp gömlek giysene dedi, adam gülümsedi, pek itiraz etmezdi, neden diye sormazdı, kot pantalonun üzerine bir gömlek giydi; kadın üzerine tek parça kolları omuzlarda kalan mor bir elbise... Tam o sırada kapı çaldı... Kadın yarı ıslak saçları ile yatak odasından çıkarken adam terleyen avuçlarını kotuna sildi. Daha fazla saklayamazdı. Bu gece bunu söylemeli ve bu vicdan azabından kurtulmalıydı. Kadın balık siparişini aldı. Adam koridorda ilerlerken salonun loş ışığına, fonda çalan meyhane müziklerine ve kadının teşekkürlerle uğurladığı çocuğa takılı kaldı. Bu gece ne vardı ki, atladığı... Doğumgünleri değildi, evlilik yıl dönümü... Yok yok özel bir gün değildi. Olsa sekreteri hatırlatırdı. Sekreteri atlamış olabilir miydi? Yoksa gelen çocuk her özel günde, birlikte geçirdikleri yıl kadar gül getiren çiçekçi çocuk muydu? Cep telefonundan cevapsız çağrılara baktı ve mesajlara... Yo hayır, sekreterinden bu günü unutmamasına dair bir mesaj yoktu. Salona girdiğinde gözlerine inanamadı. Hazırlanan masaya, ortama, kadının keyfine, kendine baktı.

Ne için bütün bunlar dedi, kadın gülümseyip, bizim için dedi... Birlikte olduğumuz bütün günler için... Adam kadının ışıl ışıl umut yüklü bakışlarıyla daha fazla baş edemeyecekti, daha fazla dayanamadı.  Kadının ellerini tuttu. Adamın bakışından anlamıştı kadın, susuşundan, yutkunuşundan... Fark etmişti dile gelmeyeni, sessizce ağlamaya başladı. Önce yemeğimizi yeseydik diyebildi, içine akan yaşları gizleyerek. Adam, uzatmanın sana da bana da faydası yok diyebildi. Kadın neden bu gece dedi. Adam, günlerdir söylemek istiyordum, günlerdir uygun bir anı bekliyordum ama öyle bir an yok anladım diyebildi. Kadın vardı diyebildi, bu gece dışında her hangi bir gece çok da uygun olabilirdi. İlk defa sekreterinin gül gönderemeyeceği çok özel bir gecemiz olacaktı. Adam karısına sarıldı, affet beni dedi. Kadın gözlerini adamın gözlerine dikti ve hayır dedi. Soğuk ve donuk bir sesle hayır seni asla affetmeyeceğim, çünkü seçme şansın vardı ve sen beni incitmeyi seçtin...

Kadın masada yanan mumları söndürdü, salonun kısık ışığını olduğu gibi bıraktı ve sabah uyandığımda gitmiş ol ve yatmadan önce masadaki herşeyi çöpe at diyerek yatak odasına doğrı ilerledi. Adam masadaki herşeyi tek tek topladı. Servis tabağını kaldırdığında altında el yazısı ile yazılmış bir not vardı.

"Aşkım senden tek bir ricam var, bu geceyi sekreterine not aldırma. Bu gece; seninle benim bu aşka kattığımız değeri yansıtan bir an'ı olarak kalsın hafızalarımızda, tekrarı olmasın, düş müydü gerçek miydi hiç bilmeyelim... Bir de miniminnacık bir not: Hamileyim."




____________________________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

KAYIP HAZİNE ve SEPET ve HEDİYE


Bazı anılar vadır, hatırlamak istemeyiz, unutmak isteriz, unuttuk sanırız, kaldırdığımız sandığın kapağını öyle bir kapatırız, öyle derinlere gömeriz ki sandığı, eski zaman hazine haritalarında bir işaret bile olmaz yerleri adına... Sımsıkı bir kavanoz kapağı düşünün, hani öyle sıkıdır ki, ters çevirir, dibine vurur, hafif ısıtır ama gene de açamayız ya kapağı, işte bazı anıları öyle kavanozlara kapatırız, mümkünse içi gözükmeyen koyu camlı kavanozlara... Ama an gelir kapak açılır, bulunmaz dediğiniz hazine sandığı yürürken kumsalda ayağınıza çarpar; onlar hayal kırıklıklarımızdır... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken içimizi burkar.




Bazı anılar vardır ki, onları sepetlere kaldırırız, kapağı olmayan örgü sepetlere... Elimizin altında dursunlar isteriz. Sadece yüksek raflara kaldırırız. Ulaşılmazlık hissi ile elini uzatsan ulaşabilirsin hissi arasında bir yere. Bir tek kare gelir gözümüzün önüne ne öncesi, ne sonrası... Çıkıp gelmiştir, zamansız ve mekansızdır. Takılır kalırız. Öncesini, sonrasını bulmaya çalışırız; neden şimdi geldiğini ve ne kadar kalacağını bilmek isteriz, onlar düşlerimizdir... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken dalıp gitmemizi sağlar.




Oysa bazı anılar vardır, hafızamız hiç silmesin, bir kavanoza, sandığa ya da bir sepete konmasın isteriz... Hep gözümüzün önünde olsunlar, hatta avuçlarımızda kalsınlar zamansız; sıklıkla aklımıza gelip, yüreğimize düşsünler isteriz. Onlar gelip de kurulunca aklımıza, yüreğimizi bir sıcaklık sarar: İçimiz ısınır... Yüzümüzde anlamsız bir gülümseme oluşur; onlar mutluluklarımızdır... Onlar geçmişin birer hediyesidir, her seferinde anarken yüzümüzü gülümsetir.


________________________________________________________

1 ve 2 nolu foto google image, 3 nolu fotoğraf deviantART

SENİNLE KONUŞTUM







~ Uyuyamadım bütün gece…
~ Gene ne oldu ki?
~ Bilmem aklıma düştün gene. Sen iyi değilsin biliyorum. Biliyorum benim yapacağım bir şey yok sen istemedikçe ama elimde değil aklım kalıyor sende.
~ Sen işine baksana ne karışıyorsun bana. Ben sana karışıyor muyum? Müdahale ediyor muyum? Endişe duyuyor muyum?
~ Duymalısın belki de. Ben de iyi değilim sana söyleyemiyorum daha da kötü olma diye. Hem ne bu sinir bu öfke.
~ Karışma bana. Yaptım bir hata şimdi de cezasını çekiyorum. Hem ne var biraz yalnız kalmak istedimse. Ne var yani kimse bana ulaşamıyorsa. Ulaştı da ne oldu. Sen biliyorsun bunu en iyi. Birlikte yaşamadık mı tüm o heyecanları, üzüntüleri, kırgınlıkları, kızgınlıkları, hayal kırıklıklarını. Ben sen değilim. Unutamıyorum senin gibi bir günde.
~ Bir gün mü? Farkında mısın 2 yıl bitti. Koskoca iki yıl. Değer mi?
~ Senin verdiğin değerle benim ki bir değil diye sakın ola ki yargılama beni. Hem sen git ne istiyorsan yaşa. Engel mi oluyorum ben sana.
~ Engel değil de…
~ Ne?
~ Sen olmayınca olmuyorum. Denedim biliyorsun. Sensizken 1-2 kere denedim. Mutlu etmedi ki anlar beni. Seni istedim. Sen de ol.
~ Olamam. Benim yaram iyileşmedi. Hem ne diye dürtüp duruyorsun beni. Demedim mi ben ararım seni. Gelme üstüme. Bak tekrar diyorum. Sen git ne istiyorsan yaşa. Beni düşünme. Yalnız bırak. Ben daha iyiyim inan. Ama öyle senin istediğin gibi taşıp coşamam. Yavaş yavaş. Doktor bile dedi. Heyecanlara ve endişelere dikkat et diye. Sen bir de beni düşünüyormuşsun gibi hadi diyorsun yeni heyecanlara yeni aşklara. Oldu küçük hanım, mümkünse bir süre daha görüşmeyelim.
~ Bir dinlesen beni…
~ Dinledim de ne oldu. Teslim oldum. Kendi çıplaklığımla kalakaldım. Hem sen okudun mu bugün Aydan Atlayan Kedi’nin yazısını.
~ Okudum
~ Ne anladın?
~ Ben çorbayı hatırlıyorum…
~ Ve ben…
~ Tükürüğü.
~ İşte gördün mü? O nedenle git ve ne yaşarsan yaşa ama benimle uğraşma. Beni rahat bırak.
~ Peki ya herkes onun gibi değilse. Yani çorbayı aşkla pişiren biri varsa… Sunmak için birini bekliyorsa… Hadi inat etme. Gel benimle, sensiz olmaz biliyorsun, boşuna inat ediyorsun. Şu evrende var olmazsan nefes almak neye yarar söylesene... Sensiz yaşanmaz ki yüreğim. Sensiz olmaz ki anlasana...


_______________________________________________________________

Inconsolable © Sharon Hammond
İlk Yayın / Ocak 2009

08 Ocak 2010

ÇALAN MELODİ





Griye çalan gökyüzü
Metala çalan bir ağız tadı
Hüzne çalan bir yürek
Çıkan melodi,
İç burkan cinsten
Uzun soluklu dinlemelere imkan vermeyen

Tıka kulaklarını
Görme
Kapa gözlerni
İşitme

Sadece bak
Bak yüreğimden geçenlere
Görmesen de
Belki yüreğin anlar
Yüreğimi sebepsizce

Sevmek
Görmeden
İşitmeden
Dokunmadan

Sevmek
Çığlık çığlığa
Bugünlerde

__________________________________
Fotoğraf/deviantART

07 Ocak 2010

BİR BÜYÜKTÜR DOKUZ

Onu hiç tanımayanların bile bir çırpıda sayıvereceği özellikleri vardı...

İçtendi, yürekliydi, zevkliydi, akıllıydı, konuşkandı, sempatikti, becerikliydi, dürüsttü, çalışkandı...

Bir insanda on özellik aransa hani, dokuzu onda vardı... Aransa bir dokuz özellik daha bulunurdu ve belki başka dokuz özellik daha... Ama biri eksikti işte... Bütün onlar içinde hep bir eksik kalıyordu... O, onda dokuzdu...  Kalan bir, her seferinde bütün dokuzların toplamından büyüktü, önemliydi, değerliydi ve ne yazık onda yoktu...

O, onda dokuzdu...

Sadece onda dokuz...






Bir de içine akıttığı gözyaşları vardı ama onlar bu denklemde etkisiz elemandı...




____________________________________________________

Fotoğraf / devianART





AŞK ERMİŞİ


Yıllar önce elime geçmişti; belki de 1996-97  yılları olmalı çünkü Bursadaydım, dağ yolundaki evde oturuyordum ve karlar yağarken camın önünde o kitapla sorularıma cevaplar arıyordum... (Bu noktada şu satırlar geldi aklıma, kimin olduğunu hatırlayamadığım, benim olabilme ihtimali var mı ki; bazen eğer bir şahit de bulamazsanız kendinize hayal ve hatıra birbirine karışır. Zamanla hangisi hatıra hangisi hayal unutursunuz ki bu yaşlandığınızın elinizdeki ilk ip ucudur.) Yılını hatırlamamakla birlikte başucu kitabı yaptığımı çok iyi hatırlıyorum. Sadece kendime mi faydası oldu,  tabi ki hayır, kim gelse evime, bir rakam söyle diyordum ve başlıyordum okumaya öğretilerden birini... Tesadüf diye bir şey yoktur... Ama ne tesadüf ki, soruları olanlara cevaplar gibiydi her bir hikaye... Elimden hiç düşürmedim senelerce, kapağı yıpranan nadir kitaplarımdandı... Geçtiğimiz aylarda kitabı aradım ama yoktu evde. Hemen ofise baktım, sağa sola sordum sen mi aldın diye, ne ilginç ki, o elimden düşürmediğim kitabın adını bir türlü haıtrlayamıyordum. Sürekli insanlara o kapağı tarif ederek soruyordum kitabı... Görsel hafızam ne zaman kitabı hatırlasam beyaz sakalları ile o adamı getiriyordu gözümün önüne ve öğretilerini teker teker geçiyordum aklımdan ama kesinlikle adı gelmiyordu aklıma... Ta ki, Sevgili Sufi-Saja ekibinden Dilek bana sorumun cevabını verinceye kadar...  Aradığım kitap Aşk Ermişi Bhagwandı...

Gelin kitabın arka kapağına bir göz atalım...
Bhagwan, bireyin yaşamda yetkinleşme öğretisini, doğu düşüncesinin kaynaklarından yola çıkarak oluşturdu. Ancak kitapta, yalnızca doğu din ve düşünce kaynaklarına değil, başta Nietzsche olmak üzere, batı düşünüşünün başlıca isimlerine ve hristiyanlığa da göndermeler yapılıyor. Kitapta, koyu dindarlara olduğu kadar, militan materyalistlere de yaşamda birey olarak yer alma ve özgürleşme üstüne ilginç gelebilecek bir bakış tarzı öneriliyor.1960'larda ABD'de hızla yaygınlaşan ve Beatles'ı de etkileyen Bhagwan düşüncesi, asıl gücünü insan sevgisi ve aşktan alıyor. Kitleyle onun içindeki birey arasında bulunan belli belirsiz ama iletken zarın yaratıcı ve özgür bir bilinç/eylem diyalektiği sürecinde nasıl oluşabileceğine, kimileyin mistik, kimileyin materyalist sayılabilecek bir yaklaşımla ışık tutuyor. Aşkta seksi ve orgazmı sanatsal yaratıcılıktan daha üstün tutacak ölçüde yüceltmekle birlikte, 'tüm varoluşla birleşerek gerçekleştirilecek tanrısal orgazma' ulaşmayı mutluluğun doruğu olarak gören bir tasavvufi aşk anlayışıyla noktalıyor yapıtını...
Öyle çok öyküsünden yola çıkarak yol göstermişliğim vardır ki öğrencilerime ya da arkadaşlarıma,  hala neden ve nasıl olur da adını hatırlayamadım, ve; nasıl ve nerede bu kitabı kaybettim bilmiyorum... Bildiğim tekrar yolumuzun kesişmesi kesinlikle bir tesadüf değil... Mutlaka Evren bir şey demeye çalışıyor bana... Bakalım gelecek işaretler, yarın ve sonrasında nereye yönlendirecekler ve dilerim, görür ve doğru anlamlandırırım mesajlarımı...

YALNIZLIĞIM VOL4



Senle kendi dünyamın kapılarını daha fazla aralar oldum. Acımla yüzleşmeyi ve dönüp yalnızlığıma sarılmayı da seninle öğrendim. Freud'un “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”ni okuyorum yeniden; fal baktım ikimize… Sana tedirginlik, bana farkındalık, ikimize yanılsama çıktı falda. Zaten ondan sonra yazılmaya başlandı bu satırlar sana...

Sana hızlı bir trenden atlamak zorunda kaldın mı hiç diye sorduğumda, belki de tren sensin dedin ve ben o zamandan beri daha fazla sorar oldum kendime; sen bana içinde bulunduğum duruma dair hiç farkında olmadığım bir pencere açtın hatta bakmamı sağladın inatla.

Aslına bakarsan canım; sen yokken karşımda kolay her şey, sana seslenmek, seninle dertleşmek seni sevmek, çünkü zamanın ve mekânın; klişeleşmiş bütün durumların ötesinde yaşananlar, çünkü sadece sen varsın ve sadece ben; ikimizin oyunu bu kuralları olmayan… Şimdi korkuyorum bu oyunun bitmesinden, başlayacak olanın ne olduğunu bilmiyorum çünkü. Bilemem… Bilemezsin… Denemeden yazamayız geleceği, bir ertesi gün olduğunda geçmiş oluyor her şey… Seninle geçmişimiz; keyifli, heyecanlı, meraklı, şımartan bir geçmiş, böyle de kalmalı diye düşünmüyor değilim daha fazlasını eklemek mutluluk mu getirecek mutsuzluk mu bilmiyorum.

Ne olursa olsun canım, biz bu oyundan yenileni olmadan yenerek çıkmalıyız seninle çünkü serseri bir kadından ve deli bir adamdan daha fazlasıyız. Beklemek duygusunun bendeki yansımasını ancak ben anlatırsam bilebilirsin ve benim yüreğim dayanmazdı cumartesiyi beklemeye her telefon çaldığında ya da kapı (sanki kapıma gelme ihtimalin varmış gibi) yüreğim çıkacak gibi olacaktı. Ve her telefon çalmayışında ve kapı çalmayışında ve dakikalar saatler gibi gelmeye başlayınca gün bir türlü kavuşmayınca geceye ve gece bir türlü uzanamayınca güne, içimden çıkmayacaktı acı ve ne yazık ki bu sefer müsebbibi sen olacaktın acının; yüklemek istemedim sana böyle bir yükü, sendeki bana bile olsa… Gitmek istemem bundandı uzaklara… Ve ben her yalnız kaldığımda geleceğim sana; sen bilmeyeceksin, anlamayacaksın ve karşılık vermeyeceksin belki ama yüreğimdeki yerin bozulmayacak asla…
-----------------------------------------------------------------------------------------

 "Yalnızlığım " başlığı son kez kullanılmıştır bu satırlarda...
Yalnızlığım bir çığlıktır vol.1'de,
Kabullenmedir vol.2'de,
Aşka davettir vol.3'de,
Ve bir vedadır vol.4'te.

Bir dörtlemedir ve dörtlemenin son parçası bu güne kadar yayınlanmamıştır.
İçimden geldiği gibidir, içimdir, iç hesaplaşmayla başlayan merakın, içtenlikli sonudur.

---------------------------------------------------------------------------------------

VEDA

yanlış zamanların uzak mekanlarında paylaşılamayan bir duyguydun sen
senden başka kimsenin bilmediği öpücüklerini koydum yüreğime
ilkini bu akşam yatarken alnıma koyacağım senle huzurlu bir uyku uyuyabileyim diye
ikinsicini yarın sabah yanağıma, tekrar hayata başlama gücünü bulayım diye
ve üçüncüsünü hep yanımda taşıyacağım bir gün düşersem beni ayağa kaldırsın diye...

sevgiyle... teşekkürle…

__________________________________________________________________

Fotoğraf / deviantART




06 Ocak 2010

YALNIZLIĞIM VOL3



Şimdi ben yalnızlığı dost yaptım ya kendime… İyi halt ettim… Geldi kuruldu yüreğimin başköşesine… Almanya’dan umut gelecekmiş, bir de mutluluk var evlendi ya o ya o oturacak diyorum, bana mısın demiyor.

Bak yalnızlığım tamam anladım ben nereye sen oraya ama bu kadarı da fazla gibi geliyor bana. Ayrıca biri bu yürekte olmayı hak ediyorsa o da aşktır tamam mı? Çık git artık hayatımdan senden dost falan olmaz bana. Aşk geldi kapımı çaldı, sen varsın diye giremiyor içeri. Kim sever yalnızlığı dost edinmiş birini. Hadi gel naz etme: Alalım şu kapıdan içeri girmek isteyeni. Bak söz de verdi; gitmeyecekmiş diğerleri gibi…
_____________________________________________________________

Fotoğraf
İlk Yayın / Ocak 2009

YALNIZLIĞIM VOL2





Ey yalnızlık duy sesimi,
Karar verdim seninle dost olmaya
Korkunun ecele faydası yok
Erkeksen çık karşıma ve hatta cesaretin varsa beni bırakma...





Belki güneş bir gün ikimiz için doğar
Belki korkuları hayallerimiz boğar
O masal günü gelinceye kadar; susuyorum
Susadıkça yüzün düşer aklıma
Korkar oldum düşlemekten
Adını anarım çoğalır sesim
Konuşmaktan düşünmekten özlemekten
Kimse kimsenin herşeyi olamaz-mış
Di'li geçmişten tek yaramsın sen
Sensiz kimse mi kimsesiz miyim bilmem
Hiç bilmek istemem;
Hatta düşünemem
Gel bak bir elimde gökyüzü var hala
Ötekinde kayıp giden yıldızlar
Korkular da benim umutlar da
Beni bırakma


Feridun Düzağaç









__________________________________________

Fotoğraf
İlk Yayın / Ocak 2009

05 Ocak 2010

YALNIZLIĞIM VOL1



Yalnızlığımı büyütüyorum, bu adamla bu evde büyütebildiğim tek şey yalnızlığım. Çıkmaz bir sokaktayım. Ne geriye dönüp yeni yollar arıyorum ne de ileriye doğru adım atabiliyorum. Kafamı kaldırıp parıldayan gökyüzünü görmek bile içimden gelmiyor. Giderek yalnızlığıma alışıyorum. Bataklığım benim koca yalnızlığım…

Yazdığı her şeyi sildi. Kağıdı buruşturdu yere attı. Yerde biriken kağıtlara baktı. Ne çok şey yazmış ama beğenmemişti. Gazete ekine söz vermişti. Yalnızlık üzerine bir yazı yazacaktı. Gazetede çalışan arkadaşı çıkaracakları yeni ekte ona da bir yer ayırmak istiyordu. 200 kelimeyi aşmamak kaydı ile yalnızlık üzerine bir şeyler yazıp göndersen ne güzel olurdu diyen arkadaşına bir de ahkam kesmiş yalnızlık uzmanlık alanım, istersen roman yazarım demişti. Hislerini yazacaktı bundan kolay ne vardı. Kurgulamasına bile gerek yoktu. Neredeyse bu teklif yapılalı bir hafta oluyor ve arkadaşının ona verdiği süre doluyordu.

Kalktı kendine sıcak bir içecek hazırladı. Saate baktı. En az 2 saatim var dedi. Salona geçti sallanan koltuğuna oturdu ve kendi yalnızlığında üşüdüğünü fark etti. Ne uzun zaman olmuştu birinin kollarında ısınmayalı başka bir tenin ısısı ile ürpermeyeli. Kalktı diz üstü battaniyesini aldı omuzlarına örttü. Gazeteyi eline aldı;


“Tony Takitani yalnızlık üzerine bir film. Fakat filmin bahsettiği, lafta bir yalnızlık veya cıvık aşk şarkılarının "terkedildim" hezeyanları değil. Doğumdan başlayıp bütün bir yaşama, neredeyse alıp verilen her nefese sinen bir yalnızlık, dümdüz ve buz gibi bir tek başınalık hissi. Ichikawa'nın minimal sineması öncelikle bu bağlamda işe yarıyor. Süssüz, kendi içinde müthiş bir simetri taşıyan ve boş gibi gözükse de aslında epey dolu olan çerçeveler, filmin bahsettiği bu yalnızlık halini cisimleştiriyorlar. Işık çalışmasının verdiği sonuç ise beyazın ve mavinin açık tonlarının ağırlıkta olduğu, neredeyse Kubrick filmlerini akla getiren bir sterillik. Tüm bu görsel tercihler filmin buz gibi yalnızlık hissini daha da keskin, daha bir can acıtıcı hale sokuyorlar. Önünde her daim saygıyla eğileceğimiz Ryuichi Sakamoto'nun müzikleriyse her zamanki gibi (ve filmin görsel üslubuna uyum sağlar şekilde) minimal ve mükemmeller.”(1)


Keşke filmi görseydim dedi. Kızdı kendine daha öğrenciyken bile film festivallerini kaçırmaz özel olarak İstanbul’a, Ankara’ya festivallere giderdi. İlk gençliğini özlediğini fark etti. Yaşlanıyorum deyip gülümsedi.


“Filmin finalini açık etmeyelim ama bus tercihin arkasında da Hitchcock'un Vertigo'sunu ister istemez akla getiren bir gönderme var. Ancak Tony Takitani yüksekten değil, yalnız almaktan korkuyor. En nihayetinde yendiği fobi de bu oluyor. Esasında hepimizin yalnız olduğu, hatta yalnızlığın ömür boyu sürdüğü gerçeğiyle barışıyor. Neyse ki bu esnada fazla ağlayıp sızlanmıyor, yönetmen Ichikawa ise mesafeli bir yaklaşımla filminin düzeyini ve ciddiyetini koruyor”(1)


Kendi yalnızlığına döndü. Ne zamandır yalnızdı. Yalnız kalmak en büyük korkusuydu. Fobi bile denebilirdi. Galiba Tony Takitani gibi kabullenmeli ve yalnızlığın bir ömür boyu sürdüğü gerçeği ile barışık yaşamayı öğrenmeliydi. Hem ne demişti hayattaki tek dostu ona;


"...Yalnızlığımla savaşacağıma onu kabullenirsem durum değişir belki. Yalnızlık, ne kadar bastırmaya çalışırsak o kadar güçleniyor, ama yok sayarsak gücünü yitiriyor, bunu farkettim."

Ben yazmadım tabii ki :) Üstat Coelho'dan. Dün gece Portobello Cadısı'nı okurken rastladım.


Yalnızlığını yok saymak üstüne bir yazı yazmaya karar verdi ve aldı eline kalemi…


Yansımamı dost yaptım kendime, Narkissos’a özendiğimden değil,
yalnızlığımdan delirmeyeyim diye...



_________________________________________________
(1) http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=cts&haberno=4901
(2) http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji)
(3) Fotoğraf
(4) İlk Yayın / Ocak 2009

04 Ocak 2010

YAĞMURU ÖPMEK

sen gittiğinden beri yağmur yağıyor bu şehre
ve ben
her bir damlasını topluyorum avuçlarıma
yere düşerlerse canları yanabilir diye


sen öperins diyorsun ya
her bir öperins
severins oluyor yağmurun dilinde

belki yağmurlar bitince geri gelirsin diye
hani belki kar yolları sen gelince kapar da dönemezsin diye
dua ediyorum avuçlarım gökyüzünde

damla damla sen biriktiriyorum
damla damla aşk


 usul usul öpüyorum her bir damlada seni
usul usul seviyor, usul usul özlüyorum






un bacio in autunno - autumn kiss © renato massariol