09 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 7

Haziran 2001, Bitmek Bilmeyen Bir Gece...

Kendimi sakinleştirmek istiyordum, tabağa biraz pilav koyup salona geldim. Bir kaç mum ile aydınlanan salonda dinlenme koltuğuna uzanıp, chop sticklerle pilavımı yemek istiyordum. Aklıma sahip çıkabilsem, yiyecektim de ama sanki attığım her lokma büyüyor, soluk boruma dayanıp beni nefessiz bırakıyordu. Salonun içinde bir o yana bir bu yana dolanmaktan dönen başıma; ağrılar önce giriyor, duruyor, ben tam geçti galiba diye düşünürken bu sefer de tam tersi bir hareketle yarıya kadar geri çıkıyor ve sarsıcı bir şiddetle bir kez daha saplanıyorlardı. Başımı duvara çarpmak istiyordum. İçki dolabına yöneldim, oysa içimde acı varken, içmenin keyif vermediğini, acıyı daha da keskinleştireceğini biliyordum, sakinleşmem lazımdı. Aklımda dolanan şüpheleri, öfkeleri, geçmişin izlerini, kırgınlıkları görmezden gelip, kulak kesilmemem gerekiyordu. Ama kesiliyordum. Kendimi dinlemek istemiyordum. Kendim kendime düşman gibiydim. Kendi kendimin katili bile olabilirdim.

Saat iki gibi eve geldiğinde, Sinan alkollüydü. Ben de... Salonda karanlıkta oturmuş, camdan dışarıya sabitlediğim gözlerimle; öfkemle tutuştuğum kavgadan galip gelmeye çalışıyordum. Saatler sonra tükenen gücüme rağmen pes etmemiş, ona yenik düşmemiştim. Sinan içeri girdiğinde, buz gibiydi. Bedeni öylesine soğuktu ki, içerinin havası değişmişti. Camın kenarında oturan beni fark edince, sessizce gelip yanımda durdu, kolunu boynuma attı ve ağlamaya başladı. Öfkemle ısınan bedenim, şimdi onun buzlarını çözüyordu. Acıma duygusu ile karışık bir sevgiyle sarıldım ona. Bunu da atlacağımızı sanıyordum.

Sinan, kendine geldiğinde ilk söylediği; "çocuğumuzu aldırmış" oldu. Sarsıldım. O kadar çabalamama rağmen ısınmayan bedeninin buzlarını bir çırpıda bana yüklemeyi başarmıştı. Sessiz kaldım. "Neden bunu bana yapıyor, neden..." diye haykırarak ağladığında, ondan tiksindiğimi fark ettim. Acıma duygusu yerini inanılmaz bir mide bulantısına bırakmıştı. O konuştukça her bir kelimesi, bir buz kütlesi gibi etrafımı sarıyordu, soğuk sularda çırpınma şansı bile bulamadan batıyordum, dibe... Biraz daha dibe...

"O gece var ya, hani kongreden erken döndüğün gece, o gece Zeynep, senden bir yarım saat önce çıkmıştı evden. Ucuz atlattım diye sevinmiştim. Sen bir tuhaflık olduğunu sezmiştin.  Çok sevdiğin mumu yaktım diye öfkelenmiştin. Zeynep, geçerken uğramıştı. Beni bilirsin, içeri gelme diyemedim. Konuşup sohbet ederken, elektirikler kesildi. Mumu yaktım. Konuşuyorduk, inan nasıl oldu bilmiyorum. İnan, öyle bir niyetim yoktu. Bir anlık, bir zayıflık işte... Bir andı. Hiç bir önemi yoktu. Ama bu gece gözümün içine baka baka söyledikleri... "

Cümlelerini daha fazla dinleyemedim. Ayağa kalkıp, suratına tükürdüm. O hızla kalkıp, kafamı tutup kafası ile vurdu. Bedenimin sarsıntısı geçince, kendimi yatağa attım. Ağlayarak geldi, sarıldı. Ağladım. Git bile diyemedim. O gece çok ağladım. O gece bildiğim bütün yanlışları, öğrendiğim bütün doğrularla değiştirebilmek için ağladım.O gece uykusuz gecelerimin ne ilki ne de sonuncusuydu. O gece, ağlayarak uyanmalarımın habercisiydi. O gece, bazı kalışların ve bazı vazgeçemeyişlerin kendi hayatımdaki yansımasıydı. O gece bitmek bilmeyen uzun, lanet bir geceydi.

_____________________________________Devam Edecek...

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 6

O gece hoca gelmedi eve... Gecenin ilerleyen saatlerinde, ritmin libidodaki atımları kuvvetlendi, bedenleri alev alev yanan bir kadın ve erkeğin kaçınılmaz tensel yakınlığı; Sıla'nın kadınlığı ile Sinan'ın  erkekliğinin karşılıklı meydan okumasıydı. Sinan, Sıla'nın elinden kadehi alıp, ahşap masaya Sıla'yı dayadı. Uzun uzun öptü. Bir kadını daha önce hiç öpmediği bi açlıkla öptü. Sıla bu dünyada değildi, bildiği bütün doğruları, öğrendiği bütün yanlışlarla değiştirmeye hazırdı. Sinan Sıla'yı belinden kavrayıp, masanın üzerine doğru uzattı. Kendinden geçmiş iki bedenin, kendinden geçen seslenişleri evin bütün duvarlarında dolaştı. Sinan, öylesine kendini kaybetmişti ki... Zeynep dedi... Bir parmak şıklatması ile zaman durdu, büyü bozuldu. "Zeynep" az önce duvarları dolaşan bütün zevkleri sildi, bütün inlemeleri susturdu. "Zeynep" bütün yanlışları teker teker Sıla'nın yüzüne kustu. Sinan, öfkeyle masadan uzaklaştı. Sıla beceriksiz bir telaşla, dağılan üstünü başını toparladı. Masadan aşağıya su gibi kaydı, hemen oracıkta halının sol köşesine birikti. Daha ileriye gidecek gücü olsa giderdi de, kalmamıştı. Bedeninin bütün enerjisi, ruhun bedenden ayrılması gibi yukarıya doğru sıyrıldı.

Sessizlik; kara bir orman gibi ürkütücüydü. Gövdeleri karanlıkta büyüyen ağaçlar, gecenin yırtıcı kuşları ve derin bir korku Sıla'nın üstüne üstüne geliyordu. Nefes almak Sıla için giderek zorlaştırıyordu. Sıla küçüldü, Sıla büzüştü. Bedenine verdiği sessiz ama ısrarcı komutlarla ayağa kalkmayı başardı, Sinan balkonda sigara üstüne sigara yakıyordu. Hiç sesini çıkartmadan salondan ayrılan Sıla, çatı katına çıkan merdivenlere geldiğinde, Sinan kapıyı kapatıp gitti. Sıla o gece ve sonraki geceler uyuyamayacağını biliyordu. Gözlerini kapadı, Sinan'ın onu sardığını düşündü. Kendinden bile korumak istercesine sımsıkı sardığını. Kendi düşüne inanmak istedi... Kendi düşüne inanıp, uykuya daldı. Sıla bütün gece kasıklarını tutarak uykusunda ağladı.


___________________________________________Devam Edecek...
 Fotoğraf / devianART

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 5

1999, Kaş Dönüşü, İlk Karşılaşma

Kaş'tan döndüklerinden beri Sinan'la karşılaşmamışlardı, ne o geceyi, ne sonraki dönüş yolcuğunu da konuşmamışlardı. Sıla, günlerce etkisinden kurtulamadığı için sürekli o masalsı geceyi ve dönüş yolundaki kahreden suskunluğu düşünüyordu. Ne olmuştu, pişman mıydı? Ya hoca fark ettiyse olup biteni, lanet olsun ki bir de o konu vardı.

Hoca o akşam Sıla'dan eve gelmesini istedi, çıkartacakları kitabın üzerinde çalışmak için fazla zaman ayıramıyorlardı, o nedenle haftasonu için de bir program yapmayarak, 2-3 günlük kıyafet ve laptopu alıp Hoca'ya geçiçi ikamet için yola koyuldu. Ihlamur Kasrı'ndan, iskeleye kadar yürüdü. 7-8 Hasanpaşa'dan atıştırmalık bir şeyler alıp, Beşiktaş pazarnın balıkçılarında göz banyosu yaptı. Akşama balık almayı düşündüyse de vazgeçti.

Oldum olası, kıyılar arasında küçük tekneleri tercih ederdi. Açık kısmına oturup, bir sigara tellendirmek en büyük zevktir herhalde diye düşünür, sigara içmediği için bunu sadece hayal ederdi. Açık kısma oturup, esen rüzgarın yüzüne verdiği esenliğin sonuna kadar keyfini sürerken onu görenler sigarasını az önce söndürdüğünü bile düşünebilirdi. Üsküdar'a inince, bir taksiye atladı, böylece Çengelköy manavlarından ve köşedeki simitçi fırınından bir kaç şey alabilecekti..

Eve vardığında onu karşılayan Ayşe oldu, hoca henüz gelmemişti. Ayşe kapıyı açar açmaz, Sinan Bey burada demese, donup kalmayacaktı kapıda. Bir an tereddüt etse de, Sinan'ın kapıya kadar gelip "ooooo küçük hanım, tüm ışıltınız ve güzelliğinizle bu berbat akşam üzerinin güneşi oldunuz adeta" nidalarıyla karşılayıp, nazikçe elini öptüğünde, bütün endişelerinden arınmış bir yeni yetmeye dönüşüvermişti yine. Nefret ederdi bu hallerinden, eli ayağına dolanır, sakar bir çocuk gibi taş üstünde taş bırakmazdı. Annanesinin kıçıyla dağları devirir benim ceylan gözlüm diye sevmelerinden sonra, koca popolu olacağı korkusunu yıllarca yenememesi de ayrı bir vaka analizi olurdu mutlaka.

Ayşe giderken, Sıla'ya bir şeyler der gibi bakınca, Sıla onu bahçeye kadar uğurladı. Ayşe, "Hoca telefon etti, geçikecekmiş. Dolapta yemek var. Çarşaflarınızı değiştirdim. Dün Sinan Bey burada kaldığı için... Bilmem bu gece de kalır mı?

Sıla, teşekkür edip uğurlarken, Ayşe'nin tedirginliğine bir anlam veremedi. Meraklı haline gülümseyip üzerinde düşünmeden bahçe katından üst kata yöneldi ve o anda neredeyse siteyi ayağa kaldıracak bir ses kulaklarını patlatıp geçti. Sinan'ın seçtiği müzik, en sevdiklerinden di, Hoca'nın plaklarına dokunma hakkı olan Sinan belli ki geceyi keyiflendirecekti.



Yukarı çıktığında Sinan onu kapıda karşıladı ve elini tutarak bir döndürme hareketi ile müziğin ritminde onunla birlikte salona kadar salındı. Sıla, gülümsüyordu, bir çocuğun en sevdiği oyuncağa kavuştuğu o andaki çoşkusu ile gülümsüyordu. Sinan grubun Paris'te verdiği son konseri anlatıyor, adeta kendinden geçmiş haline Sıla'yı da ortak etmek istiyordu. Zarif bir hareketle Sıla'yı geriye doğru yatırdı ve yüzüne doğru eğildi. Dudağını dudağına kadar getirip, gözlerinin içine aktı... Ve Sıla'yı kendi etrafından döndürerek elini bıraktı. Mutfağın salona açılan geniş kapısından içeri giren Sıla, yemek için seçenekleri sayarken, Sinan peynir tabağı ve atıştırmalık abur cubur istediğini söyleyerek bir şarap açtı.
Gece güzel olacaktı.


_________________________________________ Devam Edecek...
Buenos Vista Social Club
Görsel / Kaynağı Bilinmiyor

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 4

Haziran 1999, Kaş



Kasım Hoca: Zeynep gelmeyecek mi?
Sinan: Bu haftasonu Santa Fe'de olacakmış.
Sıla: Bayılıyorum şu kadına. Ne iş yapıyor demiştin...
Sinan: Yaratıcı Yönetmen...
Kasım Hoca: İç geçireceğine, seneye Güney Amerika'da kongre bul da ona katılalım bizde...

Dolu dolu kahkasını atması ile ayağa kalkması bir oluyor hocanın, teknenin hazır olduğunu bildiren kaptanın sesi ile hepsi toparlanıyor. Sinan geldiğinden beri ilk defa dalışa giderlerken, Hocanın ısrarı ile ekibe dahil olan Sıla, tekneyle açılmanın keyfini kaçırmıyor. O dalmasa da bol bol yüzüp, güneşin bedenini ısıtmasına izin veriyor.

Akşam üzeri, güneşin renklerini harmanlayıp sohbete, biralarını yudumlayıp keyiflerini çoğaltırken, Sinan'ın telefonu çalıyor. Yüzünde mutluluk yerine bir gerginlik, önce telefonun Zeynep'ten olduğunu anlamıyorlar. Bir süre sonra Sinan'ın sesi diğer müşterileri rahatsız edecek kadar yükseliyor. Sonra aniden susuyor. Yutkunuyor. "Sen bilirsin Zeynep" bir kaya gibi otelin havuzuna düşüyor. Her yan ıslanıyor, herkes üzerinde ne varsa kendini onunla korumaya çalışıp, kafalarını devekuşu misali gömüyor. Masaya döndüğünde, ne hoca ne Sıla ne de Sinan bir çift laf ediyor. Biralarından bir kaç yudum adıktan sonra, Sinan; "abi ben kalkayım, sizin de keyfinizi kaçırdım" deyip kalkıyor. Sıla, Sinan'ı ilk defa pes etmiş görüyor; bir arenanın orta yerinde, az önce açık pelerini ile gücüne güç katan matador, yere sinmiş, etrafta koşuşturan palyaçolar tarafından kurtarılmayı bekliyor. Aldığı darbelerle acısını belli etmese de giderken ardından kan damlıyor. Hoca, "yemeğe in diyor, rakı balık sensiz olmaz." O gece Sinan ne yemeğe ne de yemek sonrası Mehtaplı Geceler eğlencelerine katııyor.

Sıla, sürekli arkası dönük olan kapıya bıraksa da gözlerini, Sinan o gece uzunca bir süre gözükmüyor. Sıla, gidip yanına uzanmak istiyor. Öylece sessizce, yüreğini Sinan'ın yüreğinin yanına koyup bir uykuya daldığını hayal ediyor. Fasıl grubunun çalgıcıları gırtlak nameleri ile şarkıları dillendiriyor, o şarkıya hem hocasının hem de kendinin eşlik edişine tebessüm edip, feleğe küskünlüklerine kadeh kaldırışlarını görmezden gelip, yüklendikleri duyguları kendi içlerine gömüyorlar.





Hoca; "Aşkı, dermanı olmayan derde dönüştüren tüm yüreksizlere" diye bağırınca, ses buluyor sesi, "küsme be hoca, felek değil ki suçlusu, biziz..."

Sinan kocaman bakışlarını alıp yanına, oturuyor Sıla'nın karşısına. O gece içkiler su olup akıyor, her bir yürek suyu taşmaya hazırlanan barajlar gibi kapaklarını açıyor. Kadehe eklenen her buz, yürekten bir sızıyı döküyor, masa örtüsü yeniden dantel dantel işleniyor her bir gözyaşında. Masa tığ işi sızıyla örülmüş; göz nuru her bir iplik, her bir düğüm bir yürek emeği.

Hoca'nın ısrarı ile Sıla sazcılardan izin isteyip, çıplak ses bir şarkı söylüyor, Kaş susuyor, Meis ağlıyor...




_____________________________________________________________
Fotoğraf / İnternet
İlk şarkı Yeni Rakı Fasıl - Serap Kuzey - Ben Küskünüm Feleğe


08 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 3

Sıla o akşam eve geldiğinde Sinan evde yoktu. Mutfağa girip akşam yemeği için bir şeyler hazırlamak istedi, dolabı isteksizce açtı. Sinan'ı arasaydı da dışarıda mı yeselerdi diye düşündü. Aklına, Sinan'a ulaşamadığı geldi. Hem zaten uygun olsa, Sinan beni çoktan arardı diye düşündü. Dışarı çıkmaya da enerjisi yoktu. Soğuk tüm enerjisini emmişti. Bilekleri hala ağrıyordu. Dolabı kapadı. Tezgahta, ahşap yuvarlak bir tabakta duran portakala takıldı gözü, turuncusu içini ısıtır gibi oldu ama yetmedi o kadar çok üşümüştü ki, eline aldı yemek istercesine, bıraktı. Marketten aldığı amasya elmaların; yeşiline, kırmızısına, beyazına takıldı. Hareketleri yavaştı. Tezgahta duran, içerisinde taze fındık, badem ve kabak çekirdeği olan yeşil silikon kapaklı beyaz porselen saklama kabına uzandı. Kapağını özenle açtı ve içinden birer ikişer seçerek, avucuna doldurdukları ile salona geçti. Bir tane badem yere düştü. Eğilip almak istedi, vazgeçti. Ayağı ile itmeyi ananesinin "ağlar sonrası" aklına geldiği için yapmak istemedi. Bir badem bile olsa, bugünlerde kimseyi ağlatmak istemediğini fark etti.

Sinan'ın telefonu cevap vermiyordu. Çekim uzamış olmalıydı. Salonda televizyon ünitesinin üzerinde bulunan dört adet tea light mumu yaktı, yeşil olanından bir elma kokusu salonu sardı.  Gelinciklerin olduğu kırmızı ağırlıklı tablonun olduğu duvara bir kaç tablo daha almak gerek diye düşündü. Dinlenme koltuğuna uzanmak üzereydi ki, masanın üzerinde bir kağıt fark etti. Gidip almaya üşendi. İçinde tarifsiz bir sıkıntı giderek büyüyor, büyüyor, büyüyordu. Koltuğa uzanmaktan vazgeçip televizyonun karşısındaki büyükçe, oturduğunda içine gömüldüğü koltuğa geçip, bir iki yastığı kendine destek yaparak yığıldı bir süre... İsteksizliği, sıkıntısı ile birleşiyordu da hangisi hangisini körüklüyordu bilmiyordu. Koltuğun hemen yan tarafında duran kalınca, yeşilli beyazlı  mumlara baktı. Beyaz olan yarılanmıştı. Aklı, bir kongre sonrası eve gelişindeki tatsız kavgayı ve yatak odasındaki yarım beyaz mumu yüreğine getirdi.  O zaman içinde kopan bağ, zangır zangır titredi, yıkılmak üzere olan ip köprünün, tahtalarının tek tek aşağıdaki ırmağa düşerken çıkarttığı sesler içinde yankılandı. Göğsünün daralmasını, sıkışmasını bir mengeneye benzetti. Sıktıkça sıktı... Gıcırdadıkca gıcırdadı. Sağ eliyle sol yanını tuttu. Daha önce aldığı yarayı kaşıdı. Yarası kanadı. Yarasının kanamasını durduracak bir şarkı bulmak üzere kalkıp, dvd çaların play tuşuna bastırdı. Sanki yüreğine bastırır gibi bastırdı. Sanki kanamayacakmış artık gibi bastırdı. Kendi canını acıttığını fark edinceye kadar bastırdı.


Kalkıp mutfağa gitti. Dolabı açtı, soğuğu yüzüne çarptı. Gözlerini kocaman açtı. Daha fazla üşümek istemiyordu. Sebze raflarında beyaz lahanayı gördü. Kendi uğdurduğu lahanalı pilavdan yapmaya karar verdi. Hem hafif oluyordu hem de çin yemeklerini andırdığı için lezzeti hoşuna gidiyordu. Hep dikkatini birşeylere verirse, onu bir kemirgen gibi kemirmekten vazgeçmeyen korkusunu kovmaya başarabilirdi. Sinan ne zaman telefonunu kapasa aynı mengenede kendini sıkışmış bulurdu. Mengeneden kurtulmanın tek yolu, mengenenin varlığından uzaklaşmaktı.

Bir soğanın acısını uzun uzun kesti ve azıcık zeytin yağında bir çay kaşığı esmer şeker ile kavrulmaya bıraktı, çıkan sese kulak kabarttı, kendi yürek kavrukluğunun kızgın ateşe bırakılmış soğanlar gibi karalar bağladını düşündü. Soğanın kesilen bütün acıları, birleşip, intikam almak istercesine gözünü yaktı. Gözünden gelen yaşa bahane bulmak kolaydı. Soğanı ekeni suçladı. "Böyle de osurulmaz ki..." Kahkahalarla güldü... Çocukluğundan beri acı soğanla osuruğun nasıl bir ilişkisi olduğunu bilmezdi. Ama her soğan gözünü yaktığında benzer bir cümleyi yüksek sesle söylerdi. Lahanaları küçük küçük doğrayıp içine atarken soğanların sadece pembeleştiğine sevindi. Birarada biraz kavurduktan sonra hardal, köri ve tavuk suyu ile hazırladığı sosu üzerine boca etti. Çıkan buharla, gözündeki bir iki damla yaşı kapadı. Küçük su bardağı ile ölçülendirdiği yasmin pirinçleri atıp, eksik kalan suyu tamamladı ve mum alevinden kısık bir ateşte 20 dakika pişirmeye bıraktı.

Salona döndüğünde masanın üzerindeki kağıda gözü takıldı, unutmuştu. Masaya doğru yaklaştı, el yazısı ile bırakılan notu eline alır almaz, arabadan inip kapıyı kapatırken nasıl elektirik çarpıyorsa işte öyle bir elektirik elinden girip yüreğine kadar ulaştı. Eline alıp, okudu... Hızla... Okudu...  Yavaş yavaş... Kelimeler büyüyerek gözüne giriyordu, oradan izledikleri yol nasıl olup da yüreği buluyorsa, nasıl bir bıçak saplanıyorsa, yüreği de benzer bir yolu izleyip yarası ile karşılaşıyordu, yarasını kanatıyordu. Karşılıklı bir düelloya tutuşmuş aşk ve kırgınlık, bilmem kaçıncı savaşını yapmak üzere yürek denen o koca meydana çıkmıştı. Yaşanan her an, meydanda saf tutmuş, bağırıyordu.  Yara alan her aşkta olduğu gibi, ölümüne değilse kazanmak ya da kaybetmek diye bir şey yoktu. Kırgınlık da, aşk da girdikleri düellodan berabere çıkıyorsa, yüreğe atılıyordu derin bir kesik daha.

Not kağıdını elinde buruşturdu... Elini öyle bir yumruk yaptı ki, sanırsın bir daha açılmayacaktı. Kendi sesinden ürkene kadar bağırdı... Kendi sesi, duvara çarpıp, suratına yumruk gibi vuruncaya kadar bağırdı. Sesi kısılıp da kendi sesini bile duymaz oluncaya kadar bağırdı.

"Zeynep'in batsın... Zeynep'in BATSINNNNNN..."



_______________________________________________________Devam Edecek...
Müzik / Ayo - Help is coming...

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 2

Paltomu alıp binayı terk ederken, camda asılı kalan gözlerini yüreğine koyduğunu fark ediyorum. Karda uzun uzun yürümeye karar veriyorum. Her yanım ıslanıyor, üşüyorum. Bazı vazgeçişleri ve bazı kalışları anlamıyorum. Camdan belli belirsiz duyulan şarkıyı biliyorum, bu şarkıyı her seferinde onun için, elinde kadehle dinlediğini biliyorum. Onun bu arabesk hallerine şaşırsam da, evine gitmek istemeyişini anlıyorum.

Söz ettiği kadını tanıyorum; gerek hocanın asistanı oluşumdan gerekse uzun sohbet gecelerinden zamanla arkadaşlığa dönüşen tanışıklığımızda, hoca ile paylaştığımızdan fazlasını paylaşıyoruz zaman içinde onunla. Kadın olma ve kadının kadını anlama hallerinden belki, daha çok sır var paylaşılan ve gömülen aramızda. Neredeyse benden 20 yaş büyük ve hocayla da arasında 2-3 yaş var ya da yok. Hoca ile tanıştıklarında, diğer bir anabilim dalında asistan o. Hiç evlenmemiş. İstemiş ama ilk ve tek aşkı da yarım kalmış. Biri kısmetimi bağladı diyor kahkahalar atarak, geriye inanacak bir şey kalmadığını vurguluyor kahkahaları anlıyorum.

Dilimin ucunda şarkıyı mırıldanırken, düşünüyorum:






Kadının bir gün önce, "neden onunla denemiyorsun" dediğimdeki "çünkü boğuyor beni"sine takılıyorum. Kendine güvensiz her sevdalının karşısındakini boğduğunu fark ediyorum. Yüreğinde yaraları kapanmamış bir insanın severken, karşısındakini hırpaladığını fark ediyorum. "Peki sen neden ona güvenmesi için bir şans tanımıyorsun, neden o adamı hayatından çıkartıp, onun sana güvenmesini sağlamıyorsun" dediğimde, yüzü değişiyor, gözlerini bu sefer pencereye asılı bırakan o oluyor. "Ben onu hayatımdan çıkartmak istemiyorum ki. Gün içinde aramasını, sormasını, sesini duymayı seviyorum, hayatımda kalsın istiyorum. İnan artık aşık değilim ben ona ama seviyorum. Ama o bunu anlamıyor, benim üzerimde bir baskı kurarak, onunla arkadaşlığıma laf ederek, sürekli üzerime geliyor. Sanki ben aşıkmışım hala gibi, değilimi anlamıyor". Karşımda o anda, 15 yaşında gözü yaşlı bir kız çocuğunun aldığı ilk aşk yarasından geriye kalan halleri resmediliyor. İçim ona ardı ardına sorular soruyor; en çok "sen acıtılsaydın bu şekilde belki sen de benzer bir davranışı sergilerdin, bilemezkin ki" demek istiyorum ama susuyorum, anlamaya çalışarak dinlemeye devam ediyorum. Sesinin yükselmesinden fark ediyorum ki; onun da baş edebildiği bir durum değil bu. "Biliyorsun değil mi, kendi mutluluğun için birinden vazgeçmen gerek." diyorum. "O beni boğuyor" diyor. O zaman anlıyorum. Kendi davranış biçiminin yol açtığı bu durumun faturasını sadece ona kesiyor. O faturanın bedeli öyle ağır ki, ne faturayı kesen, ne de faturayı ödeyecek olan bu yükü kaldıramıyor. "Belki de onu yeterince sevmiyorsun" diyorum. "Vazgeçeçek kadar değil, evet" diyor.  Sinan'ın sözleri aklıma geliyor,



 - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.-

O konuşmaları hatırladıkça, adımlarım hızlanıyor, yağan kara karışan öfkem giderek katlanıyor. Kafam karışıyor, aklım almıyor. Bu; ne yardan ne serden vazgeçemeyişlere benim yüreğim katlanmıyor. Bencilce bir durumu ortaya koyma hali gibi geliyor, ben buyum arkadaş seversen ya böyle seversin ya da kapı orada halleri benim sevgi anlayışımla bağdaşmıyor.  Öfkem yağan kara karışıp, giderek sulu sepken bir hal alıyor. Ağlamaklı halim beni çileden çıkartıyor. Öfkemi bastırabilmek için, ayağımın altındaki beton ile aramda kalan kara daha sert, daha sert, daha sert basıyorum öyle ki, ayaklarım bileklerinden itibaren ağrıyor.

Arabama biner binmez beni sakinleştirecek radyo istasyonunu açıyorum. Nisan'da katılmayı planladığımız, Cape May Jazz Festival'i hayal ederek, müziğin ritmine kendimi kaptırıyorum. Yol boyu, sevmek biçimleri, halleri, yaraları üzerine düşünüyorum. Dışarıda kar yağıyor, ben üşüyorum.




__________________________________________________________Devam Edecek...
Dil ucunda mırıldanılan şarkı / Gücüm Yetene Kadar

FIRTINA ÖNCESİ / DÜĞÜM 1

Ocak 2001, 3 yıl sonra...

Doçentlik yemeğinden beri hocama uğramamıştım. Neredeyse, 10 gün olmuştu. Bu bizim için uzun bir süreydi. O akşamüstü; ofise uğradım. Camın hemen önündeki küçük yuvarlak masaya oturmuş hem konuşuyor hem de yağan karı seyrediyorduk.  Sinan'ı sordu, yaklaşık bir yıldır aynı evde yaşıyorduk, herşeyin yolunda gidiyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirip, çok yakışıyorsunuz, çok deyip duruyordu. Gözlerine baktım, ulaşılmaz karlı tepeler gibi soğuktu, ulaşılmaz karlı tepeleri aydınlatan ışık hüzmeleri sanki yok olmuştu. Bir sis perdesi, olanca lacivertliği ile insanı hapseden ve kolay kolay insanın kendine gelmesine engel olan o gözlerini kaplamıştı. Yine oradaydı, yine o çıkamadığı labirentte bir yana bir bu yana, kapana kısılmış bir fare çaresizliğinde, sonunda pes etmiş ve bir köşeye sinmişti. O köşe; aslında ne zaman daralsa, ne zaman bir nefeslik canı kalsa sığındığı limanıydı.

Kasım Hoca, yıllar öncesinin o gizemli telefon konuşmasını, bir gece Sinan'ın da olduğu bir ortamda uzun uzadığa anlatmış, hem benim, hem Sinan'ın ağzını bir karış açık bırakmıştı.


"Bir gün onun makalesi üzerinde çalışıyorduk. O adam geldi. Ben o zaman evliydim. Onu öyle çok seviyordum ki, boşanana kadar onunla ilgili hislerimi söylememeye ve onu incitmemeye karar vermiştim. Boşanma davası sürüyordu. O gün öğle yemeğine beraber gittik. O zaman fark ettim ki, adamın ilgisi var, bizimki de yeni yetmelerin flörtöz pozlarıyla saçını bir omuzdan bir omuza atıyor. O adam onunla ilgilenirken ve ben henüz boşanmaışken ve üstelik, eski eşimin ne seninle nesensiz tavrı nedeniyle boşanmamnın ne zaman sonuçlanacağı belli değilken,  seven gözlerimin daha fazla acımaması ve yüreğimin az önce alev alan benzin misali bedenimi de sarmaması için bir bahane uydurup, kalktım masadan. Günler sonra, bir akşam yemeği programını ve heyecanlarını bana anlattırken, elimde tutamayacağım bir sevdanın, gitmesine göz yumdum. Zaten başka ne yapabilirdim ki... Günlerce tek kelime konuşmadım kimseyle, adeta yaşama küsmüştüm. O zaman fark ettim, ben aslında aşıktım. Ya da ben adına aşk diyorum. Aylar sonra adamın evli olduğu çıktı ortaya. Ağlayarak bana geldi. Saatlerce teselli ettim. Omzuma koydu başını, eğer ten denirse, değmişti işte... İlk defa saçının kokusunu o zaman duydum. İçime öyle bir çektim ki... Şimdi bile duyarım... (Gözlerinin dalışından, susuşundan anlaşılıyordu, o anda orada o kokuyu duyuyordu, sessizce bekledim.) Günlerce kendine gelemedi. Günlerce ağladı. O adama çok aşık olmuştu. O adamı çok sevmişti. O adama çok inanmıştı. Yanından hiç ayrılmadım. Boşanma davası sonuçlanır sonuçlanmaz onu ne kadar sevdiğimi söyledim. Şaşırdı hlaliyle... Dona kaldı. Yüzüme baktı. Gözlerimin içine... Menekşe gözleri içimi yaktı. Ben de seni seviyorum ama senin gibi değil dedi. Keşke demeseydi... Keşke demeseydim..."


Sinan'la o gece üzerine bir daha hiç konuşmadık. Dağlar kadar güçlü adamın, okyanuslar kadar sonsuz hüznünde boğulmayı göze alamadık.


O gece o camın önünde, yine benzer bir okyanusa açmıştı yelkenlerini,  yalnızlık gücünü iyiden iyiye tüketmişti, karşılığı olamayacak bir sevdaya düşüşten kurtulamayışına bir yanı öfkeliydi, öfkesi derin maviliklerde yelken alırken kabaran denizler gibiydi. Ve sevdası, ne olursa olsun onu karaya ulaştıracak dümeniydi. Bırakmıyordu... Bırakmayacaktı. Gücü iyiden iyiye zayıflamıştı. Neredeyse ayık gezdiği gün sayısı kalmamıştı. Öğrenciler şikayetçi bile olmuşlardı. Hocama baktıkça, bir sevdanın bir insanı bitirişindeki diş izlerini görüyordum, kemirilen sadece yüreği değildi üztelik.  Biz sevdaları çoğaltan olarak bellememiş miydik? 


İşten çıkıp servise doğru yürüyen kalabalığın içinde onu gördük; hoca, gözleri ile bir süre takip etti sevdalısını, ta ki gözden kayboluncaya dek. Üzgündü. Alışa geldik bir tartışmaya teslim etmişlerdi herşeyi. Ama çekip gidemiyordu işte. Duruyordu. Durdukça küçülüyordu. "Sen bilir misin" dedi "karşındaki seni hor görürken sevmeyi, bilir misin ne çok acıtır." "Neden gitmiyorsun" dedim, "gidemem" dedi, "gidersem yaşamın bir anlamı kalmaz. 64 yaşındayım. Beni hayata bağlayanın o olduğunu fark ettim. Yaşamak için elimdeki tek neden o. Bilmediğim denizlere açılacak kadar güçlü değil ki artık gövdem ilk rüzgarda alabora olur devrilirim." Titriyordu. Sanırsın dışarının lapa lapa karları üzerine üzerine yağıyordu. 

O bildik suların bildik fırtınalarını daha önce nasıl atlattıysa öyle atlatacaktı bundan sonrakileri de, çünkü bu denizi; rengini, kokusunu, rüzgarını, öfkesini, sığ yerlerini, derinlerini avucunun içi gibi biliyordu. Ya da bildiğini sanıyordu.

17 yıllık evliliğini bitirmişti ama bir kez bile elini tutmadığı bir kadına hayır diyemiyordu. Bunu anlamakta güçlük çekiyordum. Bitirip, arkadasını dönüp gidemiyordu. Yeniden başlayamıyordu. Takılmış bir plak gibi sürekli, "Emek verdim" diyordu, sorum hep aynıydı; "Karına emek vermemiş miydin?", "o başka" diyordu. Onun akademiadaki gücünü, saygınlığını ve başarılarını düşününce, içinde bulunduğu bu kısır döngüye bir anlam veremiyordum. Ama sonra gözümün önüne, sağ eliyle sol yanını tutuşu geliyordu. Susuyordum, bir damla gözyaşımın içime akmasına engel olamıyordum.

Hocama baktım, uçsuz bucaksız ovalara bakar gibi, uzun uzun baktım. Anlamaya çalışarak, anladığımı sanarak baktım. O da bakıyordu. Belli ki o da anlamaya çalışarak, anladığını sanarak bakıyordu. Kadın gözden kaybolduktan sonra bile gözleri pencerede takılı kaldı. Boşlukta sallanıyordu. Birden bire düğmesine basılmış bir plak gibi, kaygılı, titrek ve sızan bir sesle konuşmaya başladı:

"Ne garip düşünsene, o da ben de aşığız ve yanyanayız ama birlikte değiliz. Düşününce komik geliyor."

"Bildiğimden beri komik gelmiyor bana" diyebildim. "O, adamdan hiç vazgeçmedi biliyor musun?  dediğinde, "Biliyorum" diyemedim. Çok istedim ama diyemedim. Ben birşey demeyince o devam etti. "Ben de ondan... Defalarca giderim dedim ama bir kere bile gidemedim. Artık gitmeyeceğimi biliyor, o yüzden bunu yapıyor bana, ya da belki de o gidemeyeceği için benim gitmemi bekliyor."

"Böyle yaşanmaz ki" diyorum. "Artık onsuz yaşayamam ki" diyor. Gözleri; soğuktan sıcağa girildiğinde buğulanan gözlük camları gibi oluyor, artık ona dair hiç bir şey görülmüyor, o artık hiç bir şey görmüyor.

Binanın ışıkları tek tek kapanırken, "Bir biz kaldık" diyorum, "sen git" diyor. Eve gitmeyecek misiniz diyorum, "ev içinde bir nefes daha olunca anlamlıdır" diyor. Oysa ben o evi ne çok severim... Hele de o çatı katını. Dudaklarıma doğru inmek üzere olan o sıcak gülümsememe engel oluyorum. Ben eşyalarımı toplarken, o dolabından bir vokta çıkartıyor. "Gece soğuk ve uzun" diyor gülümseyerek. "Gece soğuk ve uzun" diyorum gülümsemesine karşılık vererek. "Okunacak makaleler de azaldı" diyor, "Sizin için diyorum, benim yolum daha çok uzun"


___________________________________________________Devam Edecek...
Fotoğraf / devianART

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 4

Sinan; bir yıla sayısız uçak yolculuğu ve kent sığdırabilen bir dergi fotoğrafçısı olarak boşanma sürecini ve sonrasını kolayca atlatmak için İngiltere'ye yerleşmiş ve bir süre çalışmalarına orada devam etmişti. Sosyal Antropoloji okurken para kazanmak için başladığı amatör fotoğraf tutkusunu mesleğe dönüştürmesinde en büyük destek ilk eşinin reklam sektöründe çalışıyor olması olsa da, avantajını doğru değerlendirerek, alanının ilk akla gelen isimlerinden olmayı başarmışdı. Sancılı ayrılık sürecinde önce işleri boşlayıp, ardından da kapıyı vurup İngiltere'ye gitmesi, dedikoduyu seven magazin basını için bol malzeme yaratsa da yerleştiği Sandhurst Kasabasında kendi deyimi ile hayata başka bir pencereden bakarken, Türkiye'de olanlar umurunda bile değildi. Kasım Hoca ile arkadaşlıkları sitenin Geleneksel Av Hayvanları ve Şarap Partisindeki muhalif tavırları ile başlamış, ikisinin de dalma tutkusu ile güçlenmiş ve Sinan'ın boşanma sürecinde abi kardeş ilişkine dönüşmüştü. Sinan, Kasım Hocaya inanılmaz bir saygı duyar, Kasım Hoca da onun mesleğindeki başarılarından övgüyle söz ederdi.


Sinan, yaklaşık iki yıl yaşadığı İngiltere'den döner dönmez Gümüşlük'te bir butik otel açtığında Hocası Sıla'ya gitmeleri konusunda ısrarcı davranmış ama hayat denk gelmemişti. Zaten bir yıl sonra da Sinan; İstanbul'a olan özlemi ağır basınca otelin devrini yapıp; yarım bıraktığı yerden yeniden başlamak üzere acılarını gömdüğü o eve dönmüştü.

Kasım Hoca, daha o sabah "biliyor musun bizim Sinan dayanamamış dönmüş... Ben sana demedim mi gidelim diye.. Bak ayağımıza geelen fırsatı kaçırdık" diyerek sitem etmişti... Kızdığında hep aynı cümleyi kurardı "hıh, bir de genç olacaksın, ben sana diyorum kariyer de bir yere kadar, yaşa, hayatına bak. Yaş alıp gidiyor başını..., bir yanını eksik bırakmyacaksın, hele de bu sol yanınsa..." Bu sol yanı meselesi hep kısık, titrek ve ürkek bir sesle çıkardı Hocanın ağzından... Kasım Hoca, ne zaman derin bir sessizliğe gömülse, sağ eliyle sol yanını tutardı, elinde en sevdiği oyuncağını sıkı sıkı tutan çocuğun gözlerindeki endişe gelir kurulurdu bakışlarına. Sıla her seferinde, içine bir damla yaşın akmasını anlamazdı.



__________________________________Devam Edecek...

07 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 3

“ - İnsanları rahatsız eden olup biten değil, olup biten hakkında inandıklarıdır.- Epikuros'un bir sözüdür, duyduğum ilk gün kazıdım aklımın duvarlarına. Epikuros felsefesinin temelini, yiyelim içelim, çünkü yarın öleceğize dayandırsa da ve her insan ömründe en az bir kez bu sınıra dayansa da, temel sorusu  -Bu benim şu anki keyfime katkıda mı bulunacak yoksa keyfimi azaltacak mı- olan bir felsefeyi baş tacı etmem mümkün değil... "

Mutfağa yeni bir şarap açmak üzere giden Sıla, Sinan'dan etkilendiğini fark etti. Hassasiyetlerden konuşurken ve eşi ile yaşadığı ayrılığın sancılarını aktarırken nasıl olup da dönüp dolaşıp felsefeye dayandırmıştı konuyu. O gece Sinan'ının gelişi, çok şeyi değiştirecekti; Sıla yüreğinin atışlarında bile hissediyordu değişimin ılık nefesini.

Sinan az önce kapıyı sinirle çarpıp gelmiş olmanın etkisi ve henüz yatışmamış öfkesinin verdiği enerji ile söze devam etti:  "Biz insanlar olan bitenle değil, olup bitene yüklediğimiz anlam üzerinden düşünürüz. Şöyle düşün, sen kendi hassasiyetinden bir konuya yaklaşıyorsun, karşındaki bir davranışı öylesine içinden geldiği gibi yapıyor, herhangi bir art niyet falan yok, yapıyor işte. Ama sen, kendi yüklediğin anlam üzerinden, durumu değerlendirip, bir de faturayı kesiyorsun. Sonra hem fatura kestiğine yanıyor hem de o faturayı ödemedi diye karşındakini suçluyorsun." 

Sinan'ın ilk başta ukala gelen tavrına giderek ısınan Sıla bütün geceyi, Sinan'ı dinleyerek geçirdi. Bir düş ülkesinden çıkıp gelen prens gibiydi Sinan. Hocasıyla tartışmaları, hayat üzerine kurdukları felsefi cümleler ve ta hayatın içinden küfürlerle atılan kahkahalar o geceyi bir masal gecesine çevirmişti.

Sinan evden ayrılırken, kalan yarım şişe şarabı yanına aldı; Kasım Hoca kapıyı kapattıktan sonra dolu dolu bir kahkaha ile salona döndü: Eşoğlu eşek herif benim keyif şarabına köpek öldüren muamelesi yapacak iyi mi?

Sıla, "Bazen, köpek öldüren de pek ala bir keyif olabilir" diyerek, evin çatı katında bulunan konuk odasına doğru yöneldi. Kasım Hoca'nın çalışma odası ile yatak odasının hemen yanından yukarı çıkılan döner dar merdivenden yukarı çıkarken, Hoca'sının "alem heriftir bizim Sinan" deyişine sessizce gülümsedi.

Sıla yatağa uzandığında, Sinan'ı düşündü. Sinan'a aşık olabilirdi. Ses tonu kulaklarından gitmedi. Hele kahkahkahaları, nasıl da yakışıyordu gözlerine. Gözlerini kapadı, yüzü yüzündeydi; gülümsedi. Sıla Sinan'dan çok etkilenmişti, fakat muhtemelen Sinan, Sıla'nın sıkıcı biri olduğunu düşünmüştü. Ne de olsa bütün gece söyleyebildiği kelimelerle ancak  kesik kesik cümleler kurabilmişti. Aradaki, 'hımmları', 'aaaları' ve de 'gerçekten mileri' de sayarsak galiba hepi topu 20 cümle kurmuştu. Bir ara, Sinan'ın Hocaya, sen elma demek için armudu olumsuzluyorsun, olmuyor hoca dedikten sonra, onu destekleyen gülüşüne bir anlam yüklediyse ne ala, yok eğer ona da bir anlam yükleyemediyse bir kez daha karşılaşsalar bile Sinan asla hatırlamazdı onu.

O gece, Sinan'a kapadı Sıla gözlerini.

_____________________________________ Devam Edecek...

06 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 2

Yağmurlu günlerden birinde; Sıla ve hocası, hocanın evindeki çalışma odasında, kalın, ahşaptan 12 kişilik bir masanın üzerine yayılmış; yılın en önemli uluslararası kongresinde sunacakları makaleye ilişkin litaratürü tarıyorken, telefon çaldı. Telefonu açmak konusunda tereddüt eden Kasım Hoca, Sıla'ya baktı. Sıla nedense odadan çıkması gerektiği hissine kapıldı. Yaklaşık 12 yıldır birlikte çalıştığı hocasını hiç bu kadar tedirgin görmemişti. Kasım Hoca'nın sesi koridordan bile duyuluyordu; gergindi, mutsuzdu ve endişeliydi... Konuşmanın sonlarına doğru duyulur duyulmaz bir sesle "sevmiştim"i duyan Sıla bunun bir gönül işi olduğundan emin oldu. Hocasının bir sevgilisi, kız arkadaşı, aşığı... Nesiydi sahi ve niye bilmiyordu ki bunca zamandır? Eşinden boşandığını biliyordu, hiç görüşmediklerini de, hiç çocukları olmadığını da... Sadece limonlu dondurma yediğini, filtre kahvesiz güne başlamadığını, zeytinyağlı yemeklerden kerevizi, çorbalardan kremalı mantarı sevdiğini biliyordu da, bir kadından bahsedildiğini ya da daha önce konuşulduğunu hiç hatırlamıyordu. Mutfakta meyva tabağı hazırlarken, hafızasını zorladı... Bu bilgiye zemin oluşturabilecek herhangi bir tanıklığı da olmamıştı. Okul yıllarına uzanınca akıl, yüreğini harekete geçirdi. Nasıl da aşık olmuştu hocasına, onun o hayatı dolu dolu yaşamışlığına, birikimlerine, saygınlığına... Ne çok hayal etmişki kendisini, bir kongrenin bitiş kokteyline beraber gidişlerinde hocasının kolundaydı ve herkesin ona hayranlıkla ve kıskançlıkla bakışlarına tebessüm edişini ne çok çalışmıştı aynada... Hocasının sesi ile irkildi.

Çalışma odasına döndüğünde artık 60larına merdiven dayamış olan adamın yorgun yüzü ile karşılaştı. Koltuğa uzanmış, yere kadar olan camından Tarabya sırtlarına uzanan ufka bakıyordu, güneş batışının o muhteşemliğine her seferinde hayran olduğunu söyledi, fısıldar gibi... Sıla biliyorum hocam dedi, ilk kez denk geldiğimde günlerce etkisinden çıkamamıştım. Kasım Hoca, bu günlük yeter Sıla dedi, çalışmaya ara verelim, akşama kal istersen, Ayşe yemek için bir şeyler ayarlamıştır, beraber yeriz, tabi eğer programın yoksa.


Ayşe evin kadını gibiydi... Kasım Hoca eşinden boşandığından beri haftaarası 3 gün gelir; evi çekip çevirir, alışveriş yapar bir de yemek pişrirdi. Sıla'yı da pek severdi. Genç kızlığında evin hanımı bulmuştu Ayşe'yi. Boşandıklarında, öksüz çocuk gibi ortada kalacağını düşünmüş özellikle de Kasım Hoca'nın eşi, aile dostları Frencesco ile evlenip, Livorno'ya yerleşince... Ama  öyle olmamıştı: Kasım Hoca Ayşe'ye sahip çıkmış, düğününü yapmış, eşine üniversitede iş bulmuş ve böylece kendi yalnızlığına aile kılmıştı Ayşe'nin ailesini...


Salondaki şöminenin karşısına kurulan Sıla ve Kasım Hoca, bir yandan Ayşe'nin harika şeftalili tavuğunu yerken, her zaman ki gibi iş konuşuyor, akademianın dedikodusunu yapıyor ve çok eğleniyorlardı ve tabi bunda 2000 rekoltesi Chianti Classico Riserva'larını yudumluyor olmalarının payı büyüktü.

Kapının alacaklı gibi çalınmasından duydukları şaşkınlığı üzerlerinden atınca, kapıya koşan Sıla oldu. Kapıyı açması ile donup kalması da bir olmuştu... Kasım Hoca'nın kimmişine ses veren, Sinan'dı.

_________________________________ Devam Edecek...

05 Şubat 2010

FIRTINA ÖNCESİ / SERİM 1






“...ancak unutulmamalı ki,
sorgu odasında çok kalan her ilişki eninde sonunda “suç”u kabullenir.”


Haşmet Babaoğlu
 
 
 
Hayat akıp gidiyordu, biri diğerine o soruyu sormasa olduğu gibi akıp gidecekti de zaten. Ama o soru soruldu, kimin ne zaman, neden ve hangi akla hizmet sorduğunun bir önemi yoktu. Uzun zamandır yaşanan sessizliği ille de bir şeye benzsetmek gerekiyorsa, fırtına öncesi gibiydi diyebiliriz. Şimdi o güne, sorunun sorulduğu ve cevabının beklenmediği o güne, o sabahın körüne dönelim... Okuyucunun aklını bulandırmak değil niyet ama hatırlarsanız; sabahın köründe ürkütücü karanlıktan bahsederdi bu kadın kahraman:
 
Neydik sahi biz? Düş gecelerinin, düş anlarında sevişen, düş-engellileri miydik seninle? Engelli, bir şey eksikse söylenir ya insana, ama her engellide fazladan bir şey vardır olmayanın yerine. Bizde ten yoktu biliyorduk ama can da mı yoktu be sevgili… Bendeki engel onur, sendeki yürek miydi ya da…  
İşte yine o kadın kahramanımızlayız, aslında öykünün tam da burasında bir isim vermek gerek kendisine, Sıla... Evet, Sıla... Yaşananlara ve oradan bakıldığında çizilecek bir resme en çok sıla yakışacak gibi. Bir de Hasret var aslında ama... Sıla... Hasret... Sıla... Hasret... Evet, evet Sıla; hafızamın raflarına kaldırdığım anlara daha çok yakıştı... Bir süre ayrı kaldığı bir yere veya yakınlarına kavuşma hali diye tanımlanıyorsa Sıla; benim öykümde; bir süre ayrı kaldığı aşka kavuşma diye yer bulacak ve tam da arzuladığım hali anlatacak.

Son sevişmemizden bu yana, sabah kör, karanlık ürkütücü… Bende fazladan bir pişmanlık, sende rakı masasına bir meze… Kaldı, kalacak… Ne ürkütücü…

Bir öykünün en sancılı yeridir, kahraman(ı)ları yaratmak; eğer kahramanınızın profilini çıkartmaz ve olası yaşanmışlıklarının çerçevesini çizmezseniz, ipin ucu kaçar gibi gelir bana. Ben de ipin ucu kaçmasın diye; Sıla'yı resmedeceğim size, yani aslında kendime... Sıla, 25'lerinde; okuldan mezun olalı ve hayata karışalı belki 3, bilemedin 4 zaman geçmiş henüz. Alımlı, sevimli ama huysuz, aşka inanıyor bir de evleneceği adamla ölmeye... Okuma yazması olmayan bir anne ile köyde bakkal olan bir babanın ortanca kızı. Üniversite mezunu dayı oğlu tutmasa elinden ve okutmasa liseyi; üniversite ve şehir sadece bir düş olurdu ama o azmiyle ve biraz da şansın yardımıyla gerçek kılmış düşlerini. Çocukken ne bulsa okuyan çocuklardan o, okuldaki kitaplarının tamamını okuyan tek çocuk hatta. Meraklı ve  başarılı bir öğrenci olarak kısa sürede hocalarının yıldızı olmayı başaran,  nerede ne bulsa akıl defterine notlar alan bir genç kız Sıla: Okulda kalması konusunda ısrar eden hocasının asistanlık teklifini hiç düşünmeden kabul eder. Ne de olsa, zorlu bir akademik hayatın, şehirle ve şehirli olma haliyle tek bağı olacağının farkındadır. Okul hayatı boyunca tek bir sevgilisi olmuştur. Onunla da ayrıl barış, iniş çıkış, adı konamayan bir sevgililik yaşamıştır. En azından o adamın sayesinde, kadın ve ilişkiye bakışındaki ürkekliği üzerinden atmış ve büyümüştür. Zaten önünde uzayıp giden zorlu yokuşun o kadar başındadır ki, yeni bir ilişkiye başlayacak ne enerjisi, ne vakti ne de isteği vardır. Ama tahmin edileceği üzere; taki o adamla tanışana dek.

_______________________________________________________ Devam Edecek...

Fotoğraf / 1x.com

04 Şubat 2010

AŞK

Sevgilim sabahın erkenini seviyor,
ben geceyi ve esmerliğini onun,
o dorukları seviyor, korkuyor bundan
ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı,
ona bir yeşil gülümsüyor,
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl,
diyorum, seni de öyle.
O kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun,
esmerliğin gecemde, öyle kal.
Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla diyorsun,
yağmur bir yalıyor yüzümü, bir duruyor.
Sabahları eğilip yüzüme öpüşün geçiyor bir,
bir duruyor aklım.

Su ve rüzgar, dağ ve doruk, sonsuz hepsi,
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir bir,
çıplağın çıplağımda.

Rüzgarın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.

                           Birkan Keskin


_________________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

AZICIK SEVGİ

Gece geç vakit döndüğüm yemek sonrası, kapıyı açmak üzereydim ki, karşı komşunun kapı tıkırtısını duydum. Bu paket size gelmiş deyip uzattı. Şaşırdım, alalade bir paket kağıdına sarılmış, dikdörtgen bir kutuydu. Üzerinde sadece el ile yazılmış adım vardı. Evren'e... Teşekkür edip aldım ve eve girdim. Akşam için kafamdaki planı gerçekleştirmek üzere, önce gidip üstümü başımı değiştirdim. Düşük belli bir eşofman altı ve gri yarım kollu bir tişört giydim. Ev sıcaktı, dışarıdaki havayı dikkate alıp, ısıyı düşürmemiştim.  Ellerimi yıkayıp, aynadaki gülümseyen bene bir öpücük verdim. Bu gece her zamankinden güzeldim.

Mutfağa geçerken, hemen kapı girişinde durmakta olan pakete gözüm takılsa da, henüz açmaya niyetli değildim. Mutfağa girdim, önce malzemeleri çıkarttım: Küçük boy, mümkün olan incelikte, turuncusu göz alan iki havuç, orta büyüklükte kabuğu ince ve kokusu göz yaşartmayan soğan, yeşili iç ısıtan tadı mayhoş görüntüsü hoş bir elma,  kokusu insanı kendinden alan, kabuğu ince bir portakal, antalyada dalından az önce koparılmış dişleri gıcırdatmayan bir limon ve iki kişiye yetecek  bir kereviz, sapları daha sonra çorbalara katılmak üzere kesilmiş...

Müziksiz iş yapamadığımdan, hemen salona geçip kendi ritmimi buldum.

Yemeğimin tüm hazırlığını bitirince, kendimi salondaki kanepeye atıp, elime kumandayı aldım. Televizyon seyretmekten vazgeçip, köşe koltuğuma kuruldum. Biraz bloglarda dolanıp, keyfime keyif kattım. Yabancı bloglardan birinde gördüğüm bir fotoğrafa fena halde takıldım, kendimi ılık sulara bıraktım.

Yemeğimin piştiğini haber veren saatimin çalmasıyla bir düşten uyandım. Mutfağı saran muhteşem kokuyla yarın geceki mezuniyet davetimde harikalar yaratacağımı anladım. Altını kapatıp, düşüme kaldığım yerden devam etmek üzere, tekrar koltuğuma koştum. Gözlerimi yummak üzereydim ki, kutuyu açmak için ne bekliyorsun dedim kendime.  Kendim, evet ne bekliyorum ki deyince,  fazla heyecanlanmama izin vermeden, salondan çıktım.

Paketi elime aldım; heyecanlandım: Ya ondansa diye mi, yoksa ya ondan değilse diye mi bilemedim. Köşe koltuğa gidip, paketi yavaşça açtım.


İçinde bir kart, ve bir çikolata vardı: En sevdiğimdi; Lindt Petits Desserts Mouesse au Chocolat hem de Dark... Gülümsedim... Sımsıcak bir duygunun, çilolatanın damağa yapıştırılıp emildiğinde insanın bütün duyularına seslendiği gibi bütün hücrelerime seslenmesine izin verdim. Canlandım... Kış uykusuna yatmaya hazırlanan yüreğim uyandı. Gülümsemem bütün yüzümü kapladı. Gözlerimin içine kadar yayıldı. Hüzne kapılmış, ağlamaklı gözlerimde bir ışıltı, gecemi aydınlattı. Bir koşmak isteği, bir koşmak isteği ki; beni benden aldı. İçim koştu. Ona kocaman sarıldı. Azıcık sevdi, çokça öptü, bolca kokusunu içine çekti. Çok özledim biliyor musun dedi. İçim yaptı bütün bunları ben köşe koltuğumda oturmuş, gülümsüyordum. Kocaman sımsıcak, sevgi yüklenmiş bir gülümsemeyle dışarıda yağan kara baktım. Düş gibiydi...


Kartın üzerinde yazan 'Azıcık Sevgi' ile çoktan çözülmüş olan buzlarımın eriyen hallerine gözyaşlarımı karıştırdım. Onları avuçlarımda toplayıp, hemen yanıbaşımdaki ortancalara ulaştırdım; filizlenmiş hallerine gülümseyip, kartın içini açtım.

"Biliom üzüom seni bazen, ama inan anladığın şeyler değil hallerim, ben öleyim işte; duygularımın samimiyetine güvenim fazla belkim. O an yüreğimden geçen zengin onu ben biliomda karşıdaki bilmio belkim o anda, ben bunu bilemiyom bazen, sonra farkediom, ama çare olmuo bu"

Aslında oluyor deyip, gülümsememin yüreğime kadar yayılmasının keyfini çıkarttım. O gece alnıma konan öpücüğün değerini, her zamankinden fazla bildim. O gece, hiç uyanmadım. Sabah uyandığımda, dışarının soğuğu yüreğime yetmedi, hala öyle sıcak öyle sımsıcaktı işte...


___________________________________________________________
(*) Azıcık Sevgi / Küçük Bir Aşk Hikayesi
(**) Dany Brillant / Histoire dun amour
(***) Yemek tarifi için Cafe Fernando

03 Şubat 2010

ŞARAP OLSA DA İÇSEK


Use me...




Önce bahardı
Bir dağ evinde güneş batarken;
 Kurbağa seslerine eşlik ederek şarap içmek vardı

Sonra kar yağdı
Bir dağ evinde kar yağarken;
Şöminede yanan odun çıtırtılarına eşlik ederek şarap içmek vardı


______________________________________________________
Fotoğraflar / Colombiada  bir kasabadan

YİNE Mİ BE YÜREK YİNE Mİ


Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... 
 ...


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.


Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.


Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile... Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri... Demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."


Aylar öncesiydi, bu yazıyı yazmaya sebep hallerimin üzerinden geçeli çok olmuştu. Bir cümle, onca zamandır içimde saklı olan yaranın kabuğunu kopartmıştı. Aylardan Mayıstı. Üzerinden geçen onca aydan sonra kanamaz sandığım yüreğim, kanadı. Günler sonra, bir cümle, çıkıp geldi uzun zamandır saklandığı belli yerinden, taa yürekten. Çok şeydi, yüreğime sarılıp sarsıla sarsıla ağladım. Şimdi yine ve yeniden o uykusuz gecelerdeyim; dilimin ucunda benzer bir cümle, kurmaya korkuyorum, sessizce içime ağlıyorum...

Yine mi kandın sözlere, yine mi dağlandın
Yine mi yıprandın, yine mi korunmadın
Yine mi yürek, yine mi aldandın...




____________________________________________________________________
Görsel / Pino

AH ETME NE OLUR

BİLMEM

Yağmura karışan bir AH sesi
Yürek kabartınca
İçten olduğu belli
Bilmem sızladı sadece
Belki kırıldı ortadan
Ama ses çok netti
Kısa
AH
Yürekten geldi
Yüreğe gitti mi

Bu satırları karalamışım vakti zamanında, ah bir sızının sesidir aslında, ama bir de ah etmek hali vardır... Büyükler ne derler bilirsiniz, ah döner dolaşır gene seni bulur. Ama yürek bu; elde değil, ah diyorsa, sen sustuğunda avaz avaz bağırıyorsa, o zaman ne yapacağız hiç düşündünüz mü? Yani ah etmiyor, sadece ah diyor.. Sadece ah...

Sen burada duruyorum dedin
Ben birkaç adım geldim
Ben burada dururum dedin
Ben birkaç adım gittim
Gitmek ve gelmek uzaklıkla ilgili değildi
Bütün mesele ödün verebilmekti
Şimdi herşey dengelendi
2 adım ileri gitmiştim
2 adım geri geldim
Şimdi ben burada duruyorum
Peki sen bir kaç adım gelebilecek misin?

Yaşam; sen bir adım at ben sana koşarım üzerine kuruluysa bir yürek için, işi zor. İlk başta adımı atan da, koşan da, sonunda kaçan da hep kendisi oluyor.

Dün akşam bir süper modelin yaşamı üzerine bir belgesel biyografi seyrederken, onca güzelliğine rağmen aldatılışını anlatırken ki hüznüne takıldım. 20 yaşında aşık olup evlendiği adam için yaşadığı kenti, ailesini, herşeyi bırakıp eşinin peşine gitmiş o konser senin bu konser benim dolanmış bir şehirden başka bir şehre. Sonra bir gün, konserin olduğu kasabaya gitmemeyi tercih edip şehirdeki lüks otelde kalmış, çünkü ertesi gün eşi tekrar o şehre dönecekmiş. Gece eşini yalnız bıraktığı için huzursuzlanıp, bir taksi ile onca yolu göze alıp, bir süpriz yapmak üzere yola çıkmış ve asıl süprizle oraya vardığında karşılaşmış. Eşi, giyinme odasında dansçı kızlardan biriyle sevişiyormuş. O anda orayı terk edip, boşanma davası açmış. Ben asıl sonrasında kurduğu cümle ile uğraştım bütün gece:

Bütün erkekler aynıdır, yüreğinizi teslim ederseniz, ihanetleri kesindir?
Çünkü ilişkiler, güç dengesidir.

Gece uyku ile uyanıklık arasında dolanırken düşündüm.
Yüreği teslim etmeden sevmek mümkün mü?
Peki pratikte ki sonu hep aynı ise, yani ihanet kesinse, o zaman bir ilişkiye yüreği teslim etmemek mi gerekir? Yüreksiz bir sevgi...  Mümkün değilmiş gibi...

_____________________________________________________
Fotoğraf / deviantART

KUMAR


Candan Erçetin - Vakit Varken

Kazananı ya da kaybedeni yoktu
Havaya demir bir kuruşu atıp beklediler
Ya yazı gelecek ya tura dedi adam
Bekleyip göreceğiz
Kalleş bir rüzgar esti
Kuruş rüzgara teslim olup uçtu gitti

Kadın ya yazı gelseydi dedi
Adam sonucu değiştirmezdi dedi
Kadın o zaman kuruşun bir önemi olmadığını bildi
Üzüldü
Kumar kötü şeydi


_____________________________________________

02 Şubat 2010

KARAR



haydi birini seç dedim
kararsız kaldı
hem pembe kır çiçeklerini
hem de mor sümbülleri severdi
mor sümbüller
bendim
pembe kır çiçekleri
o
gözlerini kapadı
sımsıkı sımsıkı kapadı
seçmesem dedi
yok öyle hem karnım doysun hem pastam tam kalsın dedim
gözlerini sımsıkı sımsıkı kapadı
kararsızdı
ben asla pembe kır çiçeklerinden vazgeçmem dedi
cümlesi bittiğinde
mor sümbüllerimi alıp yola koyuldum
ben senden vazgeçerim dememiştim ki dedi
ben sadece pembe kır çiçeklerinden asla vazgeçmem demiştim diye yineledi

ben mi yanlış anlamıştım
birinden vazgeçmem demek diğerinden vazgeçerim demek değil miydi?

___________________________________________________________________

AKLINA GELMEYEN









En acısı neydi biliyor musun? Kal bile demedi...
Belki git diyememiştir, hiç düşündün mü?


Bir sohbetin ortaya yerindeyiz, nasılsın diye soruyor, iyiyim diyorum; galiba...
Ne oldu ki diyor, anlatıyorum olanı biteni, yüreğime değenleri...
Ben uzun bir sessizlikten sonra, sorumu soruyorum o beni başka bir soru ile yanıtlıyor.
Ayrılıyoruz caddenin duraklarından birinde, o karşıya geçip kendi yönünce ilerliyor.
Ben kalalalıyorum.
Hiç aklıma gelmeyenle başbaşa, yürüyorum.
Yol uzun, söylenen çok.
Tüm söylenenler içinde, ben daha çok bir iddaaya takılıyorum.
Sana söyleyeceğim ve son olacak...
Kendimi düşünüyorum da, hiç büyük iddaalarım olmadı benim.
Sadece sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...
Oysa sen öyle miydin; sen sonsun, senden sonra gözüm görmez, kulağım işitmez, yaşamak bile boş ve anlamsız derdin. Bilirdim, son olmadığımı, gözünün benden sonra da göreceğini ve yaşayacağını dolu dolu. Öyle de oldu, ben daha yaralarımı saramadan, evleneceğin haberi geldi, hemen akabinde bir çocuğunun olduğu.
Ben senin gibi iddaalarla sevemedim seni.
Ama sevdim, çok sevdim.
Öylesine içten ve samimiyetle...

___________________________________________
Fotoğraf / Neslihan Öncel

01 Şubat 2010

ZAMAN GEÇERKEN DENİZ BİN DEFA TAŞAR

Yolculuk nasıl geçti diyorum, önce iyi diyor, sonra bana Bay E'den bahsediyor... Uzun uzun dalıyor gözleri... 15 yıllık evliliğin ardından 24 saat bile sürmeyecek bir ayrılığın içine sığdırılan 7 telefon konuşmasının yürek arasına sıkıştırılmış kelimelerini koyuyor masanın üstüne. Şeffatle dokunup her birine, ilk çıktıkları ağızdan nasıl çıktılarsa aynen öyle söyleyebilmek için çaba harcıyor, gözlerinde bir damla yaşa dur diyemiyor.  Bayan N, güzel kadın; ellesinde, kızıl saçları, 175cmlik boyu, ince ve biçimli bedeni ile bir çok erkeğin düşünü kurmaktan alıkoyamayacağı biri, hala... Ama o birinin düşü değil gerçeği olabilmek istiyor. Ne doktorlar, ne avukatlar istemiş hikayelerinin tek düzeliğinde yitip gitmiş koca bir hayat tek başına. O aşık olmak istiyor ve bir o kadar da sevilmek. O anlatırken düşünüyorum, aşık olmak ve sevmek, bir arada ne kadar zor bulunur iki hazinedir. Ve ayrı ayrıyken bile ne çok değerlidir.

Bir arkadaşımın, yıllar önce, aşık olduğu adamdan vazgeçip çok sevdiği adam ile evlenme hikayesi geliyor aklıma. Sürmezdi derkenki sesinin soğukluğunda bugün bile titrerim hatırladıkça. Aşk doğası gereği mi kısa, yoksa biz öyledir diye mi kısa kesiyoruz.

Oysa sevmek öyle mi, hiç sevmeyi kısacık zaman dilimlerine sığdıran birini tanıdınız mı, sevmek uzun solukludur; emeğin yoğun, beklentinin rafine hali midir sevmek gerçekten. Seven değer bilir demişti bir dostum, değer bilir... Değer nedir ki? Kimin değeri daha fazladır. Hayatımda olsun dediğinin mi, hayatımdaydı dediğinin mi yoksa hayatında hali hazırda var olanın mı? Hepsinin değeri farklıdır kuşkusuz ve her bir değer bir diğeri ile ölçülemez pahadadır ama hayat öyle midir? Yaşayıp giderken, bilir miyiz, bize değer verenin değerini... Yoksa herşey; geçmiş di'li zamanlara ait birer anı mıdır dost dertleşmelerinin o buram buram anason kokan masalarında?

Zaman akıp gidiyor, kahveler içiliyor, fallar bakılıyor. Bayan N, gözleri yaşlı, kendine ait olmayan ve olamayacak bir adamın yasını tutuyor. Bir cümlesi öyle içime işliyor ki, bana yüreğimi alıp kalkmak kalıyor:

İnsan en çok aşkı yaşayamadığına üzülüyor biliyor musun...
Sevilmenin nasıl bir duygu olduğunu hiç bilememiş olduğuna...

Akşam eve dönerken, arabanın direksiyonunda dalıp gidiyorum kendi geçmişime. Anılar, anılara doğru yol alırken usul usul, bir Sezen şarkısı dolanıyor dilime ki; bazı albümleri kendi kişisel tarihimin en yaralı zamanına denk gelmiştir. Sezen şarkılarını kaç yol boyu dinledim, kaç gece bağır bağır söyledim hatırlamıyorum ama bugün o odadan ayrılırken; nasıl bir duygu olduğunu biliyor oluşuma (hali hazırda yaşadığım da düşünülürse) gülümediğimi biliyorum.

40lı yaşlarına merdiven dayamış bir kadın olarak yaşanmışlıklarıma selama duruyor ve bağıra bağıra  Sezen'e eşlik ediyorum:
 
Her ayrılık bir vurgun değmeyin yaşlarıma,
Benden selam söyleyin bütün aşklarıma...


Çiçeklerim dökülür her mevsim
Sonra yeniden açar
Ümidimin boynu bükülür
Sonra deniz bin defa taşar
Bin defa taşar









_________________________________________________
Fotoğraf  / Geometry of Wawes by ~ValentinaDorogan

ÇİVİ

Herşey zaten yeterince zordu, bir çiviye daha gerek yoktu.




Sen nerden bileceksin ki peteği ayılardan korumayı
Sen kaç bahar yaşadın ki dağların başında yıkık dökük bir külübede tek başına
                    Onlarca arı vızıltısıyla...

Geceleri soğuk olur dağın başı, üşürsün...
Sıcak toprakların düşünü de kursan, kurabilsen yani üşümekten vakit bulup
                 O bile ısıtmaz seni, bilmezsin...

Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                      Yalnızlığına


Bir taşın ağırlığınca sallanır yürekte bir sızı
Ayı da olsa, canın yanar çiviler böğrüne battığında

Sen insansın, görevin de arının peteğinde bal yapmasını sağlamak
Bir çivi çakarsın, bir çivi daha
                                     Yalnızlığına

Oturup canını yaktığın ayılar için, için için ağlarsın.
                                                                     Kendini insan sanırsın.


_________________________________________________________________