30 Nisan 2010

VAR


SİZE ANLATACAKLARIM VAR
Yabani meyve gibiyim
Mevsimim geldi mi
Tadıma varılmaz benim
Şimdi izninizle
Yolculuğa hazırlanıyor yüreğim
Anlatacaklarım var
Dönüşümü bekleyin

***




SANA İSE FISILDAYACAKLARIM
Bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Ben çalmadan açacaksın kapını
İçmekte olduğun kahvenin dumanı tütüyor olacak masanın üzerinde
Oturacağız karşılıklı pencerenin yanındaki ahşap masaya
 üzerinde yazdan kalma tek bir kurutulmuş ortanca
Bir kahve uzatacaksın bana nasıl içtiğimi sormadan
Avuçlarında ısıttığın sevda yorgunu yüreğimi geri verirken bana
Öpeceksin dudaklarımdan bir teşekkür etmeye fırsat bile tanımadan
Sahilin rüzgarı getirirken dalgaların nemini yüzümüze
Gözünün gözümü sevdiği o anda, uzanıp masaya sonsuzu koyacaksın(*)


O nedenle bir yolculuğa hazırlanıyor yüreğim bugünlerde
Yatağımın yanında hazır bavullarım her an sana gelmeye

Az kaldı bekle...


_________________________________________________________________

(*) Dize Edip Cansever'in Masa da Masaymış Ha! adlı şiirinden esinlenmedir...


27 Nisan 2010

Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim

İşten planlamadığım bir şekilde erken çıkınca, biraz mutlu, biraz çoşkulu, biraz da hevesle eve geldim... Henüz soyunup dökünmeden telefona sarılıp, erken geldiğimin haberini vereyim istedim ama bu karşı tarafın pek de ilgisini çekmedi. Ben de geceyi (yine ve alışık olduğum gibi) yalnız geçireceğimi fark edince, mumları yakıp açtım bir müzik ve başladım gazetelerde dolanmaya... (Gazetelerde dolanıyorum, çünkü uzun bir zamandır bir gazetenin okuru değilim ve gazetemi arıyorum.)

Haşmet'i okurken, eski sevgilisi olan Ayşe'yi fark ettim, aynı gazetede yazarlarmış da haberim bile yokmuş... (Bu arada fark ettiniz değil mi, kadının eski sevgili olduğu bilgisine sahibim ki yanılıyor da olabilirim ama köşesi olduğundan bihaberim...) Bakayım bakalım ne tür yazılar yazıyor ki derken, İclal'ın bir yazısına düzdüğü metiye ile İclal'e yol aldım... Yazılara, merak edip bakınırsanız, geçtiğimiz aylarda olmuş bütün olaylar ve tabi olaya Tuna da dahil ama, onun köşesine gidecek mecalim kalmadığından bir solukluk oturuverdim bulduğum bir taşa. (Sonradan anladığım kadarı ile zaten Tuna'nın köşe değiştirmesine sebep de o yazıymış.)

Manzaram şahane... "Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim" üzerinden, bir sahil kasabasında, gün batımı seyrediyorum adeta... (Bu arada itiraf etmeliyim ki, şu köşe yazarı olma meselesi bana yanlış öğretilmiş vakti zamanında, bloglarda dolaşırken köşelere saf tutması gereken; güncele, hayata, siyasete, kadına, erkeğe, duyguya, çocuğa, yaşamaya dair onlarca güzel ifadelerle donatılmış yazıları ile, özelini bile dile getirirken tarzını ve tavrını koruyan blog yazarları var, hemen akla geliveren ve iki elin parmaklarının yetersiz kaldığı. Ha, onlar kalemini satar mı bilemem...) 

Konu sapmadan keçilerin toprak yollarına ben döneyim konuma; bugün yazıya başlamama sebep başlık buradan alındı... Yazdıran ise şu yazıymış. O yazının yazılmasına sebeplerden biri ise; “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesi imiş... İclal'in yazısını okurken, anlıyorsunuz; cümleye değil düzülen onca kelime... Özel hisssetme ve onun üzerinden yaşanmış olan hayal kırıklığına... Kadınları, adamlardan ayıran da bu olsa gerek diye düşünmeyen var mı? Kadınlar, kelimelere anlam yükler, bazen haddinden fazla... Tamam, kadınları, çoğu kadın diye düzeltmeliyim, farkındayım. Hemen, ben yüklemem ki  pervasızlığında silkmeyin omuzlarınızı... Ne diyordum, kelimeler ve yüklenen anlamlar...

Nedense İclal'ın duygusunu pek bir derinimde anladım ben. Kelimelerinden aşık olunası bir adamın bana yazdığı satırları, kendimi özel hissettiren ve mutlu kılan o kelimeleri daha önce gördüğümü hatırlamasam iyiydi de, ah hafıza diyorum bazen filinkini ödünç alıyor durduk yere, gördüğümü sandığım ve hatta içten içe emin olduğum o kelimelere ulaşmak zor olmadı. Kısa süreli bir kalp sıkışması, sessizlik, şaşkınlık, hadi canımlık, olamazlık ve, ve, ve... Kırgınlıkla, öfkenin birbirine karıştığı o duygumun tarifi var mıdır bilmem ama bıraktığı izi bilirim. İlk şoku atlatan kendim, hemen mantıksal bir açıklama buluverdi kendine: Seni Seviyorum...

Evet, seni seviyorum, onlarca kez söylediğimiz ve duyduğumuz halde, ondan duyduğumuzda ya da ona söylediğimizde nasıl da ilk defaymışcasına bir etki bırakıyorsa, aslında bir farkı yoktu “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesinden. Nerede ve nasıl söylendiği önemliydi. Bu noktada taraf mıyım değil miyim belli olmayan bir yola girdi duygum farkındayım. Hani lahana turşusu ve perhiz meselesi, ama, evet, mutlaka bir ama vardır bu hallerde, inanırım ki, her ilişki, insanın içindekileri dışa vurur. Yani demem o ki, senin yanında iyi biri olmak istiyorum demişse bir adam veya kadın, bu mutlaka doğrudur, içtenlikle söylenmiştir... Şartlar değişir... Onun yanında istediği kadar iyi olamadığı için değil, hani tam da siz istediğiniz kadar plan kurun, hayat, karşınıza çıkandır misali, yollar ayrılır, sebebi önemli midir? Artık bu soruya şu cevabı verebilecek kadar yaşadım: Hayır. Önemli olan giderken götürdükleri ve bıraktıklarıdır. Yanında götüreceği kesin olan ise; kendisidir. Adamın ya da kadının sevdiğinin yanında iyi biri olma isteği değişmez, sevme halinin değişmeyeceği gibi. Herkes kendi gibi sever, kendi bildiğince, kendi inandığınca, kendi yüreğince... Zaman zaman, hassasiyetlerimi zorlasa da, hani beni aynı kelimelerle sevmekten vazgeç hali peydahlansa da yüreğimin bir köşesinde, duymak istediğim ve duyduğum; kelimelerin içtenliği ve samimiyeti oluyor (büyüyor muyum ne). Sanırım kelimelere değil de yaşananlara anlam yüklemeyi öğrenmekle de ilişkili bu durum.

Ezcümle derim ki;  kadınları aynı kelimelerle sevmekten vazgeçin kardeşim! ya da o kelimelere farklı anlamlar yüklemeyi öğrenin kardeşim! Ya da ve belki de en güzeli, ne söylediğinizin değil de ne yaşattığınızın önemini fark ediverin bir çabuk. Çünkü  bence, anılar kelimelerle değil, görüntülerle şekilleniyor çoğu zaman...



Fotoğraf

25 Nisan 2010

YAPRAK YAPRAK AŞK














Tatil üç gün,
gönül firar etmeye meyilli olunca,
çözüm; sıkıştırılmış kaçamaktı, kaçınılmaz olarak.
Güzel miydi? Hem de nasıl...
Çıkartılan bir ders var mıydı,
hani günün sonunda kulağa küpe misali? Kesinlikle...




23 Nisan 2010

BURSA'DAN ÇIKTIM YOLA...


Bursa'da çocuk olmak...
Bursa'da genç kız olmak...
Bursa'ya bir kadın olarak yeniden bakmak...

Bu yazıyı okuduğumda, aklıma takıldı; çocukluğum. Bahçesinde koşup oynadığım külliye, hemen yan tarafında yer alan, kum zeminli basket sahası, bir oğlana hava atacağım derken kırmızı bisikletimle virajı alamayıp burnumun üstüne düşüşüm. Kaykayla kayacağım derken, yokuşun sonundaki kahveye ayaklarım önde ben arkada girişim. Dalları on katlı binanın son katına ulaşan çınarın dibindeki çeşme ve ilk platonik aşk... Tophane sırtları ve ilkokul anıları, Salı pazarı ve amasya elması, İnanç ekmek fırının tost ekmekleri ve tahinli pidesi... Çocukluğumun Bursası...

Orta okul ve lisede, ergenlikten genç kızlığa geçişte büyüdüğüm yokuş, Heykel Altıparmak arası yürüyüşleri, parkın içinde ağaçlar arasında kaybolan Kristal kahvesi, bilardo ve unutulmaz bir aşk, düşlerle kavgalı gerçekler, Gemsaz ve Küçük Kumla kaçamakları... İçine, kırgınlıkları, sevinçleri, gözyaşlarını, heyecanları dolu dolu sığdırmayı başaran bir ergen. Sırf okuldan kaçtım diyebilmek için son dersin son 20 dakikası kala, müdür odasının camından atlamak sureti ile okulu asış, etüdlerde yapılan masa üstü parafutbol karşılaşmaları, kopya çekmek uğruna bir sınıfı heba etmek, azılı c sınıfının çete üyesi, daha iyi notlar alabilecekken geçer notla yetinmek, bu vesileyle yaşama vakit ayırmak, 90ların akımına kapılıp permalı saçlardan cinnet geçirmek, Nalbantoğlu'nda mahalle kültürünü yaşamak, Temenyeri parkında göz süzmek ve Mahvelde oturup gelen geçeni seyretmek... Genç kızlığımın Bursası...

***

Bütün bunları yazarken, bu yazının derdi başka bir şey anlatmak olsa da, beni çok farklı bir yolculuğa çıkartmasındaki gizemi arıyorum. Bir kadın olarak, yine yeniden döndüğüm, ve bu kentten giderken çantama doldurduğum hayallerimden hiçbirini gerçekleştirememiş olduğum gerçeği ile yüzleşiyorum. Bir kentin, kişinin kökleri varsa o kentin insanda daha farklı izler bıraktığını gözlemliyorum. Köklerimiz burada değil, ne benim ne ailemin, ne de kardeşimin... Üstelik kök salması için bir tohum falan bırakan da yok, henüz, ki muhtemelen o da kök salmaz buralarda... Diyeceğim o ki, 3-5 kuşak bir yerli olmak hali, kök salmak ve o şehirli olmak halini çok doğru açıklıyor. Kentin gelişimini gözlemlemek, kentin kalıcı izlerini takip etmek, o izlerden yola çıkıp, annelere, annenelere, çocuklara, kuzenlere, şehrin şekillendirdiği anılara ulaşmak daha kolay oluyor ve içi hep daha dolu.

Oysa ben gibi, gezgin bir şehirli için, şehirli olmanın anlamını, yaşadığım anlar belirliyor. Eskişehirliydim bir süre, ah Eskişehir... Hani derler ya, roman yazabilirim üzerine... Sonra Bursa'ya döndüm, kısa bir süre... Sonra, İstanbul, kendimi oralı hissettim, orada geçmişim varmış gibi, gelecek inşasına başladım. Su batmanını henüz çıkmıştım ki, Alger yolu gözüktü bana. Araya gidip gelmeli, misafir tadında konaklamalı Yalova'yı sıkıştırmayı unutmuşum bak! Alger, süresi kısa, izleri derin, içi karmaşık, dışı yakan, çantaya konan hayallerin tek tek denizlere salındığı, travmatik ve dramatik bir sonu adım adım hazırlayan Cezayir'in başkenti Alger...

Sonra yine İstanbul ve Bursa...  Geçmişi şöyle  kare kare film şeridi üzerinden seyrettiğimde, kentlerin beni mutlu kılacak, orada o anda olmayı anlamlı hale dönüştürecek detaylarını bulup çıkarttığımı fark ediyorum. Ve aklımın yansımalarına şehirden çok, anlar geliyor. O anları kalıcı kılanın, yanımdakiler olduğunu bir kez daha anlıyorum. Ve fark ediyorum ki, yaşadığım kentlerin bana sunabildiklerini, nüanslarla da olsa yakalamış ve bana sunulanların keyfini paylaşarak çoğaltmışım. Bursa'ya şimdi bir kadın olarak bakıyorum da, sözünü ettiğim yazının derdi olan, "Size bir kenti sevdiren; onun doksandokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır" sorunsalında, benim aradığım cevapların kentte olamayacağı kanaatı oluşuyor bende. Cevapları  insanlarda arayanlardan oluşumdandır belki de... Bilmem, belki köklerim bir şehre tutunamadığından, belki ve aslında acısı, bir köküm olmayışından...



Fotoğraf


22 Nisan 2010

İKİ 100'LÜ NAMUS


ÜŞÜYORUM DEDİ İNCE TİTREK BİR SES

ve devam etti...

Adım Ünzile benim...
Dayaktan usandı tenim...
Kaç koyun ettiğimi bilmeden...
Daha ben bile dokunmadan, satıldı bedenim...

Kendi yüreğimce sevdalanamayacağımı,
Ayşe, töre cinayetine kurban gidince öğrendim...

Namustum ben
En iki 100'lüsünden
Sığındığım ellerde anlamını pekiştirdiğim...

Adım Ünzile benim...
Güneşin kızlarından biriyim...
Bir değil belki binlerceyim...

Siz bilmezsiniz belki;
Güneşin kolu kısa kalır ayaz vurdu mu yüze...
Üşür bir yürek adresini bile bilmediği bir evde...



 ______________________________________________________________________

*  Aysel Gürel'in sözlerinde Onno Tunç'un müziğinde içimize işledin sen 'Ünzile'.
* Bu yazıyı sığınma evlerinde yaşayan kadınlar için kaleme almıştım, dün korumaya alınan çocukların da çığlıklarının aynı olduğunun altını çizdi bir  HABER, bir kaç yeni ekleme ile özü değişmedi, hala bu ülkede bir yerlerde üşüyor, çocuklar, kadınlar, çocuk kadınlar...

21 Nisan 2010

SIKLIKLA

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği nasıl anlatabilirim ki sizlere...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala özlüyor. Sevdiği adamla bağını kopartmak konusunda emin olamamasından kaynaklanan bir davranışını gözlemliyorum sıklıkla. O, sıklıkla herşeyin bittiğini söylese de, ve biliyorum ki farkında değil, ama o, ne zaman ondan bir haber alsa, bir ses, bir kelime gelip çarpsa ona, gidip oturuyor o pencerenin önüne. Tesadüf bu ya, nedense, ondan gelen bu sesin ya da kelimenin ardından, onunla paylaşılmış anların sesleri, solukları yankılanıyor camdan seyrettiği kendine.

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, biraz karmaşık olmuş anlatımım. Daha yalın anlatabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala düşünüyor. Nereden mi biliyorum, o farkında değil ama, ne zaman ondan bir haber alsa, hani sıradan bir merhaba, nasılsın anlamında, hemen dalıveriyor gözleri, belli ki bir düş görüyor, gözleri açık. Unutulmuş açık pencereden giriveriyor, umut serçeleri, kanatlarında o adamın esmer teni... Sanıyorum ki, unuttum dese de, unutamıyor bu adamı, yoksa  her seferinde iner mi gözyaşları kelime kelime...

Anlatabildiğimden çok emin değilim doğrusu, paragrafı yeniden okudum ve gördüm ki, derdimi tam olarak anlatamamışım ben bu kelimelerle. Daha uygun kelimeleri bulup, daha doğru cümleler kurabilsem keşke...
Deneyeyim...
Denemeliyim...

Bir arkadaşım var; bir adamı hala seviyor. Adı geçince, yutkunmasından anlıyorum hala sevdiğini ve titremesinden sesinin, anlıyorum ona verdiği değeri... Ne tesadüf ki, ona ait, onlu kelimeleri döküveriyor ortalığa yüreği, elinde değil biliyorum. İstemsizce ve içtenlikle dökülüyor kelimeleri. En çok da benden tereddüt ederek beklediği onay var ya, işte o sesten anlıyorum özlemini. Sıklıkla tekrarlanıyor bu durum ve arkadaşım, tesadüf diyor, sadece bir tesadüf. Gülümsüyorum. Onun tesadüf dediği şeyin, yüreğinde bir yerde hala o adamı taşıdığı ve bugün kapısını çalsa içeri buyur edecek olan hazırda bekleyen hali olduğunu biliyorum.

Tesadüflerin, beni gülümsetmesinden duyduğum keskinliği size anlatamayacağımı anlıyorum.
Denemenin faydası yok.
Yüzümde kırık bir gülümseme, keskinliğinin kanattığı yüreğime tuz basmaya gidiyorum.
Onun, o tuzu yüreğine basamayacağından eminim çünkü!




















deviantART