04 Temmuz 2010

Akşam Vakti Balkon Keyfi

Balkonda oturuyorum gecenin karanlığı çökeli epey oldu, akşamüstünün çocuk cıvıltıları seyrek ama hala enerjik... Bu akşam hava, günün; yoğun, basık ve sıcak oluşuyla dalga geçercesine serin esiyor. Hani neredeyse insan omuzlarına bir şey alma ihtiyacı hissediyor. Gecenin sessizliğine karışan çekirdek çıtlamaları, bir genç kızın bir oğlana kur yapan gülüşü ile bölünüyor. Yürüyüşten dönen Ahmet Amca, Şükriye Teyzeye oğlanla ilgili tembihlerini bildiriyor ki, akşam oğlan eve gelince kötü olan ana olsun oğulla... O sırada telefonum çalıyor, sevgili, yeni bir albümümüz oldu, onu dinliyorum şimdi diyor. Sesindeki heyecanı seviyorum, beni bu halleri hep gülümsetiyor, hani afacan bir çocuğun, o muzip gülümsemesine eşlik eden zekasının aynası pırıl pırıl bakışları vardır ya, işte o haliyle geliyor gözümün önüne adamın yüzü, gözü, dudakları... herşeyi!

Telefonu kapatıp kaldığım yerden devam ediyorum okumaya.  Az sonra, okumaktan yorgun düşmüş gözlerim uyarıyor beni: hevesimi, yarın ve sonraki akşamlara saklıyorum ve kaldığım yere bir işaret koyup, kendi dünyama yol alıyorum; bu akşamı kendime not almalı, sizin aklınıza da karpuz kabuğunu düşürmeliyim. O blogu kapatırken bile yüreğim hala o yolculuğun kilometrelerinde, herbir pedalın dönüşünü okuyabilmek istiyorum. Bir adamın kendi düşünün peşinden gidişine yol arkadaşlığı ettiğimi sanıyorum. Bu sanma hali bile yetiyor bana, heyecanlanıyorum. Çocukluğumdan beri, farklı kültürleri ve ülkeleri ve orada yaşayan insanı tanımayı istemiş ama ne böylesine bir yolculuğa çıkacak cesareti, ne fiziksel gücü ne de inancı bulabilmişimdir. Bu nedenle, ne zaman bir gezginin not defterine çıksa yolum, uzar giderim o yolda ben, kendi heyecanlarımın resmi gibidir her detay; belki de hiç göremeyeceğim vadilerde uyanır, çağıl çağıl akan derelerinden su içerim, konuşamadığım insanlarla göz göze gelir ve gülümserim... Bir gezginin yüreğinden kalemine dökülen kelimelerle ben de benzer bir rotayı kendi yüreğimce çizerim.




İmrenerek ve hayranlıkla izlerim ben düşünün peşine düşmüş insanları. Yeni bir etiket koyma zamanı belki dünyama, imrendiğim, hayranlıkla dinlediğim, izlediğim insanları taşımalıyım ben dünyama; mutlaka imrendiklerimin tadı kalmalı bu dünyada: Umudumu besledikleri için, en çok da insanın isterse başarabileceğinin resmi oldukları için. Ve belki de en önemlisi, kendilerine bu kadar inandıkları için. Vaktiniz olursa, çok da anlamlı bir amacı kendine yol etmiş genç bir gezgin olan Gürkan'nın, Japonya yolcuğunu etap etap okuyun derim. Ben henüz Gürcistan'a kadar gelebildim, o da 16 Haziran'da Özbekistan  sınırından sonra yazı girememiş. Heyecanla devam eden bir roman gibi, ya da ben gerçek yaşamı okumayı da, seyretmeyi de daha çok seviyorum, o nedenle de bu yolcuyu size tavsiye ediyorum ve sizi onun kelimeleri ile başbaşa bırakıyorum.

Bu tura çıkmadan önce amaçlarım belliydi. Şehirlerde daha çok bisikletli görmek, Asyayı bisikletle keşfetmek, bir çok yeni insan, yeni yer görmek, kendi kültürümü onlara anlatmak arkadaşlıklar kurmak, kendi yaşam alanımı genişletmek ve yeni tecrübeler edinmek. Bir tane daha eklendi, bana inanmayanları hayal kırıklığına uğratmak.

Üçü Bir Arada





Ne zaman normalleşti, evli bir adamın sevgilisinden bebek beklemesi.
Ne zaman!

Fotoğraf için buraya
Haber için şuraya, bakıverin.


Bir de tavsiye ederim yandaki listeye şöyle bir göz atıp, zaman ayırıp dinleyin.
Güzel bir pazar geçirmenize vesile olur belki.
Bugünlerde bu müziklerin tınısı dolanıyor içimde.



03 Temmuz 2010

İşte O An / Bir Konser Üzerine




lara fabian - adagio



Mucize günler öncesinde, biraz meraklı biraz da telaşlı bir 'iyi ol' cümlesi ile başladı. 'nasıl düzelecek bir bilsem' diye geldi karşılığı. 'dilerim zaman çabuk geçer ve çözülür herşey' temennisi miydi bilmem aklına; 'gitmek istersen davetiyelerimi sana ulaştırabilirim' cümlesini getiren ve benim de büyük bir heyecanla bu teklifi kabul etmem.

Onu kelimelerinden tanıyorum sadece; o bekriya benim için, pilli, herşeyin öylece ortada bırakılıp dağınık kalmasının müsebbibi. Dağınıktı yazıları, 'Dağılmış onca şeyden geriye kalan bir tek yazılar, bırak dağınık kalsın o halde !!!' diyordu, dağınık olmayı kelimelerden kendi dünyasına ne ara taşıdığı ise hiç anlaşılamıyordu. Bilmem; belki de bu nedenle dağılıp duruyordu son günlerde yüreği ve yüreğinin sesini dinleyen kendisi... Belli ki mottosunu değiştirmeliydi. O nedenle 'iyi ol' demiştim ona, ve 'iyi davran kendine'. O unutulmaz bir akşamın, bir ömür boyu unutulmayacak bir yüreğin sahibiydi ve dün akşam kendinden öte birini mutlu etmeyi tercih etti.

Bu mailleşme trafiğinden sonra, üç günlük raporun ardından kendimi işe kaptırmış ve dünyevi zevkleri unutmuştum bile. Toplantının orta yerinde, kapısı çalındı odamın. 'Sarı tişörtlü kargo adam' giriverdi içeri, elindeki zarf ile. Herkes şaşkın bakarken, gülümseyen bir tek ben, haliyle bana doğru uzatıverdi imza formunu. Nasıl da heyecan sarmıştı birden bire dört yanımı. Toplantı biter bitmez baktım biletlerime. Kiminle gitmeliydim ki bu konsere...

Konser günü gelip çattığında, bir gün öncesinden belli dozlarla alınmış Lara Fabian müzikleri, ruhuma işlemeye devam ederken ince ince, abimi götürmek geldi aklıma. Gerek çapraz bağ ameliyatına bağlı sakatlığı gerekse istediği gibi gitmeyen aşk hayatına ilaç gibi geleceğinden emindim ki, zaten aynen de dediğim gibi oldu.

Yerimiz güzeldi, sağdan soldan sürekli tanıdık yüzler ve sesler geçiyordu. Selamlaşmalar havada uçuşuyordu. Bir ara, bizi tanıyan bir abimiz, protokolde boş kalan yere geçmemizi söyledi. Önce bir tereddüt ettiysek de, ikinci sıranın tam ortasındaki boş üç koltuğu görünce, teşekkür edip geçiverdik en öne. Gökyüzü, kuşların göç yoluydu, yoğunlaşan seslerine kafamı kaldırınca gördüm onu: İşte gene oradaydı. Ben hep buradayım diyen haliyle, ışıl ışıl tek başına parlıyordu.  O arada aradım işte, tam zamanıydı; sesini duymak bile yetmişti, bu konser yine de onunla dinlenecekti.

Hava karardığında ve ışıklar söndüğünde, yumuşacık bir ses duyuldu biraz uzaktan. Saygıyla selamlayıp seyircisini, intronun hemen ardından söylemeye başladı ilk sarsıcı sözlerini... Duru bir güzellik, abartısız bir kıyafet, saç ve makyajı ile gülümseyen gözleri, şarkıyı söyler gibi değil de anlatır gibiydi bir sese ait  en usul tonda. Konserin ortasına doğru üç kadından söz etti; onu etkileyen, bugün burada olmasını onlara borçlu olduğunu söylediği üç kadından.. Her parçadan önce, onlara adanmış onlarca kelimeye sığdırmaya çalıştı hayranlığını. Diana Ross şarkısını, Bette Midler'in bir şarkısı ile devam ettirdi. Ve son olarak City of Angels film müziğinden bir şarkı ile konserine devam etti. Ben kadın yorumcuları seviyorum dedi, aslında kadınları seviyorum, cesaretli oluşlarını, yüreklerini; hem kim sevmez ki dedi. Ortada boy bir leğen büyüklüğündeki çinko kap içine doldurulmuş suda çalınan ahşaptan bir salata kabına eşlik eden gitarı, onların çıkarttığı sesleri hayranlıkla seven bir tonda söyledi sondan bir önceki şarkısını ve bis için geri geldiğinde, piyanoya eşlik etti gürleyen sesi: Üstelik, Kanadalı bir şarkıcının bestesini yorumlamaya çalışıyorum diyecek kadar da mütevaziydi.

Bütün konseri yüzümde bir tebessümle seyrederken, yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm. Sahneyi tarifle başlardı cümlelerine, sahnenin tam ortasında duran koyu kırmızı iki kişilik koltuk ve üç şamdanın yarattığı o romantizm duygusunu dökerdi kelimelere. Sadece bir piyano, bir gitar ve vurmalılardan oluşan, o dev orkestraya mutlaka bir methiye düzerdi en içtenlikli cümlelerle. Ve Lara'ya, ve an'a, ve o gökyüzündeki yıldız'a, ve kuşlar'a, ve kimbilir evren'e dair ne güzel duyguları yoğururdu yüreğinde de dönüştürüverirdi an'ı, düş bir gecede geçen gerçek bir hikayeye. Mutlaka, Lara'nın ilk sahneye çıktığında miktofon ayağını, bir el hareketiyle bulunduğu yerden iki adım öteye taşıyışını yakalar ve o anın, o elin zarafetini çizerdi size, üstelik sadece kelimelerle yapardı bunu. Biliyorum, benden güzel yazardı adam bu konseri, biliyorum, çünkü; kelimelerine aşık olmuştum ilk önce.  En basitinden, o mutlaka piyanoda kim var bilirdi. Ve şarkıların adlarını da... Sizi bilgilendirirken, öyle bir büyülenirdiniz ki, konseri dinlemiş kadar olurdunuz. Olurdunuz diyorum ve bu kadar eminim, çünkü; ben onun konser yazılarını ne zaman okusam, ya da bir opera yazısını mesela, akıp giderim o anların içinde. O anda, yani okurken ben onu, bilmem belki de çok sevdiğimden, duyarım yaylıların vurgusunu ve hissederim üflemelilerin uğultusunu ve korkutur vurmalıların çıkarttığı ses, eğer aniden yükseliverirse akıp giden zamanın orta yerinde, güm diye... O yüzden dedim ya, bütün konseri yüzümde bir tebessüm ile seyrederken yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm, diye.

Je t'aime, B.
01:43


***

'güzel bir düş getirsin sana bu gece' temennisi ile bitti gece. Öyle oldu, düşümde gördüm onu. Büyük bahçesi olan büyük beyaz bir eve girerken, bilmem o beni fark etti mi, içimden taşan özlemimin koşarak ona sarıldığını hissetti mi... Sabah karşı camlara vuran güneşin turuncusunda, yüzümde bir gülümseme ile uyandım güne: düşüm gerçeğim olmuştu, bir kelebek olup dudağıma konmuştu. Güzeldi...

S. V. A. K.
06:27



01 Temmuz 2010

Bir Konserin Öncesi






 

Biliyorsun değil mi sevgili,
ne çok istedim kollarında ağlayarak je t'aime di(nle)yebilmeyi...






 


30 Haziran 2010

Ben Size Demedim mi?



Kanım bitlenince bugün, ezelden bir rahatsızlık durumu da olunca bünyenin, haliyle bugün de düşündü, ne yapsam ne yapsam da keyfimi katmerlesem diye, uzun uzun... Hal böyle olunca, güneşte gözüme gözüme vurunca, dedim bir limonata yapayım en buzlusundan, içeyim serin serin. Hazır iyileşmişim, kutlanması gerek bu durumun. Başladım limonata tariflerine bakmaya. Malzeme basit: En sarısından mis kokulu limonlar, ılık su, soğuk su, şeker ve tabi ki yeşil mi yeşil, taze mi taze mümkünse dalından henüz koparılmış bir avuç nane.

Limonatanın da tarifi mi olurmuş demeyin. Siz beni dinleyin, suya şeker katıp üzerine sıktığınız limonlu karışıma limonata demeyin. Bir kaç tarifi okuduktan sonra, döndüm gene kendi yoluma, bildiğimce yapacağım limonatamı: Önce kabuklarını rendeledim ince ince, ardından sıktım limonları ayrı bir kaba. Limon kabuklarına ekledim şekeri, benmari yöntemi ile ısıtıp; limon kabuğunun rengini, yağını, aromasını salmasını bekledim  bir süre. Beklemek bununla kalsa iyi, soğudu bu karışım önce, ben naneli  sevdiğim için ekledim ince ince doğranmış canım yeşili üzerine, ezdim, ezdim, ezdim bir iyice. Salınca nane de hem kokusunu hem de rengini, ekleyiverdim üzerine sıcaktan ılığa doğru yol almış suyumu. Karıştırdım şekerler eriyinceye dek, önce tülbent inceliğinde süzgeçimden geçirdim ki yapraklı yapraklı olmasın limanota cam bir kaba girince. Doldurdum camdan bir şişeye karışımı, ekledim üzerine soğutulmuş suyu, içine attım bir dal nane, koydum dolaba lezzetleri kaynaşsın diye birbirleriyle, içeyim dedim iki saat sonra, daha ilk yudumda budur dedim işte limonata!



29 Haziran 2010

Limon Gibi Bir Güne, Frambuazlı Muffin Pek Yakıştı Doğrusu


Şimdi ben evdeyim ya, hani dinleneyim diye. Ama gel gör bünye rahatsız, oturamıyor öyle boş boş ki dinlensin, yenilensin, enerji taşmaları yaşasın. Haliyle ne oluyor, kadın kısmısı, yani ben oluyorum, dolanıyorum, ne yapsam ne yapsam, ne yapsam da yattığım yerden kilo alsam. Sonra aklıma düşüyor, buzluktaki ahududular, ki namı diğer frambuazlar. Gün, bildiğiniz limon. Bazıları için yemek mümkün olsa da ki güzel geldiğindendir herhalde ben genellikle ekşi bir tat bulurum kendisinde, keklere, salatalara ve bazı soslara yakışsa da, güne yakışmıyor işte. İşte ben böyle dertli dertli otururken, ne olacak buzluktaki frambuazımın hazin bekleyişi diye düşünürken, aklıma geldi, Cafe Fernando'ya uğramak; maksat bakarak doymak. Allahım nasıl tariflerdir onlar ve nasıl fotoğraflar. Kısaca adam yetenekli, ben ise tembel. Yoksa bende de var yetenek, valla bak. İnanmazsın ama okumaya devam et. Neyse, dolanırken aklımda 'ne olacak bu frambuazlarımın hazin bekleyişi" cümlesi, karşıma çıkıyor bir tarif; hem güne uyuyor hem de aklımdaki frambuaza.  Alıyorum soluğu az kullanılmış, uzman elinden mutfağımda. Yanlış anlaşılmasın satılık değildir kendisi.


Bir elimde; Frambuazlı ve Limonlu Muffin... tarifi. Diğerinde ölçü ve karıştırma kaplarım. Bende bir seviyorum, evlenecem havası... Giriştim hemen işe, önce yumurtalar çıktı dolaptan ve diğer malzemeler masa üstüne dizildiler teker teker. Nasıl bir yeni gelin edasıyla kıvrılıyor o spatula elimde; ıslak malzemeler, kuru malzemelerle flört ederken, ah bir video çekenim olsa da şu yeteneğim görülse diyorum bir elim havada dans ederken. Dilimde bir şarkı, var mı benden iyisi... Aniden durup, hemen ciddiyete davet ediyorum kendimi. Bu iş ciddi; fotoğrafını gördüğünüz muffin, hasta bünyemin ilacı. Bir ilacım daha var ama kendisi şimdi uzakta. Hem o gelinceye kadar iyileşmek lazım değil mi?

Neyse efendim, şu yanda uzayıp giden fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, pişti de tadına bile bakıldı kendisinin. Annemin, özene bezene dağlardan topladığımız ahududularla yaptığı reçel de oldu yanına sos. Tavsiye olunur hem muffin, hem de reçel. Malzemesi az, yapımı kolay, otuz dakikada masada.

İnsan, Kendi Hayatının Yazarı...

Hastayım ya, evdeyim haliyle. Gün içinde ara ara televizyona bakıyorum, herhangi bir şey beni yorsun  istemiyorum. Başlığa taşıdığım cümleyi duyuyorum, Amerikada yayınlanan bir programın fısıltı tonunda sesle söylenenleri. Yaşam koçu, kendisi ile ilgili olumsuzlayan cümleleri sıklıkla tekrarlayan seyircisine, tavsiye niteliğinde yaptığı kısa bir konuşmanın içinde kullanıyor bu cümleyi. Televizyonu kapatıyorum. Sessizlik ve düşünce...

Kendi yazılarıma baktığımda, hüznün ağırlıklı bir yeri olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Bu blogu okuyorsanız zaten biliyorsunuz ve hatta belki artık eskisi kadar sıklıkla okumuyorsanız yüksek bir ihtimal ki, artık bu hüzün denizlerinde kulaç atmaktan siz bile yoruldunuz.

Nedenleri, niyeleri üzerine yapılan bir düşünme egzersizi, bana bunları yazmamın içimde biriktirmeden atmak isteği ile açıklanabileceğini ispatladı sanki. Peki ya mutluluklar, hiç mi yoklar, dökülmüyorlar mı yoksa kelimelere, başka bir nedeni olabilir mi onları yürek ardına saklamanın.

Gene bir düşünce egzersizi: Aklıma sırasızca gelen durumlar, cümleler, yazılar, anlar... Birkaçını sizinle de paylaşayım istedim.

Bir arkadaşım, yıllar önce, neden mutlu bir evliliğin olduğu halde, o mutluluğu ön plana çıkartmıyorsun dediğimde, kıskananların olumsuz enerjileri ile uğraşmak istemiyorum da ondan demişti.

Hemen hatırıma gelen bir başka şeyse şu aşağıda okuyacağınız satırlar oldu; içimin acısını kustuğum kelimeler, karamsardı, umutsuzdu ve belli ki okuyana da bulaşıyordu.


Sevgilim Evrenim,
Siteni tekrar canlandirdigina sevindim.
Her zaman yadirgamissimdir çogunlukla kotu anilarini okurlarinla paylasmani...Sanki hayatinda hiç guzel anilar yokmus gibi. Allahtan ben oyle olmadigini biliyorum
Gülen güzel gözlüm.
Senin hayranın.

Serbest bir çağrışım, çoklukla sizi, sorunun asıl kaynağına ulaştırır. Neden neden tekniği gibi... Problem çözme teknikleriyle yaklaşmayız gündelik yaşamda sorularımıza ve sorunlarımıza. Oysa, ve büyük bir olasılıkla bunu yapıyor olsak, çorbada tuz yok diye ayrılıkla sonuçlanan pek çok ilişki daha sağlam, mutlu ve huzurlu devam ediyor olurdu, kanımca tabi.

Bak, gördünüz mü, enfeksiyona yenik düştü düşünce sistemim, planlı bir yazı yazma isteğim, kendini akan düşüncelere teslim etti ve akıp gidiyor, artık plansızca. Yazmaya devam edeyim bakayım, yolumu nereye çıkaracak bu kelimeler. Siz de okumaya azmaderseniz belki buluşabiliriz bu yazımın sonunda.



Haşmet Babaoğlu, Babam Benim yazısında der ki; (2006 tarihli bir yazı, bir yazımda uzun bir alıntı yapmışım, ama bugün o yazının sadece bir bölümünü taşıyacağım buraya)

Bilelim ki... İnsanı anlamak annelerimizi sevip anlamakla başlar.

Hayatı anlamanın yolu ise babalarımızı sevip anlamaktan geçer.
Bilelim ki...Annelerimiz bizi gerçekten seviyorsa biz de kendimizi seviyoruzdur...
Babalarımız bizi bağrına basıyorsa biz de başkalarını korkmadan kucaklayabiliyoruzdur...

Çocuk yetiştirmenin, hele de mutlu bir birey yetiştirmenin, anne ve babanın omuzlarına yüklediği sorumluluk hep ürkütmüştür beni. Dozu hep ayarlamak zorunda olan anne ve baba, ah ne büyük bir çelişki, çok sevsen olmaz, sevgiyi az sunsan, gene olmaz. Peki ya o doz kaçtığında... O doz kaçtığında ortaya çıkan  gedikleri, çocuğun erkenlikle başlayan farkındalıkları ve yaş ilerledikçe zamana, insan ilişkilerine, yaşama yansıyan kapatma telaşlarını; birazcık insan üzerine düşünen, gözlemleyen ve okuyan herkes görebilir aslında.
 
Bu konuda ahkam kesecek birikime sahip değilim, sadece kendimce hayatı gözlemlemeyi sevdiğimden, baktıklarımı gördüğümü düşünüyorum. Mutluluk üzerine neden daha az yazıyorumun cevaplarını ararken çıktığım yolculuğun duraklarında denk geldiğim ve yaşandığı anda beni mutlu etmiş, ama ben bunu dile getiremediğim için soru işareti kalmış olanlar varsa, içimden onlara teşekkür etmek istedim. İnanırım ki, insanlar artık birbirlerinden haber almasalar ve hatta hiç ama hiç gözleri değmese de artık birbirlerine, bir zaman diliminde, bir anı paylaşan yürekler, mutlaka hissederler birbirlerini. Ve ılıklaşır yürekleri, yürekten gelen bir teşekkürle, sevgiyle, özlemle...
 
Gene ne çok uzattım değil mi; ezcümle; gördüğünüz ve bildiğiniz üzere; sıklıkla umutsuz, karamsar ve acı kelimelerim. Sanırım bunu; "ben kendi hayatımı yaşıyorum, yazdığım hayatsa çoğunlukla içimde tutmak istemediklerim" cümlesi ile açıklayabilirim. Tabi bir de taşanlar var: Aşk... Bir meditasyon tekniğiydi sanırım, içimizdeki olumsuzlukları dışarı bırakıp, olumlu düşünceleri içeri almak. Yazmak benim için, açtığım bir pencere... Şimdi derin bir nefes; acılar dışarı; huzur, mutluluk ve aşk ise yüreğime... Taşarlarsa, elbet buluşur onlar da kelimelerimle...
 
 



Fotoğraf / Salvador Sabater