17 Nisan 2010

TESTİ / Canımmmm




Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Geçmişin izlerini taşıyan onca kırılmış testi içinde, çatlak bir tanesi dikkatimi çekiyor. Yaklaşıyorum. Elime alıp incelediğimde çatlak olmadığını, yapıştırıldığını fark ediyorum. Testi tanıdık gelmiyor; eviriyorum çeviriyorum, altına bakıyorum derken, bir fısıltı duyuyorum, kulağımı yaklaştırıyorum testinin ağzına:

“Senli düşlere uyandığım zamanlar da oldu elbet ama bir sabah senle uyandığımda senin düşken daha güzel olduğunu fark ettim. Uzaktayken sevdim en çok seni. Mükemmeliyetçi yanınla yaşamak zorunda kalsan, sen seni sever miydin benim kadar, hep merak ettim. Yoran bir sevgin var senin. Zaman zaman boğan. Sevemem ben seni böyle. Hem sevgi mi seninkisi, esaret altına almak mı?

Hayır, hayır ağlama. Sevmedin beni demiyorum ki… Sevmedim de demiyorum. Çok sevdim. Çok sevdin. Biz seninle ne birlikte ne de ayrı olabilenler gibiyiz. Ama uzak durmalıyız birbirimize. Yakıyorsun yüreğimi, kırmızının en kırmızı hali gibi geliyor sevgin. Dozunda güzel olur kırmızı, hatırlasana, sen demiştin bir mektubunda: Dozunda güzel olur sevgi, tıpkı kırmızı gibi… Canım derdim sana, canımmmm… Kokun gelirdi burnuma her seferinde… Her canım deyişimde canımdan bir parça giderdi, senden bir parça yerleşirdi içime. Öyle çekerdim seni içime. Canımmmm…”

Elimden düştü düşecek tutuyorum testiyi. Sarılıyorum sonra bir sıkı: Canımmmm

Yanıyor elim, yangınları sarıyor yüreğim… Testi düşüyor elimden… Yapıştırdığım her yerinden bir kez daha kırılıyor. Kırılmayan parçaları da ayrılıyor bu sefer. Çömeliyorum suyun başında… Topluyorum bütün parçaları… Yapışmaz artık diyorum. Küçük çelimsiz bir parçadan belli belirsiz bir ses duyuluyor… 'Canımmmm…' Toz bulaşmış sağına soluna. Alıyorum, yıkıyorum özenle… Kıyamıyorum onu orada bırakmaya. Koyuyorum cebime… O günden beri, bir cılız ‘canım’la dolanıyorum köyün tozlu yollarında. Köşeden dönüyorum sessizce, varıyorum meydana, görenler köyün delisi deseler de, ben canımı koyabileceğim bir testi peşinde dolanıp duruyorum avere…

______________________________________________

O günlerde elinde bir testi dolanıp duran bir arkadaşım vardı... Bir köşe başına gelince durdu öylece... Ya çatlakları ile alıp testiyi geri dönecekti köşeden ya da köşe başında bırakacaktı herşeyi... Köşe başında bırakmayı seçti... Ve köşeden dönüp yoluna devam etti. Evet bu yazı onaydı...
______________________________________________

İlk Yayın Tarihi / Mayıs 2009

16 Nisan 2010

UYANMAK / KISA DÜŞÜNCELER




Neden uyanır ki insan, henüz sabahın olmayan bir vaktinde, aklında sorularla... Saat şu anda 05.24.

***

Lacivertin bu tonunun ayrı bir adı olmalı, yer yer kurşuni olduğunu tanımlayabilirim de, yer yer lacivert demek haksızlık olacak.  Gökyüzü bulut bulut.

***

Yazdığım şu satırları sevdim... Şiir tadında oldu ama fotoğrafın fısıltısı serisini yapmak üzere fotoğraf bakındığım site düzenlendiği için fotoğraf seçemiyorum, ama bu satırlar da zamanda yerini şimdi alsın istiyorum.

tozum ol!

bir su damlasıydım sadece
yağabilmek için yoğuşmalıydım seninle


***

Yağmurun yağması için su damlasının onu ağırlaştıracak birşeye ihtiyaç duyması ne garip, benim yaşamak için ona ihtiyaç duymamla pek bir özdeşleştirdim durumu. Yukarıdaki dizeler de aşkı anlatmış oldu dönüp dolaşıp.

***

Sabahları servis beklerken kitap okuyorum ayakta, insanların garipseyebileceğini komşum söyleyince fark ettim. Cümlesi aynen şöyleydi: Vakit yokmuş gibi elinde kitap, o beş dakikaya kaç cümle sığdırıyorsun ki...

***

Eğitimlerde sıkça yapardım, kağıtlara kelimeler yazar çocuklara kura çektirirdim kürsüye gelince ve bir dakika süre verirdim. Onca cümle sıralarlar gene de vakitleri kalırdı geriye ve çok uzun gelirdi bir dakika onlara bu oyun içinde... O anları bir kenara not etmediğime üzülürüm zaman zaman.

***

Dün akşam anlamsızca çok yedim, içim sıkıldı ve ben gene hırsımı yemeklerden almış oldum.

***

Ben şimdi ondan,  toz olmasını istiyorum ya, hani yağabilmek için, yanlış anlayıp toz olmasından korktum bir an... Herşey olacağına varır demiş büyüklerim. Yaşayalım görelim derim. Bekle ve gör, bana göre değil, o zamanı yaşamla doldurmayı tercih ederim.

***

Herkes kelimeleriyle yaşar... Bir yerde okumuştum bu cümleyi... Hatırlayamadım. Düşündüm de, pek bir doğru geldi. Geçen yıl doğumgünümde, çok şey mi istiyorum deyip, şımarmak istiyorum yazmıştım ve doğumgünüm ve sonrasında kimsenin beni şımartmadığı kadar şımartılmıştım hem de neredeyse beni tanıyan ve sevdiğine emin olduğum herkes tarafından.

***

Bazı insanların hayatıma giriş öyküleri ne garip ve çıkışları sonra. Bıçak gibi keskin bitişleri olmamıştı arkadaşlıklarımın. Olmamıştı diyorum çünkü bir tanesi olmak zorunda kaldı, ya da biz mi öyle tercih ettik. Ya da ben tercih ettim, o mecbur mu kaldı. Ya da tam tersi, belki de mecbur kalan bendim. Bu sonucu değiştirmedi, görüşmüyoruz ama bu düşünmüyoruz demek değil biliyorum, ben de onun aklına düşüyorum. Belki bir yürüyüş anında belki bir şarkıyı dinlerken. İyi dileklerimizi gönderiyoruz birbirimize, nedense bundan eminim. Yüreğini bildiğimden belki. İyi ol!

***

Yürek! İçinde neyi barındırıyorsa onu buluyor hayatta. Buna benzer bir cümle vardı, kurulmuş cümlelere alayım dedim, yazdım bir kenara ama bulamıyorum. An defterimi elimin altında tutmalıyım. Yürekte ne varsa, ağızdan o çıkar... Böyle bir şeydi sanki... Tam hatırlayamıyorum.

***

Hatırlamak! İnsana yaşarken, unutmayacakmış gibi gelen bir çok şey nasıl da zaman içinde gizlenip saklanıyor en ücra köşelere, işin asıl komik yanı sen isteyince değil de kendi istediğinde o anıların çıkıp gelmesi bence. Hani şu klasik hal vardır ya; bir şarkı, bir an, bir fotoğraf, bir yemek, bir lezzet, bir yol, bir çocuk, bir gülüş... Alıp götürür ya...  Sen istediğin için değildir aslında, o anı çıkıp gelmek, kendini hatırlatmak ve buradayım demek istemiştir. Tozunu siler, bazen gülümser, bazen dalar, bazen düşünür, bazen düş kurar, yerine kaldırırsın. O, orada bekler... Senin en duygusal anını. Sarılmanı istediğinden belki de, tam da o anda gelir. İlginç!

***

Şiirler okuyorum bu sıralar, annemden aldım bir kaç şiir kitabı, elimin altında sürekli, hoşuma gidiyor yaprak yaprak okumak.

***

Telefonumun alarmı çalıyor, uyanma saati... 06.35.

***

Şu alıntıyı yapmadan başlamasın bu sabah: Akgün Akova'dan

Yaşamın çıkmaz sokaklarında yürürken, bir kuyrukluyıldıza çarpmaktır aşk. 
Söylendikçe bizim olan bir şarkıdır.
Tene dağılan mıknatıstır.
Uzun bacaklı bir yaban hayvanıdır aşk.  
En uzun kuyumuza düşen kemandır.
Dikey bir şiirdir bütün kuşları aynı anda havalandıran.
Aşk yasemin kokan bahçeleri ve ateşböceklerini bir arada anımsamaktır.
...

Aşk, Öpüşen Çiftleri Alkışlama Ekipleri kurdurur sevilenlere.
O, uzun saçlı bir yıldızdır, yüreğin içinde taranır.

***

Aşk,
yeni biçilmiş çimenlerin yeşilinde,
senin kokunu duyumsamaktır.

Özledim.



















14 Nisan 2010

ŞARAP KOKULU KELİMELER


Tek katlı, 20 metrekare bile olmayan bahçesine mutfaktaki kocaman kapı ile geçilen, 100 metrekare tabanlı bu eski eve karşı hissettiği; ilk görüşte aşktı. Ya başkasına kiralarlarsa diye iç geçirdiğini emlakçıya belli etmemek için nefes bile almıyordu. Evin çatısı ciddi bir tadilat istiyordu ve banyo ve mutfak mutlaka elden geçmeliydi. Camlar macunlanmalı ve boyanmalıydı, aslında evin tamamı boya istiyordu. Hiç üzerinde durmadı, o aşkın körlüğünde sadece güzellikleri görüyor, tüm zorluklara göğüs gerebileceği inancı ile düşler kuruyordu.

Emlakçıda imzalanan evrakların ardından, yüklüce yapılan ilk ödemeden sonra - ilk 6 ayı peşin ödemişti - anahtarı alır almaz, evin yolunu tuttu. Ahşap zemini beyaza boyayacaktı ve salon kesinlikle turkuaz ağırlıklı olacaktı. Bazı duvarlar yıkılmalıydı ve bazı camlar daha da büyük açılmalıydı; güneşe, rüzgara ve yağmura. Evde dolaşırken kopuk, anlamsız kelimeler gelip çarpıyordu kulağına ara ara. Dikkat kesilmeye niyeti yoktu. O henüz heyecanını yansıtamadığı, aşkın flörtöz evresindeki mahçup kızdı.  Bahçeye bakan pencerenin kenarında durdu. Kelimeler onu arkadan itiyor gibi iyice yapıştı cama, öyleki, nefesinden buğu oluştu camda. Bir anlam veremiyordu, kafasının içinde mi dolanıyordu onca kelime. Anlamsız kelime öbekleri gibiydiler...  Rüzgarda savrulan çöl çalıları gibi, öbek öbek, yuvarlanıyorlardı.

Çok ...... ..... ... Anlatmak ..... ............. yaratan, '...... ........ önce ........... ........ ben' ....... ... ......... , üzülmüştüm, ..... .............. hali... ...... ......... bunu ...... ......... mıyım, ...... ....... ettiğimi ..... ........ ? Kırıldığımı, ...... ......... ... Bilmeli ......... ?


......... mıyım? ......... ...... yokmuş, .......... , ............... gibi ........ ......... ? Silebilir ......... ? ............ mi? ........; ........... ince, ..... ........ , bazen .... ........ , bazen .... ........, bazen .... ........ ses, ..... ......, bir ..... .... ........... ondan ........ ............ sendeki ............... ... ....... şimdi ...... ......... , çok ...... ...... , bunu ....... .......... mıyım?

Ne gereksiz bir gerginlik yaratıyordu kelimeler kafasında... Susturmaya çalıştı, yeni heyecanını yaşamak, üzerine düşler kurmak istiyordu. Kafasındaki anlamı olmayan bu kelime öbeğinden bir an önce kurtulmak için, bu eve getirmeyi düşündüğü eşyaları yerleştirmeye başladı.  Mor koltuğu pencere önüne koymaya karar verdi. Böylece hem bahçeyi görebilecekti hem de aydınlığı içeri buyur eden o pencerenin önünde okuyabilecekti. Hemen karşı duvara, turkuaz çalışma masasını ve bir ada gezisinde, ailesi eski İzmirden olan, antikacı Rum kadının ısrarları ile edindiği abajuru üzerine koyacaktı. Sağa sola bakınırken, gözü, pencere pervazının dökülen macunlarına takıldı ve işte yine o anlamsız kelime öbeği oradaydı. Akıp gidiyordu camın üzerinden, birleştirmeye ve bir anlam çıkartmaya çabalarken yakaladığı; kendi çaresizliği oldu. Hiç bir anlamı yoktu bu kelimelerin, bir öbek olmaktan başka. Ne başı belliydi, ne sonu... Onlarca yitik kelime kokusu sardı evi. Pencereyi açıp hava almak ihtiyacı duydu. Pencerenin koluna takılı kalan 'emin değilim'in eline bulaştığını fark edemedi. Beyni, neden çok emin olmadığını bulmaya çalışa dursun, o, düşlere daldı.

- Mangal hazır mı?
- Sen etlerden haber ver...
- Önce patlıcanlar ve kırmızı yağ biberleri...
- Herse mi?
O gün, o bahçedeki kalabalık arkadaş grubunun içinde, nasıl da eğlenmişlerdi, nasıl da gülmüşler, nasıl da çoğalmışlardı. Eski günler...
Eski günleri yüksek sesle söyledi. Camı kapattı. Hüzün denizlerinde yüzmenin bir anlamı yoktu. Yeni bir ev, yeni bir yaşam onu bekliyordu ve bu ev, o evdi: Hep hayalini kurduğu, turkuaz pancurlu, beyaz ev... Eve yapılacakları bir kağıda not etmeye, listeler hazırlamaya başladı. Yapılacaklar listesi, alınacaklar listesi, tamir edilecekler listesi... O listesi, bu listesi derken, yaklaşık 4 saati o evde, ayakta ve o kelimeleri duymadan geçirdiğini fark etti. Siliniyorlardı. Sevindi...

Ertesin gün sabahın köründe iki usta ile geldi eve, ustalar ölçüp biçip, bakıp anlayıp bir fiyat çıkartacaklardı. Kafasında bir ödeme planı yapıyordu. Ustaların kamyonuna attığı mor koltuğunu koydu camın önüne ve başladı gene notlar almaya. Hesap kitap işlerinden oldum olası haz etmezdi: Çarptı, böldü, topladı, çıkartı... İçine sinmeyince, bir kez daha, bir kez daha... Fiyatı verecek kendisiymiş gibi, hesap kitaba gömülmüştü. Daldı; kulağında yine öbek halinde kelimeler...

Ustanın sesi ile kendine geldi, usta uzun uzun yapılacak işleri, bedellerini, toplam işçilik maliyetini ve yaklaşık malzeme fiyatlarını, vade koşullarını söyledi. Üzerinde düşünülmüş bir konuşma metninin önceden ezberlenmiş hali gibi takılmadan, aralara aaa, hımm gibi bekleme süreleri koymadan konuşan ustanın akıcılığında fark etti kelimelerin neden öbek öbek kulağına takıldığını. Bir buluşun parlaklığı beliriverdi gözlerinde. Usta, o bakıştan bu iş tamam anlamını çıkartsa da, o ustanın söylediği hiç bir detayla ilgilenmiyordu. Günlerdir kafasının içinde dolanan kelime öbeklerinin nihayet anlamını çözmüştü, sanki... Ayağa kalktı, ustaya bütün bu ayrıntıları bir kağıda dökmesi gerektiğini, kendinin yapabileceği ödeme planı çerçevesinde anlaşırlarsa, hemen yarın ya da bir ertesi gün işe başlayabileceğini söyledi ve ustayı kovar gibi hızla kapıdan uğurladı.

Kendi konuşma ritmi kulaklarına takıldı. Nefes almayı bile unuttuğu o gergin zamanlarında annesi ne derdi: İki sus bir konuş... İki sus bir konuş... O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, yazardı, içindekileri. Sürekli bunu tekrarlıyordu. İki sus bir konuş... Koltuğuna oturdu. Gün batmak üzereydi. Eline kağıdı kalemi alıp yitik kelimelerini yazmaya başladı.

..... emin değilim... ............. konusundaki kararsızlığımı ..........., 'bunu daha ........ de yaşamıştım .......' ....... ... Yaşamıştım, ........... , çok üzülmüştüm ....... ... O nedenle ....... sana anlatmalı ........, yani fark .......... bilmeli misin? ..........., üzüldüğümü... .......... misin?

Susmalı ..........? Susmalı ve ..........., olmamış, yaşanmamış ........... silmeli miyim? ....... miyim? Silinebilir ......? İz; bazen ......, bazen kalın, ........ bir sözcük, .........  bir hece, ......... sadece bir ........, bir bakış, ........ susuş... Hepsi ........ kalan izlerin .......... yansımaları... Ben .......... oturmuş düşünüyorum, .......... emin değilim, ......... sana anlatmalı .........?
Kafasındaki seslerle yazdığı yitik kelimeleri birleştirince fark etti ki, o olayın olduğu gün, o, susmayı tercih etmişti. Şimdi de aklı, annesinin tembihini gerçekleştiriyor, iki susup bir hatırlıyordu. Pencereyi açtı, yeni bir yaşamda yitik kelimelere yer yoktu. Aklında dolanan ve susmak bilmeyen kelimeleri havaya savurdu. Söylen(e)memiş kelimelerini, ruhu ve yüreği ile birlikte özgür bıraktı. Susmak, onu ilk defa özgürleştirmişti. Bazı kelimeler alaca karanlığa kucak açan limon ağacının dallarına çarptı, birkaçının kanadı kırıldı, birkaçı küçük kızın elinden kaçan balon gibi bulutlara ulaştı... Pencereyi kapadı, koluna takılı kalan 'emin değilim'i fark edemedi.

Mor koltuğuna oturup, bir mum yaktı... Arabanın bağajından şarabını ve kadehleri aldı. İçeri girdiğinde, elindeki iki kadehe bakıp, gülümsedi. İki kadeh, tek bir koltuk ve yitik kelimelerden arda kalan koku bu gece herşeyiydi. Koltuğuna oturdu, şarabını açmak için kapıya yöneldiğinde bir araba sesi duydu. Önce korktu, heyecanlandı, sonra komşular olmalıdır diye kendini rahatlattı. Kapı çalmadan kapıyı açtı. Adamın gözlerine takıldı, bir elinde kırmızı örtüsü kenarlarından taşmış hasır piknik sepeti, diğer elinde katlanır plaj sandalyesi ile karşısında duran görmüş geçirmiş bir adamın bakışları değildi; daha çok yeni yetme bir delikanlının muzip ve sevecen tavrının ardına sakladığı, hesapsız bir özrü, kabule sunuşu vardı o bakışlarda. Komik gözüküyordu. Kadın dayanamayıp bir kahkaha attı. Gülme sana da getirdim bir sandalye dedi. Bu gece uzanıp salonun orta yerine, evi kutsayacağız birlikte diye ekledi. Kadın, uzun zamandır sınav sonucunu bekleyen bir çocuk ürkekliğinde kapıyı kapattı. Adam, elindekileri yere bırakıp, şöyle bir evi dolaştı. Demek burası dedi... Kadın, sınavı başarı ile tamamlayan çocuk şımarıklığı ve gururuyla evet dedi. Adam, pencereye yöneldiğinde, kadın koluna takılı olanı fark edip, adamdan önce koştu ve kelimeleri avucuna aldı. Adam pencereyi açar açmaz, nazik bir hareketle onları özgür bıraktı. O sıra, dallara çarpıp, kanadı kırılan ve anda takılan bütün kuşlar havalandı. Adam, kadını kendine çekip, dudağına fısıldadı: Biliyorsun değil mi, alabora olmaz bizim teknemiz... Kadın, susmanın, bir limana sığınmak olduğunu o zaman anladı ve açık denizlere yol almak üzere şarap şişesine ayağının ucu ile dokundu. Kokusu, yitik kelimelerin kokusunu bastırdı, adam kadını öptü, eve aşkın kokusu yayıldı.



13 Nisan 2010

HERŞEY AŞK

Günlerdir; yazıp silip, yazıp saklayıp, yazıp ağlayıp durdu. Bir şey yazmalı dedi. Bir şey... Onlarca kelime yazdı, hiçbiri bir şeymiş gibi gelmedi. Bir şey yazmalıydı. Anlatmalıydı olup biteni tüm açıklığı ile. Kelimeler küsmüş olmalıydı ona. Ne olmuştu ki, tam olarak ne olmuş olabilirdi ki... Bir şey yazmalı dedi kadın, mutlaka bir şey yazmalı bu gece. Oturdu köşe koltuğuna, tam klavyeye yönelmişti ki, bir ses duyuldu kapı aralığında, kelimenin biri dönüyordu köşeden tuttu kolundan kadın. Nereye dedi... Kelime bir şey diyemedi... Terk etmek, köşeden döndü ve gecenin karanlığında yitip gitti ayak sesleri...

Başka kelimeleri vardı kadının, olsundu onsuz da yazabilirdi yazılarını. Uğultu başını ağrıtmıştı. Bir şeye ihtiyacı vardı, onu sakinleştirecek bir şeye. Perdenin ucundan süzülen sessizliğe baktı. Sürüne sürüne, onu terk edişine... Alacağı olsundu o sessizliğin, en çok ona sarılmamış mıydı... En çok ona sığınmamış mıydı... Bir şey demedi, diyemedi, sessizliğin gidişini seyretti. Buruk, gülümsedi.

Kendini şöyle bir silkeledi. Kafasının içindeki dağarcıkta daha onlarca, yüzlerce, binlerce kelime vardı. Bir şey demeliydi, bu gece bir şey demeli ve barışmalıydı kelimelerle yeniden. Ne zaman, nasıl kırmıştı ki kalplerini. Akçaağaç sehpanın üzerinde, hemen yeşil mumların yanında duran hüzne baktı. Hüzün, el sallıyordu, ayakları geri geri gitse de... Gidiyordu. Gemiyi en son kaptanlar bırakırmış ya... O da kadını bırakıyordu. Kadın, çığlık attı. Yeter! Biriniz nedenini söyleyin, sevmedim mi sizi, vermedim mi hakkını anlamlarınızın. Söz söyletmedim üzerinize... Ne yaptım da gidiyorsunuz teker teker...

Kadın klavyenin başında ağlıyordu... Sessizlik onu bırakıp gittiğinden beri, terk etmenin sadece kelimeleri değil anlamları da beraberinde götürdüğünü ve içinde bir yerde hep ama hep olacağına inandığı hüznü bile yanına aldığını anlamıştı. Çığlık çığlığa ağlamalarının ortasında, yüreğinin kapısı aralandı. Parlak bir ışık bütün odayı aydınlattı. Çoşkulu bir havai fişek gösterisine hazıra durdu bütün eşyalar. Perdeler uçuştu ve mumlar yandılar teker teker... Yastıklar dizildiler yerlerine özenle, kol boyu mesafelerini koruyarak.  Kadın, yüreğinin araladığı kapıdan baktı. Orada öylece duran kelimeye gülümsedi. Onu orada bulmak, yaşamasına sebepti. Bir tek sen bırakıp gitmedin beni... Bir tek sen! deyip, klavyenin üç tuşuna sırasıyla dokundu; sonunda bir şey yazmayı başarmıştı.  Sil(me)di, sakla(ma)dı, ağla(ma)dı... Yaşadığı herşeyi bütün açıklığı ile anlatabilmiş olmaktan mutluydu. Bir şey yazdı o gece. Çok şeyi anlatmış oldu böylece...

Görsel / stock.xchng

10 Nisan 2010

KAR YAĞAR MI NİSAN'DA...

10 Nisan 1972, 03.30

 


Kar yağıyormuş ben doğduğumda
Nisan'da
İçimin üşümesi belki bu yüzden

Annem illa güneş banyosu yaptırırmış bana
Karda
Yüreğimin sıcaklığı belki bu yüzden

Çok soğuk olurmuş geceleri, sarılırlarmış bana
Uykuda
Sarılıp uyanmayı sevmem belki bu yüzden

Hiç görmedim ben doğduğum şehri
Büyürken
Bakışlarımdaki hüzün belki bu yüzden

Ne zaman düşecek olsam, tutarlarmış ellerimden annemle babam
Yaşamaya tutkuyla sarılmam belki bu yüzden

Üzüldüğüm anlarım olsa da
Çok sevdim seni hayatım ben
Bugün düşününce yılları
Gülümsemem bu yüzden




08 Nisan 2010

BEN SENİ SEVDİĞİM ZAMAN











Ben seni sevdiğim zaman
Bu şehirde
Yağmurlar yağardı
...






______________________________________

Fotoğraf / deviantart
Neredesin Firuze Film Müziği

HİÇ BÖYLE BAKMAMIŞTIM YAŞAMAYA


Geçen sabah bir konuşmanın ortasında dedi ki doktorum, sen insan seviyorsun. Fark etmiyor senin için, kilosu, boyu, posu, konumu, yaptığı iş, dili, cinsiyeti... Sen insan seviyorsun. Gözlerin parlıyor senin, Hasan Efendiyi de, Doktor Olgun'u da, çaycı Beyazgül'ü de aynı içtenlikle selamlıyor ve ışıldıyorsun. Sonra bir arkadaşını görüyorsun, aynı içtenlik ve samimiyetle ona da gülümsüyorsun. Sen, insan seviyorsun. Derdin insan senin. Ayırmadan sevmen bundan.

***

İnsanlar üzerine düşüncelere dalınca, içinden çıkılmaz bir yola giriyor insan. Beyatlı'nın dizeleri geldi aklıma, nerde okudum bilmiyorum aklımda kaldığı kadarıyla:  Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala gibi birşey diyordu şiirlerinden birinde. İnsan da benzer hem uzun hem güzel bir masala. Her masal gibi insanın yaşamı da ders verir insana, elbet, anlayana.

***

Demir almak vakti gelmişse der bir başka şiirinde... Ne çok demir aldım diye düşünürüm bazen. Üstelik, gemideki ben olmam çoğu zaman. 

***

Bazen, bir mutsuzluğu anlatırken, neden serzeniş olup ulaşır benden ötedeki yüreklere ki kelimelerim. Bakarsın, karşındaki de benzer bir hal üzerinden, senin sözlerinin onda yarattığını anlatır ki bu serseniş değildir. Ben bu dengeyi çözemedim. Karşılıklı edilen sözlerden, ilk söylenen serzeniş, sonradan gelen; ifade ediş.

ben bütün hüzünleri denemişim kendimde,
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını,
bir bir denemişim bütün kelimeleri,
yeni sözler buldum seni görmeyeli

der ya Süreyya. Var mı sahi, yepyeni kelimeler, biri bana da öğretmeli. Kelimelerim, şairin de dediği gibi, kifayetsiz kalıyor çünkü.

***

Yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz? diye sorar Cansever,

Biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
Nereye, ama nereye olursa gitmenin
Hüzünle karışık bir ağrısı.

diye bitirir dizelerini. Gitmek, zordur. Kalmak zor...

***

Dün seyrettiğim bir dizide, kadın diyordu ki adama, geleceğimizi değiştirebiliriz, ben gitmeye hazırım, başka bir kente, başka bir hayat kurmaya hazırım. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın; bir yanın gitmek bir yanın kalmak istiyor değil mi? dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, bu evlilik bitemez dediğinde, hiç aklına gelmemişti değil mi, sebebinin senin kararın olacağı dedi. Adam, karısına sessizce baktı. Kadın, sen seçimini yaptın dedi. Ağladı.

***

Kadına özgü müdür, erkeğin söyleyemediğini, kıvrandığını görüp de son sözü söyleme hali. Hani kendi inandığı ve seçtiği bir durum değilse bile, bunu dillendirip, havada asılı olanı dinlendirme hali.

***

Bu gibi durumlarla karşılaştığımda hep aynısı olur, kendimi, bir köprüden geçerken bulurum. Durur etrafıma bakarım, çoşkun denizlere, güneşe, bulutlara, kuşlara ve ormana. Düşünü kurarım, o anda orada olmasaydım nerede olurumun. Şelaleye takılır gözüm, anlarım. Gözyaşlarımdır taşkın akan; yaşamak telaşı alır beni, şairi anarım.

Hiç böyle ısınmamıştım;

Daldaki vişneye,
Vitrindeki aydınlığa,
Salça kokusuna mutfağımın,
Akan dereye, uçan buluta,
Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya.


Öyleyse, neden üşüyorum şimdi.





07 Nisan 2010

KAÇAMAĞIN BÖYLESİ


Koloniyel kapıdan içeri girdiğimde o rüyadan uyanmak istemeyeceğimi anlamalıydım.


Nilüferlerin süslediği orta bahçeden
toprak rengi binaya doğru ilerlerken 
düşleyebildiğim tek şey
içeride beni beklediğine inandığım huzurdu

 

Tek katlı, yüksek tavanlı binanın
koridorlarında ilerlerken gördüğüm havuz
turkuaz sesiyle ardımdan adımı seslendiğinde
anlamalıydım



Odamın bahçeye açılan kapılarını ardına kadar açıp,
yaşamın sunduğu güzellikleri fotoğrafladım



Yol yorgunu bedenim uzandığında doğaya
bir on yaş gençleşmiştim aslında


Yorgunluğu alan eller bir de kahve ikram edince bana,
gerçek olamayacak bir dünyada olduğumu anladım


Akşam yemek saati geldiğinde,
artık uyanmak istemediğim bir rüyadaydım


Hamaktan düşünce havuzun sularına
Uyandım

Gün ortası yaptığım kaçamakta
Ben uyuyakalmıştım

***
Rüyadan uyanmak istemeyenler için
daha fazlası da var

TELAŞSIZDI SEVMELER



Yağmur yağıyor
Abartısız ve telaşsız
Seni sevmek gibi
Ilık bir huzur
Yayılıyor
Kokusunu duydun mu çimenlerin
Ten kokuyor
Senin tenin
Özlediğim




06 Nisan 2010

DEVREN SATILIK

Ortadaki yalanı bul !
Kendine, arkadaşlarına, dostuna ya da hayatındaki insana söylediğin yalanı...
Hayattan çok şey mi istiyorum diyorsun ya; cevabı evet.
Evet, çok şey istiyorsun.
Bir enkaz devraldın sen, bir başkası tarafından enkaz olarak ortada kalmışlığına kapıldın en çok.
Kaderi değiştirme gücün var sandın yüreğindeki sevginle.
Oysa insan bir enkaza değil, bir değere sahip çıkmalı hayatta.
Bir enkaz ancak bir enkaz daha yaratır yanında, oysa değere sahip çıkmak, değeri bilmek, değer yaratır sonunda.




Anlatmış mıydım sana devren satılık köşedeki dükkanın hikayesini;

bizim mahallemizde devren satılık bir köşe dükkan vardı
yeri güzel, içi güzel...
kimse dikiş tutturamadı o dükkanda.
mahallede aldı yürüdü bir dedikodu:
perili, büyülü, kısmeti kapalı...
kim niyetine girse enkaz devraldığını biliyordu aslında.
ama her devralan da aynı umut: 'ben kaderini değiştireceğim bu köşe dükkanın...'

kim ne iş yaparsa yapsın, ne kadar para yatırırsa yatırsın, ne kadar kendini adarsa adasın, değiştiremiyordu köşe dükkanın kaderini...
oysa her gören aynı cümleyi kurardı, öyle güzeldi köşe dükkan;
'bu dükkan benim olsun bak sen o zaman gör, periyi, kısmeti...'
devralanlar için de durum farklı değildi;
'mirim adamıyorlar kendilerini, anlamıyorlar işten, sen 1 ver bakalım o dükkan 5 vermiyor mu'
ama olmuyordu işte, sen 5 versen de dükkan 1 bile vermiyordu.
dükkan bir süre uzun bir süre boş kaldı
camları kırıldı, sıvaları döküldü, çerçeveleri çürüdü
unutuldu gitti mahallelinin dilinde
nice sonra köşe dükkanı kiralamak isteyen bir adam geldi mahalleye,
yeniydi adam mahallede, geçmişini bilmiyordu ne köşe dükkanın ne de köşe dükkan hakkında söylenen dedikoduların
ve en önemlisi oranın bir enkaz olduğunun ayrımında değildi
bir değer olarak gördü o köşe dükkanı
farkına varılmamış bir hazine
umutlarını yükledi omuzlarına
karşılayabileceği en yüksek maliyetle girişti köşe dükkana sahip olmaya...
mahalleli durur mu, acımaya başladı adama;
vah zavallı dedi, ah aptal dedi, tüh kısmetsiz dedi...
adam hiç birini duymuyordu, hiç birini bilmiyordu, hiç birine şahit olmamıştı.
zaman içinde dükkanın kaderini değiştirdi adam.
köşe dükkanın aslında bir değer olduğunu kanıtladı.
farkında değildi hiç bir şeyin ve farkında değildi değiştirebildiklerinin
köşe dükkanı devralan niceleri gibi bir enkazı devraldığını bilmiyordu
fark ettiği ilk ve tek şey
köşe dükkanın bir değeri olduğuydu
ve değere sahip çıktığı için sonunda bir değer yarattı
___________________________________________________

Yüklenen anlamlar ancak zaman geçtikçe unutulur, değer ancak zamanı gelince bulunur,
yalan ortadaysa kaldırmak gerek, doğru önündeyse görmemezlik aptallık olur.


Sevmek yüklediğin anlamın, kişideki yansımasıdır... Yalansızdır, kavgasızdır... Bir önceki an'ın karbon kopyasını yaşıyorsan, çok şey istiyorsundur hayattan... Fark ettiğin halde devam ediyorsan, hayata kızma, çok şey mi istiyorum deme; filmler kaç kez seyredersen seyret senaryoları değişmedikçe aynı oyuncular tarafından oynanıyormuş gibi gelir sana ve bazen senaryoların değişmesi de yetmez, bazen filmin sonunu değiştirmek için başrol oyuncusunun da değişmesi gerekir...



________________________________
İlk Yayın Tarihi / Nisan 2009
Fotoğraf / Marcin Galazka

04 Nisan 2010

İÇİMDEN GEÇEN TRENLER


Fotoğraf / Robert Panas



Bir kağıt kalem alıp yazayım dedim içimden geçen trenleri
Lokomotif sendin
Vagonlarında bana hissettirdiklerin

Bir makas atıp kestin inancımı
Öldü yüreğimde salınan gelincikler 
Raydan çıktı diye bağırdı bir çocuk
Takla atıverdi vagonlar

Saçıldı duygularım orta yere
Sis çökmese toplardın
Toplardın benim olanları özenle
Ama sis çöktü gözlerine
Benim sandığın her bir kelime
Düşünden arta kalanlardı sadece
Vagonlarında onun kelimeleri
Yoluna devam ettin o gece
Öylece seyrederken gidişini
Bir kağıt kalem alıp yazayım dedim içimden geçen trenleri
Lokomotifini aşk yaptım
Vagonuna koydum kırık yüreğimi








ÇİLEKEŞ PASKALYA





Paskalya neydi?
Bir çörek değil miydi?
En güzeli Baylan'da yenmez miydi?
Sahi paskalya neydi?
Neden çilekeşti?



03 Nisan 2010

ÖYLESİNE BİR GÜN



yaşanmadı mı yaşandı
güzel anlar yok muydu vardı
ama ne bileyim
bir şey eksik

bir şey eksik kaldı
bugünlerde hep bir şey eksik kalıyor
içimdeki sese kulak versem bir türlü
vermesem olmaz

öylesine
ortada
öylesine
kararsız
öylesine
suskunum
bugünlerde

kelimelere vurdum kendimi
onlar bana vurmadan hemen önce

öylesine bir gündü işte





02 Nisan 2010

KAPIMDA ÇİÇEKLER




yaşam
hiç beklemediğiniz bir anda gülümsetir yüzünüzü

ve siz
ilk gençliğinizin festival açılışlarını
koltuğunuza oturmuş televizyondan seyrederken

elinizde festival programı
sinema gişelerindeki uzun kuyruklarda
yönetmenin sinema dili üzerinden ahkam keserken

günde üç filmi seyredip
aralarda
kahvenizi yudumlarken
 
filmden yola çıkıp
hararetli bir tartışmanın ortasında
yönünüzü dünya meselelerine çevirirken

ve geceyi
galatada rakı balık ile kapatırken
ya da
beyoğlunun arka sokaklarındaki salaş bir rock barda
bira yudumlarkenki

halinizi hayal ederken bulursunuz

yaşamın size sunduklarına
gülümserken
elinize
az önce kapınızda bitiveren
çiçeklerin dikeni batıverir

gerçek dünya böyledir
siz hayal kurarken
geçmişe dair
veya
geleceğe yönelik
şimdi
kendini hissettirir

şimdi
gül bahçesinde olmak gibidir

ya
güllerin çiçeklerini görür sevinirsiniz
ya
dikeni elinize batar üzülürsünüz




CENNETİN CEHENNEMİ




Yazı yazacaktım üzerine, cennetin üzerine...
Cehennemi yaşayan cennetin dramı üzerine...
Cennet fotoğrafı aradım.
Şunu buldum


Fotoğrafa daldım
Düşünceler uçuştu
Soldan sağa
Yukarıdan aşağıya

Kafam dağıldı
Zaten ağrıyordu
İçim ufacık bile kırılsa
Uykularım düzensizleşiveriyor benim
Uykularım düzensizleşince, harman oluyor günüm

Cenneti yazacaktım oysa
Henüz 13'ünde evlendirilen
Hergün dayak yediği kocasından 20 yıl sonra boşandığı için
Geriye kalan altı kardeşi tarafından dışlanan Cenneti

Komşusu tarafından kandırılıp
Evli bir adama peşkeş çekilen
Ve hamile kalan Cenneti

Cenneti yazacaktım ben oysa
Cehennemi bilen Cenneti

Oysa, anası adıyla yaşasın diye düşünüp Cennet koymuş ismini
Ne bilsin kadıncağız ters tepeceğini

Cenneti anlatacaktım size
Cenneti
Fotoğraf kafamı karıştırmasa
Cehennemini anlatacaktım bir de
 Cennetin Cehennemini


 _____________________________________________________

Eve erken geldim, televizyon kanallarında dolanıyorum. Evlendirme programlarından birinde denk geldim Cennet'e. Cennet'in, hikayesi doğrudur değildir bilmiyorum ama Cennet gibilerin sayısının yüzlerce olduğunu biliyorum. Cennet 2 aylık hamile... Cennet çocuğunu aldırsın diye haykırıyor izleyici. Psikolog onaylar bir tavırla kafa sallıyor. Ben şaşıyorum. Bir insanın üzerinden, bir insanın yaşanmışlıkları üzerinden, güya empati kurarak tepki veren insanları anlayamıyorum. Cennet, doğru söylüyordur, yalan söylüyordur bilemem, fakat bekara karı boşamanın kolay olduğunu biliyorum. Cennetin seçiminin kolay olamayacağını seziyorum. Cennet gibilerin yaşamının çok zor olduğunu görüyorum. İçimde bir yerin kendi yaşamıma sevinirken, nicelerine çok ama çok üzüldüğünü hissediyorum. İçimdeki yeri avucuma alıp, az sonra dalacağım derin olmasını dilediğim uykuma yol alırken, şarkıyı mırıldanıyorum.


sebnem ferah ünzile

HIMMMM...


Cuma niyetine
Kahveyi katık edip bu lezzete
Bir kaçamak mı yapsam

 

FOTOĞRAFIN FISILTISI / ADAK




Aşk!

 Bir ayin gibi
Yakılan her mum
Yenilenerek sevme hali
Ama bilirsin değil mi?
Bir gün bir rüzgar eser
Önemi kalmaz kaç mum yaktığının
Rüzgar bütün alevleri yutar gider
Mumlar söner
Ayin biter






01 Nisan 2010

AZOR (AZORES)


Portekiz Adaları
Azores

Dokuz adadan ikisi
Pico ve  Sao Jorge


Gülen gözleri ile
konuklarını ağırlayanların masasına oturup;  

volkanik kayaların ısısında yetiştirilen bağların tadında
bir kadeh şarabı yudumlamak...

Ve okyanusun kokusunu duyarak 
tatlı su kabuklularının tadına varmak...

Ve bir gün oralara ayak basacağının
düşünü kurmak...

Günün bütün yorgunluğunu aldı
Yürek yorgunluğunu bile!

...


Teşekkürler
Anthony Bourdain


FOTOĞRAFIN FISILTISI / DOYUM

Fotoğraf / Mistrall Mistrall




Açlıklarının hepsini aynı anda doyuramazsın
Bütün oyuncaklarınla aynı anda oynayamayacağın gibi





TUZU EKSİK ŞİİR