28 Temmuz 2010

İki / 2

two coffees please









Özlemişim biliyor musun...



Akşam serinliği çıplak omuzlarıma vurduğunda, bir elimde elin, diğerinde şarabım seninle sohbet etmeyi... Çocukların geceye inat top sahasındaki neşeli kahkahalarına eşlik eden, iç çekmelerimi... Ayağımı uzatıp yarı çıplak bacaklarımı masanın uzun örtüsü ile örtmeyi... Sen; elin rahat durmadığında rüzgara bulup bahaneyi üşüdün mü diye sorarken bana, elinin tenimde gezinmesini... Özlemişim biliyor musun gece yatağa girdiğimde sol yanımda olmanı. Göğsünde uyumayı... Sarıp sarmalamanı... Gece yarısı yangınlarını... Sabah uyandırmak için dudağıma kondurduğun o şefkatli öpüşleri... Özlemişim kokunu içime çekerek kulağına fısıldamalarımı... Salaş bir barın o en kalabalığında gözlerin gözlerime değdiğinde aynı bedende atan tek bir yürek olmayı... Yüreğim yüreğine attığında fark ettim ki; özlemişim senli benli bir hayatı... İyi ki geldin...


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

27 Temmuz 2010

Zorlama / k



mimoza



Bir mimoza ağladı bu sabah
Sarıydı gözyaşı
Bir bulut geçti üstümüzden
Tek kanatlı mavi bir umuttu taşıdığı
Bir sardunyanın dalından koptu bir yaprak
Acı yeşildi, havaya değdi kokusu

Kader dedi bir ses...
Kaderi fazla zorlamamak gerek.
Bir kuş düş-tü, yeni doğmuş
kanadı kırıktı
gözyaşı sarı
acı yeşildi kokusu

maviydi gözleri
ileri baktı
çok ileri
titretti yürekleri
umuttu adı





26 Temmuz 2010

KESKİN VİRAJ


Gecenin sessizliğinden aldığı keyif; cama vuran ağaç dallarının çıkarttığı korkunç sesin, rüzgarın uğultusuna karışıp, korku filmlerinin sisli ve etrafın pek seçilemediği yarı karanlık ortamında, her an bir şey olacak ürpertisini besleyen müziğe dönüşmesi ile, yerini, endişeye bırakmıştı. Rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girip, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oluyordu.

Veya kadın, bütün bunları kendi iç dünyasında yaratıyor ve az sonra tamamlamayı umduğu senaryo öyküsü için gerekli olan imgesel anlatımı kafasında canlandırıyordu. Ne gerek varsa...

Terasa çıktı. Rüzgarın saçlarına ve sigarasının dumanına sırnaşmasından hoşnut olmasa da, bir kaç dakika nefes almaya ihtiyacı vardı. Odaya geri döndüğünde, masaya yaklaştı. Okuduğu bir yazar değildi, neden aklına onun sözleri geldi bilemedi. Nerede okumuş olacağının üzerinde bile durmadı. Önündeki onca karalama kağıdından, en az buruşmuş olanı aldı ve bir köşesine, aklında kalanı kadarıyla, sonrasında kendi bile okumakta zorlanacağı bir kargacık burgacıklıkla yazıverdi.

"Bir tılsımı olmalıdır hayatın, vazgeçilmez bir öfke gibi, zaptedilemeyen bir aşk arayışı gibi, kaptırıp kendini şiirler yazmak gibi, bir kadehi fırlatıp aynalara, gecenin büyüsünde çıldırmak gibi... Sönen tısımlar başka tılsımları da söndürmeye dönüktür. Yanan tılsımlar başka tılsımları da parlatmaya..." (*)

Cam kenarında duran, geçmiş zaman anıları yüklü sallanan koltuğuna oturdu. Cama hızla yaklaşan dalın karartısında, eğiverdi başını koltuğa. Vuivvvvv... Yepyeni bir rüzgar, keskin bir virajı daha alıp, kayboldu salonun kapısından öte bir yerde, az sonra korkunç bir patlama sesi ve şangırtı duyuldu. Yerinden fırlayıp arka odaya yöneldiğinde, cam kırıklarını fark etti. Kapının şiddetle çarpmasından; tam ortasında, bir zerafetin temsili gibi duran cam, kırılmıştı. Cam kırıkları dedi... Can kırıkları çınladı yüreğinin duvarlarında. Sanki zamanıymış gibi aklının uçuşmasının, kanatlar takıp her bir düşe uçup uzaklara konmayı planlarken, kırılmış kanatlar taşımadı, düşüverdi bedeni cam kırıklarının üzerine. Kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun kafası halen, yazmakta olduğu senaryo hikayesindeydi. Neden kare kare, sanki bir senaryo yazıyormuş gibi sahneyi detaylandıracak tasvirlere ihtiyaç duyuyordu ki... Senaryonun derdini üç aşağı beş yukarı anlatacak, kahrolası düz bir metne ihtiyacı vardı. Öykünün kurgusu belliydi. Kahramanlar kafasındaydı. Sadece kahrolası düz bir metin yazacaktı. Ne gerek vardı, kana, cama, gereksiz detaylardı herbiri.

Kırık camları özenle topladı. Çalışma masasının lambasını koltuğun kenarından aldı, masanın üzerine koyup, kendine masada yeniden bir düzen oluşturdu. Yazdığı not kağıtlarını ortalığa saçıp, numaraları takip edecek bir düzen içinde bir kez daha yerleştirirken, gözü kırmızı renkle yazılmış bir başka detaya takıldı. 

Birşeyi korumuyorsan onu hak etmiyorsundur (**)

Koruyamadığı için mi hak etmemişti, yoksa hak etmediği için mi koruyamamıştı. Yüreğinin gitmelerine dur demesi gerekti. Oysa o, ne bileyim belki de, yazmak istemediğinden aslında, oyalanacak onca şeyin arasında, kendini en çok kaptırıp da zamanı tüketecek olana meylediyordu: Ona... Onun rüzgarına, o aşkın yarattığı girdaplara, can kırıklarına, en son giderken ardında bıraktığı kırık dökük kelimelere... Tamamlanamamış, ucu açık cümlelere... Yarım yamalak sevgiyle, şehvetin birbirine karıştığı dokunuşlara. Az önceki kırılmanın şiddeti ile kendine gelmesi gerekirken; rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına geldikleri,  stockholm sendromunun eteklerinde geziyordu adeta. Yoksa çoktan dibe varmıştı da, kendini tutsak ettiği aşkından sığrılamaz, onu yaşamla kendi arasında bir bağ, köprü olarak gördüğünü... Of ne saçmalıyordu, bir senaryo öyküsü yazmalıydı. Bunları düşünmenin, kendiyle hesaplaşmanın hiç de sırası değildi...

Kendi senaryosunu yazdığı için mi, öyküsünü yazamıyordu. Her bir detay, her bir viraj... Bir an durdu; pencereden dışarıyı seyreden kendini, dışarıdan bir üçüncü göz gibi seyretmeye başladı. Kendiyle hesaplaşan kendinin, kendini acıtmasını bir ritüel gibi kutsadığını fark etti. Aydınlanma... Ne saçmalıyordu. Kim kendini, kendi dışına çıkıp da seyredebilirdi ki... Kim kendini bu kadar net görüp de, kendiyle barışık olabilirdi ki... Kim kendinden bu kadar bağımsız kendini yaratıp da... Of... Sıkışıp kaldığı duvarları yıkmak, kendindeki suçlu benlerinin elini kolunu bağlamak, sonra bir bahane ile özgür bırakmak kendini... Evet, sanki yapmak istediği tam da buydu. Acımasız bir hesaplaşma.

Herkes, insan kusurudur sonunda; yapıcı, mantıklı ve eninde sonunda kendini mutlaka düze çıkaracak cümleyi kurar ve yüksek sesle kendine söylerdi ki; inandırıcı olabilsin ve özgür kalsın bütün benleri... Kendinin benlerinde kaybolmak ve çıkmak yeniden sonsuz maviye, bulutsu bir pürüssüzlüğün pamuk kıvamında kollarında uyanmak yeniden, bir sabah erkenden ve ışıldamak, sanki o benler hiç senin olmamış gibi... Ah! karanlık, ah! içimin derinlerinde, bir suçlu gibi mahkum sonsuz iyilik, suçun bile ispatlanamadı ki senin: gel beni kurtar kendimden, zaman varken.

Pencereden uzaklaşırken, rüzgar; pencere pervazından uğulduyarak girdi, evin duvarlarına sürtündükten sonra, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi ile muma yaklaşıp, mumun korkudan tir tir titremesine sebep oldu. Bu öyküde, mum kendisiydi, rüzgar onu ilk gördüğünde hissettikleri, kırmızı araba o, keskin viraj aşk! Öyküyü kurgulamak için ihtiyaç duyduğu her ayrıntı, iç sesiyle kavgası... Yazabildiği her kelime, dışa vurumu iyiliğinin... Kurabildiği her cümle, tam bir saçmalık, kendine inanmayı isteyen zavallı bir kaybedenin, son çırpınışları.

Pencere pervazı öyle bir sarsıldı ki, deprem olduğunu fark edemeyen kadın, elinde kalemi, yıkılan duvarlarının, kırılan yüreğinin altında ezilip kalan bedenine yapılan her müdahalede, biraz daha nefessiz kaldı. Kendi ölümünü hazırlayan, kendinin ölümcül beni, aşk, kendini rehin almıştı. Kadın bir aşk uğruna ölümü göze alan bir adamın hayatta kalma hikayesini anlatabilmeyi istemişti. Kendi kendini yiyip bitirmeseydi, güzel bir senaryo için güzel bir başlangıç yapabilecekti. Yıkıntılar arasında bulunan bedenindeki kesiklerinden kan damlaya dursun, koyu ve donuk, onun yüreği  yaşayamadığı aşk hikayesinde atıyordu halen... Son nefeste, keskin bir virajı almak üzere olan, farları güçlü, kırmızı bir arabanın hızında bir viuvvvvv sesi duyuldu ve karardı sahne. Salondaki herkes ayaktaydı.



Fotoğraf
(*) Çetin Altan
(**) 'Firefiles In The Garden' filminden



24 Temmuz 2010

Küçüçük Mutluluklar




Bir sabah uyandığınızda biraz da kafanız karışıksa yaşama dair...
Dolanırsınız kendi çıkmaz sokaklarınızda.
 Tam vazgeçip herşeyden dönerken şimdinizde sizi bekleyen sıkışmış kendinize;
Bir mektup bulursunuz zamanında yazılan,
Sonra bir fotoğrafa denk gelirsiniz içinizi çoşturan.
Mektubu okurken ki çokluğunuz,
Fotoğrafı çekerkenki yalnızlığınızla meşk ededursun
Küçüçük bir fıçının içinden sonsuz mucizeler doğuran sihirbaza döner yüreğiniz aniden.
Mutlulukla gülümseyen kendinizdir artık şimdinizde sizi karşılayan.


Gününüz güsel olsun efendim...
Gözlerinizden öperim.


 

22 Temmuz 2010

Yitik Zamanlara Ait Bir Şarkısın Sen

Notes About Life



Yitik zamanların kahırlı türküsüydü dilimdeki, kelimelerin kanatırken yüreğimi, sus söyleme derdim, şarkılardaki gibi. Oysa bir sevdayı dillendirirken, seyretmeyi severdim kendimi gökyüzündeki yıldızlarda ki; bir tanesi hep kuzeyin soğuğunu yüklerdi sırtıma böyle zamanlarda. Sırtımın ürperdiği anlarda sar beni isterdim; sarıp sarmala yüreğinin kuytularında. Ah be sevgili nerden bilirdim, sevenler  ağlarmış şarkılarca. Şimdi gülümsüyorum kaderime, sensiz İstanbul'a düşman olmuşum, üstelik bile isteye. Aşk oyunu mu diyorlar buna, hani bir küsüp bir barışmalı olunca hayatla.

Sen hatalarımdan biriydin yalnızca ve ben hayat güzelmiş diye dolaştım yanyana yürüyemediğimiz sokaklarda. Ben böyleyim dedim, ben böyleyim üzgünüm acı geliyorsa sözlerim. O zamanlar afilli bir yalnızlıktı benimkisi, yanarım, yanarım tutuşur kavurur ateşim, seni de beni de belalım diye naralar atardım, surların altındaki ayyaşlarla.  

Hatırlar mısın bilmem son gecemizi; kır zincirlerini bu gece, bu gece son, bu gece son olsun dokunduğun tenimdeki titreme demiştim sana. Yeter ki sen sev beni istemiştim, gözünün içine baktığım günler artık çok geride, anlıyorsun değil mi? Seviyorum kahretsin ki, silemezler gönlümden ne aşkını ne seni, sana diyorum be sevgili duyuyor musun beni yazmıştım son mektubumun son satırında.

Deli gönül sevdasını ben bilirim, yardan ayrı kalmasını da yazmıştım bir başka seferinde, 24.05.2006 tarihli ajanda sayfasına. Keskin bir bıçak şimdi geçmişin anıları elimde, haberin yok ölüyorum ben. Bakma bana öyle derin.  Ya da ne olur bak bana biraz... da yazmıştım bir seferinde, tarihini hatırlayamadığım bir günde sararmış ajanda yapraklarından birine. Artık gül pembe olsa da yüzüm, gözlerimde geçmiş zamanlardan kalma bir hüzün. Vazgeçtim ellerinden, vazgeçtim gözlerinden dediğim her seferinde anladım ki ben kendimden vazgeçmişim.Her seferinde, belki alışman lazım diyordum kendime. Acı hatıralar dolaşırdı o zamanlar hep aklımın köşelerinde. Neler oluyor bize demeye bile fırsat tanımadıydı ya zaman aşkımıza. Olsun be sevgili, bu şarkılar da olmasa, hislerimi yazacak halim de yoktu aslında. Ama söylemek istediğim bir şey var şimdilerde sana: Hani kırılırsın, üzülürsün diye, incelikler yüzünden yani kısaca, hep sustum ya ben sevdamın ortasında, geç olsa da anlamıştım, kuru dallardan yapma köprüden geçiyordu aşkımız ve güllerimiz solmuştu kaldırımlarda. 

Artık yaşamak için kendime başka bir anlam bulmalıyım yarınlarda dediğim gece seni gördüm rüyamda. Nerdeysen,  ama nerdeysen, kimleysen, her nerdeysen, mühim değil, artık senden hareket vaktiydi biliyordum. Herşeyi yak, beni yak, kendini yak diyordu yüreğim. Bir defa sevmek bin defa ölmek demekmiş, giderken dilime pelesenk etmiştim. Ne senden öncesi, ne senden sonrasıydı düşündüğüm. Verme, akıl verme dedim kapıyı kaparken, duyuldu mu bilmem, vereceksen huzur ver şu saatten sonra dedim merdivenleri inerken.

Seneler alıp gidiyormuş ne var ne yoksa herşeyi. Hani tutamazda kendini her ayrılık sonrasında, bir ümitle ya olursa dersin ya hep, bile bile herşeyin bittiğini, ben demem şu saatten sonra bir daha. Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım senden sonra.

Sen yetinmeyi bilir misin, ben çoktan öğrendim. O nedenle; senden geri geri giden ayaklarımı geri almaya geldim. Nereye böyle dersen, yeni bir sevdaya yelken açan yüzümde görürsün gamze gamze gülüşümü. yani anlayacağın sevgili, ikinci bahar yaşıyor şimdi ömrüm.

Ha bir de unutmadan, yitik zamanlara ait bir şarkısın sen, uzun zamandır dinlemediğim. Hoşçakal sevgilim, artık gidebilirsin,  yüreğimi özgür bırakarak, arkanı dön ve çık. İstenmiyorsun artık!



21 Temmuz 2010

Bir Yer Var

Bir yer var biliyordum;
                           bitirmenin kolay olacağı, ve başlamanın hatta.

Bir yer var biliyordum;
                          karamsarlıkların yok olup gittiği,
                                                         kalan çukurlarda umut filizleri yetiştirebileceğim bir yer,
                                                         ki o filizler, yaralarıma merhem oldu sonrasında, görüyordum.

Bir yer var biliyordum;
                           içimdeydi,
                                     derindeydi,
                                              ışıksızdı belki
                                                           uzandın öptün,
                                                                         iyi ki...














20 Temmuz 2010

Dumanı Üstünde Ahkam



Kendi Halinde Bir Ahkam

Yemekleri soğutmamaya gösterdiğimiz özeni
İlişkileri soğutmamaya göstersek


***

Kendi Halinde Bir Durum Özeti

Amannnn, kimin karnı doğmuş sevdadan, bırak ahkam kesmeyi
Gömülelim gitsin önümüzdekine, bir sus da keyfimizi germe!


***

Kendi Halinde Bir Kabulleniş

Eyvallah!



Fotoğraf