10 Ekim 2010

Turuncuydu Aşkımın Rengi



bilir misin sevgili;
odaya yayılan portakal kabuğunun yağı ile ovduğum kürek kemiklerinin ağrısını hissederim hâlâ avuç içlerimde. şakaklarının terinde eriyen parmak uçlarımda derin çatlaklar oluşur her yağmur sonrasında. güneşe benzeyen bakışlarımı saymazsan eğer gök yüzümde yıldızlar kayar gündüz vakti. onca yıl geçti üzerinden yüreğinde sonlanan duygularımın bir türlü gelmedi yenilenme vakti. o zamanlar turuncuydu aşkımın rengi, gözlerimse bakmaya doyamadığın duru su yeşili. dudaklarımı hiç sorma sevgili, bugün bile bıraktığın gibi: acı tebessüm rengi...









Geceye Methiye


keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
der ya süreya şiirlerinin sonunda
ben gecenin sonunu bekledim
çünkü içinden sen geçen şiirler yazacak kadar şair değilim
hatta şair bile değilim

ama öykünürüm
gecenin güzelliğini düşünür
içine seni katar
keşke yalnız geceleri sevseydim seni, derim
gündüzler için bağışlar mısın beni sevgilim?


Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

09 Ekim 2010

İven Kızın Hikayesi

Evlenmek var mıydı aklında bilmiyorum, hiç konuşmamıştık bu konuyu. O gün evleniyorum dediğinde, neden şaşırmıştım ki, 20'li yaşlarında üniversiteyi bitirmiş, işe girmiş, kendince hayatla ilgili basamakları teker teker çıkarken de evlilik basamağına gelmişti. 30 olmadan da anne olmak istiyordu.

Hatırladığım kadarıyla, üniversitedeki arkadaşıyla herkesi şokta bırakan bir ayrılık yaşamışlardı. Askere giden oğlanı, askerliğinin bitmesine bir ay kala ziyarete gitmiş, dört yıldır süre gelen ilişkiyi, uzun upuzun bir konuşma ile noktalamıştı. Üstelik ona tek bir kere bile söz hakkı tanımayarak. Gerekçesi, evlenmek istediği adam olmayışıydı. O, aşık olup evlenmek istiyordu. Gözleri kör olsun istiyordu. Yüreği öyle bir çarpsın ki, yer gök yankısından yıkılsın istiyordu. Ayakları yere basmasın, kanatlanıp uçabilsin istiyordu.

İstediği oldu, iş yerinde bir sabah vakti, kapıdan uzanan bir kafanın gülümsemesinde buldu istediği herşeyi, bir aya varmadı  aile arasında bir nişan yaptılar, üç aya varmadı aynı eve taşındılar ve hemen sonrasında yaz başıydı ve artık neredeyse altı aydır tanışıyorlardı sade bir törenle evlendiler. O yılın sonunda hamile kaldı. Herşey kendi kurgusunda ilerliyordu. Çocuğun sorumluluğu ile artan yüklerini taşırken bir yana bıraktı kanatlarını, herşeyi görmesi gerekti, evin eksiğini, çocuğun altının kirlendiğini, çamaşırı, bulaşığı, yemeği derken gözleri açıldı mecburiyetten. Aşık olduğu adam gitmiş yerine yepyeni, hiç tanımadığı bir adam çıkıp gelmişti. Kocasına bakıp o ilk günlerin heyecanlarını arıyordu, tabi kocası eve gelirse. Geldiğinde elinden içki şişesi düşerde sızarsa, işte bir tek öyle anlarda, bakıp da iç geçiriyordu geçmiş günlerin büyüsüne. Bir zaman sonra ayakları öyle bir yere bastı ki, tabanları acıdı.

O acı kendine getirdi kendisini. Alıp da oğlanı yanına, dönünce baba ocağına, herkesin gözünde bir damla yaş vardı. O damla, o torun hatırına hiç düşmedi. Düşmedi ama, kısacık zamana sığdırılan karar, zorlu bir boşanma sürecinde yeri göğü inletti. O süreçte ne yer kaldı ne gök, herşey yıkıldı gitti. İven kızın yaşlı anası, okullar okumamıştı ama bilgili kadındı. Kızı okumuş diye saygısından bir kere söylediğdi aklındakini,  iven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz... Aman anne demişti, sen atalara baksan, bin ölçüp bir biçmeli, ömür mü yeter ona.

Ana yüreği durur mu, gizli gizli içine ağlıyordu. Torunuyla kızının kaldığı odaya girdiğinde onların sarmaş dolaş hallerine gülümsedi. Yanaklarını okşayıp, alınlarından öptü. Yaşı ilk defa düştü.  Yüreğine bir acı gelip otrurdu. Anaydı, canının canı daha ufacık bir çocuktu. Yaşamın zorluğunu tek başına göğüslemenin  ne kadar zor olduğunu biliyordu. Eşini kaybedip de iki çocukla yirmi sekiz yaşında dul kaldığında; analığı; çocuk büyütmek taş kemirmektir demişti.

Ellisine geldiğinde ellerindeki nasırları ilk defa fark etmişti: Ne zaman olduklarını nasıl olduklarını düşünmüştü, zamanın izleriydi, zamanın ve yaşamanın. Oğlu bir krem alıp geldiğinde sevindiğdi de, bir iki defa sürdükten sonra, kaldırdığdı dolabın bir köşesine. Yatağın kenarında oturmuş seyrediyordu ellerini, ellerinin koruyamadığı canından olanları... Çivi çıkmıştı...  çıkmıştı çıkmasına ama  biliyordu, yeri hep kalacaktı. Ne krem geçirebilirdi, ne de zaman o izleri...











08 Ekim 2010

Ateş, Süpürge, Kapı


Geçmişteki ilişkilerin tatsızlıklarını ve acılarını atacağız o odunların üstüne, yanıp kül olacaklar gecenin sonunda, şart bu alevler başlamak için yeni bir hayata” (*) 

Sembolik olarak süpürge, üzerinden atlandığı zaman yalnızlığı, kederi ve üzüntüyü süpürür, üzerinden atlayan kişilerin mutlu bir hayata birlikte adım atmalarına vesile olurmuş. (*)


Bir kapı aralayıp başka bir dünyaya bakmak için
ziyaret edin derim.

Ben gene, yine; imrendim.
Hem fotoğraflarına, hem dili kullanışına,
hem de araladığı kapılardan bu denli yürekli geçişine.



 

(*) Meren'in yazısından alıntı.
Fotoğraf / evren, 2010, çeşme marina

06 Ekim 2010

Yansıma...

Aslında hepimiz birer yansımayız... Öyleyse Tanrı kötü mü? Papaza her günah söylenmez, dedi. Her günah. Nasıl ayıracağız, papaza söylenecek olanla söylenmeyecek olanı... Ketum olmak gerekti öyleyse hayatta. Ama o zamanda  bütün günahlar üzerimize kalırdı. Haksızlık!

Öyleyse bizi kim affedecekti. Kim sevecek. Kim yüreğimizden geçenleri bilecekti. Kelimelere sığınıp yazmak ya da konuşmak kendini affetmenin ilk adımı gibiydi. Ayağa kalkmaya çalışmak... Arasıra dengeni buluncaya kadar tutunmak için kendi yüksekliğince olanlara uzanmak gerekliydi. Sonrası kolaydı, denge bir kere tutturuldu mu dere tepe düz... Koş koşa bildiğin kadar.  Güven kendinden başlardı. Öyle olmadı. Sonra nedenleri sonsuz, sonsuz kere taşlara takılıp tökezledin. Düştün. Acıdın. Ağladın. Kırıldın. Hepsi bir yansımaysa, Tanrı'nın gözyaşları üzerine mi yağdı?

Sen yağmuru ne sandın. Topraktan buğular yükseldi, havada ısı düştü. Damla mı oldu. Haha... Soğanı hatırlatırım sana. Sadece bir bahane değil mi? O'nun da bahanelere ihtiyacı var sen gibi. Akıl yürütmek sana mahsus... Yürüt, tutan mı var. Yaklaş bak O'na. Sen içinden kabaran duygulara ihtiyaç duyarsın... Kendi kendine kabarır mı duygular, hep bir başkasına ihtiyaç duyarsın. Mesela ÖFKE... Kendi kendine mi yükselir. BİR ŞEY OLUR. Bir nedeni vardır. AŞK. Durup dururken mi çıkar da özgürleşir, yüzüne gözüne bir ışıltı gelir. YANSIMA. Sendeki çarpar karşıdakine, kendini görürsün. Kafan karıştıysa, akılla düşün, yürekle hisset.

Mesela bu sabah yüzündeki gülümseme... Sana çok güzel olduğunu yazmıştım.. uzuuun uzun… ne kadar alımlı ve vakur… ne kadar hassas ve yırtıcı… ne kadar sakin ve deli… Cümlelerini okumasan oluşacak mıydı yüzünde bir gülümseme. Eğer çok yakın bir geçmişte sayfama gelmeseydin o mağrur o  burnu havalarda resminden seni biraz itici bulup merakla sayfana yönelmeseydim... Cümlesinden sonra o gururlu gülüşün acıyacak mıydı mesela... Herşey bir yansımaysa... Tanrı'nın burnu havada!

Ah deli günlerini, bazen durgun bazense koşturan anlara çevirmeyi başaran küçüğüm. Nedenleri ve niçinleri ile yansıyan yüzlerde gördüklerimizizdir aslında. Özümüz yansır, biz seyrederiz. Öpüyorum güzel yüzünü.. Seni anlayabilmek için çok zeki olmak gerekmiyor.. sadece senin çok zeki olduğunu anlamak yeterli bence.  Ve çok duygusal… ve çok dürüst… ve çok güzel  olduğunu.. canım seni nazlamak ve şımartmak istiyor..

Canım nazlanmak ve şımartılmak istiyor. Özüm kelimelerinde yansıyor. Hiç görmediğin yüzümü, hiç görmediğim yüzüne yaslıyorum. Her yer ben oluyor, her yer sen. O oluyoruz. Bütünlüyoruz yansımalarımızda hayatı. Senin de dediğin gibi; görünmeyen bir eli,  sever gibi yaparak aslında hissettirmeden ateşi ölçen  o eli hissetmek ne güzel...

Hayat; hasretle öper gibi dinlediğin sonsuz bir senfoni... Yansımalara iyi bak küçüğüm. O'nu göreceksin. O!nu ve O'nun sana sunduğu güzellikleri. Yüreğinden geçen neyse, sen O'sun O'nun yansıması. KİMİM diye sor? Nasıl yansıyorsun bir bak. GÖR KENDİNİ. GÖRDÜĞÜNÜ SEV. YANSIMAN GÜZEL ÇÜNKÜ.




03 Ekim 2010

Fırında Levrek Çok Mu Gerek?

Bugün absalom gibi yazasım var aslında. Şimdi güzide arkadaşlarım diye söze başlayıp, sayfalarca süren bir anlatımın sonunda, aslında levreği falan unutup gittiğiniz ve yahu ne diyordu bu evren diye sorduğunuz anda söze başladığım yere geri dönüp üç satırda aklınızı almak vardı da... Hadi dedim, hafta başlıyor. Yormayayım güzide arkadaşlarımı... Hepi topu bir fırında levrek anlatacağım dimi ama...

Gene de klasik anlatımlarımın dışına çıkıp şöyle bir ilginçlik olsun, blog dolsun edası ilen sözlerime başlıyorum. Ve Allah sizi inandırsın AŞK felan da yok yazımda, bak valla, mesela ayrılık yok, acı yok, hüzün, gam, keder desen boşuna arama.YOK. Ben klasik bir kadın blogger olarak bunları reddediyor, ev yemekleri bloglarının da conceptinden uzaklaşıp şöyle İLGİNÇ, farklı, ekzantirik filan felan feşmekan bir yazı yazıyorum. Ay burada da Sazan olup, hayata balıklama atlayıp, anla beni okur diyesim geldi. Ama beni anlamak için buradan bir zahmet kediye gitmeniz lazım ki hissedesiniz halet-i ruhiyemi.

Önceliklen, bir önceki yazı  okunmuş mu, sindirilmiş mi ve öğütülüp, tüketilmiş mi bir kontrol edelim.

  1. Ben bu sabah ailemle nereye gittim? (Pazara da hangi pazar?)

  2. Kahvaltıda ne yediydim? (de, geğirdim - ben nazik ve sağduyulu bir insanım, içime doğruydu eylemim)

  3. Eve gelir gelmez ne yaptım? (Çiş sayılmaz)

  4. İlk pişen yemeğin adı ne? (Tarihte değil ayol benim evde, bugün)

  5. Malzemelerden beşini say... (Marul yaprakları tek tek sayılırsa kabul olmaz)
Evetttt... Soruları doğru cevaplayan 2500  (ikibinbeşyüz, evet yanlış okumadınız) okuyucumuz, az sonra fotoğraflarına mazhar kalacağınız canım fırında levreğin tarifini alabilecek benden. Resimli anlatımla çözerim ben çok akıllıyım diyorsanız, ben sizden daha akıllıyım, bazı ip uçlarını fotoğrafa eklemeyerek, bir nevi malzemeden çalma cinliği ile, gizli tarifimin sırrını koruma altına almış bulunmaktayım. Burada gevrek bir gülüş var aslında. He he he yazayım, siz anlayın.
Şimdi reklamlar...

Balkon Bar Gururla Sunar
Evinli Yatakda, Karabiber Tanesinde Kereviz Yaprağı Kokulu Çarşaflarda, Fırında Levrek
Şef Evren'in, gizli mutfağına girmeyi başaran acar muhabirimiz, sırrı öğrenemeden geri döndü. Ve fakat, lakin, elimizdeki çok önemli fotoğraflar bu işin sırrının çözülmesinde önemli ip uçlarını barındırıyor. İncelemek istersen fotoğrafın üzerine gel, bir tık, büyüt fotoyu incele inceleyebildiğin kadar. Hatta download et, sakla. İster print out et, akşama da yanında yat, sen bilirsin.

Az Sonra... Gerçekler... Burada bir flash flash gerekiyor ama naparsın. Teknolojim buraya kadar.



Gerçek şu ki, bu levreğin tarifi falan yok, ama şahane bir hikayesi var. Bak valla diyorum ya. Sen oku, beğenmezsen yeme. Ama müsadenle kendi anlatım dilime dönmem lazım, çünkü az sonra tükenecek enerjim türlü çeşit takla atacağım diye. Unutma, ben yaşlı bir blog yazarıyım, eski alışkanlıkla bildiğim üç beş kelimeyle dilimin döndüğü kadar yazarım.

Ben oldum olası severim yemek programları seyretmeyi; dergilerini, kitaplarını kurcalamayı, ciddi bir arşivimde vardır üstelik. Seyrettiğim yemek progrmalarından birinde, italyan bir kadın fırında balık yapacaktı ve kereviz sapları ile bir yatak hazırladı. Hatırladığım kadarıyla, havuç, patates, kereviz sapları ve domates suyu çok çok kısık ateşte öldürülüyordu. Sonra balık tepsinine alınan bu evinin üzerine konan balık fırınlanıyordu.  Balık sever biri olarak; hafta yedi, öğün on balık yiyebilirim ben. Böyle olunca da farklı farklı tatları denemeyi de severim. Tariflere sadakat konusunda mimlenmiş olan ben, tabi ki benden beklenen bir tavırla aklıma estiği gibi denemeler yaparım ama söylenene göre elimin lezzeti varmış, ben yiyenlerin ve bu lafı edenlerin elçisiyim.

Bugün bildiğiniz üzere köylü pazarına gidince, levreği fileto yaptırmıştım. Yarım kilo kadar gelen balığımın yarısını buzluğa kaldırdım. Yarımı ile de fırında levrek yapmaya karar verdim. Önce teflon tencereye bir parça zeytinyağ koydum ama bir çorba kaşığı ancak vardı. Biraz toz şeker serptim ve üzerine dilimlediğim soğanları halka halka yerleştirdim. Patatesler de yuvarlak yuvarlak kesilip soğan halkalarının üzerinde yerini aldı. Kırmızı ve yeşil yağ biberlerini, sarımsağı, incecik dilimlenmiş havucu da üstlerine tablo gibi yerleştirdim. Üzerine, yarım su bardağı kadar, toz zencefil ile tatlandırılmış domates suyuna, bir o kadar balık suyu ekleyip malzemelerin üzerinde gezdirdim. Az muskat rendesi ve tane karabiber ile deniz tuzu ekleyip kapağını kapattım ve ocağın altını mum alevinden hallice bir kıvama getirip 10-15 dakika pişirmeye bıraktım.

Kokular yayılmaya başlayınca, tencerenin altını kapattım. 2-3 kereviz yaprağını evinin üzerine bıraktım, buharın da etkisi ile lezzetlerini salınca yaprakları aldım. Karamelize olmuş soğanlar üste gelecek şekilde, fırın kabına yerleştirdiğim evinin üzerine balığı boylu boyunca uzattım. İki parça kuru domatesi balığın altında kalacak şekilde yerleştirip, 220 derece fırında 15 dakika pişmeye bıraktım.

Bana kalan 15 dakikada, önceden temizlenmiş marul, roka, taze soğandan bir salata yapıp, kırmızı lahana ile renklendirdim. Nar ekşili, salata sosu ile tatlandırıp yuvarlak beyaz bir kaseye ellerimle harmanladığım salatamı koydum. Üzerine az biraz kapari ekleyip, deniz tuzu serptim. 

Balkona haızrladığım masamı özenle yerleştirip, bir amerikan servis koydum, hazırladığım menü ile gün batmadan, kendimi bir kez daha şımarttım. Üşümiyeyim diye, omuzlarıma polar bir şal almayı unutmadım.


İnsanı Sev

Bu sabah da erken kalktım her sabah olduğu gibi. İçimde tuhaf bir hazır olma isteği. Neye, ne için, neden bilmeden. Duş alıp günü çiçek kokuları içinde karşıladım. Uzun zamandır içmediğim kahvenin kokusu karışınca havaya, mutfağın yolunu tutup kendime bir kahve yaptım. Gün güzel... Ben de. Bir eşofman altı, üzerinde beyaz ince ama kollu bir tişört... Rahatım. Keyfimi katlayacak olan müziğe uzanıyor elim. Buikanın hüzünlü sesi içimde. Derinlerimdeki hüznü bulup kuruluyor yüreğime. Yüreğim kırgın. Bir umarıma takılı kalmış bekleyişin yarattığı kırgınlığı defalarca yaşadım. Neden hâlâ derseniz, yüreğimin hafızası yok derim. Bu kadar basit, bu kadar dolanbaçsız.

Çalan telefonla irkildi anılarım, kaçıştılar sağa sola. Zaten nicedir ürkekler hayata. Annem; hadi kahvaltıya gel, dedi. Hazırdım zaten, dedim. Yola koyuldum, Buikanın sesi adımlarımda. Yürümek yeni doğan güne ve yaşadığın güzelliklerin farkında olmak, teşekkür etmek her birine ne de sonsuz kılıyor içimdeki sevgiyi. Evet, hiç kuşkum yok yaşama dair, seviyorum.

Güzel bir kahvaltı sofrasının sıcaklığı sarmış evin dört bir yanını. Çocukluğumla selamlaşıp geçtim masanın baş köşesine kuruldum. Ben yine çocuktum. Annemle babamın ışıldayan gözlerinde, sevginin saf halini görüp, yaşama kaldığım yerden bir kez daha tutundum.

Kahvaltı sonrası çıkılacak olan köylü pazarını memnuniyetle kabul edip, onlarla yola koyuldum. Toprağının kokusu üzerinde; maruldan, rokadan ve taze soğandan aldım. Balıkçı tezgahında, asma yaprağında sardalya muhabbeti yapıp, levreği fileto ettirdim. Az ilerideki siyah çarşafından huzur akan, elleri yer yer çatlamış, toprağın lekesi çatlaklarında teyzeye selam verip, çuvallarında göz gezdirdim. Karnı kınalı aldım, 5 kilo hepsini vereyim, dedi. Bir kişiyim yarım kilo yeter, dedim. O kadancıkla olur muymuş, güzel de kızsın, al 5 kilo bulursun elbet pişircek birini, dedi. Güldüm, bir torba yeni kurutulmuş, nemi üzerinde ıhlamur ile yarım kilo karnı kınalımı alıp gülümseyerek uzaklaştım. Az ilerideki tezgahtan taze fasülye alan annemin kokusuna iliştim. İnsanın bahtı güzel olsun, dedim. İçimden, usulca söylediğimi duymuş olacak ki, annem uzanıp öptü beni. Eksiğim kalıp kalmadığını sordu. Var ama burda bulmak zor, dedim.

Araba ile beni evime bıraktıklarında arabadan inen annem; kendine iyi bak, dedi. Havalar soğudu, sakın telefonda hastayım deme, yüreğim üzülüyor uzağında olunca. Üzerine birşey al akşamları, havalar serinliyor, n'olur hasta olma. Arabanın diğer yanına geçtim. Babamı öpmek üzere eğildim. Babam sarıldı boynuma. Fırsat bulursan gel, dedi. Arkadaşlarınla iyi anlaş. Onları sev. İnsanları sev... İyi yolculuklar diledim, arkalarından el sallarken bir damla gözyaşımı onlara ekledim. Onlar yola koyuldular, köşeyi döndüler. Apartmanın kapısına geldiğimde, insanları neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha fark ettim, çocukluğumdan beri duyduğum cümlelerin başında geliyordu 'insan sevgisi'. İnsanları hep çok sevdim.



Aldıklarımı yerleştiririrken mutfakta, levreği sudan geçiriyordum. Günler öncesinin, çok özel zamanlarından birinde, balkonda yenilen yemeğin kahkahaya boğan cümlesi çınladı kulaklarımda: İyi ki geldin de, senin yüzün gözün hürmetine bir yemek pişti şu evde.  Sadece yemek değildi onun yüzü gözü hürmetine pişen bu evde, bilmem fark edebildi mi? Usulca yanağından öptüm, hissetsin istemedim, istemedim özlendiğini fark etsin.  Yüzü gözü ve yüreği hürmetine, yüreğimi açtığım o günlerin şahaneliğine bıraktım bir damla gözyaşımı da. Soğana yükleyip damlanın suçunu, karnı kınalı  ve akşam yemeği olacak olan  levrek için gerekli malzemeleri tezgaha dizdim. Kınalı pişmek üzere ocağa konulunca, bugünümü yazayım istedim. Olur da neden insan sevgisi diye sorarsam, dönüp okuyabilecek kelimelerim kalıcı olsun dedim.

Gün güzel... Ben de... Dilerim, pazarınız güzel geçsin, yüreğinizde sevgi hiç eksilmesin.


02 Ekim 2010

O Hafta

24 Mayıs 2009 / Pazar

Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba...
Bazense, güzel bir hayata...
Yaşadığın için, o kadar şanslı olduğun için,
en çok da yüreğini yüreğince sevecek kadınını bulduğun için dostum,
üç saniye çizgisinin sol dibinden şut at hayata.
Iskalaman çok zordur, inan bana.
Tut ki ıskaladın, hayat bu ya, çemberinden döndü top,
çarpıp çarpıp potaya, tam girecek gibiyken,
bütün mahalle sayı olacak diye elleri havada ayağa kalkmışken
ve alkışlayacakken seni,
top çıkıverir çemberinden geri.
Olsun be oğlum, en azından denedim dersin.
En azından, DENEDİM.




- O haftayı hatırlamıyorum, o hafta olanları da. Sadece 'merhaba' deyişi aklımda. Samimi ve içten. Bir çocuk saflığında. Hani mahalleye yeni taşınırsında bilmezsin ya kimseyi. Kim kimin oğludur. Kim kimin kızı. Hangi okula giderler bilmezsin. Yaşları kaç. Futbolda kim iyi bilmezsin. Kimdir çetenin başı. Kimdir ona ayak duyduranlar. Bakkal amcaya ekmek yazdırdığın gibi, leblebi tozunu yazdırabileceğini de akıl edemezsin, zaten bakkal amcanın adını bile bilmezsin. Okul yolu ne kadar sürer bilmezsin. O yolu kimlerle yürüyeceğini de. Simitçi fırını kaçta açar farkında değilsindir. Dondurmacı Bekir'in sahil yolu üzerinde arabada sattığı vişneli dondurma ile mahalle pastanesinde satılan vişneli dondurmanın tadı birdir ama sen bunu da bilmezsin. Terzi Mustafa'nın, kapı önünde top oynayan çocukların toplarından kaçını kestiği hikayesini daha dinlememişsindir. Berber Recep'ten korkar, dişçi Ahmet'e görünmek istemezsin. Komşu teyzenin bahçesindeki elma ağacına kim tırmanır bilmezsin. Elmanın tadını da... Zaten pek de sevmezsin. Bisitletli çeteye mi dahil olsan, yoksa basketbol sahasının işgalcilerine mi bilmezsin. Ürkek yalnızlık duygunu, annenin sesiyle bastırır, kendini mahallenin orta yerinde, 'ben de' derken bulursun. O 'ben de'ye, hadi gel diyecek bir ses yeter o anda. Sonrası... O mahallenin bitirim delikanlısı oluverirsin.

Aslında kendini kendin gibi hissettiğin yerdesindir. Mahallende. Bildik tanıdık o yüzlerin içinde. Bir rol biçiliverir sana da zamanla. Ama ben gibiysen, yani bir bukalemun misali, olduğun yere rengini uydurursun. Bisiklete rüzgar gibi biner, basketbol sahasında topu seke seke vurdururken, bacaklarının arasından topu kaydırır, üçlük atışlarını hep potanın sol yanından, çapkın bir gülücük dudağının terinde bıyık gibi salınırken kullanırsın. Kızlarla şakalaşır, bir gülüşlerine içini akıtırsın. Çocuksun ya, aklına bile gelmez ki tutup öpmek, zaten öpmeyi de bilmezsin. Gün gelir, kendini Ayşe Teyze'nin bahçesinde mahallenin kızlarından sadece biri için elma aşırmak üzere ağaca tırmanırken bulursun. Kaçarken düşer, ağzını burnunu dağıtırsın. Akşam eve vardığında senden önce eve giden marifetinden dolayı anandan yediğin tokatla bile değişmez yüzündeki gülüş. Yaptığından gururlu uykuya dalarsın.

Oğlum var ya, aşk da böyledir işte. Çocukluğumuzun korkak sokağıdır aşk. Çıkmaya teşvik edecek bir anne sesidir yürek o anda, hadi diyecek arkadaştır cesaret... Yalnızca uğruna elma çalacak bir hatuna gerek vardır bu sokakta. Şimdi durup o haftaya dalıyorsam, hatırlıyorsam o gülüşü, o ilk merhabanın rengini... O elmayı aşırmaya cesaret edemeyişimdendir. O 'merhaba'nın sıcaklığını hissedemeyişimden... Bunu yüreğime anlatamayışımdandır en çok da... İsterdim be oğlum. Valla isterdim, o gözlerde kaybolup gitmeyi... Öylesine duru, öylesine derin... kahverengi... Çıkardım da o elma ağacına, denerdim de be oğlum. Valla... Şimdiki aklım olsa... O tokatı yiyeceğimi bilsem de şu kahpe hayattan... DENERDİM. Öyle işte dostum, biliyoruz da konuşuyoruz... Ulen, nerden aşka düştün mü diye sordun akşam akşam... Neyse, aldın mı cevabını. Unutma! Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba... Bazense, güzel bir hayata...  Bok oldu bizim hayat. Hadi, bırak aşkı maşkı da ver şurdan iki bira... Akşama hem maç var hem de dizi... Sen de geç kalma.

- Eyvallah Orhan abi... Sağolasın...








01 Ekim 2010

Karanlığa Mektuplar - 3



Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi.

Bir zamanlar benim senin sözcüklerinde olduğum gibi... Yüreğinde attığım, sevginle akıp giden ömrüme aşkla baktığım gibi... O eylül akşamı, sanıyordu ki; akşam hep olacak. Evet, akşam hep olacak. Ama eylül yerini ekime bırakacak, bir süre. Bir süre akşamlar hep ekimin olacak. Sonra... sonrası bildiğin mevsim dönümleri, mevsim normalleri, mevsimin renkleri...

Hayat senden sonra da devam ediyor, evet, hep edecek. Ama sözcüklerin yerini bir soğuk boşluğa bırakacak, bir süre.  Oysa, sözcüklerindi yalnız gecelerimin arkadaşı: açıp açıp okuduğum duygulanmalarındı, durup durup içine düştüğüm yarandı: okşadığım, pamuklara sarıp sakmaladığım, iyileşsin diye gözüne baktığım, yüreğindi en çok da... Olmadı, sevgimin gücü yetersiz kaldı.

Kırmızı bir ışıkla durdum hayatımın bir yerinde, görmek istedim, yol nerde? Yol yoktu geldiğim noktadan ileriye. Yeşile dönünce ışık beklemediğim bir zamanda, ürkek bir sıçan gibi koştum oradan oraya. Bir çıkmaz sokak gördüm, sığındım aklıma gelen düşünceler dağılsın diye kırık bir ahşap kapının ahşap sundurmasının insafına. Damlalar düşüyordu omuzlarıma, aşk kadar güzel, hayat gibi ağırdı dokunuşları; düş gibi naif, gerçek kadar sertti kabukları. Borusu çatlamış bir giderden sızan yağmur sularında ıslandı anılarım. Islandıkça, düşünceler bir bir dikilip de karşıma dönüşünce karanlığın ıssızlığında; eli tabancalı, yüzü maskeli yürek soyguncularına, bir bir bıraktım yüreğimin sevgilerini kaldırım taşlarına. Sözcüklerinsiz bırakılmış yüreğimin sevgisi ne işe yarayacaktı ki zaten. Yüreğimi de kaldırıp attım kapağı turuncu plastikten bir galvaniz çöp kutusuna.  Ardıma bile bakmadım, az önceki ışığın olduğu köşeye koştum. Bir sokak lambasının camının içinde biriken kirden, ölü uçan böceklerden ne kadar sızabiliyorsa ışık, işte o kadar aydınlatıyordu önümü. Ardımdaki sesleri, adımlarımdan düşen damlaların çıkartabilmesi mümkün değildi, bin atlı koşuyordu peşimden. Bin atlı koşup da geçiyordu korkularımın içinden. Ana caddaye bağlayan sokağın köşe ışığında bekledim bir süre daha korka korka. Yeşile dönünce ışık, adımı sayıkladı bir baykuş çatıların üzerinden. Bir guguk kuşu haber verdi şehrin çıkışındaki dağlarda göz göz olmuş mağaralarda saklanmakta olan yarasalara. Karıştı göğüm, karanlık ve sisli bulut perdelerinin arasında dolunayımın yarısını kaybettim. Adımı sayıklayan ışığın içinden süzülüp, ıslanmış ve koyulaşmış cılız bedenimin üzerinden süzülürken ayların acı suyu, ben küçük tırnaklarımı vura vura asfaltın karalığına, ıslanmışlığına ve kokuşmuşluğuna, koştum yorulmamacasına.

Eve kadar koşmuşum. Yorulmuşum. Soluksuz kalmış bir bedenin bezginliğinde zorlanarak açmışım kapımı. Kapının ardında soğuk yokluğun karşılamış beni karanlıklar içinde. Biliyorum bu uzunca bir süre böyle olacak. Uzunca bir süre beni soğuk yokluğun karşılayacak, üşüyeceğim kış gecelerinde, üzerine kar yağmış turuncu anılar geçecek penceremden. Dönüp bakacağım, durup izleyeceğim. Biliyorum ağlayacağım yine kendi kendime. Sonra, cılız bedenimi güçlendirecek odunların çıtırtısı ve ısıtacak alevleri üşüyen iliklerimi, mumlar yakacağım irili ufaklı her bir yere koyacağım onları; yerlere, pencere içlerine, sehpaların üzerine; palazlanan tüylerimin koyu kahve bir inci gibi parlayışını görebileyim diye... Sonra... sonrası bildiğin yürek dönümleri, yürek normalleri, yüreğimin renkleri.

Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi. İşte böyle bir akşamda yazdım ben sana içimden geçenleri, yüreğimi delip geçenleri...

Hoşçakal sevgili...



Fotoğraf / deviantart

29 Eylül 2010

Yağmur Yağıyor



Yağmur yağıyor.
Yapacak çok da birşey yok,
bulutlar geçene kadar yağacak.
Sonra...
Sonra yine güneş açacak.
Zaten uzun zamandır dolaşan kara kara bulutlar,
gri sabahlar,
uzun ve sessiz geceler habercisi değil miydi,
yüreğinin yağacağının.

İşte artık yağıyor,
yapacak çok da birşey yok:
Bir fincan kahve al eline,
kokusunu çek içine
yaşadığın onca güzellliğin seni büyüten yanını sev
ve bir gün usulca onun yanağından öpeceğin
o özlem dolu yürek yanmasını bekle.

Öp sonra doya doya,
Kucakla onu ilk hasretinle, bak gözlerine.
Bakışlarının koyu kahvesinde yitip giderken
korkuna yenik düştüğün o gece gelince aklına
yüreğinin neden yandığını daha iyi anlayacaksın, şaşırma.
Anladığında daha da çok yağacak yağmur, aldırma.
Islan ıslanabildiğin kadar,
dinecek  yağmur, unutma.

Gök, daha uzun süre gri kalacak
daha da koyulaşacak griliği
kararacak yüzü, korkma. 

Sanacaksın ki bir daha güneş doğmayacak
ama doğacak, sen kendine aldanma.
Yaşamanın kanunu bu.
Yüreğin işi gibi...
Sever,
kırılır,
büyür.
Daha çok sever,
daha çok kırılır,
daha çok büyür.

Güneş açar
unutursun son baharı
ilk baharı unuttuğun gibi...

Yüzün güler,
unutursun karanlığı
unutursun göz yaşlarını
unutursun her birini
kırıkların gibi...

Sanırsın ki, yaşıyorsun yeniden.
İlk defa gibi nefes alırsın,
derinden ve hevesli,
daha yutamadan,
acır yüreğinde bir yer.

Sonra geçer,
sonra sever,
sonra kırılır,
sonra büyür.

Sen de bilirsin:
sonrası yoktur öncesi olmadığı gibi
sen varsındır şimdide
bir tek sen

Ne öncen vardır ne sonran
şimdide ağlayan bir tek sen olduğu gibi...

Bir sen
bir de sana ağlayan ben.

Hadi,
yağ şimdi.

Yağıyor,
yağacak.
Yapacak çok da birşey yok gibi...





Fotoğraf

28 Eylül 2010

Yüreğim Sen/indir




bazen kocamandır yürek,
içine girip çıkmak istemezsiniz...
bazen öylesine kocamandır ki yürek,
içinde kaybolup yitmek istemezsiniz...

yürek işi benzemez akıl işine
kalsan da kırılır
gitsen de


hangisi kocamansa
 iz onda kalır
ayna diğerinde
kor birinde
sızı öbüründe

hangisi kocamandır
söylesene
alev alev yanıp izlerini gözyaşıyla silen mi
sızım sızım sızlayıp aynada kendi aksini seyreden mi
hangi yürek daha kocamandır söylesene

söylesene
hangisi daha çabuk soğur yangınından sonra
hangi biri
söylesene 

 ya da
sus söyleme
yüreğim sen/indir
bilir yüreğine değince









27 Eylül 2010

Hatırlıyorum







İçeri giriyor, yüzünde aydınlık bir MERHABA
Yüzüme bakıyor, gözlerinde "BENİ TANI"
Ben tanıyamıyorum, 'aa HATIRLADIM' oyununu oynayamıyorum.
Gel otur, diyorum. GEL.
Gelip oturuyor. Kendini anlatıyor. Tanımam için çabalıyor. Yok ben hatırlayamıyorum.
2 yıl önceydi diyor, çok ilgilenmiştiniz, çok dinlemiştiniz beni.
Yüzüne bakıyorum, yüzleri unutmayan ben, bir türlü çıkartamıyorum.
Çok ÖZÜR diliyor ve hatırlayamadım diyorum.
Biraz mahçup bir ifade ile 'bir çay içelim' diyorum.
Oturup bir ÇAY içiyoruz. Nane Limon var, Ayvalı Ihlamur, Naneli Yeşil Çay ve Earl Grey.
Earl Grey'i duymamıştım, onu denesem diyor.
 Yüzünde gülümseme büyüyor yeniden. Tadını seviyor. Kokusunu içine çekiyor.
O sırada "Siz ben işimi ayarlayamadığım için üzülmüştünüz,
iki gün daha uğraşayım diye ikna etmiştiniz ve izin almıştınız benim için. Ama olmamıştı."
Cümlesi bitmeden, çığlığı basıyorum, hatırladım ki ben seni...
HATIRLIYORUM.
Okumaya hevesli kız çocuğunun gözlerindeki ne yapmalıyım sorusu takılı kalmıştı gözlerimde,
hatırlıyorum, içim üzülmüştü kırılan hevesine. 
GÖZLERİ artık kocaman mutluluktan. Nasıl da ışıltılı, nasıl da pırıl pırıl. Güneş gibi, güneşten öte. Hatırlanmak, nasıl da keyfini yerine getiriyor. Gözleri, yanakları, dudakları, sesi: GÜLÜMSÜYOR
Beni BURSAya çeken bir şey olmalı diyor, iki yıl önce kazandığımda da Bursa olmuştu, bu yılda Bursa oldu.
Yüzünün güneşi doğuyor gri günüme. Yolcu ederken sarılıp öpüyor. Böyledir diyor, insan yaptığı iyiliği unutur ama iyilik yapılan o iyiliği yapanı asla unutmaz. Ben sizi hiç unutmadım.

Yüzüm dünden beri ilk defa gülüyor. İçimi karartan bulutları kovalayan kocaman yürekli, güzel gözlü kıza sarılıyorum. Ben bugün seni beklemişim diyorum. İçimin sıkıntısını dökmek için sana ihtiyacım varmış.
 O gidiyor. Ben daha mutluyum. Daha huzurlu. Daha farkında.
Oysa UMA'yı okurken, cevabı orada bulacağımı sanmıştım.
Cevap kapımdan içeri girdi: Hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim bir suretle...
TEŞEKKÜR EDERİM SANA.
Çok teşekkür ederim, varlığı/m/nı hatırlatışına.





Görsel




26 Eylül 2010

Ağlamak İçerime...


Neden huzursuzluk gelir çöreklenir yüreğine hiç düşündün mü?
Nedir o anda olan?
Nedir başlatan..
Bir söz müdür?
Bir bakış...
Bir duruş...?

Nedir söylesene...

Nedir ağlamaya hazır hale getiren seni..?
Sabahtan akşama değişen nedir durup dururken?

Ağlamak içerime
Nasıl birşeydir sen bilmezsin.
Bilemezsin bazen susmak acıtır, bazen konuşmak.
Bazen soru acıtır bazen cevap.
Bazen gelmek acıtır bazen gitmek.

Nicedir kabarmamıştı yüreğim kahve fincanının dibinde.
Nicedir karanlık çıkmıyordu içim..Sıkılmamıştı böylesine.
Nicedir bir yolu özlemle beklemekteydim ben divane.

Yarın hatırlat da bir fincan kahve içeyim.
Belli mi olur falımda çıkar yarın ertesi düşlerim,
Belki de düşüşlerim...
Sana kapılıp gidişlerim...

Ama sevmek herşey değil dimi?
Aşk da öyle,
Bazen yenik düşer biri yek diğerine.
Bazen de küçüğüm, sevmek herşeydir,
Öğrenirsin yaşın yaşıma erişince.

Yollarına mürdüm eriklerinin çiçeklerini döşedim geleceksin diye
Bekliyorum sonsuz yeşilliklerin tam ortasında
Yerini husursuz kılma bende.
Yerin sevda senin
Yerin sevda
Senin...






_____________________


İlk Yayın Tarihi : Haziran 2009

Tersine Dünya





Tersine döndü dünya
Mide tersine
Gözler baygın, gidiyorlar sanırsın Mersin'e
Şimdide takılı baş ağrısı
Bünye sarsılıyor titreye titreye


Dünden beri
Tersine döndü dünya
Düzelse bari yarına








25 Eylül 2010

Yumurta Sufle ya da Bir Şımarık Sabah Vakti

Bu sabah 4.15 gibi açtım gözlerimi. Nedensizdi, o anda. Artık sizin de bildiğiniz gibi bünyem rahatsız; alışığım ben onun uyumamalarına ya da zamansız uyanmalarına. Kalktım bir yudum su içtim. Yatağıma dönmek yerine, polar battaneyemi alıp salondaki L koltuğa uzandım. Sonra aslında son derece gereksiz gibi görünen bir şey yapıp eski ekmek teknesindeki dekorasyon dergilerinin üzerinde duran laptop'a baktım. Uzanıp aldım. Önce gelen bir maili ardından da bir blogu okumaya başladım. Bir tarih seçtim, o tarihdeki yazıyı kendime yol ettim. Sonra ilk yazıya dönüp yakın tarihe doğru okumaya başladım. Oku demişti O bana. Okudum. Uzun zamandır içimde yükselen bir ses gibiydi okuduklarım. O'nun suretlerinde karşıma çıkanlara kulaklarımı mı kapamıştım? Sonrası, sorulardı, sonrası cevap aramalar.  Bir saatten fazla okudum. Yok yok okumak değildi, içimde hissettiğim her bir kelime bir duvarıma çarpıp yıkıyor gibiydi. Bir deprem... Sonrası bir teslimiyet gibiydi. Saatin farkında değildim. Sabah ezanı okunmaya başladı. Banaydı. Sessizliğin içinde, bana, yalnız bana, sadece bana sesleniyordu. Sabah ezanı, Sabâ  makamında okunur, içi hüzün kokan bir kadının sabah ezanını sevmesi için yeter de artar bir sebep değil mi? Yaz sabahlarından farklı olarak, sabah ezanını sonbahara yakıştırırım ben. Hüzün ikiye katlanır. Pencerenin aralığından usul usul gelen sese ve yele verip duygularımı kapadım ekranın beyaz ışıklı ekranını. Üzerime iyice çekip siyah polarımı, daldım huzurlu bir uykuya, derin olacağını hissebiliyordum. Daha önce bir okyanusta hiç yüzmemiştim.

Gün çok erken başlamadı. 8 gibi gözlerimi açtım tekrar. Güneş yalayıp geçiyordu yüzümü, gözlerimde durup okşadı bebeklerimi. Sonra yanağıma usul bir öpücük bırakıp uyandırdı beni. Geldiği gibi sessizce yoluna devam etti. İçimin sıcaklığında, enerjisi yenilenmiş bir kız çocuğu da kalktı benimle birlikte. Gün güzel olacaktı. Belliydi.

Yüz şapur şupur bol suyla yıkandı. Aynada ışıldayan gözlerin sahibine bir gülücük bırakıldı, yanaktan bir makas alındı. Ah Tanrım! Bugün başka bir ülkede başka birinin ruhunda falan mı uyandım ben. Evren'in bütün enerjisi içimde de sanki.

Üzerime, hafif, ince bir elbise giydim. Çamaşırları yıkanmaları üzere makinaya doldurup, dönmelerini seyrettim. En son bunu yaptığım sabah, bir karar vermem gerekiyordu. Sıkıntılıydım. Oysa bu sabah, eğlencesine baktım dönüşlerine. Gülümsedim. Banyodan çıkıp mutfağa yönelirken, gelişi güzel yatağın üzerine atılmış battaniyeyi derleyip katladım. Yağaımın üzerini örttüm ve camı açtım. Annemden kalma bir alışkanlık aslında bu yatak toplama. Ben yataklarımızı hiç dağınık görmedim. En sıkışık zamanlarda bile önce yatakların üzeri örtülür, düzeltilirdi. Böyle bir annenin kızı olduğum için mutlu oldum. Annemin yüreğini öptüm. (İyi ki, senden olmuşum ben.)

Buzdolabının kapısı açık, önünde ne yesem diye düşünen ben... Hafta arasının sabahlarını genellikle yulaf, çeşitli flakesler ve sütle geçiştiren ben, hafta sonları kahvaltılarımı mutlaka bir şölene dönüştürürüm. En azından bir gününü. Bu sabah böyle bir şölen için biçilmiş bordo renkli ipekli, gümüş işlemeli kaftan gibi. Dolapta bir önceki hafta sonunun şımarıklığından kalan çemensiz pastırmalar, yumurta, yarım pembe domates, birazı bir önceki akşam salatada kullanılmış köz biber,  hâlâ umut vaadeden rokalar, dostluk kokan kurutulmuş domatesler, az biraz sert beyaz peynir ve boynu bükük dil peyniri dikkatimi çekti. Hepsi bir anda değil tabi. Teker teker... Hani bunun yanına ne olsa iyi olurdu derken derken çıkıverdiler karşıma...

Plan basitti. Bir sufle kabına pastırmalar kenarları taşacak şekilde yerleştirildi. Ortasına az biraz pembe domates, köz kırmızı biber konuldu. Üzerine yumurta kırılıp, tuz, karabiber ekilip, 170 derece fırına verildi. Ara ara kontrol edilerek yumurta pişmek üzereyken küçücük doğranmış dil peynirleri de üzerine atıldı. Böylece yaklaşık 10 dakikada şımarık bir kahvaltının baş rolündeki yumurta hazırlanmış olacaktı.

Ben sabah kahvaltılarında bilumum ot severim. Bu da babamdan geçen bir alışkanlık. (Canım benim.) Rokanın kurtarılabilenleri ince ince doğrandı, üzerine pembe domates küp küp kesildi. Kurutulmuş domates şişesinden çıkartılan iki adet domates minik minik doğrandı. En üstüne de beyaz peynir rendelendi. Ben yağ, tuz ve karabiber eklemedim. Ne de olsa, karabiber lezzeti rokadan, yağ kurutulmuş domatesten, tuz da peynirden gelmişti. Bu sabah Doğadan firmasının çıkarttığı naneli soğuk çay denenecekti. Bir kocaman konik bardağa tamamı dolduruldu. Servis ederken bir kaç dal taze nane unutulmadı. Piştiğini haber veren yumurtalı sufle fırından alınıp, tüm hazırlananlar kahvaltı tabağında yerini aldı. Ben yanında Besaş'ın tam buğday ekmeğinden bir dilim yedim. Harika doydum. Keyfimi katmerledim. Sonra uzanıp koltuğuma bu güzelliği sizinle paylaşayım istedim. Gününüz ve yarınınız yüreğinizce olsun dilerim.







NOT: Bu tarifin aslı Pastırmalı Yumurta adıyla Cafe Fernando da yayınlanmıştı. Benim tariflere sadık kalamayan bünyem, ana malzemeleri aldı ve onlardan yumurta sufle yapıverdi. Tarifini oradan olmak daha akıl kârı olabilir tabi...

24 Eylül 2010

Kayıtsız Aşk


Bir sabah okuduğum yazının kelimeleri dolanıp duruyor zamansız, olmadık bir konuşmanın orta yerinde aklımın çengeli o iki kelimede takılı, ne çekip çıkarıyorum, ne de kurtarıyorum kendimden onu. Dursun istiyorum, orada öylece asılı kalsın, zamanı gelince nasıl olsa düşer yüreğime, aklıma, dilime, kalemime.

Sahi, bir aşk ne zaman biter, söylesene..?


Yangın Yeri



içimin tenhasında kısa bir yürüyüşe çıktım
benimle gelir misin

beni derinlerinde hisseder de
yüreğinde misafir eder misin

bir kahve içimlik olsun sohbetimiz
bir sigara dumanına saklansın vuslat
bir özlem boyu olsun sözlerimiz

çok kalıcı değilim be adam
tek bir anda saklı kalsın herşey
anlam yüklediğimiz o anda
sonrasında ben kaldığım yerden
yürümeye devam edeyim



içinin tenhasında
kısa bir yürüyüşe çıkmış
küçük kız çocuğu

üşümekten korkarım
ısınmaktan korktuğum kadar
ılınırsa yüreğim sana
çok yanar sonrasında
izin ver ben bildiğim zamanda gideyim




griliktir benim sonsuzca görebildiğim
alışık değil dünyanın renklerine gözlerim
üşümem geçti bak
titremiyor artık ellerim
müsadenle
yüreğimi yüreğinden alıp
ıslak dudağımda bir tebessüm
ortalık yangın yerine dönmeden
bırak da
senden gidebileyim
bırak da tek başıma
tenhalarımda yürümeye devam edeyim








23 Eylül 2010

Yok Gücüyle Dayanmak



kocaman gözlerinde kocaman damlalar berivanın,
soyadı dayan
insanlar adlarıyla mı yaşar gerçekten?

12 yaşında yaşayarak öğreniyor terörü.
dayanıyor yok gücüyle; annesinin son gidişinde üzerinde kalan bakışlara ve uzanan ellere çocuk yüreğiyle...
söküp atamıyor,
söküp atamayacak!
ona sorulan sorular karşısında, o kocaman damlayı taşıyor kirpiğinin ucunda,
akıtmıyor, akmasına izin vermiyor.
annem, diyor... yardım, diye bağırdı... edemedim.
ağlamıyor, onun soyadı DAYAN.
yok gücüyle dayanıyor.

içimde bir yer kopuyor.
terörü lanetleyen yanım isyan ediyor.
kendimi bildim bileli o coğrafyanın çocuklarına ağladım,
o coğrafyanın çocuklarının kadersizliğine...

berivan, anneme sözüm var, diyor... çok çalışacağım, başarılı bir öğrenci olacağım.
sonra diyor iç sesim, ya sonra berivan....
sonrası yok berivanın.
sudenaz ve zeynep'in de...
onların sonrası da önceleri gibi;
koca koca kara kara sis bulutları yükselecek göğe,
gökyüzleri hep karanlık.

oysa, onlar daha çocuklar...
güneşli günlere gebe umutları.
güneş ısıtmazsa yüreklerini, umut nasıl yeşersin ki gök yüzlerinde...
yarınları aydınlık olmayan bir coğrafyada doğamadıkları için umutları kırık mı büyüyecekler?
ah berivan, ah sen dayanmakla taçlandırılmış olan küçük çocuk, senin gücün yeter miydi, ananın, yardım et çağrısına... gözleri hep gözlerinde asılı kalacak o son bakışa.

insan yüreğim sessiz kalıp susmalarıma küs biliyorum
doğunun kardelenlerine sahip çıkan Türkan'ın pencereden el sallayışı geliyor gözümün önüne;
bana, sana, bize o veda... günler sonra kırmızı bir minibüsün kan izinde anlıyorum.
emanetine bakamadık Ata'mızın.
emanetine bakamadık Türkan'ın.
acı büyüyor bu sabah yüreğimde...
susmak daha bir batıyor kendime.
iğne bu sabah bende, çuvaldız kimde hiç bilmiyorum.




Haber...
Fotoğraf...

21 Eylül 2010

AŞK Tamlaması




Bedenimin dili vardı.
Tüylerimin ürpertisi...

Gözlerimin feri vardı.
Burnumun sızısı...


Dilerim...
Sen ol yüreğimin kıpırtısı.






Not: Tamlayan mı Tamlanan mıdır AŞK, diye sormuştum bu şiirin tadı kalan yazımı ilk yayınladığımda. Bugün bir kez daha okurken fark ettim ki, bir soruya değil de bir ada ihtiyacı vardı. Aşk Tamlaması koydum adını.  (YN - 22.09.2010)