21 Şubat 2011

Toprağını Toprağımla Bulama...

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...

16 Şubat 2011

Ayaz Vurursa Yüreğime





O geceyi anımsıyordum... Soğuk öyle bir işlemişti ki, damarlarımdaki kanın bile donduğunu iddia edebilirdim. Evet! O geceyi, anımsıyorum. Bulutsuzdu gece. Senin üzerindeki, beli ve kolları lastikli olmayan, ince trikodan düz örülmüş, yıkanmaktan rengi atmış, solgun lacivert kazağını; altına giydiğin dizleri çıkmış, günlerdir yıkanmamış izlenimi veren, üzerine neredeyse bir beden büyük gelen kanvas pantalonunu ve çıplak ayaklarını... Dağınıktı saçların, anımsıyorum. Ellerin büyüktü, onları da anımsıyorum. Ve ifadesiz bakışlarının üzerime çarpan oklarını hiç umursamayışını anımsıyorum, o bakışları ise hiç unutamıyorum… Bütün bu geri çağırış sana ve sana dair o gece ne varsa işte onlara. Ben yokum! Bir tek sen. Bir tek senin detayların… Anımsadığım ne varsa, sana dair.

Aklımda, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapakların var. Bir de 'devam et' deyişin. Neye devam etmem gerektiğini anlayamadığım bir sanrı sözlerin. Sesin; buğulu, uzaktan ve buyurgan… O geceyi anımsıyorum. Sesine, vurguna ve yılgın bedeninin hemen üzerinde ağırlaşan omuzlarınla o koltukta oturuşuna dair ne kadar ayrıntı varsa, hepsini. Krem renkli yüzü eskimiş koltuğun orta yerinde oturuyorsun. Elinde tuttuğun anların artık senin olmadığının bile ayırdında değilsin. Bana yalvaran gözlerinin, fersiz hallerinden anlıyorum: Sen! Bir tek sen bu geceyi, o açık camdan giren ayaza rağmen seviyorsun. Sana çarpıp, dalgalanarak çoğalan soğuk vurunca yüreğime, farkına varıyorum: bu gece sen kendinden uzakta olan bir sevdaya ellerini uzatıyorsun ve ben, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapaklarından seni öperken buluyorum kendimi. Dudağıma değen kirpiğinin ucu olmasa, orada olmadığıma yemin edebilecek kadar uzağındayım. Yani aslında uzağında ve yine de oradayım. O odada. O camın hemen önünde, ayazla senin aranda: Yürekten bir kalkan.




Bir peçete üzerinde dağılan keçeli kalemin izlerinden ne çıkartırsın bilemem kendine, ama ben o geceyi, o gece olanları ve fersiz gözlerinin yalvaran haykırışlarını anımsıyorum. Kaldığım yerden yaşamaya devam ediyorum.
 

* ÜZERİNE

ayazdı gece...
ve ben;
kalem tutan ellerimle,
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin sadece ellerimle

ellerim ellerine değdiğinde
dinle yüreğimi
nasıl da meyl ediyor sana
nasıl da içli
nasıl da aksak bir ritmle

ve ben;
kalem tutan ellerimle
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin ellerimle
ve evet! aksak bir ritmle...

sonra bakardım gözlerine,
aksak bir ritmle titrerdi dudaklarım
iç burkan nağmeydi aşkın
bulutsuz gecelerimde

yansımazdı ışığım gözlerinde
ve sen, işlerdin ayaz gibi yüreğime

sana yazan ellerimi...
        ellerimi geri verebilseydin
                    sarabilirdim uzağında soğuğan bedenimi

hiç olmadı bir şiir yazardım geceye
ya da tek bir cümle;
                    sevmek, cesurca gitmektir bir yüreğin üzerine!





* üzerine , kazara yazarda yayınlanmıştır;

07 Şubat 2011

Oyun Arkadaşı

Koca bir çınarın gölgesinde, bir sokak arası... Bir araba zor geçer iki apartman arasından, öylesine dar. Çocuklar için oyun sahası o sokak. Demirli parmaklıklarla kaplı giriş katlarının camlarından çıkan etli sarma ve kızartma  kokuları karışıyor oyunlarına. Bir çocuk elinde topu ile geliyor mahalleye. Üç kız, boyaları dökülmüş kahverengi apartman kapısında kıs kıs gülüyorlar birlikte, fısır fısır dedikoduya başlıyorlar hemen kendi aralarında, seslerini bir tek kendileri duyuyorlar. Erkek çocukların duruşu değişiyor. Kabarıyor göğüsleri. Bir horoz dövüşünün başlama sahnesi! Hayat daha o yaşta bildik bir perdeyle açılıyor. Çocuk farklı; sarışın ve renkli gözlü. Kızlardan biri uzun at kuyruğu yapılmış, fındık kabuğu saçlarını savuruyor. O yaşça diğerlerinden büyük. Bir abla belli. Daha küçük olan sarışın kız, ağzından büyük sakızını çiğniyor, annesi görse yiyecek yine tokadı. Onunla yaşıt olan sessiz ve sanki biraz sinsi. Parmağına dolandırıyor eteklerini.

Bir iki laf atıyorlar birbirlerine. Oyun oynayacaklar ama az sonra kuracakları yakınlıktan eser yok kelimelerinde. Bir tanesi, hafif kilolu olan çocuk, soruyor: Kimlerdensin... Sana ne, diyor çocuk. Soğuk bir rüzgar esiyor. Kimse o rüzgara kulak asmıyor gibi gözüksede, yüzlerdeki tebessüm donup kalıyor. At kuyruklu olan, komşuya mı geldiniz, diyor. Yoo, burada oturuyoruz. Yeni taşındık, diyor ve gülüyor. Az önce esen rüzgarın buzunda üşüyen yüzler ısınıveriyor. Çocuk öyle çapkın bakıyor ki, kız başını öne eğiyor. Oyunlar başlıyor. Şen kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes evine giderken birer ikişer, at kuyruklu kızla, yeşil gözlü çocuk o kaldırıma oturuyor. Anneler adlarını bağırıncaya kadar konuşuyorlar, çokça da kahkahaları karışıyor akşam ezanına. Günler geceler böyle geçiyor, akşam ezanları bir süre sonra eve giriş zili gibi geliyor. Okunmadan o kaldırımdan kalkmıyorlar. Adları onlarca ağaç dalına takılı kalıyor. Annelerin sesleri her seferinde mahallede koca bir tur atıyor. Koşarak eve giderken bile gözler hep birbirlerinde, tökezleseler de düşmüyorlar. İlk kıvılcımın heyecanı sarıyor uykuları. Yürekler pıt pıt atıyor.

Günler sonra çocuk elinde topu bir heves koşarak sokağa geliyor. Kızı göremeyince ortada meraklanıyor. Beklerken kırılan ümitlerinden desenler yapıyor toprağın üzerine ayakkabısının ucuyla. Kız uzaktan görünüyor. Çocuğun yüzünde kocaman gevrek bir gülümseme. Kız onu beklettiği için mahçup. Senin için geldim bu akşam, diyor çocuk. Annem izin vermedi komşular gelecekmiş. Ama ben yine de geldim seni görmeye, diyor. Oturuyorlar kaldırım taşına. Ellerini ilk defa tutuyor çocuk o gece kızın. Kızın kalbi duracak kadar hızlı atıyor. Havada uçuşan kelebekleri o anda saymak bile mümkün değil. Hepsi sokak lambasının ışığına doğru uçuyor. Çocuk yeşil gözleri ile süzerken kızın gözlerini, aklından geçiyor belli ki ilk öpücüğün hayali. At kuyruğunu savuruyor kız. Hissediyor havadaki öpücüğü. Tutup öpmek istiyor o hayali. Yeşil gözlerinin kaçırırcasına ayağa kalkıyor çocuk, gitmem gerek, diyor. Aniden. Hiç sebebi yokken... Kız hiçbir şey anlamıyor. Bir süre, çocuğun koşarak uzaklaşmasını seyrediyor. Havada asılı kalan öpücüğün  hayalini alıp, o da eve doğru koşuyor.

Günlerce sokağa uğramıyor yeşil gözlü çocuk... Kız kaldırımda oturup bekliyor... Hiçbir oyuna katılmıyor. Hiç kimseye onu soramıyor... Ne olduğunu bilmiyor... Sadece bekliyor. Elinde bir öpücüğün hayali, o bekleme sırasında, ilk kalp kırığını örüyor.

***

Kaç kez söktü kimbilir o kırığı, kaç kez yamamaya çalıştı deseni uymayan kumaşlarla... Kaç kez ördü yeniden, desen desen. Kırıklar her yağmurda sızlar demişti yeşil gözlü çocuk kıza, ellerini ilk kez tuttuğunda. Elleri acıyordu şimdi, elleri ile tutmasaydı o hayali... Fark etmeseydi havadaki kelebeği... Acır mıydı yüreği... Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuğruğu saçlarını. Tam da o sırada, bir adam geçerken yanından çarpıyor omzuna, adam pardon diyecekken, gözlerini görüyor kadın önce, yeşil. Gülüyor hayatın denkliğine, adama gülümserken affettiğine dair bir göz hareketiyle, Allahtan saçlarınız kahverengi diyor. Yürüyüp gidiyor gideceği yere, yüzünde çocukluktan kalma acı bir tebessümle.



görsel/vladstudio

04 Şubat 2011

Kuşlar(ım) Havalanıyor





Uzaklara...
Çok uzaklara gitmekti niyet, iklimini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmak.
Ne çok oyalandım bu topraklarda şimdi ben.
Gitmek gerekti çok uzaklara gitmek.
Lakin yapılması gerekenler vardı hep el altında,
şimdi onları yapması gerekenlere bırakmak gerek.
İç sesimdi bu sabah beni dürten...
Kalk diyen...



Artık zamanıdır gitmenin, İç Sesimi dinlemenin...




30 Ocak 2011

Zor Olan




Bana koyu gelen bir sohbetin ortasındayız. Bir hayali paylaşıyorum sesli sesli... Anlatma bana böyle şeyleri, diyor. Bu yalnız bedene ne yaptığının farkında mısın..?  Beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni, yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken, diyorum.  O anda onun yürekle bir işi olmadığını da anlıyorum.

***

Derin bir boşluktan bahsediyordu geçtiğimiz günlerde H.Babaoğlu bir yazısında. Neyi başarırsan başar, neye ulaşmış olursan ol; aile, ev, araba, konforlu bir yaşam diyordu, hep o boşluk hissi. Yazıyı okurken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ruhu beslemek yüreği beslemekle ilgili. Oysa kaçımız yüreklerimizi beslemeyi seçiyoruz. Geçtim beslemekten, kaçımız onun çığlıklarını duyuyor ve ona göre cevaplar arıyoruz. Oysa kafanı çevirip baktın mı sol yanında göreceksin niyelerini... Görmek istersen tabi!

***

10lü yaşların sonu, 20li yaşların başı bedeni keşfetme uğraşlarının tavana vurduğu yaşlardır. Karşı cinsin bedeni üzerindendir beğeniler. Olgunlaşmamış bireyin açlığa yüklediği anlam hep aynıdır: sevişmek doyuyur tüm açlıkları. Oysa insan bir bedenle sevişmez sadece. Beden bir araçtır.

***

Geçen gün Kazara Yazar'a yazdığım şu yazıya bir yorum geldi sevgili buraneros'tan

Aslında gayet anlaşılabilir ve kolayca izah edilebilir bir durumdur yazınıza bahse konu hal... "varolmanın dayanılmaz hafifiliğini" nasıl yorumladığınızla ilgili bir olmuşluk ya da olmamışlık halidir, kadınları kategorize etmek; ve bence insanın kendiyle ilgili bir sorundur. Kimileri gün gelir farkederler bir bedenden öteye gidemediklerini... kimileri öğrenemezler bir türlü "hayatın gerçek tadını" ... ve aslında insan durup baktığında kendine, isterse görür niyelerini...

***

Evet, gün gelir, bazıları bir bedenden öteye gidemezler ne yazık ki, ve kendi bedenlerinde çürüyen yüreklerinin çığlıklarını duyamazlar bir türlü. Bir olmamışlık, bir tamamlanmamışlık halidir üzerinde taşıdıkları. Uzaktan bile tanırsınız onları. Libidosu tavan yapmış budalaları!






* görsel:vladstudio


27 Ocak 2011

Satır Arası



Geçip giderken bırakılan bir mektubun satır aralarından...

bu aralar kalakaldı elimde karışmış bir yürek çilesi gibi kelimelerim. cümlelerim dağınık bir zihin örgüsü... 




15 Ocak 2011

Adi Herif(*)



"adi herif", ağlamalarının arasına sıkıştırılmış bir beddua gibi, yinelenerek ve her yinelenmesinde daha baskın bir nefrete eklenerek çıkıyordu ağzından: "adi herif"...

Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.

İlki:

Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.

İkincisi:

Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!

Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.

Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…

Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...

Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.

Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…

Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...

Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:









(*) Kezban’a ve Güven’e Dair / Bir Ömür Teşekkürle…