18 Mart 2011

Nereden Başlamalı




seni düşünüyorum. anlara sığdırılan, görenlerin özendiği kocaman kahkahalarımızı, kırılacakmış gibi hassasiyetle ve sadece parmak uçlarımızla sildiğimiz gözyaşlarımızı. evet, bugün seni düşünüyorum. yataktan çıkıyorum alelacele. daha yüzümü yıkamadan alıyorum elime kağıdı-kalemi; bir mektup yazmaya karar veriyorum. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

bazen, daha ilk yazıldığı anda anlamsız kalır ya cümle ve hatta kelime, hani şair der ya kifayetsiz... öyle bir an gelir de bakar kalırsın ya, kaleme, yazdığına, kağıda... anlara takılır da gidersin ya peşlerinden kimi zaman gözünde yaş, kimi zaman sımsıcak bir tebessümle... uyanırsın ya bir sabah yüreğin küt küt atarken, dilinde onun adıyla... bakar da kalırsın ya sol yanına... tutar da yüreğini elinle sıkarsın ya... seni düşünüyorum işte ben böyle bir sabahta. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

sevgili
sevgili yazıyorum, görünmez ama hissedilir bir m geliyor hemen ardından. susuyor şehir. uyanıyor kuşlar. o zaman anlıyorum. ben hâlâ senin yanında, sol yanımın sıcaklığında öptüğün o sabahlardan birine uyanıyorum usulca. uzaklıklar geliyor aklıma, o uzaklığın öğrettiği özlemek duygusu bağdaş kuruyor burnumun ucuna. sızlıyor evet. hemen sonra yakınlığın, içimde bir yere ulaşıyor sızı, ısınıyor ister istemez. işte öyle bir hal içindeyim bu sabah. burnumda bir sızı, yüreğimde bir sıcaklık; nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

...?
üç nokta koyuyorum, hemen yanına bir soru işareti. başlıyorum yazmaya. bittiğinde senin yazıyorum. yanına adımı yazmaya tereddüt ediyor kalemim. senin, yazıyorum bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha. bastıra bastıra.

üç noktayı siliyorum. sevgili yazıyorum. soru işareti hâlâ orada, içinde saklanan m, korkudan tir tir titriyor bulunduğu yürekte, çıkmaya hevesli ama korkularına yenik düşüp siniyor olduğu yere. senin yazan yere gidiyor kalem. hemen yanına bırakılan boşluğu doldurmak artık ne kadar zor bir bilsen. di yaz diyor akıl. kalem onun komuta zincirini kırmıyor. o koca boşluğun yanında di, nasıl da sırıtıyor bir bilsen. yürek nasıl da suskun izliyor olup biteni... nereden başlamalıydım ki, diyorum. nasıl seslenmeliydim.

yazdığım her şeyi siliyorum. ... hemen yanında bir ? kalıyor sayfanın en üstünde, en altta ise ... ve bir de di. arada kalan koca boşluğa bakıyorum uzun uzun. o boşluğu doldurmak ne kadar zor bir bilsen. yürek o boşluğun içinde suskun, akıl ağlamaklı... mektubu zarfa koyup, üzerine adresini yazıyorum. bir rüzgar vuruyor pencereme, Emirgan'ın koruları gülümsüyor bana. güneş gösteriyor uzaktan da olsa yüzünü. babamdan kalma yazı masasının üzerindeki bütün kağıtları uçak yapıyorum bir bir. süzülüyorlar havada boğaza doğru. bir zarf kalıyor üzerinde adresin yazılı. gerisi koca bir boşluk. nereden başlamalı diyorum yarınlara, nasıl seslenmeli hayata...




Görsel / deviantart

10 Mart 2011

Ölmek mi Gerek?



yazmak için oturduğum her seferinde,
nedendir kazımak seni tenimden.
biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya.
sen istersen umut de buna...

yazmak istediğim her seferde,
neyin nesidir seni kazımak yüreğimden.
bir kuşun kelebeksi değil diye kanadı,
kırılmaz mı sanıyorum ne...
ah! nedir kendini bu denli kandırmaca...
insan gün geliyor, Tanrı benim sanıyor...
sadece bana ait.

gülüyorsun değil mi...
gül tabi.
her yaranın altından çıkan ben olsam 
kahkahalar atardım
ama sen çıkıyorsun,
ve kanıyorsun.
tenim acıyor,
yüreğim ondan daha çok.
sen acı eşiğim sınırsız mı sanıyorsun?

ah! ne büyük yenilgi benimki...
Tanrım! ne büyük bir yenilgi benimkisi
senin varlığın karşısında...

biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya,
sen istersen buna tuz basmak de yaraya...

evet sevgilim, 
evet!
yazmak için oturdum,
evet sevgilim,
evet!
yine yaralarımı kazıdım,
evet sevgilim,
evet!
artık çok yorgunum.

bir kez daha bir şiiri 
şairi gibi yazamadan
 yarım bırakıp gidiyorum...
biraz mavi 
az biraz turuncu 
ve çokça tuz bulmak için yarama
huzur(un)dan ayrılıyorum

Tanrı varsa!

eğer bensem!

eğer benimse!

eğer birse!

senden geçerek
ona varmaya gidiyorum...

eğer değilse sevgilim
evet! eğer değilse...
bir mum yak kilisenin birinde 
sen inandığın Tanrına
beni yanına aldı diye dua et
ve bir camiye git sonra koşa koşa 
ve bir namaz kıl sadece iki rekat olsun
ve dua etmeyi unutma

şükret ona sevgilim,
beni yanına aldı diye...
ve herkese söyle
sevgili kuluymuş de
ve ağla ardımdan
nasıl bilirdiniz diye sorarlarsa
bildiğiniz gibiydi de
bir de hep, iyi ki derdi de.
iyi ki;
 aldın onu yanına,
derken
gülümsemeyi unutma!





06 Mart 2011

Ruh Uyumsuzluğu



Bir sabahın erkeni uyanıp da ona gideceğimi hiç düşünmemiştim.

Ruhunun kırk yaşında olduğunu söylüyordu ve belli ki buna inanmak istiyordu. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadım. Evet, itiraf ediyorum insanları sadece seslerinden tanımak konusunda son derece yetersizim. O sabah, iki durak öncesinde inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüğüm, o köprü altında karşılaşmasak ve ihtiyaca binaen yapılan kahve teklifinin, sevişmeye niyet vadesi çoktan dolmuş çekini kabul etmesem, onun imkânsız ruhunu bu kadar çırıl çıplak göremezdim. Yürürken konuşulan üç beş kelimenin önemsizliği birbirini takip etmeyen cümlelerimizde gizliydi.  İçilmeyecek bir fincan kahvenin kimsede hatırı kalsın istemiyorduk. Belki de o gün için birbirimize gösterdiğimiz tek özen de bu oldu.

Eve ilk o girdi. Üzerindekileri çıkaransa ilk  ben oldum. Tek bir bakışı ile çırıl çıplak kalacak kadar hevesli olan da bendim ya, neyse... Az önce avucumun içiyle kapattığım kapıya sırtımı dayamış, ellerimi popo hizamda kapı ile bedenim arasında sıkıştırmış, ondan gelecek davetkâr bakışı beklerken, beni ters köşeye yatırmak istercesine su ısıtıcısına uzanışını seyrettim. Sütlü mü? sorusu havada kaldı. Kafam kahvede değildi, onun bedeninde dolaşan ellerimi ceplerime soktum. Sade lütfen! Cevap da havada kaldı ya, neyse...

Günlerdir konuşmalar arasına sıkıştırılan, şehvet sinyallerin yer çekimsiz bir ortamda havada uçuştuğunu fark ettim. Kahvemden bir yudum aldım. Sonrası; karartı... boşluk... yıkım... Bütün bunlar olabilirdi. Neden o anda, o evde, onunla kahve içmem gerektiğini anlamaya çalışıyordum. Neydi bulmamı istediği? Neyi görmem için oradaydım... Kahvemi yudumlarken aklımdan geçenleri elemeye başladım. Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve baktı... O anda baktı. O bakışın tenimi yakan hızını ve delip geçen gücünü tarifsiz bırakan bir ürperti bedenimde dolaştı. Ona baktım. Al beni dercesine... Al beni... Kahvem üzerime dökülmese, akla ziyan bir bağırtıya ramak kalmıştı: Al beni...

Duymuş olmalı. Üzerimdeki gömleğin düğmelerini çözerken titreyen parmakları, bedenime uzanan bedeni, yüzümü örten nefesi... Evet, o bağırtıyı duymuş olmalı. Nefesimin sıklaştığı anda son düğmemi açan ellerini tuttum. Yanmış olmalı ki, bir nefes boyu daha uzaklaştı bedenimden.  Yapma, dedim. Bunu yapma!

Dudaklarının dudaklarımı yakan ateşini hissediyordum. Öpüştüğümüzden falan değil, bedenlerimizin, bir adamla bir kadın arasındaki en uzak mesafede, bir nefes boyu uzaklıkta duruşuydu buna sebep.  Ayağa kalkıp banyoya gittim. Bakışımla buğulanan aynada kendimi uzun uzun seyrettim. Gözümden yaş gelmiyordu ama ağlıyordum. Temizleniyordu içimde bir yer. Neresiydi, nedendi, neden bugündü bilmeden, farkına varmadan ben, temizleniyordum. Klozetin kapağını kapattım ve üzerine dizlerimi de toplayarak oturdum, arınıncaya kadar ellerim yüzüme kapanmış ağladım. Ruhumu akmayan o soğuk suların altında yıkadım.

Banyodan çıktığımda yirmili yaşlardaki cılız bedenine baktım. Çıplaktı, yataktaydı, vermeye hazırdı. Oysa al beni demiştim ona. Al beni...  Ruhunun kırk yaşında olduğunu söyleyen ve buna inanmak isteyen genç adama baktım. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadığımı söyledim. Gülümsedi. Öyle masum, öyle kırılgan, öyle istekliydi ki, eğilip alnından öptüm. Onun tişörtlerinden birini üzerime giyip yatak odasının kapısını üzerine çektim.  O almaya değil vermeye hazırdı ve ruhu ikisi arasındaki farkı kavrayacak yaşa gelmek için daha çok yol kat etmeliydi. Bir sigara yaktım. Salondaki pencereyi açtım. Dışarının soğuğunu yüreğimin ayazına katık edip, sigaramdan çektiğim uzunca bir nefesi içimde tuttum. Yoğunluğu ile avundum. Gideceğime hiç ihtimal vermemiş olmalı ki, bu süre içinde odadan çıkmadı. Kim bilir belki de, kor üzerinde bir sigara molasından sonra, hiç başlayamadığımız hayali keyfe döneceğimi düşünüyordu. Ya da yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Kim bilir...

Kotumu ve çoraplarımı giydim, kalın altlı siyah botlarımı ve üzerime de boğazlı örgü siyah kazağımı. Siyah montumu elime aldım. Çantamı çapraz olarak omzuma astım. Kitabımı masanın üzerinden alıp kapıyı açtım. Eşikte bir kaç saniye oyalandım. Odanın kapısını açmasını mı bekliyordum? Evi göz ucuyla süzdüm. Güçlü bir nefes ile üfledim, avucumun içinde saklı olanı ona gönderdim. Bilmem aldı mı?

Dışarıda esen ve uğultusu duyulan rüzgarın bedenime, içime işlemesine ihtiyacım vardı. Yağmurlarda ıslanmaya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Asansörü kullanmadım. Hiç acelem yoktu. Bundan sonra zaman mümkünse olabildiğince yavaş aksındı. Merdivenlerden indim. Her basamakta bir kez daha eledim nedenleri... Bu değil... Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve o anda seslendi... Fısıltıyla ve korkuyla... Gidiyor musun, dedi... Hiç gelmedim ki, dedim.

Apartman kapısının üzerime kapanan ağırlığı sırtımda, rüzgarın öfkesi göğsümdeydi. O anda dışarıdaki soğuğu tanımlayabilecek bütün kelimeleri unuttum, adımı unutmaktı ya isteğim, neyse...

Kendi içimin yangınında kavrulan yüreğimi söküp atmak istedim. Belki de, kendimi kaybettirip, yüreğimi buldurmak içindi herşey, dedim. Yüreğime tutundum ve o köprünün altından geçtim. Otobüs durağına kadar yürüdüm. Dışarıda yağan yağmuru kendime yürek yası bildim. Otobüsün üst katında, pencere kenarına oturup, akıp giden hayatımı seyrettim. Sessizce teşekkür ettim. Rahmetine sual olunmazım bıraktı ağlamayı. Gülümsedi bulutların arasından. Canını bu sefer yakmadığına sevindim, dedi. Canımın yandığını belli etmeyecek kadar büyümüş müydüm? Gökyüzündeki kuşlara baktım, kanat çırptım. Başımı önüme eğdim, bilmediğim bir sokakta otobüsten inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüm... Sanki hiç gitmemiş gibiydim...






21 Şubat 2011

Toprağını Toprağımla Bulama...

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...

16 Şubat 2011

Ayaz Vurursa Yüreğime





O geceyi anımsıyordum... Soğuk öyle bir işlemişti ki, damarlarımdaki kanın bile donduğunu iddia edebilirdim. Evet! O geceyi, anımsıyorum. Bulutsuzdu gece. Senin üzerindeki, beli ve kolları lastikli olmayan, ince trikodan düz örülmüş, yıkanmaktan rengi atmış, solgun lacivert kazağını; altına giydiğin dizleri çıkmış, günlerdir yıkanmamış izlenimi veren, üzerine neredeyse bir beden büyük gelen kanvas pantalonunu ve çıplak ayaklarını... Dağınıktı saçların, anımsıyorum. Ellerin büyüktü, onları da anımsıyorum. Ve ifadesiz bakışlarının üzerime çarpan oklarını hiç umursamayışını anımsıyorum, o bakışları ise hiç unutamıyorum… Bütün bu geri çağırış sana ve sana dair o gece ne varsa işte onlara. Ben yokum! Bir tek sen. Bir tek senin detayların… Anımsadığım ne varsa, sana dair.

Aklımda, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapakların var. Bir de 'devam et' deyişin. Neye devam etmem gerektiğini anlayamadığım bir sanrı sözlerin. Sesin; buğulu, uzaktan ve buyurgan… O geceyi anımsıyorum. Sesine, vurguna ve yılgın bedeninin hemen üzerinde ağırlaşan omuzlarınla o koltukta oturuşuna dair ne kadar ayrıntı varsa, hepsini. Krem renkli yüzü eskimiş koltuğun orta yerinde oturuyorsun. Elinde tuttuğun anların artık senin olmadığının bile ayırdında değilsin. Bana yalvaran gözlerinin, fersiz hallerinden anlıyorum: Sen! Bir tek sen bu geceyi, o açık camdan giren ayaza rağmen seviyorsun. Sana çarpıp, dalgalanarak çoğalan soğuk vurunca yüreğime, farkına varıyorum: bu gece sen kendinden uzakta olan bir sevdaya ellerini uzatıyorsun ve ben, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapaklarından seni öperken buluyorum kendimi. Dudağıma değen kirpiğinin ucu olmasa, orada olmadığıma yemin edebilecek kadar uzağındayım. Yani aslında uzağında ve yine de oradayım. O odada. O camın hemen önünde, ayazla senin aranda: Yürekten bir kalkan.




Bir peçete üzerinde dağılan keçeli kalemin izlerinden ne çıkartırsın bilemem kendine, ama ben o geceyi, o gece olanları ve fersiz gözlerinin yalvaran haykırışlarını anımsıyorum. Kaldığım yerden yaşamaya devam ediyorum.
 

* ÜZERİNE

ayazdı gece...
ve ben;
kalem tutan ellerimle,
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin sadece ellerimle

ellerim ellerine değdiğinde
dinle yüreğimi
nasıl da meyl ediyor sana
nasıl da içli
nasıl da aksak bir ritmle

ve ben;
kalem tutan ellerimle
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin ellerimle
ve evet! aksak bir ritmle...

sonra bakardım gözlerine,
aksak bir ritmle titrerdi dudaklarım
iç burkan nağmeydi aşkın
bulutsuz gecelerimde

yansımazdı ışığım gözlerinde
ve sen, işlerdin ayaz gibi yüreğime

sana yazan ellerimi...
        ellerimi geri verebilseydin
                    sarabilirdim uzağında soğuğan bedenimi

hiç olmadı bir şiir yazardım geceye
ya da tek bir cümle;
                    sevmek, cesurca gitmektir bir yüreğin üzerine!





* üzerine , kazara yazarda yayınlanmıştır;

07 Şubat 2011

Oyun Arkadaşı

Koca bir çınarın gölgesinde, bir sokak arası... Bir araba zor geçer iki apartman arasından, öylesine dar. Çocuklar için oyun sahası o sokak. Demirli parmaklıklarla kaplı giriş katlarının camlarından çıkan etli sarma ve kızartma  kokuları karışıyor oyunlarına. Bir çocuk elinde topu ile geliyor mahalleye. Üç kız, boyaları dökülmüş kahverengi apartman kapısında kıs kıs gülüyorlar birlikte, fısır fısır dedikoduya başlıyorlar hemen kendi aralarında, seslerini bir tek kendileri duyuyorlar. Erkek çocukların duruşu değişiyor. Kabarıyor göğüsleri. Bir horoz dövüşünün başlama sahnesi! Hayat daha o yaşta bildik bir perdeyle açılıyor. Çocuk farklı; sarışın ve renkli gözlü. Kızlardan biri uzun at kuyruğu yapılmış, fındık kabuğu saçlarını savuruyor. O yaşça diğerlerinden büyük. Bir abla belli. Daha küçük olan sarışın kız, ağzından büyük sakızını çiğniyor, annesi görse yiyecek yine tokadı. Onunla yaşıt olan sessiz ve sanki biraz sinsi. Parmağına dolandırıyor eteklerini.

Bir iki laf atıyorlar birbirlerine. Oyun oynayacaklar ama az sonra kuracakları yakınlıktan eser yok kelimelerinde. Bir tanesi, hafif kilolu olan çocuk, soruyor: Kimlerdensin... Sana ne, diyor çocuk. Soğuk bir rüzgar esiyor. Kimse o rüzgara kulak asmıyor gibi gözüksede, yüzlerdeki tebessüm donup kalıyor. At kuyruklu olan, komşuya mı geldiniz, diyor. Yoo, burada oturuyoruz. Yeni taşındık, diyor ve gülüyor. Az önce esen rüzgarın buzunda üşüyen yüzler ısınıveriyor. Çocuk öyle çapkın bakıyor ki, kız başını öne eğiyor. Oyunlar başlıyor. Şen kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes evine giderken birer ikişer, at kuyruklu kızla, yeşil gözlü çocuk o kaldırıma oturuyor. Anneler adlarını bağırıncaya kadar konuşuyorlar, çokça da kahkahaları karışıyor akşam ezanına. Günler geceler böyle geçiyor, akşam ezanları bir süre sonra eve giriş zili gibi geliyor. Okunmadan o kaldırımdan kalkmıyorlar. Adları onlarca ağaç dalına takılı kalıyor. Annelerin sesleri her seferinde mahallede koca bir tur atıyor. Koşarak eve giderken bile gözler hep birbirlerinde, tökezleseler de düşmüyorlar. İlk kıvılcımın heyecanı sarıyor uykuları. Yürekler pıt pıt atıyor.

Günler sonra çocuk elinde topu bir heves koşarak sokağa geliyor. Kızı göremeyince ortada meraklanıyor. Beklerken kırılan ümitlerinden desenler yapıyor toprağın üzerine ayakkabısının ucuyla. Kız uzaktan görünüyor. Çocuğun yüzünde kocaman gevrek bir gülümseme. Kız onu beklettiği için mahçup. Senin için geldim bu akşam, diyor çocuk. Annem izin vermedi komşular gelecekmiş. Ama ben yine de geldim seni görmeye, diyor. Oturuyorlar kaldırım taşına. Ellerini ilk defa tutuyor çocuk o gece kızın. Kızın kalbi duracak kadar hızlı atıyor. Havada uçuşan kelebekleri o anda saymak bile mümkün değil. Hepsi sokak lambasının ışığına doğru uçuyor. Çocuk yeşil gözleri ile süzerken kızın gözlerini, aklından geçiyor belli ki ilk öpücüğün hayali. At kuyruğunu savuruyor kız. Hissediyor havadaki öpücüğü. Tutup öpmek istiyor o hayali. Yeşil gözlerinin kaçırırcasına ayağa kalkıyor çocuk, gitmem gerek, diyor. Aniden. Hiç sebebi yokken... Kız hiçbir şey anlamıyor. Bir süre, çocuğun koşarak uzaklaşmasını seyrediyor. Havada asılı kalan öpücüğün  hayalini alıp, o da eve doğru koşuyor.

Günlerce sokağa uğramıyor yeşil gözlü çocuk... Kız kaldırımda oturup bekliyor... Hiçbir oyuna katılmıyor. Hiç kimseye onu soramıyor... Ne olduğunu bilmiyor... Sadece bekliyor. Elinde bir öpücüğün hayali, o bekleme sırasında, ilk kalp kırığını örüyor.

***

Kaç kez söktü kimbilir o kırığı, kaç kez yamamaya çalıştı deseni uymayan kumaşlarla... Kaç kez ördü yeniden, desen desen. Kırıklar her yağmurda sızlar demişti yeşil gözlü çocuk kıza, ellerini ilk kez tuttuğunda. Elleri acıyordu şimdi, elleri ile tutmasaydı o hayali... Fark etmeseydi havadaki kelebeği... Acır mıydı yüreği... Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuğruğu saçlarını. Tam da o sırada, bir adam geçerken yanından çarpıyor omzuna, adam pardon diyecekken, gözlerini görüyor kadın önce, yeşil. Gülüyor hayatın denkliğine, adama gülümserken affettiğine dair bir göz hareketiyle, Allahtan saçlarınız kahverengi diyor. Yürüyüp gidiyor gideceği yere, yüzünde çocukluktan kalma acı bir tebessümle.



görsel/vladstudio

04 Şubat 2011

Kuşlar(ım) Havalanıyor





Uzaklara...
Çok uzaklara gitmekti niyet, iklimini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmak.
Ne çok oyalandım bu topraklarda şimdi ben.
Gitmek gerekti çok uzaklara gitmek.
Lakin yapılması gerekenler vardı hep el altında,
şimdi onları yapması gerekenlere bırakmak gerek.
İç sesimdi bu sabah beni dürten...
Kalk diyen...



Artık zamanıdır gitmenin, İç Sesimi dinlemenin...