07 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - son


 


Asya... O geceden sonra onlarca kez gittim Asya'ya... Sabahın erkeninde, öğlenin bir vaktinde, akşamın bir yarısında... Nasıl beceriyordu hiç bilmiyorum ama her seferinde elinde fincanı, yüzünde o sımsıcak gülümsemesi ile karşılıyordu beni. Sesi hep ilk günkü gibi içtendi: 'seni bekliyordum' derdi. Teninin kokusunda hep bir kayısı şeftali aroması, her seferinde ilkmiş gibi çekerdim içime. Onlarca kez gittiğim o evde Asyamın istemediği hiç bir şeye niyetlenmedim. Gecelerce sadece sarılıp uyumak dışında, hiç yakınlaşmadık. Bir kere bile öpmedim ben onu dudaklarından mesela. 

Bir gece, amaçsızca dolanırken İstanbul'un arka sokaklarında duydum kokusunu bir barın loş ışıklarından süzülen dumanın karanlığında. İçeri girdim, bir masaya oturdum. Bir içki söyledim. O kokuyu orada duymak tanımsız bir yanımı çıkarıp koyuvermişti bedenimin üzerine. Ben ben değildim.oturdum bara yakın boş bir masaya. oturur oturmaz, parmak uçlarımı acıtacak kadar şiddetli vurmaya başladım masaya. Tık tık... Tık tık... Dört parmağım, altına bacaklarımı zar zor sığdırdığım o metal masa üstüne öylesine şiddetli bir ritmle vuruyordu ki, yan masamdakilerin beni izlediği hissi ile kendime yaptığım işkenceyi oracıkta kestim. Barın oralarda duran bir kaç kadına şöyle bir göz gezdirdim. Benim Asyam... hiç yakışmıyordu o yüksek taburelerin üzerindeki sahte gülüşlere. İçerideki kesif kokuların arasından burnuma gelen kayısı şeftali kokusunu içime çektim. Asya oradaydı... Oradan geçmişti... Benim Asyam, o gece başka birine gülümsemişti. Parmaklarımın uçlarını kanatıncaya kadar vurdum masaya. O yaşlı bunağı öldürmediğim an'a gittim her bir vuruşta. Her bir vuruşta daha da büyüyen öfkemi susturmak için içtiğim viskilerin parasını ödeyemeyince, bir temiz yediğim dayakla dağılan ağzımı burnumu topladım sızdığım kaldırımdan. Sabah ezanı okunmak üzereydi. Dört saat boyunca yürüdüm Asyama doğru, burnumda kurumuş kan kokusu.  Vardığımda bütün bedenim enerjisini tüketmişti. Sürünerek yürüyen ruhum, bedenimin hayata inat duruşuna pes et diyordu. Defalarca gittiğim o apartmanın girişinde bir süre bekledim. Ya evde yoksa... Ya beni beklemiyorsa... Ah! Sanrılar... İçimde büyüyen duygularıma sözümü geçiremedim. O asansöre bindiğimde öyle bir haldeydim ki, aynada yansıyanın ben olmadığının ayırdına bile varamadım. 

O sabah yine o bunağa denk geldim. Yine o pis gülüşe... Zihnin geçmişe dönüş yaptığı anlar en tehlikeli zamanlardır.  Sırf onun katında gördüm bunak bir adamı... bir sabah vakti, dudağında sigara ile gülümserken diye...Nereden bilirdim, yan komşusuymuş adam. Ekmek almak bahanesiyle sigara içmeye gidiyormuş. Muhtemelen adam için herhangi bir sabahtı. Ama ne Asyam ne de benim için sıradan bir sabah olmadı. Adam kanlar içinde apartmanın boşluğunda yatarken, Asya çöpü çıkartmak için kapıyı açtı. Attığı çığlık apartmanı ayağa kaldırdı. Ona neden bunu yaptığımı açıklama fırsatı bile bulamadan kendimi burada buldum. 

Asya beni hiç aramadı. Yazdığım mektuplar eline ulaştı mı bilmem. Bir tek gün olsun bana yazmadı. Taksi şoförü gelip bütün hikayeyi anlattığında öğrendim, Asya'nın hayat kadını olmadığını, taksi şoförünün bizim kahveden Ahmet Abinin tanıdığı olduğunu, Asya'nın Ahmet abinin kardeşi olduğunu, görücü usulüne karşı geleceğim için böyle bir dolap çevirdiklerini, Asya'nın beni fotoğrafımdan görüp beğendiğini, Ahmet Abinin bana kefil olması ile de bu dolabı çevirmeyi kabul ettiğini öğrendiğimde çözmüştüm 'seni bekliyordum' deyişindeki sırrı... O gün bin kez daha aşık oldum Asyaya...

'Asya... Benim kayısı şeftali kokan Asyam... O gece sarılıp uyumasaydım sana... Karışmasaydım kalabalığına, uyanmasaydım kokunda...' (iç sesim hep aynı soruyla sınar aşkımı)

Yedi yıl oldu, tam yedi yıldır, bu dört duvar arasında hayalini kurarım ben baharın. Baharda çiçek açan kayısı ağaçlarının çiçeklerini toplarım Asyam için. Şeftali ağaçlarına tırmanırım sabahın erkeninde yüzünü bir kez olsun görebileyim diye. Her akşam onun gülüşüne sığınıp onun yüzünde ederim duamı, bildiğim en kutsal yerde. Af dilerim bana aşkı sunandan... Güya kendimce dindirmiştim sanrılarımın sancısını  ben o sabah. Şimdi gerçeğin sancıları ile kıvranıyorum her gece. Ben iyi bir adamımdır bakma burada yattığıma. Asyama da yazdım, ona gönderdiğim her bir mektubumun sonunda...

"Sevdiğimi yüzüne bir kez söyleyemediğim; ben iyi bir adamım, bildiğim en kutsal şeyin üzerine yemin ederim ki, iyi bir adamım. Ama bilir misin Asyam, iyi bir adamın, en kötü kaderidir aşkını ispata çalışması... Güzel gülüşünden öperim, kokunu nefes bilirim. Sen beni affetmedikçe, cezamı kalan ömrüm boyunca çekerim."











06 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 2





Asansörden indiğimde omzuma çarpan tek dişi kalmış canavarın gülümsemesini söküp atmak istedim. O gülüşün benim nezdimde kabul edilemez bir yanı vardı ve üstelik olup bitenden emin değilken, o kadının ardından asılı kalan bu gülüşü hazmedemeyişimin açıklaması zor bir tarafı vardı. Böyle anlatınca tuhaf gelebilir ama benim gibi kadınlarla birlikte olmak konusunda ciddi sıkıntılar yaşayan bir adam için yaşadığım sanrıların ardı arkası kesilmezdi bir kadına beş metreden fazla yaklaştığımda.  Sen o geceye, zincirini kırmak de, istersen ördüğü duvarları yıkmak de ya da... Ne bileyim işte... En iyisi sen buna; 33 yaşında hayata tutunmak için normalleşmeye yeltenmek de.

O gece o kapıya gittiğim her seferinde aklımda sabitlenmiş sorunun cevabını, 10 gün sonra bu şekilde alacağımı bilsem, sorar mıydım acaba: Ne işim vardı benim bu apartmanda, 25 nolu o dairenin önünde. İçimde önleyemediğim bir merak duygusu ile ilerliyordum ve bu duygunun başıma ne gibi işler açabileceğini az çok tahmin edebiliyordum: Sanrılar...

Aklıma 15-16 yaşında ilk kez sıra arkadaşım Faruk ile gittiğimiz evde yaşadıklarımız geldi. Onun zoru ile gitmiştim. İlkti ve ne yapacağımı bile bilmiyordum. Üstelik genelev denilen şeyin tek bir evden oluştuğunu sanıyor, koca bir mahalleye yayılmış onlarca evi gördüğümde yaşadığım şoku da üzerimden atamıyordum. İstanbul ve Ankara'dan  bayram için gelen kadınlar vardı. Biz onlara gitmiştik. Dedim ya, ne yapacağımı bilmiyordum ve böyle şeylerin kitaplarda okuduklarımla pek bir ilgisi olduğu söylenemezdi. Anlatılan kahramanlık öykülerine duyduğum garip bir özenti ile giriştiğim uğraş, deneyimli sahte sarışın kadının,  olaya el koyması ile bir facianın köşesinden dönmemi sağlamıştı. Gene de bu deneyimin sonraki yıllar için yeterli ve iyi bir adım olduğu söylenemezdi. Kapıyı çalmadan önce bunu hatırlamanın bana bir faydası olmasa da, anı böyle bir şeydi, sen istemediğin zaman gelip aklına yapışır ve özgüvenini bir sülük gibi emerdi. 

O eme dursun, ben çoktan kapıyı çalmıştım. Gülümseyen yüzü, üzerindeki küçük, ince askılı, büyük çiçekli elbisenin içinde, ufak tefek masum bir kız çocuğu gibi duran kadının kokusu beynimi uçurmuştu. Şeftali, kayısı karışımı bu koku için bile defalarca çalabilirdim o kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde fark ettim elindeki fincanı ve kokunun o fincandan geldiğini. Teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Yıllardır beklenen o adamışım gibi gülümsüyordu. Asansörün çıkışında denk geldiğim adamı öldürmediğime beni pişman eden o gülümsemeyi yıllarca silmedim hafızamdan. Bugün bile şu dört duvar arasında nefes alıyorsam o gülüşün hatırınadır. 

Salona geçtiğimde, neden burada olduğum gerçeğini unutmama sebep bir sofra vardı masada... Mumlar ve masanın iki yanında birer tas çorba. 'Yemek yemedim, seni bekledim' dedi. İnanmıştım. İnanmak istemiştim. Onun bu gece ve her gece yalnızca beni beklediğine kendimi bir ömür boyu inandırabilecek kadar o gülümsemenin benim olmasını istemiştim. Yalnızca bana öyle gülümsemesini... İlk görüşte aşk varsa, bu oydu. Bu benim ilk görüşte bir hayat kadınına olan aşkımı anlatan bir öykü olacaksa, o zaman bu öykünün kadın kahramanının adı Asya'ydı... 

ARKASI YARIN










05 Nisan 2011

Sanrının Sancısı - 1




Sanıyorum onun için olağan gecelerden biriydi... Üst kenarı sarı yaldızlı beyaz porselen fincanı sol elindeyken, yüzünde kocaman bir gülümseme ile açtı kapıyı. Beni içeri buyur ettiğinde, burnuma çarpan kokuyu bugün bile hissederim. Sonradan, içtiği kayısı şeftali aromalı çayın kokusunun odaya yayılmış olduğunu fark etmiştim.   Oysa ben, Allah biliyor ya, teni öyle koksun istemiştim. Gözlerime baktı. Salonda karşılıklı otururken, yıllardır beklenen o adammışım gibi gülümsüyordu. Az önce o evden çıktığını sandığım, 70 yaşlarında, tek kalan dişi de simsiyah olan ve o da düştü düşecek gibi sallanan, pis gülüşlü bunağa çarptığımı fark etmemiş olacak ki, 'seni bekliyordum' dedi.

***

Ahmet Abi dert ortağım gibiydi. Oğlum sen nasıl adamsın der dururdu. Öğleden sonra iki gibi kahveye gider, bir kaç saat gazetelerimi okur, etliye sütlüye dokunmaz, Ahmet Abi ile hayattan konuşur, sonra da kalkar giderdim. Ben o kahvenin güzel ahlaklı, bakışları dalgalı, gizemli, yalnız adamıydım. O kahveye gelip de taş ya da pişpirik oynayan herkes beni tanırdı ve sorsan 'kendi halinde, iyi biri' derlerdi. Anlayacağın onlara göre tuhaftım. O akşamüzeri kahveden çıktığımda çevirdiğim taksi şoförüne yalnızlıktan dem vurunca, bana şehrin en güzel kızının telefonunun elinde olduğunu, istersem arayabileceğini ve yalnızlığıma bu çözümün ilaç gibi geleceğini söylediğinde şaşırmıştım. Kapanan genelevlerden sonra bu işler demek ki böyle yürüyordu şehirlerde diye düşünmüş ama adama bunu böyle söylemenin alenen pezevenk demek olacağı kaygısı ile çenemi kapamıştım. Gülümsemem ile 'evde misin... 5 dakika sonra orada oluruz' sözlerinin sıralanışı bir kaç saniye ile örtüşüvermişti.  Kahvenin etrafından bir tur atmış hissine kapılsam da gösterişli, çok katlı bir apartmanın kapısında durduğumuzda, buraya daha önce gelmiş olamayacağımı fark ettim, gelsem böylesine görkemli bir girişi asla unutmazdım. 'Buyur geldik, 25 numara... Taksiye ücret ödemene gerek yok, hayırlı günler' dedi. Kapıyı kapatmamla, köşeyi dönmesi bir oldu.

'Ne işim var benim burada' diye düşünürken, apartmanı çoktan geride bırakmış ve sokağın başına kadar bilmediğim hayatların arasında ellerim ceplerimde yürümüştüm. Tam elimi kaldırmış bir taksiye işaret edecekken, kadının beni beklediği, ve ona ayıp olacağı gibi aptalca bir hisle geri dönüp, sıklaştırdığım adımlarımla, yalnızlığıma ilaç olacak, adını bile bilmediğim kadının apartmanına doğru yürüdüm. Apartmanın önüne geldiğimde, krem renkli, duvar boyu aynalar ile çevrelenmiş, yeşil yapraklı bitkilerin dört bir köşeye konulduğu, geniş lobinin orta yerinde bir görevli olduğunu ve insanların ona yaklaşıp bir şeyler söylediğini ve adamın telefon ile konuştuğunu fark ettim. Geldiğim hızla sokağı geri döndüm. Ana yola çıktım. Saatime bakıp, yaklaşık 20 dakikadır, hiç tanımadığım bir kadını beklettiğim gerçeğini göz ardı edemedim. Bir kere daha kendime lanet ettim. Geri döndüm...

Geri döndüm, çünkü tesadüflerin öylesine gelişivermediğine inananlardanım. Üstüne üstlük bir geceyi daha yalnız uyuyarak geçirmek istemiyordum. Kadere inanmak bir yerden sonra teslim olup, karşına çıkanlarla baş edebilmek demektir. Ben artık baş edebilmek istiyordum. Tüm bunları düşünerek attığım her adımda, nedense kadının benimle bu geceyi uyuyarak geçireceği gibi bir sanrıyı, kendi heyecanıma yenik düşerek daha da büyüttüm. Az sonra yine o apartmanın görkemli girişinde yerimi almıştım. Üzerimdeki pardösünün ellerimi taşımaktan sarkan ceplerine tutunup aldığım güçle, sol elimi cebimden çıkarttım ve kapıyı; kendimden son derece emin, ve daha önce onlarca kez bu apartmanın 25 nolu dairesine gelmiş bir kişinin rahatlığı ile açıp, bankoya doğru yürüdüm. Oradaki görevliye, iyi akşamlar dileyip, göz ucu ile tespit ettiğim asansörlere doğru yöneldim. Az önce çaldığı bir şeyi marketten çıkartmaya çalışan genç kız ürkekliği ile asansörü çağırdım. Yüzümün görünmeyen beyazı asansör kapısına yansımasın diye, başımı önüme eğdim. Sirenler çalmamıştı... Rahatladım. Tahminen bir katın tuşuna bastım ve aynada kendime göz kırptım. Bu kendine daha çok güvenmelisin demenin, kendimce uydurduğum basit bir işaretiydi.

ARKASI YARIN










04 Nisan 2011

Gözü Yaşlı Guartz




İnsan sevdiği birini unutmaz.




Ama insan bazen birini "sevdiğini" unutur.




_______________________________________

Alıntı / Haşmet Babaoğlu / Pazar Notları
Görsel / Smoky Guartz
İlk Yayın Tarihi/Aralık 2009

18 Mart 2011

Nereden Başlamalı




seni düşünüyorum. anlara sığdırılan, görenlerin özendiği kocaman kahkahalarımızı, kırılacakmış gibi hassasiyetle ve sadece parmak uçlarımızla sildiğimiz gözyaşlarımızı. evet, bugün seni düşünüyorum. yataktan çıkıyorum alelacele. daha yüzümü yıkamadan alıyorum elime kağıdı-kalemi; bir mektup yazmaya karar veriyorum. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

bazen, daha ilk yazıldığı anda anlamsız kalır ya cümle ve hatta kelime, hani şair der ya kifayetsiz... öyle bir an gelir de bakar kalırsın ya, kaleme, yazdığına, kağıda... anlara takılır da gidersin ya peşlerinden kimi zaman gözünde yaş, kimi zaman sımsıcak bir tebessümle... uyanırsın ya bir sabah yüreğin küt küt atarken, dilinde onun adıyla... bakar da kalırsın ya sol yanına... tutar da yüreğini elinle sıkarsın ya... seni düşünüyorum işte ben böyle bir sabahta. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

sevgili
sevgili yazıyorum, görünmez ama hissedilir bir m geliyor hemen ardından. susuyor şehir. uyanıyor kuşlar. o zaman anlıyorum. ben hâlâ senin yanında, sol yanımın sıcaklığında öptüğün o sabahlardan birine uyanıyorum usulca. uzaklıklar geliyor aklıma, o uzaklığın öğrettiği özlemek duygusu bağdaş kuruyor burnumun ucuna. sızlıyor evet. hemen sonra yakınlığın, içimde bir yere ulaşıyor sızı, ısınıyor ister istemez. işte öyle bir hal içindeyim bu sabah. burnumda bir sızı, yüreğimde bir sıcaklık; nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

...?
üç nokta koyuyorum, hemen yanına bir soru işareti. başlıyorum yazmaya. bittiğinde senin yazıyorum. yanına adımı yazmaya tereddüt ediyor kalemim. senin, yazıyorum bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha. bastıra bastıra.

üç noktayı siliyorum. sevgili yazıyorum. soru işareti hâlâ orada, içinde saklanan m, korkudan tir tir titriyor bulunduğu yürekte, çıkmaya hevesli ama korkularına yenik düşüp siniyor olduğu yere. senin yazan yere gidiyor kalem. hemen yanına bırakılan boşluğu doldurmak artık ne kadar zor bir bilsen. di yaz diyor akıl. kalem onun komuta zincirini kırmıyor. o koca boşluğun yanında di, nasıl da sırıtıyor bir bilsen. yürek nasıl da suskun izliyor olup biteni... nereden başlamalıydım ki, diyorum. nasıl seslenmeliydim.

yazdığım her şeyi siliyorum. ... hemen yanında bir ? kalıyor sayfanın en üstünde, en altta ise ... ve bir de di. arada kalan koca boşluğa bakıyorum uzun uzun. o boşluğu doldurmak ne kadar zor bir bilsen. yürek o boşluğun içinde suskun, akıl ağlamaklı... mektubu zarfa koyup, üzerine adresini yazıyorum. bir rüzgar vuruyor pencereme, Emirgan'ın koruları gülümsüyor bana. güneş gösteriyor uzaktan da olsa yüzünü. babamdan kalma yazı masasının üzerindeki bütün kağıtları uçak yapıyorum bir bir. süzülüyorlar havada boğaza doğru. bir zarf kalıyor üzerinde adresin yazılı. gerisi koca bir boşluk. nereden başlamalı diyorum yarınlara, nasıl seslenmeli hayata...




Görsel / deviantart

10 Mart 2011

Ölmek mi Gerek?



yazmak için oturduğum her seferinde,
nedendir kazımak seni tenimden.
biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya.
sen istersen umut de buna...

yazmak istediğim her seferde,
neyin nesidir seni kazımak yüreğimden.
bir kuşun kelebeksi değil diye kanadı,
kırılmaz mı sanıyorum ne...
ah! nedir kendini bu denli kandırmaca...
insan gün geliyor, Tanrı benim sanıyor...
sadece bana ait.

gülüyorsun değil mi...
gül tabi.
her yaranın altından çıkan ben olsam 
kahkahalar atardım
ama sen çıkıyorsun,
ve kanıyorsun.
tenim acıyor,
yüreğim ondan daha çok.
sen acı eşiğim sınırsız mı sanıyorsun?

ah! ne büyük yenilgi benimki...
Tanrım! ne büyük bir yenilgi benimkisi
senin varlığın karşısında...

biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya,
sen istersen buna tuz basmak de yaraya...

evet sevgilim, 
evet!
yazmak için oturdum,
evet sevgilim,
evet!
yine yaralarımı kazıdım,
evet sevgilim,
evet!
artık çok yorgunum.

bir kez daha bir şiiri 
şairi gibi yazamadan
 yarım bırakıp gidiyorum...
biraz mavi 
az biraz turuncu 
ve çokça tuz bulmak için yarama
huzur(un)dan ayrılıyorum

Tanrı varsa!

eğer bensem!

eğer benimse!

eğer birse!

senden geçerek
ona varmaya gidiyorum...

eğer değilse sevgilim
evet! eğer değilse...
bir mum yak kilisenin birinde 
sen inandığın Tanrına
beni yanına aldı diye dua et
ve bir camiye git sonra koşa koşa 
ve bir namaz kıl sadece iki rekat olsun
ve dua etmeyi unutma

şükret ona sevgilim,
beni yanına aldı diye...
ve herkese söyle
sevgili kuluymuş de
ve ağla ardımdan
nasıl bilirdiniz diye sorarlarsa
bildiğiniz gibiydi de
bir de hep, iyi ki derdi de.
iyi ki;
 aldın onu yanına,
derken
gülümsemeyi unutma!





06 Mart 2011

Ruh Uyumsuzluğu



Bir sabahın erkeni uyanıp da ona gideceğimi hiç düşünmemiştim.

Ruhunun kırk yaşında olduğunu söylüyordu ve belli ki buna inanmak istiyordu. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadım. Evet, itiraf ediyorum insanları sadece seslerinden tanımak konusunda son derece yetersizim. O sabah, iki durak öncesinde inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüğüm, o köprü altında karşılaşmasak ve ihtiyaca binaen yapılan kahve teklifinin, sevişmeye niyet vadesi çoktan dolmuş çekini kabul etmesem, onun imkânsız ruhunu bu kadar çırıl çıplak göremezdim. Yürürken konuşulan üç beş kelimenin önemsizliği birbirini takip etmeyen cümlelerimizde gizliydi.  İçilmeyecek bir fincan kahvenin kimsede hatırı kalsın istemiyorduk. Belki de o gün için birbirimize gösterdiğimiz tek özen de bu oldu.

Eve ilk o girdi. Üzerindekileri çıkaransa ilk  ben oldum. Tek bir bakışı ile çırıl çıplak kalacak kadar hevesli olan da bendim ya, neyse... Az önce avucumun içiyle kapattığım kapıya sırtımı dayamış, ellerimi popo hizamda kapı ile bedenim arasında sıkıştırmış, ondan gelecek davetkâr bakışı beklerken, beni ters köşeye yatırmak istercesine su ısıtıcısına uzanışını seyrettim. Sütlü mü? sorusu havada kaldı. Kafam kahvede değildi, onun bedeninde dolaşan ellerimi ceplerime soktum. Sade lütfen! Cevap da havada kaldı ya, neyse...

Günlerdir konuşmalar arasına sıkıştırılan, şehvet sinyallerin yer çekimsiz bir ortamda havada uçuştuğunu fark ettim. Kahvemden bir yudum aldım. Sonrası; karartı... boşluk... yıkım... Bütün bunlar olabilirdi. Neden o anda, o evde, onunla kahve içmem gerektiğini anlamaya çalışıyordum. Neydi bulmamı istediği? Neyi görmem için oradaydım... Kahvemi yudumlarken aklımdan geçenleri elemeye başladım. Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve baktı... O anda baktı. O bakışın tenimi yakan hızını ve delip geçen gücünü tarifsiz bırakan bir ürperti bedenimde dolaştı. Ona baktım. Al beni dercesine... Al beni... Kahvem üzerime dökülmese, akla ziyan bir bağırtıya ramak kalmıştı: Al beni...

Duymuş olmalı. Üzerimdeki gömleğin düğmelerini çözerken titreyen parmakları, bedenime uzanan bedeni, yüzümü örten nefesi... Evet, o bağırtıyı duymuş olmalı. Nefesimin sıklaştığı anda son düğmemi açan ellerini tuttum. Yanmış olmalı ki, bir nefes boyu daha uzaklaştı bedenimden.  Yapma, dedim. Bunu yapma!

Dudaklarının dudaklarımı yakan ateşini hissediyordum. Öpüştüğümüzden falan değil, bedenlerimizin, bir adamla bir kadın arasındaki en uzak mesafede, bir nefes boyu uzaklıkta duruşuydu buna sebep.  Ayağa kalkıp banyoya gittim. Bakışımla buğulanan aynada kendimi uzun uzun seyrettim. Gözümden yaş gelmiyordu ama ağlıyordum. Temizleniyordu içimde bir yer. Neresiydi, nedendi, neden bugündü bilmeden, farkına varmadan ben, temizleniyordum. Klozetin kapağını kapattım ve üzerine dizlerimi de toplayarak oturdum, arınıncaya kadar ellerim yüzüme kapanmış ağladım. Ruhumu akmayan o soğuk suların altında yıkadım.

Banyodan çıktığımda yirmili yaşlardaki cılız bedenine baktım. Çıplaktı, yataktaydı, vermeye hazırdı. Oysa al beni demiştim ona. Al beni...  Ruhunun kırk yaşında olduğunu söyleyen ve buna inanmak isteyen genç adama baktım. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadığımı söyledim. Gülümsedi. Öyle masum, öyle kırılgan, öyle istekliydi ki, eğilip alnından öptüm. Onun tişörtlerinden birini üzerime giyip yatak odasının kapısını üzerine çektim.  O almaya değil vermeye hazırdı ve ruhu ikisi arasındaki farkı kavrayacak yaşa gelmek için daha çok yol kat etmeliydi. Bir sigara yaktım. Salondaki pencereyi açtım. Dışarının soğuğunu yüreğimin ayazına katık edip, sigaramdan çektiğim uzunca bir nefesi içimde tuttum. Yoğunluğu ile avundum. Gideceğime hiç ihtimal vermemiş olmalı ki, bu süre içinde odadan çıkmadı. Kim bilir belki de, kor üzerinde bir sigara molasından sonra, hiç başlayamadığımız hayali keyfe döneceğimi düşünüyordu. Ya da yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Kim bilir...

Kotumu ve çoraplarımı giydim, kalın altlı siyah botlarımı ve üzerime de boğazlı örgü siyah kazağımı. Siyah montumu elime aldım. Çantamı çapraz olarak omzuma astım. Kitabımı masanın üzerinden alıp kapıyı açtım. Eşikte bir kaç saniye oyalandım. Odanın kapısını açmasını mı bekliyordum? Evi göz ucuyla süzdüm. Güçlü bir nefes ile üfledim, avucumun içinde saklı olanı ona gönderdim. Bilmem aldı mı?

Dışarıda esen ve uğultusu duyulan rüzgarın bedenime, içime işlemesine ihtiyacım vardı. Yağmurlarda ıslanmaya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Asansörü kullanmadım. Hiç acelem yoktu. Bundan sonra zaman mümkünse olabildiğince yavaş aksındı. Merdivenlerden indim. Her basamakta bir kez daha eledim nedenleri... Bu değil... Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve o anda seslendi... Fısıltıyla ve korkuyla... Gidiyor musun, dedi... Hiç gelmedim ki, dedim.

Apartman kapısının üzerime kapanan ağırlığı sırtımda, rüzgarın öfkesi göğsümdeydi. O anda dışarıdaki soğuğu tanımlayabilecek bütün kelimeleri unuttum, adımı unutmaktı ya isteğim, neyse...

Kendi içimin yangınında kavrulan yüreğimi söküp atmak istedim. Belki de, kendimi kaybettirip, yüreğimi buldurmak içindi herşey, dedim. Yüreğime tutundum ve o köprünün altından geçtim. Otobüs durağına kadar yürüdüm. Dışarıda yağan yağmuru kendime yürek yası bildim. Otobüsün üst katında, pencere kenarına oturup, akıp giden hayatımı seyrettim. Sessizce teşekkür ettim. Rahmetine sual olunmazım bıraktı ağlamayı. Gülümsedi bulutların arasından. Canını bu sefer yakmadığına sevindim, dedi. Canımın yandığını belli etmeyecek kadar büyümüş müydüm? Gökyüzündeki kuşlara baktım, kanat çırptım. Başımı önüme eğdim, bilmediğim bir sokakta otobüsten inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüm... Sanki hiç gitmemiş gibiydim...