19 Ekim 2010

Umarsızca

Görkemli ışıklarıyla geceyi kuşatmış plaza binasının giriş katında, ince uzun koridorun açıldığı, büyük bekleme salonunun solunda kalıyordu odası. Arka bahçeye bakan büyük yekpare camdan dışarıyı seyrederken beklediği telefonun sessizliği kulaklarını tırmalıdı. Yağan sağanak yağmura aldırış etmeden dans etti bahçe çimlerinin üzerinde, tam da çimlere basmayınız yazının dibine dibine vuruyordu adımlarını, öyle düşledi kendini. Keşke dedi, cesaretim olsa yağmurlarda ıslanmaya. Oysa kaç yağmur hiç farkına varmadan ıslandığı, sonucunda olduğu zatürenin yaktığı ateşler onu düşürünce yatağa, yattığı yerden bakınca yani hayata, kafasına dank etti. 

Yağmur, sağanak... Dalıp gitti önünde bekleyen kırmızı dosyalarda önem sırasına göre istiflenmiş işlerden birine. Telefonun, o hiç de iç ferahlatmayan çalışından irkilip kaldırınca ahizeyi, Güvenlik Müdürü'nün 'ziyaretçiniz var'dasında buldu soluğu. Ziyaretçinin beklenmeyişindeki tedirginlik, sesini kesince, müdür devam etti: Serdar Bey...

Serdar Bey! bu gece görmek isteyeceği son kişi bile olamazdı. Hem bu ne yüzsüzlüktü. Bu ne kendini bilmezlik... Nasıl olurda, o büyük kavganın ardına kendini koyup çıkabilirdi yola ve vardığı yer nasıl olurda işyeri olurdu. Kadın, kendini taşıyan ince demir topukların üzerinde zarif bir hareketle doğruldu, bedeninin ceylan duruşundaki ürkeklikle, dizinin iki parmak üzerinde kalan keten lacivert dopiyesin verdiği sertliğin çelişkisinde, yığıldı koltuğuna... Çok değil 1-2 saniyeydi olan biten ve ağzından aynı anda çıkıp giden: Söyleyin, şu anda uygun değilim. Kendisi ile görüşemeyeceğim.

Telefonu kapattığında titreyen sesinin bedenine hükmedişine daha sinirlendi. Zangırdayan bir çene; sinirden mi... Yoksa beklenmeyişte saklı bir heyecan mı? Telefon tekrar çaldığında, ısrarın yarattığı gerginlikle patlayıverdi. "Çalışıyorum ve rahatsız edilmek istemiyorum."

- Alo... Alo... Müge...
- Ah Elif sen misin? Ben sandım ki, neyse...
- Hadi çıkıyor musun?
- Yok, yok gelemeyeceğim, siz gidin... İşler ummuduğumdan daha fazla birikmiş. Sabaha da toplantı var.
- Tamam, erken çıkarsan neredeyiz biliyorsun, gel mutlaka!

Telefonu kapatır kapatmaz, cama yöneldi, havaya ihtiyacı vardı, lanet camlar açılsaydı... Aklını kaçırmadığına dair bir kaç kanıt bulmalıydı. Neden bu kadar öfkelenmişti, evet, evet, kesinlikle o büyük kavgadan sonra çıkıp gelmesini beklemiyordu. Hem neyle gelmişti, nereden baksan bulunduğu şehir üç saat ötedeydi. Hem ne diye gelmişti. Herşeyi bitirdiklerini, bundan sonrasının bu şekilde devam edemeyeceğini oturup konuşmamışlar mıydı? Neydi onu on saat bile geçmemişken bu kararından vazgeçiren ve yollara düşüren. Nereden bilmişti onun işyerinde olacağını. Camın öte yanında pek de seçemediği uzaklıktaki köşede bir karaltı dikkatini çekti. Yağmurda saçak altına saklanmış biridir diyecekti ki, sigaranın korunu fark etti. Sigara... O olabilir miydi? Onun sigarası, parmaklarındaki sarı izlerin sahibini nerde olsa tanırdı. Sırdaşım dediği sigarası ile parlayan karartıya daha bir dikkatli bakmaya başladı. Aniden kendini çekip, onun daha rahat görünebileceği utancı ile masasına döndü. Bu ne saçmalıktı, hem görüşmeyi reddetmiş hem de meraklı bakışlarla bir umut beslemişti. Ya oysa...

Yağmur hiç durmadı, saatlerce, aralıksız yağdı. Gök delinmişti. Yorgunluk göz kapaklarının savaşında bir engeldi. Kendini araba kullanamayacak kadar yorguın hissetti. Güvenlik Müdürü'nden bir taksi çağırmasını istedi. İster istemez camdan bir kez daha baktı  hani karartı oradaysa... Orada olsa ne olacaktı ki, adam neredeyse bir saat kırk dakikadır kendisini mi bekleyecekti. Kendini ne kadar da önemsedin küçük hanım dedi. Güldü. Gülümsemesi içini ısıttı. Bulutları birden bire dağıldı, yorgunluğu çöken omuzlarından, kapanan gözlerinden ayak tabanlarına inse de, o yürürken zarafetinden hiç birşey kaybetmeyen bir kuğu gibi süzüldü gecenin sessizliğini delen topuk tıkırtılarında. Güvenlik Müdürü, alışık olmadığı bir tavırla yüzüne bakıyor, onu gözleri ile takip ediyor ve hatta biraz da küstahca sorguluyor gibiydi. Yorgunluğuna verdi, gözleri onu aldatıyor olmalıydı. Adamı neredeyse işe başladığı günden beri tanıyordu ve bu neredeyse 10 yıl demekti. Adamın bir kere bile saygısızca bir tavır sergilediğine şahit olmamıştı.

Kapıya yöneldiğinde, müdür bankonun arkasından seri bir hareketle bir demet çiçek çıkarttı. Yağmurdan aldığı darbelerle yana yatmış, beyazlığı kirlenmiş, dalları kırılmış bir koca demet papatya. Üzerine iliştirilmiş alaade bir kağıt parçası. Belli ki, bir not defterinden son anda koparılmış, kenarları yırtık yırtık. Adamın nazik gülümsemesi ile takdim ettiği papatyalara hiç de aldırış etmeden, üzerindeki notu alıp uzaklaşırken çöpe atılan çiçeklere bir kere bile dönüp bakmayan kadının önünde açılan cam kapı, yağmurun serinliğini ve onun kokusunu taşıdı yüreği tir tir titreyen kadının yüzüne. Kadın yüreğine sığınan eskimiş sevdanın pul pul olmuş teninde hissetti yağmurun ağırlığını.

Taksi onbeş dakika sonra plaza binasının bulunduğu bahçe kapısında olacak. Kadın, yağmura aldırmadan yürüyor. Elindeki nota bakıp düşünüyor. Çok mu katı davranıyor, çok mu acımasız. Hem ne demek "Seviyorum seni, umarsızca..."

Az önce penceresinden gördüğü köşeyi dönerken karartı belirginleşiyor. Dizlerine kadar inen yeşil parkası içinde sigara içen bir adam. Sigarasını yere atıyor, derin bir nefesten sonra, öyleki nefesin sesi hissediliyor. Sonra kadının donup kalmasından faydalanıp, sahnenin karanlığında, derinden gelen bir kafa sesi ile;

Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
Yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
Oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

Adam bir kaç adım atıp da ışığın yalayıp geçtiği düzlüğe çıkınca gözlerini gördü kadın... Adamın, gözleri, çakmak çakmak, hayır bir öfke değil, bir kırgınlık değil, bir aşk, çakmak çakmak aşkla bakan gözlerinde okudu şiirin geri kalanını kadın...
İmrendiğin, öfkelendiğin
Kızdığın, ya da kıskandığın diyelim
Yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
Dile dökülmeyenin tenhalığında
Kaçırılan bakışlarda
Gündeliğin başıboş ayrıntılarında
Zaman zaman geri tepip duruyordu.
Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun,
Biraz daha fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.
Başlangıçta doğruydu belki.
Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki gibi başlayıp,
Günden güne hayatıma yayılan, varlığımı ele geçiren,
Büyüyüp kök salan bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin.
Taksi geldiğinde, dakikalarca konuşmadan ve hatta göz kırpmadan duran adam ve kadın ve yağan, inadına sert sert, büyük büyük yağan yağmur ve neredeyse soğuk esen bir rüzgar, her şey, donduruldu zamanın akışında. Kadın taksiye bindi elinde notu. Adam baktı kadına, uğurladı onu bakışlarıyla, sigarasından bir nefes aldı, derin öyle derindi ki, taksi şöförü bile hissetti yüreğinde yer eden koru...






Fotoğraf
Şiir / Murathan Mungan / Yalnız Bir Opera

17 Ekim 2010

İmanın Şartı Kaçtır?

Bu sabah yine erkenden kalktım, hava biraz serin, bakkalın açılmasına zaman var. Evet, bizim hâlâ ayakta duran bir bakkal amcamız var. Hemen ilerisinde buraların bağrından kopmuş havlu marketler zincirine gitmektense bakkala gitmeyi seviyorum. O nedenle de az sonra çıkıp bir ekmek ve 2-3 gazeteden oluşan pazar sabahı ritüelimi gerçekleştireceğim. O zamana kadar olan vakite de, internet üzerinden 3-5 köşe yazarının yazılarını sıkıştırıyorum. Aslında, gazeteyi kokusunu duya duya okumayı sevenlerdenim. Beyaz ekranın soğukluğundan ve kokusuz oluşundan anlıyorum ki, ben duyularıma hitap etmeyen 'şeyleri' benimsemekte güçlük yaşıyorum. Teknoloji zamanla bunu da çözecek, inanıyorum. Ha, ben görür müyüm, bilmiyorum.

Soner Yalçın'ın Emir Kusturica Nâzım Hikmet’le akraba olabilir mi yazısını okudum. Yazının sonlarına doğru sorulan bir soru ve verilen cevap beni lise yıllarıma götürdü. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersimde başıma geleni anlatmıştım daha önce. Kısaca hatırlatayım: Ben dua ezberleyemem, dilim dönmez falan filan, teyzem hafız, her din dersi sınavı öncesi ağlayarak arıyorum teyzemi, teyzem her seferinde aynı şeyi söylüyor, önemli olan yürek güzelliği, duanı nasıl ettiğin, hangi dilde ettiğin değil diyor. Şükretmenin dili mi olurmuş diye de ekliyor. Ben din derslerinden Ahlak Bilgisi'nden de sorular geldiği için kıt kanaat ortalamanın altında zayıf sınırına yakın notlarla geçiyorum. Son sınav, tek soru: Ayet'el Kürs-i... Sınav başladı. Yanımdaki arkadaş kağıdına duayı yazdı, üzerine Evren yazıp benim kağıtla yer değiştirdi. Başladı kendi adına duayı bir kere daha yazmaya. Ben de oturup, onun bana yazdığı duayı silmeye. Ezberleyebildiğim bir kaç satırını yazıp uzattım öğretmenime. Ağlamaktan gözlerim aktı. Sınav sonuçları açıklandı. Ben geçer not almıştım, arkadaşımsa zayıf, itiraz etmek üzere elimi kaldırdığımda öğretmen bu ders aynı zamanda Ahlak Bilgisi dersidir, dedi. Hepimize de güzel bir ders verdi.

O zamanlarda meraklarım sonsuz olduğundan Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'i okumuştum. Aklımı karıştıran, kendimce sorularıma kendimce cevaplar bulamadığım zamanlardı. Okuyordum sürekli, merakla ve kaynak sınırlaması yapmadan. O dönemde kafama takılan bir konuydu, imanın şartı kaçtır sorusu. Bir İbn-i Sina, bir Ömer Hayyam, bir Farabi değilim belki ama en azından bu konuda kafamı kurcalayan hayır ve şer Allah’tan gelmez. Allah yarattıklarına niye eziyet etsin? (*) konusunda aynı paralelde durduğumuza seviniyorum. İyilik ve kötülük insanın içinde, O sadece bunu sana göstermek için önüne bir ayna tutuyor. Bakıp da görebiliyorsan ne ala...

Neden bu konuya pazar pazar değindin derseniz, din derslerinin bugün getirildiği noktadan duyduğum endişeden ve özellikle de inanç özgürlüğü altında artık baskısı -sağolsun CHP tarafından da körüklendi fazlaca- üzerimizde olan türban konusunu düşünüyorum da ondan diyebilirim. Oysa inanç özgürlüğünü konuşacaksak, tartışacaksak, türbanın ötesine geçip, kendi inancı ile örtüşmeyen tek bir din üzerinden öğretilmekte olan 'Din Dersi'nin ivedilikle 'Dinler Tarihi' gibi bir dersle yer değiştirmesi ve 'Ahlak Bilgisi' dersinin de apayrı bir ders olarak okutulması gerekliliği üzerine konuşmamız gerekmez mi? Buralarda bir yerlerde üzeri örtülen samimiyetsizlik konusunda ciddi rahatsızlıklarım var benim.

Şimdi yağmuru alıp üzerime, biraz nemli adımlarla düşüneceğim. Türkiye'nin en önemsiz sorunu nedir diye sormuş aysema... En önce en önemliyi bulup oradan bir sıralama yaparak ulaşmalıyım bu sorunun cevabına. Çünkü içimden bir ses, gündemin her bir dönemeçte gelip de oturduğu türban tartışmalarında bu tür anket sonuçlarının sağlıklı bir veri sunamayacağı kaygısını taşıyor.

Eklenti: Bu sabah yazısını yazarken henüz şu haberi okumamıştım. Kervanı yolda düzme hadisesine bir örnek daha eklenmiş oldu ve endişelerime bir tutam daha tuz biber ekildi, ne yazık ki...






Fotoğraf  / deviantART
Durga ve Saraswati

(*) İlgili yazıdan alınmıştır.

16 Ekim 2010

Adalet Duygusu Kamaşırsa

Çocuk hallerini severim. O hallerin saflığını, büyürkenki evirilmelerini gözlemlemeyi de... Belki de kendim bir çocuk sahibi olmadığım için onları bu kadar dikkatle gözlemleyerek kendimce açlığımı bastırıyorumdur. Bilmiyorum. Üzerine düşünmek falan da istemiyorum.

Arkadaşımın kızı S. anaokuluna gidiyor. Dört yaş grubu bu aralar favorim. Gülmek ve düşünmek için bence onları seyretmek en keyifli aktivite. Kitap okumuş kadar zenginleşiyorsunuz. Tavsiye ederim.

S. okuldan dönüşte annesine mızmızlanmış.
_ Bak elime ne oldu. M. beni tekrar ısırabileer. Yarın okula gitmeyi hiç düşünmüyorum.
_ Canım yanlışlıkla olmuştur. Isırmak istememiştir. Nasıl oldu olay anlatır mısın?
_ M. bana elini uzatabilir misin dedi, ben de neden dedim, o da öpebileer miyim dedi. Uzattım elimi. İki kere öptü. Sonra da ısırdı. Öğretmen ona ceza verdi. Bütün gün oyunlara katılmadı.
_ Özür diledi mi?
_ Diledi, ama ben okula gitmiiiycem.
_ Ama gitmelisin S.cim. Hem özür de dilemiş.
_ Ama güvenebileeer miyim? Bir daha da elimi öptürmem.

Uzun süre güldük bu hallerine S.nin. Eee dedim demedin mi, erkek milleti böyledir kızım, güvenilmez onlara. Öpecem derler ısırırlar falan. Al sana hayat dersi dedim. Saçmalama dedi, arkadaşlıkta olur böyle şeyler dedim, ve affetmesini tavsiye ettim, sonuçta isteyerek yapılmış olamaz değil mi diye soran gözlerle bakan haline, gülümsedim.

Ertesi sabah çay saatinin sohbeti gene S. idi. Okul kapısında karşılaşmışlar, S. ve annesi ile M. ve annesi. S. başlamış mızmızlanmaya, M.nin annesi hemen müdahale edip, isteyerek olmadığını, M.ninde özür dilediğini belirtip, M.yi iki dürtüklemiş. M. başlamış yarım yamalak konuşmaya. S.cim özür dilerim. Dişlerim kamaştı benim. S. büyük bir olgunlukla, olabileer, ama bir daha olmasın, demiş. Olay tatlıya bağlanmış.

Öyle çok güldüm ki... Dişlerim kamaşmış benim meselesine...

Hemen ardından çocukların hayattaki duruşlarını beliryeyici şeylerden en önemlisinin anne baba davranışları olduğu üzerine yoğunlaşan bir konuşma ortasında, adalet duygusu konusu açıldı. Bu konuda dedim ben annemle babama kızgınım. Kızgınım çünkü öyle bir adalet duygusu ile büyütülmüşüm ki, birine yapılan haksızlığa karşı tepkisel davranışlarım başıma iş açacak kadar gelişmiş. Üstelik bu konu, bazı aklıevveller tarafından kullanılma boyutuna kadar gelmiş. Öte yandan, kendi hakkımı savunmak konusunda hep çekinik bir tavır sergileyip susmayı öğrenmişim. 40 yaşına geldim, yaman bir çelişkinin ortasında terk edilmiş sandal müamelesi yaparken bulmuşluğum çoktur kendimi.

S.nin abisi U.nun arkadaş grubundaki bir tavrıydı aslında konuyu bu noktaya getiren. U. sürekli arkadaşını savunmak adına adalet duygusunun da fazlalığından kaynaklanan bir tutumla kendini öne atıyormuş. Arkadaşı bir süre sonra, kendi rahatsızlıklarını U.nun da tavrını bildiğinden U.ya söylüyor, U.da gidip gereken neyse yapıyormuş. U. sonunda kendisi ile çok da alakalı olmayan durumlar için sürekli ailesi ile birlikte müdür odasına çağrılan problemli bir çocuğa dönüşmeye başlayınca, annesi de sonunda dayanamayıp karşısına alıp konuşmuş. Her seferinde kendini ateşe atma diye de tavsiye de bulunmuş.

Böyle büyümeye devam edecek U., arkadaşları için hep öne/ateşe atacak kendisini. Güven duygusu zedelenecek, parçalanacak, kırıkları ve kırgınlıkları çok olacak. Biliyorum, biliyorum çünkü 7sinde neyse 70inde de o meselesi. Adalet duygusu bir kere kamaştı mı içinde, dönüşü yok, biliyorum. Ama keşke kendine zarar vereceği yerde temkini elden bırakmasa, hani bile bile de gidip sobaya el değmese diyorum ama o eli kaç defa derin yaralar açacak kadar yaktığımı da bir ben bir de O biliyor aslında. Dur bakalım ben kendimden hâlâ umutluyum, elbet ben de akıllanacağım... Sobanın yaktığını biliyorum, bir de unutmamayı başarırsam yırtıcam şu hayattan, inanıyorum... Herkese keyifle yaşayacağı bir haftasonu diliyorum. Gülümsemeniz eksik olmasın yüzünüzden...










15 Ekim 2010

Bir Daha




Telaşlı koşuşturmasına ve seken bacağına dikkat kesilmiş olmalıyım ki, ilk bakışta fark edememiştim üzerine giydiğini. Hızla geçti yanımdan, daracık koridorda ilerlerken ardında bıraktığı duyguyu yakalamaya çabaladıysam da nafile, kayboldu gözümün ucundan. Onlarca kapının açıldığı koridorda ilerlerken az önce yanımdan o büyük ve çift kanatlı kapıya doğru telaşla koşturan delikanlıyı düşünmeden edemiyordum. 123 nolu odanın kapısına geldiğimde ilaç kokularının yarattığı baş ağrısına çoktan yenik düşmüştüm. İçeri girip de kalabalığı görünce daha sonra uğramak üzere ayrıldım arkadaşımın yanından.

Koridora çıkar çıkmaz az önce gözümün ucundan kaybolan duyguya rast geldim. Köşede sessizce bekliyordu, bilmem bir yanılsama mıydı ama yemin edebilirim ki bana seslendi. Ardına dönüp havada süzülmeye başladığında pek de istemsiz diyemeyeceğim adımlarla takip ettiğim o duygu beni, o büyük, çift kanatlı bir kapıyla ana koridordan ayrılan, soğukluğu metrelerce önceden hissedilen daha geniş koridorun başladığı noktaya getirdi. Ve yine kayboldu. Kapı beni görünce büyük bir saygı ile yanlara açıldı. Ardında gizlediği ahşap ince uzun bankonun diğer tarafında duran beyazlar içindeki sarışın, saçları ensesinde toplu, güler yüzlü kadınla göz göze geldik. Gülümsedim. Buyrun, dedi. Birine mi bakmıştınız... Yok yok, diyebildim: donuk ve beklemeli bir tekrarlama ile. Ben az önce bir delikanlı... Yakını mısınız, dedi. Gözleri parladı. Yok, diyebildim. Ama merak ettim, sekerek koşuyordu, ameliyata... Kadın: evet, ameliyata girdi, ben de umutlanmıştım bir yakını geldi diye... Çocuk Esirgemede büyümüş. Kimsesi de yokmuş. Önemli bir operasyon geçirecek, bacağının birini kaybetme riski bile var. Ameliyat için gerekli malzemeyi almaya gönderdik de sabah sabah, kimsesi olmayınca kendi gitti... Sonrasını hatırlamıyorum, sonrası var mıydı bilmiyorum? Dinledim mi dinlemedim mi bilmiyorum.
Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kapı kapandı. Kapı açıldı. Kaç defasını filan hatırlamıyorum. Kapı açıldı. Kapı kapandı. İçimde bir yer yerinden oynadı. Bir daha dedim kendi kendime, bir daha yalnızlıktan dem vurursam, iki gözüm aksın önüme. Yüreğim dursun atmasın. Bir daha, eğer tek bir kez daha ağlarsam yalnız gecelerime, Allah beni bu kapıda durduğum ve donduğum o an'a, ne öncesine, ne sonrasına, tam o an'a götürüp bıraksın. O ilk bakışta fark edemediğim, o üzerine giyip de koridorlar boyunca koştuğu yalnızlığıyla girdiği ameliyattan sağsalim çıkması için dua ettim.


(*) Az önce aldım haberini, ameliyattan çıkmış. Ziyaretine gideceğim birazdan. Bildiğim için iyi niyetlerinizi de yanımda götüreceğim.


Geçen Yıl / Bugün



15 Ekim 2009


Yüreğimin derinlerinde kapalı bir kutu
Arala da bak içeri, korkma…
Ama bir iyice bak olur mu?
Eğer görürsen bir tohum
Bir de hatta filizlendiyse
Güneş sızmıştır içime
Sen yüreğimi sevince (*)






Biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin... Ve gelirdin, sarıp sarmalardın beni, öperdin yaralarımı tek tek... Tek tek, tel tel ayırırdın saçlarımı, hüzünlerini ayıklardın, sonra kırıklarını... Sonra kırıklarını toplayıp yüreğinin, benden aldıklarına karıştırır harmanlardın bir güzel... Bir güzel yoğururdun onları kulak memesi kıvamına gelinceye kadar, bekletirdin bir yarım saat dinlensin de kabarsın bir iyice... Bir iyice kabarırdı mutluluk içinde, arasıra kontrol eder, bakardın ki kıvamı kaçmasın... Kıvamı kaçmasın diye baktığın her seferinde, bir tutam sevgi koyardın, bir tutam da aşk eklerdin üzerine... Eklerdin üzerine bildiğin, gördüğün, yüreğinden geçen bütün huzur anlarını... Huzur anlarını anlatırdın fırınlarken hamuru, yanında mutlaka bir kahve keyfiyle... Kahve keyfiyle keyfime keyif katardın sen ve ben sadece o kahve keyfi anı kadar bile sevebilirdim seni... Sevebilirdim seni, çünkü biliyorum sana yazılmış olsa bu satırlar, duyardın sesimi, ve gelirdin...


Oysa sana yazıldı bu satırlar...
Henüz sen yoktun yazıldıklarında...
Olma ihtimalini sevdim ben...
Hep ol istedim...
Sensiz çok yalnız olacağımı...
Tam olmayacağımı bildim...
Hep seni aradım ben...
Hep sana seslendim...
Şimdi varsın...
İyi ki varsın...
İyi ki geldin...
Kahve kokusu sindi üzerime...
İyi geldi günüme...



15 Ekim 2010

Sabahları erken kalkmayı seviyorum, sabahları erken kalkıp öncelikle gazeteleri okuyan her hangi bir programı dinliyorum. Dinlerken kendimi de güne hazırlıyorum. Yedi gibi o haberlerin yarattığı iç sıkıntısını dağıtmak için müzik açıyorum, genellikle Smooth Jazz dinliyorum bir saat kadar...  Bu arada ya kahvaltımı ediyor ya da bir kahve içip kendimle başbaşa kalıyorum. Başbaşa kalma zamanlarımı blog okumakla ya da yazmakla geçiriyorum. Bolca düşünüyor, sıkça hayal kuruyorum.  (Bu sabah kendimi okudum, eski(yen) kelimelerimde gezindim. Geçen yıl bugüne gittim. Yukarıdaki yazıyı buldum. Hali hazırda üzerime sinmeye devam eden o kahve kokusunun keyfini sürdüm bir süre, düşlere daldım, gerçeklere sarıldım. ) Sonra ya araba ya da servis ile yollara düşüyorum. İçim en son dinlediğim müziğin ritminde salınıyor çoğu zaman.

Hayatı seviyorum. Belki söylendiği gibi AŞKtır hayata karşı hissettiklerim, bilmiyorum. Her yaşımda şundan emin olamamıştım, zaman zaman tereddüte düştüğüm bile oldu. Bilmem şimdi yaşadıklarımdan, bilmem şu anda durduğum yerden bakınca geçmişime; daha net görüyorum: HAYAT da beni sevmiş. Hem de çok sevmiş, diyebiliyorum. Dedim ya her yaşımda bundan emin olamadım, ama her yaş aldığımda geriye dönüp bakınca emin olmaya bir kaç adım daha yaklaştım. ŞANSın insanın içinde olduğunu, inanırsa kapısını çalacağını da zaman içindeki denklik hallerimden çıkarttığım derslerle öğrenmiş oldum. Böylece dönüp baktığımda kendi sac ayağımı da oluşturmuş olduğumun farkına vardım. Kolay kolay yıkılmayacağımı bilsem de, kırıklarımı bir arada tutmaya çalışırken yorgun düştüm. İnsanı zorlayan şeylerden birinin, kendini bir arada tutmak, kendine yapıştırıcı olmak olduğunu da defalarca deneyimleyerek öğrendim.

Bu sabah çok derinlere daldım, tüpsüzdüm ve nefessiz kaldım. Şimdi tekrar yüzeye çıkıp, hayata karışmalıyım. Yağmurun neminde üşüyüp, yüreğimin buğusunda ısınmalıyım. Bildiğim bir yolu, ilk defaymışcasına almalıyım. Duyduğum heyecanla bakışlarımı yenilemeli, yaşamaya dört elle sarılmalıyım.



.













(*) Sen Bilsen şiirimden alıntı...
Fotoğraf / deviantART







12 Ekim 2010

Deli(rdi) Kadın

Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Kendimle daha sık konuşur oldum. Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden.

Dilimde iki üç gündür aynı şarkı...


Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde

Hey yıllar yeninmedim size
Umutlarım yine aynı
Sessizlik geceyi sarsada
Her gün bir yarın var ya

Hey yıllar yeninmedim size
Rüyalarım yine aynı
Bir tutku yaşıyorum yine
Aynı telaş içinde

Bilmez kimse nasıl geldi geçti yalnızlıklar
Kolaymıydı silip atmak sanki korkuları

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Bilmez kimse nasıl zordu gülmek zaman zaman
Uçup gitti hayat yavaş yavaş avuçlarımdan

Hey yıllar yeninmedim size
Benim için bahar aynı
Aynı o ılık rüzgar yine
Esiyor ellerimde

Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı


 Özellikle son mısralar dönüp dolanıyor dilimde...


Hey yıllar yenilmedim size
Hatalarım bile aynı
Hep aynı sevgiye hasretim
Duygularım hep aynı

Hatalarım... Onlar beni ben yapanlar değil mi? Neden bir kaç gündür dilimdeler öyleyse... Delirdim mi gerçekten, bir gün bir yerde yitirdim mi aklımı... Yaşlanıyorum... Üstüne üstlük kendimi sıklıkla tekrarlarken buluyorum. Dost yüreklerde daha bir üşüyor yüreğim, gözlerim hemen doluyor ağlamaya başlıyorum. Kaçıyorum sonra, uzaklaşıyorum kendimden. Ben uyumaya gidiyorum. Siz şarkıyı kaldığım yerden mırıldanın...

Yine gece ve ben başbaşayım anılarla
Beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde




 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Fotoğraf


Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın



Sabahlar yine kör karanlık. Kış geldi. Yataktan kalkar kalkmaz üzerine ince bir şeyler alma vakti. Işıkları yakmasan olmaz, öyle karanlık ki, göz gözü görmüyor. Yalnızsın çünkü. Sessizlik öyle derin ki, uyanmadın bile sanabilirsin. Tek başınalık, fena birşey. İçinde bir ritmle uyanıyorsun, kafanda sözlerini bilmediğin bir şarkı eşlik ediyor sana. Aynadaki aksine günaydın diyorsun, başka kime ne diyebileceksin ki, tut ki dedin, cevap gelir mi sanırsın. Duş alırken bile aklında akıp gidiyor şarkı, vaktin var, öyle erken kalkmışsın ki, e kapına dizilen de yok, hadi hadi diye. Yıka yalnızlığını yıkayabildiğin kadar. Duştan çıkarken hâlâ kıpır kıpırsın. Sessizlik ıssız bir çölde yürüyen adımlarını büyütüyor. Giyinme odasına geldiğinde açılan dolap kapılarıyla selamlıyorsun üzerine giyeceğin bir kat daha yalnızlığını.

Hayat herşeye rağmen güzel. Sadece sana ait bir sessizliğin koridorlarında yürümek de öyle. Saat ilerlese de karanlık durduğu yerde duruyor inatla, yalnızlığın da... Mutfağa girip bir kahve hazırlamak için uzanıyorsun ısıtıcıya. Mutfak her odadan daha soğuk sanki, kahvaltı etmek falan gelmiyor içinden. Bir kahve yeter de artar tek başınalığına. Eve dönüp şöyle bir bakıyorsun geride bıraktığına, koca boşluğa hoşçakal diyorsun kapıdan çıkarken, kendine iyi bak ben dönünceye kadar diyorsun arasıra. Kalabalığına karışacağın sokağa çıkarken, akşam dönüşünü düşünmüyorsun. Evi kendi haline bırakıp çıkıyorsun yanına bir tek kendini  alıyorsun.

İçindeki kıpır kıpırlık yavaş yavaş siniyor, okula giden çocukları görünce ya da eşini uğurlayanları, balkondan bakan yaşlı ninelere el sallamak geliyor o anda içinden. Giderek daha da yalnızlaşıyorsun. Akşama kadar iş, güç derken, o koşuşturmanın içinde yalnızlığını unutup, akşam eve gelmeden önce uğranan barda da stresini bırakıyorsun. Eve bazen koşarak, bazen yılgın, bazen nasıl gittiğini bile bilmiyorsun. Ev sabah bıraktığın gibi karanlık, o koca boşluğunu dolduracak seni bekliyor hasretle. Oysa bütün evlerde ışıklar yanmış birer ikişer. Zillere basıyor birileri, birileri kim o diyor. Evlerin boşluğu doluyor yavaş yavaş. Sesler yükseliyor yer yer. Yemek hazırrrrr... Banyodan çıkmadın mı sen... Vakti mi şimdi oje sürmenin...

Sen sadece sana ait olan anahtarını çıkartıp kapıyı açıyorsun. Merdivenleri bazen çok isteyerek bazen neşeyle bazense kederle ağır ağır ya da koşar adım çıkıyorsun. Paspasın üzerindeyken, zili çalmak istiyorsun. Anahtarınla kapıyı açtığında içeride ışık olsun istiyorsun. Sana bir hoşgeldin diyecek sesi içinde duyuyorsun. Ocakta pişen çorbanın kokusu ısıtsın üşümüş yüreğini istiyorsun. Yan kapıdan afacan çocuk kafasını uzatıp da annesi; kapa o kapıyı, gir içeri üşüyeceksin dediğinde, gülümsüyorsun: bazen keşkelerle, bazen iyikilerle içeri giriyorsun, elinde kolunda ne varsa sağa sola bırakıyorsun. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa dalıyorsun. Dolabı açıp ne pişirsem diye düşünürken bir de bakıyorsun ki, evde ekmek bile kalmamış.

Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve  televizyondan gelen seslerle çoğaltığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun.


(*) Bu yazı, anahtarı olmalı insanın yazısını yazan o küçük kıza yazılmıştır. Bir anahtarı olmalı insanın, bir de kapıyı açacak insanı diye düşündüğüm için.

11 Ekim 2010

Masamın Üstünden Çıktım Yola


Hava oldukça soğuk, kışın ortasında karanlıklar içinde kalmış bir yanım, üşüyorum. Oysa iki gündür peteklere el dokundurulmuyor. Sarıp sarmalayıp kendimi uzanmışım L koltuğuma. Isının geldiği yöne dönmüşüm bedenimi. Kulağımda Radio Tarifa'nın iç burkan müziği. Nasıl da alıp götürüyor beni: bir sobanın sıcağına, elimde bir kadeh kırmızı şarap, yudumluyorum adeta sevdiğimi. İçimde sonsuz bir huzur, bu huzuru dürten hafiften kaçak güreşen bir baş ağırısı. Kucağımda yalnız zamanlarımın sırdaşı dizüstü bilgisayarım. Ben anlatıyorum, o notlar alıyor. Gül gibi geçinip gidiyoruz. Tek taraflı bir ilişki gibi gözükse de, hani hep benim anlatacaklarım var, onun da kayda alacakları, aslında değil. Onun da zaman zaman bana söyleyecekleri oluyor. Kendi dilimden vakti zamanında dökülmüş olanı bence zamansızca karşıma çıkarıveriyor. Biliyorum bunda O'nun parmağı var. Kafamı kaldırıp O'na bakıyorum. Benim zamansızca dediğime o asıl zamanı şimdi diyor. Bir bildiği vardır deyip, peki diyorum. Karşıma çıkanı okuyorum. Aklımda kaldığı kadarı ile notlar alıyorum. Bir tanıtım yazısında da dediğim gibi; hayatı okuyorum, aklımda kalanı yazyorum.

Yağmur damlalarının düzensiz vuruşlarında damla damla olan pencereden baktığım sokak ve arsa derin bir sessizliğe gömülü. Çocukların şen kahkahaları artık sadece kendi evlerinin duvarlarına çarpıyor. Böylesine soğuk kış günleri için mi çocukları olmalı insanın... Sesleri ile ısınmak mı tek çare. Yattığım yerden gördüğüm gökyüzü sonsuz gri, koyu ve kasvetli. Yazmak bir terapi. Eskileri bulup çıkartmak ve onlar üzerinde düşüncelere dalmak kaçınılmaz yalnızlığın iz düşümü.

O izdüşüm(ün)de ilerlerken, salonun bence dağınık olan taraflarına kapadım sol gözümü, sağ gözüm klavye ile meşk eylemekte. Parmaklarım bir ulak: içimden geleni, dışımda bir yerlerde resmetmeye. Kafam dağınık. Bir şeyler yazmakla, bir şeyi yazmak arasında sıkışıp kalan halimi çekip kurtaracak bir kahraman oluveriyor masaüstüm. Derleyip toparlayıveriyorum klasörlerimi. Şifreli bir kaç metni açamıyorum. Bir kaç denemeden sonra gene kaldırıyorum saklı oldukları yerlere. Belki zamanı gelmemiştir kilitlerini açmanın diyorum. Neyle karşılacağımı bilmediğimden, üzerlerinde düşünmeye de ara veriyorum. Bir süre... Biliyorum bir zaman sonra gene karşıma çıkacaklar ve belki o zaman bulacağım kilitlerini. Belki...

Birden bire, üzerinde düşünülmemiş bir hareketle, ekranın fotoğrafını çekiyorum. Verilmiş bir sözü tutmanın zamanı geldi anlıyorum. Masaüstünden çıkıyorum yola, başlıyorum yazmaya, yolun sonu nereye çıkar derseniz, biraz zahmetli bir okuma bekler sizi derim. Farkındayım, kısa cümlelerim yok benim. Ben bir başlıyayım da yazmaya elbet biter bir yerde kelimelerim.

Çocuk bana bu mimi gönderdiğinde, ilk blog yazmaya başladığımda da var olan masaüstünü göster mimini hatırladım. Arşivime baktım yoktu. Demek ki ben oyuna dahil edilmemiştim. Bu blogun okuyucuları bilirler ki, mimleri ille de kendi dilediğimce oynarım. Sağını solunu kafama göre yontar, aklımdan geçtiğince eklemeler yaparım.

Bakmayın siz kişisel masaüstümün bu denli temiz pak oluşuna, işyerindeki bilgisayar ekranımı görenler karmaşanın içinde iki saniyede kayboluverir. Onlara göre onlarca dosya karmaşık öbekler halinde yayılmıştır ekranıma, oysa hepsinin kendi içinde anlamlı bir ilişkiler ağı vardır, bir tek benim bildiğim başka gözlerin göremediği gizli bir bağdır bu. O nedenle çocuka demiştimki, kişisel bilgisayarımın masaüstünde oynayayım bu oyunu.

Bu mim geleli çok oldu aslında, tıpkı diğerleri gibi, zamanını bekledi. Az önce bir dosyanın kilidini ararken gözüme çarpan El İzi - v1 üzerinde düşünürken, arkadaşımın o öyküyü okuduktan hemen sonra telefondaki sesi dolandı kulaklarımda. Bunun hesabını soracağım sana. Dağıtttın beni.

Bu ifade ile kontras bir ilişki kurduğum masaüstümün üzerine yazmayı planlarken, oramı buramı çekiştiren El İzi yakamı bırakmadı.  El İzi, yayına verilmedi henüz. Bir öykü. Kurguladığım ve kurgularken zorlandığım bir öykü. Bir kaç yakın dostuma; özellikle de okur olduklarını bildiğim bir kaçına göndermiştim, ee nasıl buldunuz, sorusuyla. Gelen tepkiler hep olumluydu. Aynı noktada gelen eleştiri, o noktada yapmak istediğimi beceremediğimin işareti gibiydi. Bir film kurgusu mantığında yazmaya çabaladığım öykü, zamanlar arasındaki geçişlerde belirgin bir işaret vermiyordu. Kurgunun haraketli yapısı içine yerleştirdiğim ip uçları, okuyucunun o ip uçlarını yakalayıp yol almasını zorlaştırıyordu. Bu eleştiriler de hem benim hem de öykünün henüz pişmediğinin bir göstergesiydi. Fırının ısısı düşürüldü, şimdi kısık ateşte kokular tekrar yayılana kadar sabırla beklemeli.

Dosyayı açmadan uzun uzun düşündüm. V1 demek bunun çalışılmış bir kopya olduğunu anlatıyordu. Üzerinde çalışılmamış olan taslağı buldum. Kısacıktı. Sadece iki sayfa. Ne zaman yirmi üç sayfaya çıkmıştım. Üzerinde çalışmak istemedim. Konu ile ilgili okuduğum makaleler kafamı bulandırmıştı. İtiraf etmeliyim ki, bu noktada psikolog arkadaşımdan da konunun işlenişi bakımından uygunluğunu doğrulatmak anlamında yardım aldım. Sağolsun okudu, inceledi. Akademik bilgiye boğulmadan suyun karşısına geçmişsin, dedi. Öyleyse, o makalelerin bendeki sıcak etkileri geçsin, tortulardan yola çıkıp yazmaya devam etmeli, dedim.

Bilmem eder miyim, edebilir miyim? Daha önce seri olarak yazmaya başladığım Karanlık Koridor böyle bir nefes alma ihtiyacı sonunda yarım kalmıştı. Ve hatta Örselenmek de.. Aşka Dair'in başına gelen talihsizliğin ne olduğunu ise anlayamadım. Arşivi tararken yazıldığını ama yayına verilmediğini gördüm. Dün itibarıyla o da sonlanmış oldu. Öyle sanıyorum ki; kazasız belasız ve kesintisiz olarak bugüne kadar Fırtına Öncesi ve Güne Uyandım tamamlandı ve yayına verildi. Darısı, El İzi'nin başına diyeceğim de, onunla ilgili hayallerim var benim. Orta okul edebiyat öğretmenimin, yolda annemle beni gördüğünde söylediği gibi, belki bir gün... O sokaktan yıllar oldu geçmeyeli... Ya da İletişim Bilimleri Fakültesi'nde İletişim Sanatları okumak üzere sözlü sınava girdiğimde, Sinema Televizyon Bölüm Başkanı'nın öngördüğü gibi, dedim ya belki bir gün... O yılların üzerinden geçen sular okyanuslara karıştı ya, neyse.

İnsanın masasının üzerinden yola çıkıp, yüreğinin üzerine gelip durması ne ilginç. Oradan geçenleri bildiği halde, cesaretinin olmayışı. Geçen gün yazdığım mektubun sonunda dediklerim sanki tüm bu korkularımın özeti gibi.

yağmur öylesine deli deli yağıyor ki, nereye çarptığı belli bile değil.
cama çarpıyor, sonra mermere, sonra düşüyor yere.
yüksekten...
acıyor mu canı...
yağmurun, canı acır mı?

seni düşünüyorum, yanında kendimi.
içim ısınıyor.
zaten ne zaman seni düşümsem içim ısınıyor.
yüzümde bir gülümseme, ister istemez gelip kuruluyor.
yüreğimin baş köşesi senin.
gördüğüm iki kişinin konuşması.
duyduğum hep yürek sesi.
konuşuyoruz...
öyle ki, ne zaman nasıl başladığnın bir önemi olmadığı gibi,
ne zaman nasıl sonuçlanacağının da yok.

soba yanıyor, çıtırtısında paylaşılan bir kadeh shiraz'ın kırmızısı sarmış dört bir yanı
alev alev yanıyoruz

sarılmak

hiç ayrılmamak

bir adamın yüreğinde olmak

seni seviyorum dediğinde susmak
seviyorum diyememek

sevmemekten değil
korkmaktan
yüreğim üşümesin bir kez daha dersen
korkuyorsun dillendirmeye
yüreğinden geçip de
diline geleni, susuyorsun o noktada.

seni düşünüyorum
yanında kendimi
içim ısınıyor
yağmur deli deli yağıyor
pencereyi açıp bağır bağır bağırıyorum
seni seviyorum

10 Ekim 2010

Turuncuydu Aşkımın Rengi



bilir misin sevgili;
odaya yayılan portakal kabuğunun yağı ile ovduğum kürek kemiklerinin ağrısını hissederim hâlâ avuç içlerimde. şakaklarının terinde eriyen parmak uçlarımda derin çatlaklar oluşur her yağmur sonrasında. güneşe benzeyen bakışlarımı saymazsan eğer gök yüzümde yıldızlar kayar gündüz vakti. onca yıl geçti üzerinden yüreğinde sonlanan duygularımın bir türlü gelmedi yenilenme vakti. o zamanlar turuncuydu aşkımın rengi, gözlerimse bakmaya doyamadığın duru su yeşili. dudaklarımı hiç sorma sevgili, bugün bile bıraktığın gibi: acı tebessüm rengi...









Geceye Methiye


keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
der ya süreya şiirlerinin sonunda
ben gecenin sonunu bekledim
çünkü içinden sen geçen şiirler yazacak kadar şair değilim
hatta şair bile değilim

ama öykünürüm
gecenin güzelliğini düşünür
içine seni katar
keşke yalnız geceleri sevseydim seni, derim
gündüzler için bağışlar mısın beni sevgilim?


Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

09 Ekim 2010

İven Kızın Hikayesi

Evlenmek var mıydı aklında bilmiyorum, hiç konuşmamıştık bu konuyu. O gün evleniyorum dediğinde, neden şaşırmıştım ki, 20'li yaşlarında üniversiteyi bitirmiş, işe girmiş, kendince hayatla ilgili basamakları teker teker çıkarken de evlilik basamağına gelmişti. 30 olmadan da anne olmak istiyordu.

Hatırladığım kadarıyla, üniversitedeki arkadaşıyla herkesi şokta bırakan bir ayrılık yaşamışlardı. Askere giden oğlanı, askerliğinin bitmesine bir ay kala ziyarete gitmiş, dört yıldır süre gelen ilişkiyi, uzun upuzun bir konuşma ile noktalamıştı. Üstelik ona tek bir kere bile söz hakkı tanımayarak. Gerekçesi, evlenmek istediği adam olmayışıydı. O, aşık olup evlenmek istiyordu. Gözleri kör olsun istiyordu. Yüreği öyle bir çarpsın ki, yer gök yankısından yıkılsın istiyordu. Ayakları yere basmasın, kanatlanıp uçabilsin istiyordu.

İstediği oldu, iş yerinde bir sabah vakti, kapıdan uzanan bir kafanın gülümsemesinde buldu istediği herşeyi, bir aya varmadı  aile arasında bir nişan yaptılar, üç aya varmadı aynı eve taşındılar ve hemen sonrasında yaz başıydı ve artık neredeyse altı aydır tanışıyorlardı sade bir törenle evlendiler. O yılın sonunda hamile kaldı. Herşey kendi kurgusunda ilerliyordu. Çocuğun sorumluluğu ile artan yüklerini taşırken bir yana bıraktı kanatlarını, herşeyi görmesi gerekti, evin eksiğini, çocuğun altının kirlendiğini, çamaşırı, bulaşığı, yemeği derken gözleri açıldı mecburiyetten. Aşık olduğu adam gitmiş yerine yepyeni, hiç tanımadığı bir adam çıkıp gelmişti. Kocasına bakıp o ilk günlerin heyecanlarını arıyordu, tabi kocası eve gelirse. Geldiğinde elinden içki şişesi düşerde sızarsa, işte bir tek öyle anlarda, bakıp da iç geçiriyordu geçmiş günlerin büyüsüne. Bir zaman sonra ayakları öyle bir yere bastı ki, tabanları acıdı.

O acı kendine getirdi kendisini. Alıp da oğlanı yanına, dönünce baba ocağına, herkesin gözünde bir damla yaş vardı. O damla, o torun hatırına hiç düşmedi. Düşmedi ama, kısacık zamana sığdırılan karar, zorlu bir boşanma sürecinde yeri göğü inletti. O süreçte ne yer kaldı ne gök, herşey yıkıldı gitti. İven kızın yaşlı anası, okullar okumamıştı ama bilgili kadındı. Kızı okumuş diye saygısından bir kere söylediğdi aklındakini,  iven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz... Aman anne demişti, sen atalara baksan, bin ölçüp bir biçmeli, ömür mü yeter ona.

Ana yüreği durur mu, gizli gizli içine ağlıyordu. Torunuyla kızının kaldığı odaya girdiğinde onların sarmaş dolaş hallerine gülümsedi. Yanaklarını okşayıp, alınlarından öptü. Yaşı ilk defa düştü.  Yüreğine bir acı gelip otrurdu. Anaydı, canının canı daha ufacık bir çocuktu. Yaşamın zorluğunu tek başına göğüslemenin  ne kadar zor olduğunu biliyordu. Eşini kaybedip de iki çocukla yirmi sekiz yaşında dul kaldığında; analığı; çocuk büyütmek taş kemirmektir demişti.

Ellisine geldiğinde ellerindeki nasırları ilk defa fark etmişti: Ne zaman olduklarını nasıl olduklarını düşünmüştü, zamanın izleriydi, zamanın ve yaşamanın. Oğlu bir krem alıp geldiğinde sevindiğdi de, bir iki defa sürdükten sonra, kaldırdığdı dolabın bir köşesine. Yatağın kenarında oturmuş seyrediyordu ellerini, ellerinin koruyamadığı canından olanları... Çivi çıkmıştı...  çıkmıştı çıkmasına ama  biliyordu, yeri hep kalacaktı. Ne krem geçirebilirdi, ne de zaman o izleri...











08 Ekim 2010

Ateş, Süpürge, Kapı


Geçmişteki ilişkilerin tatsızlıklarını ve acılarını atacağız o odunların üstüne, yanıp kül olacaklar gecenin sonunda, şart bu alevler başlamak için yeni bir hayata” (*) 

Sembolik olarak süpürge, üzerinden atlandığı zaman yalnızlığı, kederi ve üzüntüyü süpürür, üzerinden atlayan kişilerin mutlu bir hayata birlikte adım atmalarına vesile olurmuş. (*)


Bir kapı aralayıp başka bir dünyaya bakmak için
ziyaret edin derim.

Ben gene, yine; imrendim.
Hem fotoğraflarına, hem dili kullanışına,
hem de araladığı kapılardan bu denli yürekli geçişine.



 

(*) Meren'in yazısından alıntı.
Fotoğraf / evren, 2010, çeşme marina

06 Ekim 2010

Yansıma...

Aslında hepimiz birer yansımayız... Öyleyse Tanrı kötü mü? Papaza her günah söylenmez, dedi. Her günah. Nasıl ayıracağız, papaza söylenecek olanla söylenmeyecek olanı... Ketum olmak gerekti öyleyse hayatta. Ama o zamanda  bütün günahlar üzerimize kalırdı. Haksızlık!

Öyleyse bizi kim affedecekti. Kim sevecek. Kim yüreğimizden geçenleri bilecekti. Kelimelere sığınıp yazmak ya da konuşmak kendini affetmenin ilk adımı gibiydi. Ayağa kalkmaya çalışmak... Arasıra dengeni buluncaya kadar tutunmak için kendi yüksekliğince olanlara uzanmak gerekliydi. Sonrası kolaydı, denge bir kere tutturuldu mu dere tepe düz... Koş koşa bildiğin kadar.  Güven kendinden başlardı. Öyle olmadı. Sonra nedenleri sonsuz, sonsuz kere taşlara takılıp tökezledin. Düştün. Acıdın. Ağladın. Kırıldın. Hepsi bir yansımaysa, Tanrı'nın gözyaşları üzerine mi yağdı?

Sen yağmuru ne sandın. Topraktan buğular yükseldi, havada ısı düştü. Damla mı oldu. Haha... Soğanı hatırlatırım sana. Sadece bir bahane değil mi? O'nun da bahanelere ihtiyacı var sen gibi. Akıl yürütmek sana mahsus... Yürüt, tutan mı var. Yaklaş bak O'na. Sen içinden kabaran duygulara ihtiyaç duyarsın... Kendi kendine kabarır mı duygular, hep bir başkasına ihtiyaç duyarsın. Mesela ÖFKE... Kendi kendine mi yükselir. BİR ŞEY OLUR. Bir nedeni vardır. AŞK. Durup dururken mi çıkar da özgürleşir, yüzüne gözüne bir ışıltı gelir. YANSIMA. Sendeki çarpar karşıdakine, kendini görürsün. Kafan karıştıysa, akılla düşün, yürekle hisset.

Mesela bu sabah yüzündeki gülümseme... Sana çok güzel olduğunu yazmıştım.. uzuuun uzun… ne kadar alımlı ve vakur… ne kadar hassas ve yırtıcı… ne kadar sakin ve deli… Cümlelerini okumasan oluşacak mıydı yüzünde bir gülümseme. Eğer çok yakın bir geçmişte sayfama gelmeseydin o mağrur o  burnu havalarda resminden seni biraz itici bulup merakla sayfana yönelmeseydim... Cümlesinden sonra o gururlu gülüşün acıyacak mıydı mesela... Herşey bir yansımaysa... Tanrı'nın burnu havada!

Ah deli günlerini, bazen durgun bazense koşturan anlara çevirmeyi başaran küçüğüm. Nedenleri ve niçinleri ile yansıyan yüzlerde gördüklerimizizdir aslında. Özümüz yansır, biz seyrederiz. Öpüyorum güzel yüzünü.. Seni anlayabilmek için çok zeki olmak gerekmiyor.. sadece senin çok zeki olduğunu anlamak yeterli bence.  Ve çok duygusal… ve çok dürüst… ve çok güzel  olduğunu.. canım seni nazlamak ve şımartmak istiyor..

Canım nazlanmak ve şımartılmak istiyor. Özüm kelimelerinde yansıyor. Hiç görmediğin yüzümü, hiç görmediğim yüzüne yaslıyorum. Her yer ben oluyor, her yer sen. O oluyoruz. Bütünlüyoruz yansımalarımızda hayatı. Senin de dediğin gibi; görünmeyen bir eli,  sever gibi yaparak aslında hissettirmeden ateşi ölçen  o eli hissetmek ne güzel...

Hayat; hasretle öper gibi dinlediğin sonsuz bir senfoni... Yansımalara iyi bak küçüğüm. O'nu göreceksin. O!nu ve O'nun sana sunduğu güzellikleri. Yüreğinden geçen neyse, sen O'sun O'nun yansıması. KİMİM diye sor? Nasıl yansıyorsun bir bak. GÖR KENDİNİ. GÖRDÜĞÜNÜ SEV. YANSIMAN GÜZEL ÇÜNKÜ.




03 Ekim 2010

Fırında Levrek Çok Mu Gerek?

Bugün absalom gibi yazasım var aslında. Şimdi güzide arkadaşlarım diye söze başlayıp, sayfalarca süren bir anlatımın sonunda, aslında levreği falan unutup gittiğiniz ve yahu ne diyordu bu evren diye sorduğunuz anda söze başladığım yere geri dönüp üç satırda aklınızı almak vardı da... Hadi dedim, hafta başlıyor. Yormayayım güzide arkadaşlarımı... Hepi topu bir fırında levrek anlatacağım dimi ama...

Gene de klasik anlatımlarımın dışına çıkıp şöyle bir ilginçlik olsun, blog dolsun edası ilen sözlerime başlıyorum. Ve Allah sizi inandırsın AŞK felan da yok yazımda, bak valla, mesela ayrılık yok, acı yok, hüzün, gam, keder desen boşuna arama.YOK. Ben klasik bir kadın blogger olarak bunları reddediyor, ev yemekleri bloglarının da conceptinden uzaklaşıp şöyle İLGİNÇ, farklı, ekzantirik filan felan feşmekan bir yazı yazıyorum. Ay burada da Sazan olup, hayata balıklama atlayıp, anla beni okur diyesim geldi. Ama beni anlamak için buradan bir zahmet kediye gitmeniz lazım ki hissedesiniz halet-i ruhiyemi.

Önceliklen, bir önceki yazı  okunmuş mu, sindirilmiş mi ve öğütülüp, tüketilmiş mi bir kontrol edelim.

  1. Ben bu sabah ailemle nereye gittim? (Pazara da hangi pazar?)

  2. Kahvaltıda ne yediydim? (de, geğirdim - ben nazik ve sağduyulu bir insanım, içime doğruydu eylemim)

  3. Eve gelir gelmez ne yaptım? (Çiş sayılmaz)

  4. İlk pişen yemeğin adı ne? (Tarihte değil ayol benim evde, bugün)

  5. Malzemelerden beşini say... (Marul yaprakları tek tek sayılırsa kabul olmaz)
Evetttt... Soruları doğru cevaplayan 2500  (ikibinbeşyüz, evet yanlış okumadınız) okuyucumuz, az sonra fotoğraflarına mazhar kalacağınız canım fırında levreğin tarifini alabilecek benden. Resimli anlatımla çözerim ben çok akıllıyım diyorsanız, ben sizden daha akıllıyım, bazı ip uçlarını fotoğrafa eklemeyerek, bir nevi malzemeden çalma cinliği ile, gizli tarifimin sırrını koruma altına almış bulunmaktayım. Burada gevrek bir gülüş var aslında. He he he yazayım, siz anlayın.
Şimdi reklamlar...

Balkon Bar Gururla Sunar
Evinli Yatakda, Karabiber Tanesinde Kereviz Yaprağı Kokulu Çarşaflarda, Fırında Levrek
Şef Evren'in, gizli mutfağına girmeyi başaran acar muhabirimiz, sırrı öğrenemeden geri döndü. Ve fakat, lakin, elimizdeki çok önemli fotoğraflar bu işin sırrının çözülmesinde önemli ip uçlarını barındırıyor. İncelemek istersen fotoğrafın üzerine gel, bir tık, büyüt fotoyu incele inceleyebildiğin kadar. Hatta download et, sakla. İster print out et, akşama da yanında yat, sen bilirsin.

Az Sonra... Gerçekler... Burada bir flash flash gerekiyor ama naparsın. Teknolojim buraya kadar.



Gerçek şu ki, bu levreğin tarifi falan yok, ama şahane bir hikayesi var. Bak valla diyorum ya. Sen oku, beğenmezsen yeme. Ama müsadenle kendi anlatım dilime dönmem lazım, çünkü az sonra tükenecek enerjim türlü çeşit takla atacağım diye. Unutma, ben yaşlı bir blog yazarıyım, eski alışkanlıkla bildiğim üç beş kelimeyle dilimin döndüğü kadar yazarım.

Ben oldum olası severim yemek programları seyretmeyi; dergilerini, kitaplarını kurcalamayı, ciddi bir arşivimde vardır üstelik. Seyrettiğim yemek progrmalarından birinde, italyan bir kadın fırında balık yapacaktı ve kereviz sapları ile bir yatak hazırladı. Hatırladığım kadarıyla, havuç, patates, kereviz sapları ve domates suyu çok çok kısık ateşte öldürülüyordu. Sonra balık tepsinine alınan bu evinin üzerine konan balık fırınlanıyordu.  Balık sever biri olarak; hafta yedi, öğün on balık yiyebilirim ben. Böyle olunca da farklı farklı tatları denemeyi de severim. Tariflere sadakat konusunda mimlenmiş olan ben, tabi ki benden beklenen bir tavırla aklıma estiği gibi denemeler yaparım ama söylenene göre elimin lezzeti varmış, ben yiyenlerin ve bu lafı edenlerin elçisiyim.

Bugün bildiğiniz üzere köylü pazarına gidince, levreği fileto yaptırmıştım. Yarım kilo kadar gelen balığımın yarısını buzluğa kaldırdım. Yarımı ile de fırında levrek yapmaya karar verdim. Önce teflon tencereye bir parça zeytinyağ koydum ama bir çorba kaşığı ancak vardı. Biraz toz şeker serptim ve üzerine dilimlediğim soğanları halka halka yerleştirdim. Patatesler de yuvarlak yuvarlak kesilip soğan halkalarının üzerinde yerini aldı. Kırmızı ve yeşil yağ biberlerini, sarımsağı, incecik dilimlenmiş havucu da üstlerine tablo gibi yerleştirdim. Üzerine, yarım su bardağı kadar, toz zencefil ile tatlandırılmış domates suyuna, bir o kadar balık suyu ekleyip malzemelerin üzerinde gezdirdim. Az muskat rendesi ve tane karabiber ile deniz tuzu ekleyip kapağını kapattım ve ocağın altını mum alevinden hallice bir kıvama getirip 10-15 dakika pişirmeye bıraktım.

Kokular yayılmaya başlayınca, tencerenin altını kapattım. 2-3 kereviz yaprağını evinin üzerine bıraktım, buharın da etkisi ile lezzetlerini salınca yaprakları aldım. Karamelize olmuş soğanlar üste gelecek şekilde, fırın kabına yerleştirdiğim evinin üzerine balığı boylu boyunca uzattım. İki parça kuru domatesi balığın altında kalacak şekilde yerleştirip, 220 derece fırında 15 dakika pişmeye bıraktım.

Bana kalan 15 dakikada, önceden temizlenmiş marul, roka, taze soğandan bir salata yapıp, kırmızı lahana ile renklendirdim. Nar ekşili, salata sosu ile tatlandırıp yuvarlak beyaz bir kaseye ellerimle harmanladığım salatamı koydum. Üzerine az biraz kapari ekleyip, deniz tuzu serptim. 

Balkona haızrladığım masamı özenle yerleştirip, bir amerikan servis koydum, hazırladığım menü ile gün batmadan, kendimi bir kez daha şımarttım. Üşümiyeyim diye, omuzlarıma polar bir şal almayı unutmadım.


İnsanı Sev

Bu sabah da erken kalktım her sabah olduğu gibi. İçimde tuhaf bir hazır olma isteği. Neye, ne için, neden bilmeden. Duş alıp günü çiçek kokuları içinde karşıladım. Uzun zamandır içmediğim kahvenin kokusu karışınca havaya, mutfağın yolunu tutup kendime bir kahve yaptım. Gün güzel... Ben de. Bir eşofman altı, üzerinde beyaz ince ama kollu bir tişört... Rahatım. Keyfimi katlayacak olan müziğe uzanıyor elim. Buikanın hüzünlü sesi içimde. Derinlerimdeki hüznü bulup kuruluyor yüreğime. Yüreğim kırgın. Bir umarıma takılı kalmış bekleyişin yarattığı kırgınlığı defalarca yaşadım. Neden hâlâ derseniz, yüreğimin hafızası yok derim. Bu kadar basit, bu kadar dolanbaçsız.

Çalan telefonla irkildi anılarım, kaçıştılar sağa sola. Zaten nicedir ürkekler hayata. Annem; hadi kahvaltıya gel, dedi. Hazırdım zaten, dedim. Yola koyuldum, Buikanın sesi adımlarımda. Yürümek yeni doğan güne ve yaşadığın güzelliklerin farkında olmak, teşekkür etmek her birine ne de sonsuz kılıyor içimdeki sevgiyi. Evet, hiç kuşkum yok yaşama dair, seviyorum.

Güzel bir kahvaltı sofrasının sıcaklığı sarmış evin dört bir yanını. Çocukluğumla selamlaşıp geçtim masanın baş köşesine kuruldum. Ben yine çocuktum. Annemle babamın ışıldayan gözlerinde, sevginin saf halini görüp, yaşama kaldığım yerden bir kez daha tutundum.

Kahvaltı sonrası çıkılacak olan köylü pazarını memnuniyetle kabul edip, onlarla yola koyuldum. Toprağının kokusu üzerinde; maruldan, rokadan ve taze soğandan aldım. Balıkçı tezgahında, asma yaprağında sardalya muhabbeti yapıp, levreği fileto ettirdim. Az ilerideki siyah çarşafından huzur akan, elleri yer yer çatlamış, toprağın lekesi çatlaklarında teyzeye selam verip, çuvallarında göz gezdirdim. Karnı kınalı aldım, 5 kilo hepsini vereyim, dedi. Bir kişiyim yarım kilo yeter, dedim. O kadancıkla olur muymuş, güzel de kızsın, al 5 kilo bulursun elbet pişircek birini, dedi. Güldüm, bir torba yeni kurutulmuş, nemi üzerinde ıhlamur ile yarım kilo karnı kınalımı alıp gülümseyerek uzaklaştım. Az ilerideki tezgahtan taze fasülye alan annemin kokusuna iliştim. İnsanın bahtı güzel olsun, dedim. İçimden, usulca söylediğimi duymuş olacak ki, annem uzanıp öptü beni. Eksiğim kalıp kalmadığını sordu. Var ama burda bulmak zor, dedim.

Araba ile beni evime bıraktıklarında arabadan inen annem; kendine iyi bak, dedi. Havalar soğudu, sakın telefonda hastayım deme, yüreğim üzülüyor uzağında olunca. Üzerine birşey al akşamları, havalar serinliyor, n'olur hasta olma. Arabanın diğer yanına geçtim. Babamı öpmek üzere eğildim. Babam sarıldı boynuma. Fırsat bulursan gel, dedi. Arkadaşlarınla iyi anlaş. Onları sev. İnsanları sev... İyi yolculuklar diledim, arkalarından el sallarken bir damla gözyaşımı onlara ekledim. Onlar yola koyuldular, köşeyi döndüler. Apartmanın kapısına geldiğimde, insanları neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha fark ettim, çocukluğumdan beri duyduğum cümlelerin başında geliyordu 'insan sevgisi'. İnsanları hep çok sevdim.



Aldıklarımı yerleştiririrken mutfakta, levreği sudan geçiriyordum. Günler öncesinin, çok özel zamanlarından birinde, balkonda yenilen yemeğin kahkahaya boğan cümlesi çınladı kulaklarımda: İyi ki geldin de, senin yüzün gözün hürmetine bir yemek pişti şu evde.  Sadece yemek değildi onun yüzü gözü hürmetine pişen bu evde, bilmem fark edebildi mi? Usulca yanağından öptüm, hissetsin istemedim, istemedim özlendiğini fark etsin.  Yüzü gözü ve yüreği hürmetine, yüreğimi açtığım o günlerin şahaneliğine bıraktım bir damla gözyaşımı da. Soğana yükleyip damlanın suçunu, karnı kınalı  ve akşam yemeği olacak olan  levrek için gerekli malzemeleri tezgaha dizdim. Kınalı pişmek üzere ocağa konulunca, bugünümü yazayım istedim. Olur da neden insan sevgisi diye sorarsam, dönüp okuyabilecek kelimelerim kalıcı olsun dedim.

Gün güzel... Ben de... Dilerim, pazarınız güzel geçsin, yüreğinizde sevgi hiç eksilmesin.


02 Ekim 2010

O Hafta

24 Mayıs 2009 / Pazar

Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba...
Bazense, güzel bir hayata...
Yaşadığın için, o kadar şanslı olduğun için,
en çok da yüreğini yüreğince sevecek kadınını bulduğun için dostum,
üç saniye çizgisinin sol dibinden şut at hayata.
Iskalaman çok zordur, inan bana.
Tut ki ıskaladın, hayat bu ya, çemberinden döndü top,
çarpıp çarpıp potaya, tam girecek gibiyken,
bütün mahalle sayı olacak diye elleri havada ayağa kalkmışken
ve alkışlayacakken seni,
top çıkıverir çemberinden geri.
Olsun be oğlum, en azından denedim dersin.
En azından, DENEDİM.




- O haftayı hatırlamıyorum, o hafta olanları da. Sadece 'merhaba' deyişi aklımda. Samimi ve içten. Bir çocuk saflığında. Hani mahalleye yeni taşınırsında bilmezsin ya kimseyi. Kim kimin oğludur. Kim kimin kızı. Hangi okula giderler bilmezsin. Yaşları kaç. Futbolda kim iyi bilmezsin. Kimdir çetenin başı. Kimdir ona ayak duyduranlar. Bakkal amcaya ekmek yazdırdığın gibi, leblebi tozunu yazdırabileceğini de akıl edemezsin, zaten bakkal amcanın adını bile bilmezsin. Okul yolu ne kadar sürer bilmezsin. O yolu kimlerle yürüyeceğini de. Simitçi fırını kaçta açar farkında değilsindir. Dondurmacı Bekir'in sahil yolu üzerinde arabada sattığı vişneli dondurma ile mahalle pastanesinde satılan vişneli dondurmanın tadı birdir ama sen bunu da bilmezsin. Terzi Mustafa'nın, kapı önünde top oynayan çocukların toplarından kaçını kestiği hikayesini daha dinlememişsindir. Berber Recep'ten korkar, dişçi Ahmet'e görünmek istemezsin. Komşu teyzenin bahçesindeki elma ağacına kim tırmanır bilmezsin. Elmanın tadını da... Zaten pek de sevmezsin. Bisitletli çeteye mi dahil olsan, yoksa basketbol sahasının işgalcilerine mi bilmezsin. Ürkek yalnızlık duygunu, annenin sesiyle bastırır, kendini mahallenin orta yerinde, 'ben de' derken bulursun. O 'ben de'ye, hadi gel diyecek bir ses yeter o anda. Sonrası... O mahallenin bitirim delikanlısı oluverirsin.

Aslında kendini kendin gibi hissettiğin yerdesindir. Mahallende. Bildik tanıdık o yüzlerin içinde. Bir rol biçiliverir sana da zamanla. Ama ben gibiysen, yani bir bukalemun misali, olduğun yere rengini uydurursun. Bisiklete rüzgar gibi biner, basketbol sahasında topu seke seke vurdururken, bacaklarının arasından topu kaydırır, üçlük atışlarını hep potanın sol yanından, çapkın bir gülücük dudağının terinde bıyık gibi salınırken kullanırsın. Kızlarla şakalaşır, bir gülüşlerine içini akıtırsın. Çocuksun ya, aklına bile gelmez ki tutup öpmek, zaten öpmeyi de bilmezsin. Gün gelir, kendini Ayşe Teyze'nin bahçesinde mahallenin kızlarından sadece biri için elma aşırmak üzere ağaca tırmanırken bulursun. Kaçarken düşer, ağzını burnunu dağıtırsın. Akşam eve vardığında senden önce eve giden marifetinden dolayı anandan yediğin tokatla bile değişmez yüzündeki gülüş. Yaptığından gururlu uykuya dalarsın.

Oğlum var ya, aşk da böyledir işte. Çocukluğumuzun korkak sokağıdır aşk. Çıkmaya teşvik edecek bir anne sesidir yürek o anda, hadi diyecek arkadaştır cesaret... Yalnızca uğruna elma çalacak bir hatuna gerek vardır bu sokakta. Şimdi durup o haftaya dalıyorsam, hatırlıyorsam o gülüşü, o ilk merhabanın rengini... O elmayı aşırmaya cesaret edemeyişimdendir. O 'merhaba'nın sıcaklığını hissedemeyişimden... Bunu yüreğime anlatamayışımdandır en çok da... İsterdim be oğlum. Valla isterdim, o gözlerde kaybolup gitmeyi... Öylesine duru, öylesine derin... kahverengi... Çıkardım da o elma ağacına, denerdim de be oğlum. Valla... Şimdiki aklım olsa... O tokatı yiyeceğimi bilsem de şu kahpe hayattan... DENERDİM. Öyle işte dostum, biliyoruz da konuşuyoruz... Ulen, nerden aşka düştün mü diye sordun akşam akşam... Neyse, aldın mı cevabını. Unutma! Güzel bir haftaya gebedir bazen bir merhaba... Bazense, güzel bir hayata...  Bok oldu bizim hayat. Hadi, bırak aşkı maşkı da ver şurdan iki bira... Akşama hem maç var hem de dizi... Sen de geç kalma.

- Eyvallah Orhan abi... Sağolasın...








01 Ekim 2010

Karanlığa Mektuplar - 3



Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi.

Bir zamanlar benim senin sözcüklerinde olduğum gibi... Yüreğinde attığım, sevginle akıp giden ömrüme aşkla baktığım gibi... O eylül akşamı, sanıyordu ki; akşam hep olacak. Evet, akşam hep olacak. Ama eylül yerini ekime bırakacak, bir süre. Bir süre akşamlar hep ekimin olacak. Sonra... sonrası bildiğin mevsim dönümleri, mevsim normalleri, mevsimin renkleri...

Hayat senden sonra da devam ediyor, evet, hep edecek. Ama sözcüklerin yerini bir soğuk boşluğa bırakacak, bir süre.  Oysa, sözcüklerindi yalnız gecelerimin arkadaşı: açıp açıp okuduğum duygulanmalarındı, durup durup içine düştüğüm yarandı: okşadığım, pamuklara sarıp sakmaladığım, iyileşsin diye gözüne baktığım, yüreğindi en çok da... Olmadı, sevgimin gücü yetersiz kaldı.

Kırmızı bir ışıkla durdum hayatımın bir yerinde, görmek istedim, yol nerde? Yol yoktu geldiğim noktadan ileriye. Yeşile dönünce ışık beklemediğim bir zamanda, ürkek bir sıçan gibi koştum oradan oraya. Bir çıkmaz sokak gördüm, sığındım aklıma gelen düşünceler dağılsın diye kırık bir ahşap kapının ahşap sundurmasının insafına. Damlalar düşüyordu omuzlarıma, aşk kadar güzel, hayat gibi ağırdı dokunuşları; düş gibi naif, gerçek kadar sertti kabukları. Borusu çatlamış bir giderden sızan yağmur sularında ıslandı anılarım. Islandıkça, düşünceler bir bir dikilip de karşıma dönüşünce karanlığın ıssızlığında; eli tabancalı, yüzü maskeli yürek soyguncularına, bir bir bıraktım yüreğimin sevgilerini kaldırım taşlarına. Sözcüklerinsiz bırakılmış yüreğimin sevgisi ne işe yarayacaktı ki zaten. Yüreğimi de kaldırıp attım kapağı turuncu plastikten bir galvaniz çöp kutusuna.  Ardıma bile bakmadım, az önceki ışığın olduğu köşeye koştum. Bir sokak lambasının camının içinde biriken kirden, ölü uçan böceklerden ne kadar sızabiliyorsa ışık, işte o kadar aydınlatıyordu önümü. Ardımdaki sesleri, adımlarımdan düşen damlaların çıkartabilmesi mümkün değildi, bin atlı koşuyordu peşimden. Bin atlı koşup da geçiyordu korkularımın içinden. Ana caddaye bağlayan sokağın köşe ışığında bekledim bir süre daha korka korka. Yeşile dönünce ışık, adımı sayıkladı bir baykuş çatıların üzerinden. Bir guguk kuşu haber verdi şehrin çıkışındaki dağlarda göz göz olmuş mağaralarda saklanmakta olan yarasalara. Karıştı göğüm, karanlık ve sisli bulut perdelerinin arasında dolunayımın yarısını kaybettim. Adımı sayıklayan ışığın içinden süzülüp, ıslanmış ve koyulaşmış cılız bedenimin üzerinden süzülürken ayların acı suyu, ben küçük tırnaklarımı vura vura asfaltın karalığına, ıslanmışlığına ve kokuşmuşluğuna, koştum yorulmamacasına.

Eve kadar koşmuşum. Yorulmuşum. Soluksuz kalmış bir bedenin bezginliğinde zorlanarak açmışım kapımı. Kapının ardında soğuk yokluğun karşılamış beni karanlıklar içinde. Biliyorum bu uzunca bir süre böyle olacak. Uzunca bir süre beni soğuk yokluğun karşılayacak, üşüyeceğim kış gecelerinde, üzerine kar yağmış turuncu anılar geçecek penceremden. Dönüp bakacağım, durup izleyeceğim. Biliyorum ağlayacağım yine kendi kendime. Sonra, cılız bedenimi güçlendirecek odunların çıtırtısı ve ısıtacak alevleri üşüyen iliklerimi, mumlar yakacağım irili ufaklı her bir yere koyacağım onları; yerlere, pencere içlerine, sehpaların üzerine; palazlanan tüylerimin koyu kahve bir inci gibi parlayışını görebileyim diye... Sonra... sonrası bildiğin yürek dönümleri, yürek normalleri, yüreğimin renkleri.

Bir Eylül akşamı bağlanıyordu ekimin gündüzüne; telaşsızdı ve belki de farkında bile değildi az sonrasının. Bir Eylül akşamı bilmiyordu artık zamanının geçtiğini, aslında eskiyip, çoktan geçmişe dair bir özleme dönüşeceğini bilmiyordu evet, ve fakat aslında daha da önemlisi, farkında bile değildi. İşte böyle bir akşamda yazdım ben sana içimden geçenleri, yüreğimi delip geçenleri...

Hoşçakal sevgili...



Fotoğraf / deviantart