31 Temmuz 2011

Statue of Liberty & Ellis Island Yolcusu Kalmasın

Hakkında bildiğim üç beş kelime dışında, zihnime kazınmış görüntüsü ile taaa oralara gitmişken, onu ziyaret etmesem, uzaktan gördüğüm ile yetinip dönsem olmazdı. Ben hariç herkes ziyaret ettiği için de, elimde Top 10 New York City kitapcığım, kulağımda Madeleine Peyroux ile düştüm yollara. Her sabah olduğu gibi, bendeniz “early bird” olarak sabahın altısında ayaktaydım ve ne yazık ki bu diyarlarda erkenci kuşlara otopark indirimi dışında pek de bir ayrıcalık tanınmıyordu. Evimizin hemen yanındaki Starbucks’tan incecik insanlar için yaratılmış büyük boy kahvemi alarak güne başladım, zira incecik olmak için onu içmek gerekiyorsa katlanacak kadar da ince idim. Saat sekizi gösterdiğinde, 3rd ave. 33rd st. den beni Statue of Liberty ve Ellis Island’a götürecek olan feribotun kalktığı iskeleye varmamı sağlayacak metroya bindiğimde, sokaklar hareketlenmeye başlamıştı.



Bir gün önceden randevumu alıp gittiğimin ve hatta o randevu saatinden bile önce orada olduğumun ne kadar iyi bir karar olduğunu dönüş saatindeki kuyruğu görünce anlayacaktım. Elimde internetten alınmış biletim ile Battery Park’a vardım. 3,5 dolar verdiğim 250 cc suyun plastiğini yiyesim geldi ama zararlı olur diye yapmadım.

Rotası önceden belirlenmiş gezimi tabi ki feribotun üst katında gerçekleştirdim. Boğazın tadını almış ve özenle anılarına kazımış biri olarak, içimde bir yerin sızlanışına yürek kabartmadım. Gözlerimi bir an için kapadım ve açtığımda uzaktan görüp bildiğim o kadına yaklaşmakta olduğumu fark ettim. 








İtiraf etmeliyim ki, beni Özgürlük Anıtından daha çok heyecandıran Ellis Adası'na varmak için sabırsızlanıyordum... Bundan sonrasında söz sussun, fotoğraflar fısıldasın isterim.  






























Dönüş yolunda daha önce okuduğum bilgileri süzüyor, gördüklerim ve yaşadıklarımla kendime yeni anlamlar çıkartıyor ve yüzümde kocaman bir gülümseme ile Bayan Özgürlüğe veda ediyordum. Bilir misiniz bilmem; 


Özgürlük heykeli, 1886'da Fransızlar tarafından politik özgürlüğün ve ülkeler arası dostluğun simgesi olarak Amerika'ya hediye edilmiştir. Anıt aslında Fransızlar tarafından Suveyş Kanalı’nın açılışından dolayı Osmanlı imparatorluğuna bağlı olan olan Mısır Valisi Kavalalalı Mehmet Ali Paşa’ya hediye edilmek üzere tasarlanmış. Ancak Fransa heykeli gönderememiş ve yıllar sonra elinde meşale ile dimdik duran özgürlük heykelini ABD’ye hediye etmiş. 

Aklından bir tek geçiren ben miyim? O heykel bize hediye edilebilmiş olsaydı, daha özgür bir ülke olabilir miydik?

Ellis Adasın'a gelince… Ufak sessiz bir ada Ellis. Orada ama yok gibi… 1892-1943 yılları arasında göçmenlerin ülkeye giriş yaptığı tek yer ve bugünkü teknolojinin imkanları ile kendi soyunuza ulaşıp, soyağacınızın dallarını bugüne taşıyabildiğiniz yaşamaya devam eden bir müze. Onlarca fotoğraftan fotoğrafladığım kareler müzenin koridorlarında yürürken duyacağınız seslerle adeta canlanıyor ve size o günlerin acılarını, umutlarını ve hayallerini taşıyor.

Dönüş yolculuğu kıyıya yaklaştıkça kendi iç sesimin çığlık çığlık olduğu bir anılar topluluğuna dönüşüyor.Bu deneyimden sonra rüya kent Newyork ve Manhattan gözüme daha bir farklı gözüküyor. Sokaklarında yürürken insan yüzlerinde geçmişin izlerini aradığımı fark ediyorum. Beni uyarıp bugüne getiren ise, kendi ülkemin özgürlük savaşının ve göçlerinin türküleri oluyor. Bir metro istasyonunda, kendimi şarkı söylerken buluyorum. Yüzümde alabildiğine bir umut. Gülümsemeye devam ediyorum. Kendi soyağacımın yaşayanlarına sıkıca sarılabileceğim için yaklaşık bir saat sürecek olan yolculuğumun tadını bu sefer de Buika ile katmerliyorum.










30 Temmuz 2011

Güneş Az Önce Battı

 "Öyle çok yanar ki canın, 
dünyadaki bütün suçları işlediğini sanırsın; 
oysa sadece sevmişsindir." 
Damdaki Kemancı - 1971.





Güneşin batışına denk geldim... 
Turuncusunu görsen söverdin,
sırf senden daha güzel diye.


Hoş ben bu aralar elime diken batsa sövüyorum.
Yüreğimin nasırı elimde bile yok diye.





29 Temmuz 2011

Kuşlar Üzerine




içimin kuşları uçuyor
havada ağır bir yalnızlık kokusu
içime çeksem!
yüreğim yanar

söylesene
teller sadece eski zaman telgrafları için midir 

başım önüme eğik bugün
içime çektiğim hava ağır ya
şair olsam bağırasım gelir 
insanım ağlayasım geliyor

kurşun gibi bir yaradır yalnızlık 

içimin kuşlarına sözüm geçse
uçmayın derdim
ve hatta unutun uçmaya dair bildiğiniz ne varsa

doğasında uçmak olanla
yüreğinde sevmek olanı kıyaslasam
sevme desem
sevme böyle havalarda

kuş bu
uçar kanadını kırma pahasına
yüreği de buradan yola çıkıp sen kıyasla




görsel / zeynepinyeri

Bırakmak




Bir gündoğumuna bıraktım yarınlarımı bu sabah,
çocukların şen sesleri, ve o bahçe, ve o deniz artık bana çok uzak...


Akşamüstülerin günbatımlarında buluyorum dünlerimi...
Bir içki masasına katık edilen kahkahalar, 
ve o yağmur ve o çamlık artık bana çok uzak...


Geceleri yıldızlara emanet ettim umudumu, 
kayıp gittiler bilinmeze bir gözyaşı vakti,
beklemeler artık bana çok uzak...

Yorgunum anla,
çok yorgunum hayat!







İlk Yayın Tarihi: 13 Temmuz 2010, Yorgun


28 Temmuz 2011

Nihayet

İnsanın kendi ile konuşmaları da bir yere kadar... 
Mantık denen şey, yok! 
Yüreğini dinle. 
Onca cümle arasından altı çizilenin, 
"yeterince istemiyorsundur da ondandır olmayışı"nı bi' düşün. 


Bugün güzel bir sabaha uyandım. Aklımda yukarıdaki cümle. (aşağı yukarı böyle bir cümleydi.) Sonra Newyork fotoğraflarına baktım. Neden oraya dair yazmayı bırakmıştım ki... (üzerinde pek durmadım, zamanını bekle dedim) Brooklyn Bridge'de yürüdüm sabah sabah. İyi geldi. Newyork yazısını bulayım derken, yolum St. Croix'ya düştü. Yüzümde alabildiğine bir gülümseme. Hemen ardından Newberyport... (ah! aşık olduğum kasaba...) 

Bu sabah güzel başladı demiş miydim? (demişim, bu iyi bir şey...) Aklımda gecenin heyecanı. Yüzümde kocaman bir gülümseme. Gönlümün kırık yanını pamuklara sarıp sarmaladım. O'na emanet ettim. Hayırlısı dedim, güne başladım. Güzel geçer mi dersiniz... (Hayırlısına inanırsan, güzel olduğunu fark edersin. Ama istediğim olsun dersen, hayırlısı ise bile mutlu olman zor be canım kendim)



26 Temmuz 2011

Sahipsiz Kalan Duygular




Ne çok duygum sahipsiz kalmış diyorum... Susuyor.
Hayallerimin yarınları yok gibi diyorum... Susuyor.

Sahipsiz mektuplarımın kelimeleri, deniz kıyısına vurmuş yıldızlar gibi... Belki bir gün biri bulur diyorum. Ya bulmazsa diyor. Ne garip, tam da susması gerekirken, o en can acıtacak olanından söze giriyor. Ben susuyorum, içim, bulur diyor. 

O bunu hiç bilmeyecek. Susmak bilmeyi istememektir. Konuşmaksa bilmediğin ne varsa yüzleşebilmek. Cesareti kırık insanla, kanadı kırık kuşu birbirine benzetmem boşuna değil benim. İkisi de bir çırpınış öteye gidemez. 

Günlerin sıcağı içimin kavrukluğu ile birleştiğinden midir bilmem... Yüreğimin turuncusunda saklı kahverengi bir hüzün var. Ne kadar üzerini örtersem örteyim, an geliyor çıkıveriyor filizlenme telaşında olan fasulyeler gibi...    Pamukların arasında baş veren filizler, neden soruları gibi peşi sıra birbirini kovalıyor. 

Ben böyle düşünürken ve elbet bazılarını dillendirirken, bunu sadece sevdaya yükleyenler oluyor. Susuyorum. Öfkemin de sahipsiz kalan duygularımdan biri olduğunun altını çizmek istemiyorum. Hem kim karşısındakini tam olarak anlayabilir ki... 

Hayatın müşterek yanını seviyorum... Kimden, nasıl ve hangi yüreğe hizmet geçti bu duygu bana bilmiyorum. Bugünlerde sıklıkla hayatın müşterek yanından kendime çıkaramadığım paylara kızıyorum. Kendimle yaptığım hesapların, hayatla denk gelmeyişi; muhasebeye olmayan yatkınlığımla açıklanabilecekse de...  Artık bir şeylerin hesabını yapabilmeyi, hayatı müşterek yaşarken kefenin ağırlığını üzerimde hissetmemeyi diliyorum. Sen buna önemsenmek, düşünülmek, aranmak, sorulmak, merak edildiği için uykusuz kalmak falan da diyebilirsin. Ben buna birilerini düşünmekten, çaba harcamaktan, özenmekten, sakınmaktan, aramaktan, merak etmekten yorulmak diyorum. Hayat müşterekse... Benim uzatmaktan yorgun düşen elim burada. Yüreğiminse yeri hiç değişmedi. Bunu fark etmeni bekliyor ve susuyorum. 



22 Temmuz 2011

Beni Yalnız Bırakın



İnsan kendini planlı bir şekilde, adım adım, gün be gün yani, yalnızlaştırabilir mi? Herkesi kendinden uzakta bir köşeye kendi sessizliklerinde yitip gitsinler diye bırakabilir mi? Onlarca sessizleştirilen her bir kelime, büyüyüp büyüyüp de akla, yüreğe, dile, güne sığmaz olup da insanı boğabilir mi? Yüreğin sıkıştığı zamanlara sığdırdığın nefes burnunun ucunda bir sızıya dönüşebilir mi?

İnsan kendini durup dururken ölümü düşünecek kadar başkalaştırıp, kendinin kendinden yitip gitmesine seyirci kalabilir mi? Peki bir kedi edinsen sen öldüğünde komşular seni kokmadan bulup da mezara koyabilir mi?

Hayat bir yerden sana gülümserken başka bir yerinden kan ağlayabilir mi?

Bu durumda yüzünde bir gülümseme, yüreğinde bir ağlama sesiyle kalabalığa karıştığında, herkes senin dertsiz olduğunu sanabilir mi? 

Palyaço gibi boyalı bir gülüşte, giderek derinleşen bir hüzün ne kadar saklı kalabilir ki? 

Diyelim ki, saklısındasın o gülüşün, gözlerin seni ele vermeden durabilir mi?



görsel / deviantart