27 Haziran 2012

Hamarat Kadının Ev Tipsizi Reçelleri







Efendim, bilirsiniz benim bünyeyi, hallice rahatsızdır; geçtiğimiz hafta da kendi kaşındı, kendi başına bir güzel işler açtı. Ortaya ev tipsizi reçeller çıktı. Durum şu; bizim bir bahçemiz var (evet! zenginiz), benim bir de annem var (evet! ben ona kesinlikle çekmemişim, kendisinin her iş elinden gelir, reçel yapar yemelere doyamazsın, zeytinyağlı pişirir yanında yatasın gelir, çorbalar desen içinde yüz, öyle bir lezzet denizi...) 

İnsanın annesi bu denli hamarat olunca, bahçede yetişmekte olan çeşit çeşit meyve ve sebze -fazlası ziyan olmasın diye- farklı şekillerde depolanır. Hem kışa hazırlık olur hem de evde geçirilen vaktin bir değeri olur. (ziyan konusuna bir önceki cümlede değinmiştim) Annem ve babam (evet! benim bir de babam var ki korkarım beceriksizlik konusunda kendisinden epeyce gen almışım) Çeşme'ye gittiler. (zenginiz demiştim) İyi de ettiler... Ama gel gör ki annem bahçedeki her bir şeyin "olma" ve "toplanma" zamanını bildiğinden çalar saat gibi, her aramasında gidildi mi, toplandı mı diye sorar oldu. Olsun efendim, annedir sorar demeyin... Bence iyi olmadı... Sorması değil, onun sözüne uyup oralara gidilmesi... Çünkü şu kışa hazırlık, depolama, aman da ne güzel kendimiz ürettik halleri nur topu gibi başıma kaldı. 

Rahatsız bünye burada devreye girdi. Hayır! yalan söyle: anne, tarlaya at girmiş, bütün ağaçları tepmiş de... tarlayı fazla sulamışlar, timsah zeytinliklerin orayı kiralamış, çoluk çocuk yerleşmişler, geçit vermiyorlar de... gölün oradaki aynalı sazanlar gözümü alıyor, kör olma riskiyle karşı karşıyayım de... demedi... Rahatsız ya, iş çıkışı gitti, tarlaya, iş kıyafetiyle (bildiğin beyaz  gömlek, siyah etek, ayağında en topuklusundan terlikle (kundura olsa şarkı sözü olur...) Traktöre çıktı, korktu indi, gevrek vişne dalını kırdı, rüzgara laf attı... Karadut, beyaz dut derken mideyi alt üst etti... Olmasına daha üç beş gün olan kayısılardan koca bir torba topladı ve tarlayı terk etti. Bünye rahatsız olunca, onları dolaba tepip gezmeye gitti. Gittiği evde burun farkı ile cama girdi. Cam da burun kemiği de kırılmadı, ama çıkan sese konu komşu hayret etti. Bütün geceyi, vakti zamanında yonttursam acaba eski çağlardan bir eserle karşı karşıya kalır mıyım diye dertlendiği çıkıntılı burun kemiğinin üzerindeki buz torbası ile geçirdi. Beyin hücreleri donduğundan bugün kendisinden her hangi bir verim alınamadı. (Bu hafta da alınma ihtimali bence düşük.)

Bu gece bünyenin yan gelip yatması önlenebilirse, dut reçeli yapma girişiminin sonuçlarını bildirmek üzere yarın gene buralarda olunacaktır. Geçmiş olsun çelenkleri yerine tarlaya en az iki gönüllü, mutfağa becerikli bir yardımcı, bünyeye de soğuk bir kova su gönderilmesi rica olunur. 


EDİT: Dün gece reçeller yapıldı, çilek sos oldu, dut beton, kayısının bir kısmı inatla yapıldı ama ne yazık ki dağıldı, reçel değil de marmelat diye yutturulması planlanıyor. Kalan kayısılar annenin otoriter ses tonunun verdiği ürküntü ile talimatlara birebir uyularak buzluğa atıldı. Burun bugün şu saat itibarıyla, kapatıcı marifetiyle kamufle edildi. Az sonra girilecek bir toplantı için son hazırlıklar da tamamlandı. Huzursuz bünye, az biraz bulduğu huzur ile güne devam ediyor. Durum budur, arz olunur.




görsel / google sağ olsun, picasa çok yaşasın.

26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir. 








25 Haziran 2012

Gündelik Yaşam





Vergi dairesinden gelen haber ile ettiğim küfürlerin arasındaki sıkı bağla boğmak istiyorum onu. Evet! Ayrıldığımız dönem ve sonrasında bir kez bile kötü söz söylemeyen, söylemek isteyeni susturan, ben fark etmeden ağzından kaçıverenden uzak duran ben, geçtiğimiz hafta sözlüğüme yeni yeni küfürleri dizdim. Uzaktan bakınca bence gayet anlamlı bir bütünlükleri ve hatta biraz üzerine düşününce yaratıcı bir süreçten geçip de dile geldikleri belli oluyordu. Ama gene de asabiyetime anlam veremeyenler oldu. Üzerine gördüğüm rüyalar halen akıllanmadığıma işaret gibiydi, neyse ki dün akşam gördüğüm rüyada onu havaalanının orta yerinde bıraktım. Anlamadığım neden oğlunu tatile yanımda götürdüğümdü, ama pek üzerinde durmadım. 

***

Uzun zamandır iş arkadaşımın oğlunu kreşten alıyor, akşama uzanan 1-2 saati beraber geçiriyor ve bu durumun yansımaları üzerine düşünüyorum. İnsan 40 yaşına gelince ve bir çocuk yapmayınca ve bence işin kötüsü bir çocuk yapmak için çok hevesli olmayıp ama çevrenin etkisi ve baskısı ile "acaba" diye sorunca, bir de üzerine çocuk ile olan iletişiminin onda yarattığı "aslında neden olmasındı ki" duygusu ile boğuşunca, yorgun düşüyor... Oysa bir çocukla çocuk olmak ile o çocuğun dilini anlamak arasında uçurum kadar fark olduğunu da biliyor. Belki de bildiği tek şey de bu... Hal böyle olunca, bu bildiği tek bilgi ile anne olup olunamayacağının pek de farkında değil... (im) Ama sıklıkla duyduğum bir şey var ki o da, "senden harika anne olur"(mu?)

***

Ne zaman pazara özenerek çıksam ve o hafta evde yemek yapma kararı alsam çılgın bir davet yağmuruna yakalanıyorum. Mesela bu hafta sebze ağırlıklı bir beslenme için; enginar, fasulye, salata malzemeleri ve karpuz, kiraz, armut ve kayısı alıp geldim. Hafta ortasında durum şu; enginar pişti pişmesine ama iki parçası halen dolapta, bu gece yendi yendi, yenmedi keyfi kaçacağından yarın zayi olacak; fasulye pişemeden sararmış, kalan sağlar bizimdir diyerekten bu gece pişirdim pişirdim, pişiremedim, tüh yazık oldu, pek de güzeldi boncuk boncuk diye ardından hayıflanacağım biliyorum; salata malzemeleri yaprak yaprak karardı, domatesler bir gece menemen karpuz menüsünde değerlendirildi, karpuz, kiraz, armut ve kayısı an itibarıyla bu gece de yenecek ve bitecek. Son hesapta zarar ziyanın eşiğindeyiz bence.

***
Cuma günü gelen bir haber ile soluğu Kocayayla'da aldık. Ne piknikti ama... "Kurtlu Peynir" diye diye adımı çıkardılar, tamam yerimde duramıyorum, öyle boş boş oturmak bana göre değil ama harika bir iş yapıp, çam ormanının göbeğinde gözleme açtım, pişirdim ve afiyetle yedim. Ayşe Teyze vardı ekibin başında, o yöreden yaşları 40 ile 73 yaş aralığında değişen 6 "tiyze", "ilegen"lere kabarması için koydukları hamurlarla bir bir gözleme açtılar bize. 73 yaşındaki Ayşe Teyze, genç yaşında dul kalmış, komutan o. Sevimli mi sevimli, zaten pire gibi. Durduğu yerde durmuyor, akşamüzeri beş gibi ocakları söndürüp, çileğe gidecekti. Akşama sana geleyim dedim, Bursa sıcaktır. "Buyur gel yatacak yerim var ama yemek filan yapamam sana, ni yiyeceksen yi gayri" dedi. Gülüştük. Pek sevdi beni, cana yakınmışım öyle dedi. Bir ara çay servisi de yapınca benden iyisi olmadı Kocayayla'da... Orman'ın getirdiği odunlardan bir çuval alıp eve götürmek istedi ki, o ana kadar herkes bir kaç çuvalı götürmüştü bile... O izin istedi, vermediler... Döndü geldi, komşularının al ısrarları karşısında da, "ben onun karşısında namaz kılıp rahat edemem, o odunla pişirdiğim yimeğin lezzetine varamam" deyip, bir tane bile odun almadan biniverdi traktörüne... Elini öptüm, helalleştik, "çay içmeye gel, bak bekliyom" dedi. Sonra da dönüp, "15 gün gelme ama, yövmiyeye gidecem ilgilenemem senle," dedi. 73 yaşında Ayşe Teyze, ekmeğini çıkartmak için onca yaşında yövmiye karşılığı çilek tarlasına gidiyordu. O gece bana hediye ettiği çilekleri ziyan etmeden reçel yaptım. Sonuç ilk deneme için başarılı değildi. Ama Ayşe Teyze'nin mis kokulu çileklerinin kokusu evin her yerine yayıldı. Hayat bazı yerlerde bazıları için hiç de kolay değildi.

***

Hafta sonu tembele bağladım. Mümkün olsa hiç çıkmayacaktım ama iyi ki çıkmışım dediğim bir an'a tanıklık ettim. Hayat sürprizlerle dolu. Seçtiğim kardeşim, önce evlendi, sonra Bursa'ya yerleşti, sonra Ela'mız geldi. Geriye dönüp bakınca bunlar planlanmayan şeylerdi. Bugün yarın Almanya'ya yerleşiyorlar. Onlar adına mutluyum. Kızımız zaten Avrupa standartları ile uyumlu doğdu, bildiğin beyaz ten, uçuk sarı saçlar ve renkli gözler... Mutlu olsunlar diliyorum. Hayatın açtığı kapılardan geçmek ve orada mutluluğu bulmak herkesin harcı değil. Onlar daha da fazlasını hak ediyorlar.Dilerim mutlu olurlar. Ela'nın müsameresi olmasa ve belki de seneye giderim diye erteleyeceğim bir durum olsa cumartesinin yılgınlığında gider miydim oralara bilemem ama bahane arardım kesin. Ama dedim ya iyi ki gitmişim. 

***

Pazar günü daha da bir garipti. Yalnızdım. Herkes sevgilisiyle, karısıyla, çoluğu çocuğu ileydi... Ben evde tek başına volume 10768'i çevirecektim. Havanın basıklığı ile tenimin yapış yapışlığı arasındaki sıkı bağı soğuk duşla bozmaya çalışıyor ama her seferinde daha da başarısız oluyordum. Neden ben diye sorup, bunalımın dibine vurmak için, bir dehliz olan sorular yumağına doğru ilerliyordum. Çareyi, klimayı açıp kendimi derin uykulara hapsetmekte buldum. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Uyku beni tutmayınca ben de ısrarlı davranmadım ve onun peşini bıraktım. Kendimi sokağa çıkmak konusunda ikna turlarımın 18.sinde giyindim. Ve buram buram bir hayatın kollarına kendimi attım. Sahi neden ben? Bu soruyu attığım her adımda kendime daha da yüksek sesle sordum. Eve geldiğimde, şarj olsun diye bıraktığım telefonumun ışığı yanıyordu... Pazar pazar kimin aklına düşmüştüm ki... Gelen maili okuduğumda kocaman gülümsedim. Hayatın anlamı bu olsa gerek dedim. Sen kendini yapayalnız hissettiğin bir anda, sesini bile duymadığın, gözlerinin rengini bilmediğin bir yürek sana sesleniyor... Orada mısın, diyor ve sen neden ben sorusunun cevabını buluyorsun bir anda. Buradayım, diyorsun... Orada bir yerde, senin burada bir yerde olmanı dileğen sımsıcak bir yüreğin varlığına şükrederek. Günü bir mojito ile kapatıyorsun. Pazardan aldığın lim, taze nane yaprakları, bir kesme şeker, rom ve sodayı kırmızı kareli diktörtgen bir tepsiye diziyorsun. Buz kırıntılarını ve tokmağını almaya gittiğin bir anda telefonun çalıyor... Yüzündeki gülümseme tüm eve, oradan da kapısı açık balkonun demirlerinden mahalleye yayılıyor... Yaşamak için karşına birbir ve planlı bir şekilde çıkan küçücük nedenlerini birbirine ekleyip, yarına dair umutlarını katıyorsun yudumladığın içkine... Balkon daha bir büyük geliyor artık gözüne, evin duvarları daha bir yıkılıverecekmiş gibi... Güçlendiğini hissediyorsun gülümsedikçe. Balkondaki sardunyalara suyunu veriyorsun, kımıldayıveriyor dalları, çiçekleri daha bir bordo oluyor sen onlarla konuştukça. Hayat diyorsun, bir umudun ucunda... Varsa ne âlâ, kaybedersen bir ayağın hep çukurda...


















görsel / deviantart

12 Haziran 2012

Koşmak Üzerine



Bu sabah da benzer bir duygu ile uyandım... Öylesine turuncuydu ki salonum, güneş orada doğmuş gibiydi. Koşmak geldi içimden, üzerine doğru, hızlıca... kaçmasın diye... Erkendi... Güneş henüz doğmuş bense henüz uyanmıştım. Yüzümü soğuğa yakın bir su ile yıkadım... aslında suyu suratıma çarptım. Gülümsedim. Kocaman. İçine güneşi sığdıracak kadar açtım gözlerimi... Etrafıma şöyle bir bakındım. Sakinlik ve huzur... evet, hissettiğim tam da buydu. Telefonum bir iki kere çaldı. Sabahın köründe arayan Oydu... gülümsedim. İlkinden daha kocaman. 

Biraz yürüdüm, biraz okudum, biraz müzik dinledim, biraz duş aldım, biraz kahvaltı ettim, servise gitme telaşının birazını çantama doldurdum. Bir de bağcığı çözülmüş ayakkabımın sol tekine. Bir taş buldum oturdum. Biraz nefes aldım, biraz kokladım, biraz bakındım, biraz düşündüm, biraz dinledim. Mutluydum. Sen neye hazırsan o geliyordu sana. Yol boyu okudum. Kendimi olumladım... Hımmm. Kendime güzel sözler söyledim. Az yaparım, kendime kızmak kolaydır da, aferinim azdır kendime...

Bugün bloglarda gezindim, ne çok zaman olmuş avare kelimelerle yarenlik etmeyeli... Ne güzel yazıyor bazı insanlar bir bilseniz, konuşur gibi, ama güzel konuşur gibi... Öyle boş boş değil, anlatsa da dinlesek dersiniz ya işte öyle... kelime kelime, duygu duygu...

Ne çok üç nokta var hayatımda, zamanın akıp gittiğini anlatmak ister gibi, neredeyse her cümlem üç nokta ile bitecek. Nokta bir son, virgül bir nefes, üç nokta yaşamak gibi...

nasıl 40 yaşında olur biri... Nasıl olur 40 yaşında olunca, olgunlaşır mı, yaşlanır mı, durulur mu, iki elinin ortasında başı, düşünür mü hesapları kitapları, günahları sevapları... Sahi ne olur insan 40'ına gelince... Aaaa,  sen 40 mısın dedi biri, sen büyüdün dedi bir diğeri... değiştin ondan sonra... Hemen ondan sonra mı değiştim yani... bence, denk gelmek denir buna, fırına atıldım, bir hamurdum, öncesinde yoğruldum, hamura biraz tuz, biraz şeker eklendi... Kıvamı kadar kabartma tozu, arada benim de koltuklarım kabarsın değil mi? Sonra fırının ısısı ayarlandı, belki de her tarifte olduğu gibi önceden ısıtıldı. Sonra pişmeye başladım ben. Yavaş yavaş, odun ateşinin biraz uzağında, taş fırının en eski taşında... İşte belki de değiştin sen ondan sonra demesinin sebebi o andır, onun gelip de kafasını fırının ateşine doğru uzattığı o an... benim biraz kabarıp, biraz kızarıp, biraz da suyumu çektiğimi fark ettiği an... Ona denk gelmiştir yani, mis gibi taze kokum... Belki de açtı... Her şey bi tesadüftür...O, iyi bi tesadüf...

Tıpkı, güneşin doğduğu yerde bir ev almak gibi... Güneşi görünce üzerine doğru koşmak gibi... Bir nehir yatağında suyu içmek için eğildiğinde, ayağının kayıp düştüğün anda elinden seni tutup, "iyisin" der gibi... O anda göz göze gelip, gülümsemek gibi... Her yaşanılan an'a üç nokta koyup yoluna devam etmek gibi... 







Görsel / buradan

08 Haziran 2012

İyi Niyet Taşları





İyi niyet taşları insanın kendi cehennemine ulaşması için kendi kendine ördüğü patika bir yol mudur? Peki ya insanın karşısındakini kendi gibi bilmesi... bunun  doğurduğu sonuçlar açısından kendini enayi gibi hissetmesi? Erdem, vicdan, hayata baktığın yer, içindeki iyilik, dışındaki pozitif enerji, yüreğinin büyüklüğü... ve dahası! Hepsini bir kalemde uzayın derinliklerine fırlatmak isteyip de kötünün içindeki en kötü olmanı sağlayacak kadar büyük bir öfkeyi sırtlayıp da, susuzluktan dilin kuruyup, uzayıp, sarkıp da ayağına dolandığında o fırlatamadığın ve bir omuzunda melek bir omuzunda da şeytan misafirliğe geldiğinde seçtiğin "ben en iyisi kendim gibi olayım"ı seçmenin yarattığı acaba yanlış mı yaptım pişmanlığını yok edebilecek bir "şeye" ihtiyacım var. 

Bağırıp çağırmaya kalkmadan önce, karşı taraftakilerin de kendilerince haklı olabilecekleri durumları ön plana çıkartmak başarısı, mutlak bir salaklıkla da açıklanabilir elbet ama ben gene de o "şeyin" her şeyden güçlü olduğuna inanmak istiyorum. 

Bazen kendimi tecavüzcüsüne aşık bir mağdur gibi görüyorum, öyle ki, hamile kalmışım, üstelik doğurduğum çocuğa devlet sahip çıkmış ama o çocuk da uğradığı taciz sonrası travma geçirmiş ve benim yaşadığım o harabeye geri gönderilmek zorunda kalmış. Duvarları yıkık bir binada tek ayağı kırık bir koltuk, üstelik yayları kumaşı yırtıp çıkmış... hemen onun yanında bir kanepe sidik lekeleriyle dolu... kanepeyi ona yatak yapmışım... Oysa onu sarıp sarmalamak, her şeyin daha iyi olacağını söylemek isteyen de bir umudum var... Kırık bir umut, içine ne koysan sızıyor işte...

Neyse, ne diyordum, ben bazen koca, kocadan da koca, dağların en büyüğünden büyük, ırmakların en coşkunundan coşkun, en uzun nehirden daha uzun ve uçsuz bucaksız bir çölden daha çöl bir salaklığa sahibim. Ben yine de yüreğime inanmayı seçiyorum, insanın başka neyi var ki...


görsel / buradan

04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan

31 Mayıs 2012

Hız Kesemeyen Tembel Günler




Beni bu havalar mahvetti der ya şair, beni bu havalar tembel etti. Baharın güneşi içime dolacak diye bekleye durayım, Haziran geldi dayandı, güneşle oynadığımız kovalamaca son bulamadı. Öyle çok sıcak seven biri değilim, ben güneşi seviyorum, sıcağını değil. Gülü seviyorum, dikenini değil gibi bir durum bu. İsveçli bilim adamlarının uzun zamandır bir buluşa imza atmadığı düşünülürse bu konunun onların dikkatini çekmesi an meselesidir. Yani güneşin ısıtmadan var olduğu açık mavi, bulutsu beyazlıkların bir fırça ile şekillendiği gökyüzü... (İyice kafa yorarsanız  bunun çok da absürd bir mesele olmadığını algılarsınız, en azından doğmamış çocuğa don biçen yaklaşımlardan daha masum bir yanı var.)

Ne diyordum hemşire... Hımm, evet tembelim. Bugün tam bir "bugün git yarın gel" memuru kıvamında, okuldan kaçmayı kafayı koymuş çocuk misali; karın ağrıları çekiyorum. Kısacası yerim dar! Ama gel gör ki ben oynamak istiyorum, hatta mümkünse kolbastı kıvamında zıp zıp zıplamak. 

Aslında gündemi yakalamak konusundaki başarısızlığım beni bugüne getiren; ben bir konuya vakıf oluyorum, bir bakıyorum ki, gündem 180 derece açıyla yön değiştirmiş, sekiz nala koşan atlılarla dolu... Tam atın birini yakalayıp hayırdır diye soracağım, bir kelime bir işlem ile karşıma bir boş boş bakan çıkıyor: 

5ç*kürtaj(y+k)/d(bakım+grev) = irade

Çık çıkabilirsen denklemin içinden... 

Kendimi bir çardağa atıp, elimde kitabım Bağdat'ın Portakal Ağaçları altında keyfime bakacağım, bir gök gürültüsü ile kendime geliyorum. Ayağımda, yarım numara küçük ızdırap babetleri ve 5 yara bandı ile, çektiğim cezaya karşı direnişe geçecekken, protesto hakkımı çıplak ayak yağmur altında dans ederek kullanıyorum. Uzaktan gördüğüm polisin elindeki parlak cisme bir yerlerden aşına olan gözlerim kaçmaya vakit bile bulamadan yakalanıyor, belki de tam da bu esnada bir ses; "özsaygı" diye kulağımı çekmese, bedenimde söz hakkı olduğunu iddia eden ve üzerime tırmanan sümüklüböceğe elimin tersi ile vurma istediğimi köreltemeyeceğim: sümüklüböceği parmak uçlarımla tutup, otların arasına usulca koyup, yollarımı; oradan, olandan ve olacak olanlardan uzaklaştırıyorum. Arkama bile bakmadan yürürken, yollarımın hayatımın hiç bir kesitinde o sümüklüböcekle kesişmeyeceğini bilmek içime su serpmemi sağlıyor. Yağmur yağarken ağzımı açıp özgürlüğüme  bu yüzden bu kadar gururla bakabiliyorum. Karanlığa muhtaç örümceklere, sırf örebildikleri ağlar yüzünden hayran kalacakken güneşin bulutların arasından çıkması ile kendime geliyorum. Aydınlık her zaman karanlıktan iyidir!

Tembel bir gün için fazla kurgusal bir öğle arasını geride bırakıp, "iş akışı" çıkartmak üzere bir toplantıya, gündemin hızını geride bırakma pahasına, adım adım ilerliyorum. 


25 Mayıs 2012

Biraz Daha AZ

Ertesi Gün


Derdâdan geçme faslında fonda bir müzik olmalı der... Follia yazar... La Folia'yı bulur. Bütün ışıkları kapatır. Mümkün olsa sokağın lambalarını bile kapatırdı ya... Mümkün olmaz. Mutlak karanlığın içinden Derdâ'nın kelimeleri nota olup aksın ister... İstediği olur. O gece uykuya dalar; kitap hâlâ baş ucundadır.

Ertesi sabah evden çıkar.  Kitabı çantasına atar. Derdâ'nın Derda'sını nasıl bulacağı sorusu sileceklere dolanır, soru işaretine benzer bir önceki gecenin yağmur lekeleri, kalır camda. Bu hikayenin nasıl olup da ikisini karşılaştıracağını bulmaya çalışır kafasında. Yeniden bir öykü kurguluyordur aslında. Yol boyu kendince bitirir romanı. Kitabı ofise gelince çantasından çıkartıp masasına koyar. Akşam eve giderken yeniden çantasına... Sonra yeniden baş ucuna ve sabah yeniden çantasına... İkinci bölüme geçmek için sabırsızlanıyor gibi gözükse de bilinçli bir geciktirmeyi de planlıyor gibidir. 

Perşembe akşam üzeri, üstünde kolsuz bir gömlek ve elinde kitabı ile şiddetli bir yağmura yakalanır. O pazar gününden sonra güneşli ve bulutsuz gökyüzüdür omuzlarına yüklenen yük... Yağmurun şiddetinde. Kalkar omuzlarındaki. Yük.  Toplantı için davet edildiği binadan, toplantı saatini bile bekleyemeden bir mazeret uydurup ayrılır. Elinde kitabı. Üstünde incecik kolsuz bir gömlek. Ayağında bir sandalet. Islanır. Sileceklerin hızı arabanın hız göstergesi ile yarışır. Kazanan yağmur olur. 

Üstünü bile çıkartmadan bir kaç gün önceki sığınağına saklanır. Sarı üzerine belli belirsiz turuncu çizgileri olan battaniyesine... Kararan havaya bir ışık yakar, baş ucunda. Sadece o kadar. Derdâ'ya gülümser. Derda'yı alır koynuna... Derda, bir mezarlık çocuğu... Derda, bir erkek çocuk. 52 kişi üzerinden geçerken ve Derdâ, “Ne duruyorsunuz orada? Gelip bir şeyler yapsanıza! Ben buradayım, siz neredesiniz” Ha, neredesiniz?” diye sorduğunda... gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Buradayım" diyen adam... 

Nasıl bir hikayedir bu, nasıl bir yere vardıracaktır okurunu... Hangi soruları sorduracaktır son söz de söylendiğinde, neyin peşinden sürüklenecektir, bir hikayenin bu kadar dışındayken, bu kadar içine çekilen okur.     

“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği… İçine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?”

İçine attıklarını düşünür... İçinden taşanları, onu dinleyenleri... Başlayıp da bitiremediği romanları düşünür, başlayıp da sonunu kendi istediği gibi getiremediği anılar çıkar kitabın sayfalarından... Kulak asmaz hiç birine... O inatla okur kitabı... Bir solukluk canı kalmış gibi okur. Derdâ soluğunu kestiğinden beri aldığı en derin nefesi katar kelimelerin ardına. Rüzgar olur nefesi... Okur o hızla... Hikayenin nerede nasıl kesişeceğini kestirmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştur.... Nasılsa nasıldır... Kesişsinler de der... 

Yollar kesişirdi... Bazen bilir insan bazen bilmez, bazen farkında olur, bazen olmaz... Ama yollar mutlaka kesişir ve kader denen şeyin oluşması da ancak böyle mümkün olur:



“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar."

Onların yollarını kesiştirenin o yumrukla ilişkisini, Muhammed Ali ile ilgili belgeseli seyredene kadar asla bilemeyecektir. O akşam kitabı bitirdiğinde, televizyonu açar. Varlığından bile haberdar olmadığı bir kanalda, bir belgesele denk gelir... "Bütün zamanların en iyisi"ne... 




O gece de kitabı baş ucuna koyar. Bir mektuptur düşündüğü, bir mektubun,  son satırları:

"Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de,seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

Uykuyla uyanıklık arasında, saatler önce düşlere dalan, sıcağında huzur bulduğu sarılır bedenine, nefesi boynundayken iyi geceler öpücüğü  niyetinedir yanağına kondurulan soru: Bitirdin mi?

"AZ kaldı" diyebilir sadece.
"Derdâ AZ.. Derda... Çok daha AZ..." kalmıştır çünkü... 





görsel / google

24 Mayıs 2012

AZ - Biri Başlangıç Diğeri Son



"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…"

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağının üzerinde, A'dan Z'ye şöyle bir gezdirir parmak uçlarını... A'dan Z'ye bir şiddettir okuyacağı. 

"Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman..."

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağını açar;

"Nevzat Çelik'e..." denmiştir ilk sayfasında... Parmak uçlarını gezdirir Nevzat Çelik mısralarında;

Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız....

Donar zaman, bir pazar gününün yağmura teslim sessizliğinde dolanır düşünceleri... Okumak ister bir solukta Derdâ'nın hikayesini... Okur da... Bir solukta. Ama durur bazen, kapar kitabı göğsüne, düşünür onu durduran cümle üzerine:

“Böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki!”

O cümle sonrasında yaşadığı ama yok saydığı günlerdir onu kovalayan... Kaçar, kapar gözlerini, zihnini yağan yağmura bırakır, sele kapılıp gitsin ister, ama insanın yaşadığı şeyler, öyle bir anda yok olmaz...

Yatırcalı gibi düşüverir koltuğundan... Kaldığı yerden devam eder AZ... Bir battaniye üzerinde boylu boyunca serilir kelimeler, kapı çalsın istemez, ses olsun istemez, Derdâ'nın şiddetinde titrer bedeni. Soluksuz kalır okurken... Son nefesinde dahi okumak ister gibi çevirir sayfaları. Gece olur, ağrı gibidir şiddet, geceleri daha çok sersemletir... Ama yine de düşürmez kitabı elinden, ya kelimeler düşüp de gidiverirse diye korkar...  Küfrettiği de olur, içinin cız ettiği de... Sövdüğü de olur, acaba diye sorduğu da... Parmakları bile acır sayfalar geçip gittikçe... Yağmur şiddetini artırır... Camdan dışarı bakar ilk bölüm bittiğinde... Bir isimdir hafızasını kurcalatan: Marquis de Sade... O da kim der, Anne gibi... Google sessiz bir tanık gibi döker kelimeleri...

"Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir."

Okudukları ile sarsılan bedenini, battaniyenin altından güçlükle kaldırıp, kitaba ayraç koymadan kapatır kapağını, mutlak karanlığa gömer kelimeleri... Sürüklenip gittiği Derdâ'dan Derda'ya ulaşması için zamana ihtiyacı olduğunu fark eder.  Yatağa uzandığında kitap başucundadır. 

Uykuya dalmadan hemen önce sağ eliyle kalbini kapatır, korumak ister gibi... Büyüyemeyen yanını yorgan yapar kendine, korkularını yastık... Kapar gözlerini, insanın göremediği şeylerin yok olmayacağını bile bile... Düşleri perde olur geceye... 

"O andan sonra, evde, baskın elementi acı olan kimyasal bir tepkime gerçekleşmiş ve Stanley'nin büyümesi durmuştu. Büyümeyen bütün insanlar gibi kurduğu hayallerin içinde  yürüyen Stanley'nin ayağı bir çukura girip de tabanı gerçeğe deyince canı yanmaya başlamıştı. Yaşı ilerledikçe ve büyüyemedikçe o can yanmasını daha da çok hissediyordu. Bu yüzden o çukurları, Finsburry Park metro istasyonunun girişinde duran, Kara T. diye bilinen ve gerçek adı Timur olan on dört yaşındaki bir çocuktan aldığı eroinle kapatıyordu. Gerçeğe düşüp bir yerlerini kırmamak için. Özellikle de kalbini."



görsel / buradan 

22 Mayıs 2012

Güzel Bi'şeyler

Geçtiğimiz hafta bir sürü, ama bir sürü güzel şey oldu... Hepsini yazacaktım, özenle fotoğraflarını çekmiş, anının gelmesini bekleyen kelimelerimi hazır bile etmiştim. Ne mi oldu: "Öküz..." Evet, bir öküz bütün güzellikleri silip, geride kendini bıraktı, bir de havada asılı kalan, "öküz olmak lazım bu hayatta" çığlığını... 



Geçen hafta üniversite şenlikleri nedeniyle pek bir şenlikliydik doğrusu, yoksa şenlikliydim mi demeliyim. Bir kere serbest kıyafetle işe geldim, gece yarılarını bekledim, çocuklarla "Beyaz" çılgınlığının dibine vurdum, romanlarla göbek atıp, türkülerle coştum. Boğaziçi Caz Korosu ile düşlere dalıp, Feridun Düzağaç konserinde gerçeğe vardım.  Gizli saklı bira, şarap içip, hafif meşrep esprilere kahkahalarla güldüm. Kısaca geçtiğimiz ayların stresini -20li yaşlarıma geri dönüp- bir güzel içimin kapılarından kovdum. Köşe başında iki dirhem bir çekirdek beni bekleyen sorunlara kulaklarımı tıkadım. Serzenişlerini sırtına yük edinmiş arkadaşlara bir güvenlik şeridi çektim ve uzak durmalarını söyledim. Kendime ait, kendimce bir haftanın keyfini sürdüm, öyle ki, bana takılanlardan her biri, sadece bir gece erken gitmem gereken şenliklerde hiç eğlenemediklerini, enerjime ihtiyaçları olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler, böylece cumartesi gecemi de 20li yaşlarımın son demlerinde geçirdim. İyi de ettim. Bu hafta başı bir arkadaşım şöyle dedi, "Ne oldu sana...", "Ne olmuş ki..." dedim. "Gençleşmişsin, cildin parlamış, gözlerin ışıl ışıl..., aşık mısın?" Gizemli bir gülüşün ardına sakladım yalnız kendimin bildiği gerçeği, ucu açık bir kelimeyi orta yere bıraktım: "Evet..." Ardıma bile dönüp bakmadım. Hayata aşık olmayanın beni anlamayacağını keşfedeli epey zaman olmuştu. Ben şanslı bir kadındım. İçimdeki çocuk, bir haftalığına da olsa dışarı çıkmış ve ilk gençliğin heyecanlarında, biraz sorumsuz, çokca heyecanlı günlerin tadını doya doya yaşamıştı. İyi ki dedim kendime, iyi ki kırabilecek zincirlerim ve cesaretim var...



* Bu arada yazıyı bitirince fark ettim, "öküz" o kadar da sinirimi bozmamış olma ki; anlatmayı unutmuşum. Merak edenler için anlatayım, pazar gecesi evden çıkmam gerekiyordu, araba ile otoparkın çıkışına geldiğimde bir araba tam da otoparkın kapısına park etmişti. Bir kaç dakika bekledim, etrafıma bakındım, geç bir saat olduğu için önce kornaya basmaya çekindim, ama sonra zaman daraldığı için bir iki kere kornaya bastım. Camlara kapılara çıkanlar oldu, utandım. Polisi aradım, trafiği aradım. Memur bey şöyle dedi, kusura bakmayın arabanın kaydı yok, siz en iyisi bir taksiye atlayıp gidin... Nasıl olur dedim, bu adama hiç bir şey yapılmayacak mı? Yok dedi, yapamayız, trafiğe engel bir durum yok. Nasıl olmaz dedim, kendi aracımla otoparktan çıkamıyorum. Hanfendi dedi, biz trafik kazalarına gidiyoruz, binin bir taksiye nereye gidecekseniz gidin.... Peki memur bey dedim, sizi meşgul ettim, öküz olaydım da aramayaydım, kendi adalet düzenimi kendim kurup, lastiğini falan patlataydım, nasılsa öküzlere bir şey olmuyor bu memlekette. Öküz olmak lazım bu memlekette... diye son bi kez bağırıp, arabamın kapısını havaya çarptım. Öküz olamadım, arabamı gerisin geriye park edip, evime çıktım, Hakan Günday'ın AZını okumaya devam ettim. 2 saat kadar sonra egzosunu patlata patlata uzaklaşan arabanın sesine güldüm... bazen hayatın hazırladığı süprizlere temkinli yaklaşmak gerektiğini kapı çalınınca bir kez daha fark ettim. Olanı biteni sığındığım sıcaklığın içine gömdüm. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile uykuya dalmış olmalıyım ki, sabah sabah yağan yağmura bile şükrettim. 

18 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Güzel Bi'şey




karardığında gökyüzü
sen kapının çalmasını bekle
güzel bi'şey hazırlar her zaman hayat
şükretmesini bilene




17 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Merak





hayatın büyük gizemini
küçük detaylarda yakalayanların 
ödülüdür
gülümseyerek yaşamak


15 Mayıs 2012

Siz Bilmezsiniz Belki Diye...


Bazı insanlar kelimelerle mucizeler yaratır... 
Ve bazı insanlar o mucizelere kapılıp hayatın içine açılan bir kapıdan geçer.







Siz bilmezsiniz belki diye, bir kaç satır karalamak istedim üzerine. Aslında niyetim gittiğim oyunu kaleme almaktı. Ama insan çok iyi yazan biriyle tanış olunca kaleme almak zor oluyor bazı şeyleri. Mesela ben bir yazarı şahsen tanısam yeltenmem şuradan düz yazı ile dert anlatmaya, hele de bir şairi tanısam böyle etiyle canıyla hiç isim takar mıyım yazdıklarıma "şiir tadında" diye... Yemek meselesini ise hiç değinmiyorum. Yemeyi severim, yapmaktan daha çok. Hoş mutfaktaki becerilerim de fena değildir ama ne haddime tarifli yazılar yazmak mutfağı kendine meslek edinmiş biri ile kıyaslandığımda. 

Efendim bu sezon perdeler kapanmadan bir oyun daha izleseydik diye gittiğimiz tiyatrodan elimde kelimeler ile çıkmış, klavyenin başına oturduğumda da döktüreceğim cümleleri, bir saatlik yürüyüşün içinde 3 aşağı 25 yukarı planlamışken, "durrrrr" dedi bir ses. 

Tahmin ettiğiniz üzere iç sesim... "e be kadın, ne yazacaksın ki fukara kelimelerinle bu oyun* üzerine" dedi. Dedim "haddini bil, elbet bizim de kelamımız var" dedim ama, e bir ama gelip takıldı işte o anda hevesimin kursağına. Ben en iyisi dedim, yazmayayım bu oyun üzerine, onun yerine dedim oyunların üzerine yazılmışları okumak konusunda meraklılar var ise, ve ola ki haberleri yok ise, hani bilmemiş, duymamış, okumamışlardır belki diye... onları haber edeyim istedim. Bir nevi sosyal sorumluluk benimkisi... 

Efendim eğer tiyatroya düşkünseniz, oyun, oyuncular, dekor, müzikler, sahne, ışık, izleyicide kalan etki ve daha bir çok detay hakkında izlemeden fikir sahibi olayım ya da izledikten sonra " ee vardı bizim de eklemek istediğimiz üç beş görüş" diyenlere, şiddet yansılı olmadığımızdan, ısrarla okumalarını tavsiye edeceğim bir bloggerdır kendisi... 

Valla seviyorum diye -severim o ayrı da- okuyun, okutun, takibe alın demiyorum. Siz bir okuyun, sonrası size kalmış. Unutmadan... bir de yazmadıkları konusunda ısrarcı olun. 



* "bu oyun"dan kasıt, "Bu da Benim Karım" oyunudur. Görsel önerdiğim blogger'ın son yazısından alınmıştır. 

14 Mayıs 2012

Dağ Başını Duman Almış




Bu blogu okuyup da benim dağ evine düşkünlüğümü bilmeyen yoktur. Mesela bir yazım vardır; "eski bir sobanın başında oturdum ve düşledim" diye... Dağ evinde yazılmıştır.  "asma yaprağında sardalya rakısız olur mu" o dağ evindeki bir andan yola çıkılarak yazılmış bir başka anı-yazıdır. 

Şu girizgahtan da anlaşılacağı üzere haftasonu dağ evindeydik. Malum anneler günü... Güneş yüzünü göstermek konusunda "geçmiş zaman yeni gelini"... Bir naz bir naz... İlk iş soba yakıldı. Meşe odunlarının gürül gürül sesi ile çam kozalaklarının çıtırtısı birbirine karıştıkça, anılar bulutu sarıyor efkarımı. Hüzünlü anlar konusunda çömert davranan akıl, iş yüzü güldürenlere gelince, şu yeni gelinden bile beter...Havanın ha yağdım ha yağacağım külhan beyliğine bir omuz kıvırıp, yan yan bakıyorum gözyüzüne... O benim ne demek istediğimi anlıyor; göz kırpmasından anlıyorum.

Masayı ön terasa kuruyoruz. Çatının kenarına yuva kuran kuşun yavruları çığlık çığlık... Anne telaşla pır pır kanat çırptıkça, yavruların sesi yükseliyor... Bizden korkusuna sortiler sıklaşıyor ama bir türlü yuvaya o gaga ucundaki solucan bırakılamıyor. Hal böyle olunca pılıyı pırtıyı toplayıp içeri geçiyoruz. Evin babası gazetelerini soba çıtırtısında okuyacak.  Biz de yani evin kadınları da bu sürede yavru kuşların beslenmesine izin verip salata hazırlıklarını, tek çeken radyo kanalı olduğunda TRT'nin acıklı anneler şarkı geçidi ile tamamlayacağız. 

"Annemmm, annem, sen üzülmeeeeee" 

"Yahu yok mu eğlenceli bir şarkı anneler gününde..." Elimde taze soğanın kokusu gidip kapatıveriyorum radyoyu tek bir hareketimle. Havam pek yerinde... Diyeceksin ki radyoya ne... Neyse ne... 

Radyo susuyor ben başlıyorum sabah sabah ağzıma yapışıp kalan türküye:

"Ben derdimi hangi dağaaaaaa, yüreğimi hangi suyaaaaaaaa"

Annemin sesi ile geliyorum kendime: "Ne iyi oldu radyoyu kapattığın

Herkes susuyor; bir tek kuşların cıvıltısı, rüzgara teslim ahlatın hışırtısı ve sobanın gürültüsünün ahengi kalıyor geriye. Herkesin içinde kendinden büyük bir huzur, yayılıyor ahşap evin sincap tarafından kemirilen kütüklerine.

Salatalar da tamamlanınca, terasta mangal yakılıyor yelleye yelleye... Sofra hazırlığı neşeli bir telaşa dönüyor kısa sürede. Yüzü güldüren kadehler bordonun en güzel rengi ile boyanınca, bir damla gözyaşı, yürek dolusu bir kahkaha ile kuruluyor temenni cümleleri, "en bi çok sevilen" fedakar cefakar anneye...  Annem kardeşimin eski tişörtünden diktiği el bezine sarılıp, "oğlum da yanımızda" diyor, göz yaşını saklayıp kendine, kendince gülümsüyor bize. Hepimiz özlemle kaldırıyoruz kadehlerimizi... "İyi ki sayıca az sevgice çok bir aileyiz" diyoruz. Mangal ben oldum diye bağırınca; taze soğanlar, biberler, domatesler közden alınıyor... Pul biberli, taze kekikli etler atılıyor bu sefer telin üzerine. 

Aniden ve hiç umut yokken güneş yüzünü cömertçe sergiliyor köyün üzerinde, bulutları dağıtan rüzgara ise laf yok; üzerimize birer yelek alıveriyoruz... Çiseleyen yağmura ve dağlara çöken sise hayranlık duyuyoruz. Gün giderek yoğun, bulutsu, özlemlerle dolu bir anıya dönüşüyor. Dağ evi, bir sezona daha kapılarını iyikilerle, kahkahalarla ve sevgiyle açıyor. Tatlı bir yorgunluğa katık ediliyor anılar. Her şey yerli yerine konuyor, elektrikler, sular kontrol ediliyor. Son bir bakış, ya bir şey unutursak endişesiyle...  Çöpün ağzı bağlanıyor; bir şeyi unutmadık di mi diye... Günler sonra bir dost sohbetinde hatırlanacak ve anlatılacak nice güzellliklerle kapatılıyor demir kapılar ağır ağır, gitmeyi hiç istemeyen ayakların direnişinde... Haftaya başka bir anıyı yeşertecek toprağa mıhlanıyor demir kapının demir çubuğu; "canı yanıyor mudur acaba?" diye ... Bir emeklilik hayali daha atılıyor toprağa tohum niyetine... Yola koyuluyor emektar dört teker, öyle ağır öyle dikkatle iniyor ki yokuşu sanırsın o da kalmak istiyor cennetin bu köşesinde...

Velhasıl okuyucu, seviyorum ben bu dağın başını, öylesine seviyorum ki, her defasında yenileniyor, güzelleşiyor ve umutlarımı yeşertiyorum bir dumanın gölgesinde... Yeşil kalmanız dileklerimle...



evin fotoğrafını bu bilgisayarda bulamadım, siz yukarıdaki fotoğrafla idari ediverin... görsel/deviantart 





28 Nisan 2012

Kaybolup Gitmez



Kaybolup gitmez hiçbir şey demişti son yazısında... 
Kaybolup gitmez yüreklerde olunca. 
İyi ki sarıldım sana can sufim, 
güzel yürekli dileğim, 
pamuk tontinim.
Aşkla...




görsel / deviantart

25 Nisan 2012

Sabah Sabah

Erken kalkmanın keyfini sürüyorum. Duş sonrası yapılan  gülümseten bir kahvaltının neşesi güne yayılacak gibi. Mutluyum. Hayatın bana sunduklarını anlıyor ve beni test ettiği durumlarda yılmadan ve hatta gülümseyerek yola devam etmeyi öğrendiğimden beri daha sakinim. Dün gece attığım bir mailde, "uzun ve garip bir hikayenin sonunda Bursa'ya geri döndüm." yazdım. Uzun ve garip hikaye parça parça da olsa bu blog sayfalarında bazen hikaye bazen bir şiir bazen sadece duygunun dile gelişi ile yerini aldı. Onca kelimenin arasına sıkıştırılmış olan an(ı)lar... Hepsi bugün, olduğu yerden hayata bakan Evren'in yapı taşları... İyi kilerim...

Geçen hafta raporlu olmanın verdiği rahatlıkla ve biraz da zorunluluktan uzanıp uzun saatlerimi; düşünme, yeniden planlama, hayal etme ve teşekkür etmek için değerlendirmiş oldum.  İyi de oldu. Böyle bir zaman dilimine ne kadar ihtiyacım olduğunu fark ettim. Hayatın keşmekeşi içerisinde nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Nefes almak... Yaşamak...

Sorularım her geçen yıl azalıyor. Hayatın sunduklarını cevap olarak kabul ediyor ve geriye dönüp soruları bulmaya çalışıyorum. Bunu bir oyuna dönüştürdüm. Steve Jobs bir konuşmasında, geriye dönüp noktaları birleştirin diyordu, cevaplar asıl orada.Orada olduklarını biliyorum, noktaları birleştirmeyi çocukken de çok severdim. Bazılarının içlerini boyardık, ben kendi renklerime boyamayı hep daha çok sevmişimdir.

Geçen hafta evde olmak ve küçük aptal kutuyla barışık olmamaktan kaynaklanan durum beni, daha da küçük ve aptallaştırma oranını teslim olmanızla orantılı telefon üzerinden internet kullanımına itti. İtti de ne oldu derseniz, birincisi hizmeti satın aldığım kuruma maaş kartımı göndermek zorunda kaldım. Ama beni asıl dertlendiren bu değildi. Blogger android telefon uygulamasının ülkemizde kullanılamaması yapmayı planladığım kutlama hevesini kursağımda bıraktı: Sokaklarımı, göğümü, içimi, dışımı renklere boyayan; aşkı, sevgiyi çiçek bahçelerine döndürmeyi başaran; "kocaman yüreğimin" duygu sellerine kapılmasına sebep "yürekli adam"a söylemek istediklerimi kelimelere bir türlü dökemedim.

Dinleyeceğiniz şarkıyı geceye bırakın derim;  hava kuzguni bir siyaha teslim etsin bulutlarını, güneş aya yansıtsın ışığını, yıldızlar eşlik etsin düşlerinize...
Hem belli mi olur, belki biri kayıverir siz sevdiğinizi düşünürken ve dilekleriniz gerçek olur hiç beklemeden. 




Au Di


dilerim
gökyüzüne saldığın balonların çoşkusunda geçsin günler



11 Nisan 2012

Kütük Amca, Tuş Bey ve Yörük Kadir Efendi



Aslında bir iş ziyareti bizimki; daha yola çıkarken isteksiz olan bünye, neden isteksiz olduğunu ispat etmek istercesine, "yel alıyor" - ki biz buna buralarda "cereyanda kalmışsın" diyoruz- ve kas ağrısından kıvrım kıvrım kıvranırken bana "istemiyorsam bi sebebi var" diyor. Bünye ile olan münakaşadan galip kalan kendim, gülmeye, karşıma çıkanlardan kendime bir şeyler katmaya ve en önemlisi kabullenerek olanı biteni, akıp giden zamandan keyif almaya bakıyorum ve günün sonunda "evrenden" ödülümü alıyorum. Fotoğraflı bir anlatımla epey eğlenceli olabilecek bu yazı için daha fazla beklemek istemiyorum çünkü kesinlikle kütük amcayı, tuş beyi ve yörük kadir efendiyi hafızamın derinlerine atmak istemiyorum. Gittiğim yerden bana kalanları sizinle paylaşmak istiyorum. Üstelik yaşadığım anlar bana, bazen bünye isteksiz de olsa, "sen akışa bırakırsan kendini alırsın evrenin ödülünü" söylemindeki akış ve ödül meselesini öyle bir anlatıyor ve hafızama kazıyor ki, buna burada yer vermesem olmaz.

İlk sabah biraz telaşlıyız, bir gece öncenin rötarlı ve uzun süren yolculuğu nedeniyle geç varılan otel odasına dar atıyoruz kendimizi. Sabah kahvaltı saatini sekiz olarak kararlaştırıp iyi geceler, iyi uykuları yastığa beş kala alan alsın hesabı havada asılı bırakıyoruz. Karşıdaki Tahtalı dağlara açılıyor göz kapaklarım, denizin uzanıp uzanıp değmeye çalıştığı ve benim baktığım yerden ulaştığı hissine kapılmam boşuna değil. Deniz mi yoksa dağlar mı bilmem ama çağıran sese kulak verip ayaklarıma bırakıyorum her şeyi. Yürümek değil de koşmak gibi bir hızla bir falezin üzerinden bakıyorum; ayağımın hemen altındaki deniz, gözümün ucundaki dağa kadar uzanıyor işte. Yanılmamışım. içimde uyanan his, bir kaç kulaç atıp ferahlamak. Bana nazire yapar gibi sırt üstü uzanmış adamın ahesteliğinde dinleniyor nefesim. Saat sekizi biraz gece varıyorum kahvaltı edilecek salona, aklım, yüreğim, hayalim ve daha ne varsa hepsi kıyıda... dalga dalga huzur yayılan suda. Belki de bardağı elime alıp kana kana içişim de bu yüzden. 

İlk ziyaretimiz Tuş Bey'e... Bize ayırdığı değerli zamanın farkındayız. Dikkatle dinliyor, "benim memurum işini bilir" tavrı ile başarılmış işlerden kendimize dersler çıkarıyoruz. İki gün boyunca o meşhur tuşa basılıp da ulaşılamayan bilgileri ikinci günün sonunda çok da önemsemiyor, bazı insanların kendilerini ne kadar iyi satabildiği kanaatiyle oradan ayrılıyoruz. 

İkinci günün öğle saatleri, kendine münhasır tavırları ile bizi kütük amca karşılıyor. Bağımsız çalışma hayatının ve pervasızlığının ona kazandırdıklarından bahsederken, savaşlar kazanıp topraklarını genişletmiş bir imparatorun muzaffer edasını görüyorum gözlerinde. Eskilerle yaşayan yaşını almış ve hayattan elini eteğini çekmek isteyenler  gibi sürekli geçmişten, geçmişteki "çat kapı" tepkilerinden bahsediyoruz. İşle ilgili beklediğimiz ayrıntılara zaman kalmıyor. Öğleden sonraya sarkan ziyarette, beklediğimiz ayrıntıların olmadığını görmek bizi hiç ama hiç şaşırtmıyor.

Son sabahımızda, iki gece farklı parklarında ve sokaklarında ve hatta meydanlarında gezmemize rağmen ve söylenen oydu ki bu güzergahlar en popüler  olanlarıydı, yerli halka rastlamak mümkün olmadığından -öyle ki, gittiğimiz bir bölgede neredeyse Türkçe konuşana rastlamak imkansızdı- nerede bu insanlar, evlerinden hiç çıkmıyorlar yargısı ile ayrılıyorduk kentten. Yörük Kadir Efendi bizi almaya geldiğinde bu durumun nedenini sorduk, gülmeye başladı, "kış günü" dedi, ki hava 26 dereceyi gösteriyordu, "kim gelir buralara, hem yazın da gülüyorum oralarda oturanlara", "alın mangalınızı gidin dağlara, yapın semaverle çayınızı, yiyin etinizi için çayınızı, oh mis..." buna benzer cümleyi ilk defa duymuyorduk. Anladık ki, yerlisi, turistik olmuş kendi kentine sahip çıkmayı çok zaman önce bırakmıştı. Onlar kendi buldukları gizli sığınaklarında çıkartıyordu o kentin onlara sunduğu güzellikleri.

Dönüş uçağında, "nasıl geçti teknik gezimiz" diye birbirimize sorarken, hepimizin aklında, işten çok, kütük amca, tuş bey ve yörük kadir efendinin kaldığını gördük. öyle çok güldük ki, bir ara gözlerimizden yaş bile geldi. Bol gülmeli, çekirdek çıtlatmalı, piyazlı, kiremitte balıklı, işten ve stresinden uzak 3 gün geçirmek öyle güzel gelmişti ki hepimize, ilk başta isteksiz olan ben bile, iyi kilerle dönüyordum köyüme.

İstanbul'a vardığımızda günlerin acısını çıkartmak için attık kendimizi, İstanbul Modern'e... Bolca sergi, bolca yemek ve keyif içkilerinden sonra, şu manzarada dedi bir arkadaşım, "ne yesen güzel gelir..." Bize çok güzel gelmişti, gördüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz... Dönüş yolculuğunun düş ülkelerinden birine varacakmış gibi geçmesinin sebebi belki de, "ne yesen güzel gelir" diyebilen güzel yürekli insanlarla bu yolculuğa çıkmaktı. İyi ki...





görsel/buradan bu görüntü kaldığımız otelden görünen manzaraya en yakın olduğundan bunu seçtim... Kendi çektiğim fotoğraflar belki bir başka yazıya kısmet olur. 

28 Mart 2012

Zaman Akıp Giderken




Çok şey oluyor aslında, çok şey hızla olup bitiyor... Bazen gülmelerin ardı arkası kesilmezken bazen ve ortada hiçbir şey yokken ağlamaktan içi akıyor insanın. Bazen şaşıp kalıyor insan, bazen donup... Bazen kanıksıyor ne olup biterse, ve bazen yine de inanmak istemiyor olup bitene. En çok da olup bitme şekline... Aldığı kararların sonuçlarından bazen köşe bucak kaçıyor insan, bazen kıskıvrak yakalanıveriyor hiç olmadık bir zaman diliminde. İnsan bazen çığlık çığlığa sarhoşken, bazen bağrış çığırış bir sessizliğin içinde çaresizken, bazen çağıl çağıl aşkla  yanarken, en çok da kendiyle baş başa kalmışken duyuyor içinin sesini. Dinlemeye vakit bulamadığı da oluyor, duymazdan geldiği de... Duymak işine gelmiyor çoğunlukla ve sıklıkla kulak ardı ediliyor iç sesler... Sonra zaman akıp giderken çıkıveriyor karşısına geçmişinden bir manzara, seyrele gönlüm oluyor insan, seyrele vakti zamanında yapmadıklarını, en çok da yaptıklarını... Bir bir görüyor insan, bir bir anlıyor, bir bir duyuyor, bir bir akıyor yaşları, bir birine karışıyor kahkahaları... İnsan büyüyor. Bazen 40ında, bazense çocuk yaşında. Hayat diyoruz her seferinde, bazısına gülüyor başında, bazısının kısmeti sonlarında... 

Ben bugünlerde beni zenginleştiren bir uğraşa kaptırdım kendimi... Pinterest'te dolanıyorum sıklıkla. Bilmediğim kentin sokakları gibi... Keyifli bir keşif yolculuğu. Dingin bir yol. Neden yaşıyorum, neyi seviyorum, ben kimim, beni ben yapan ne... insan galiba hep sorduğu soruların cevaplarını arıyor ve bazen hiç beklemediği bir yerde fotoğraflar ona olanı biteni resmediyor... İyi ki...



20 Mart 2012

Dalıp Gitmek

Aslında çalışmalıyım... Ama nedense aklımın bir ucunda ve yüreğimin orta yerindeki kişiye "seni seviyorum" dediğimden beri, bir yanılgının içinde olup olmadığımı sorgulayan kendimle binanın sessizliği arasındaki boşluğa sığınmak ister gibiyim. O nasıl bir boşluk dersen; sen bağırıyorsun, sesinin yankısı her seferinde sana dönüyor, ama sessizlik öylesine derinki aslında ses sana gelene kadar boğulup kalıyor ve sen o boğulma sesini kendi sesin sanıyorsun, oysa ki geri dönen tek şeyin sözün söylediği o anda, çarpıp da geri gelen dudak altı bir sessizlik olduğunu da çok iyi biliyorsun.

Bir gemi düşün sonsuz denizlerde, ve aniden, sen ona bakıp da düşlere kapılmış bir martı gibi süzülürken, o koca gemi, o koca cüssesi ile denizin orta yerinde, aniden, hiç bir şey yokken, yani bir fırtına mesela, evet, bir bir fırtına bile yokken kaybolsa... Geriye ne kalır? Boşluk! 

Kelimelerime öyle bakma, pek ala sen de biliyorsun ki, kafam böylesine karışık olduğunda imgelemler, rüyalar ve düşünceler birbiri ile uyumlu olamıyor. Yaşadığım his garip, söylendiği an, söylenirken ki his... Ve o garip suçluluk duygusu... Öylesine elle tutulabilirdi ki... Bunu bana anlat dersen; sen bağırıyorsun, kelimeler ağzından çıktı sanıyorsun ama meğerse çıkmıyormuş. Duvara vuruyorum sanıyormuşsun da, aslında duvar falan yokmuş. Biri oturmuş göğsünün orta yerine, biri gelip boğazını sıkmış, sen öylesine çırpınıp, bağırıp, öylesine duvarları yumrukluyormuşsun ki, sesin kısılmış, parmakların acımış, takatin kalmamış. Oysa her şey bir karabasanmış. 

Evet! Suçluluk duygusu bir karabasanmış, gerçek olan o boşluğun hiç dolmayacak olmasıymış. Ne anlatmak istiyorsun dersen, ki deme, n'olur deme... Diyelim ki dedin, ben susardım biliyor musun? Susar ve ağlardım... 


***




Bir "trans siberian" belgeseli sonrası, okunmuş bir yazıya istinaden, söylenmiş bir sözün yarattığı his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklıdır. Ve yukarıda okumuş olduğunuz karmaşa, bir yüreğin çırpınışıdır. O geziye bir gün mutlaka gidilecektir. Gezi boyunca yürekte taşınacak his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklı olacaktır. O diyarlar gönül gözüyle görülecek, o şarap gönül sesiyle dinlenen bir şarkı ile yudumlanacaktır. İyi ki...


görsel / buradan 


19 Mart 2012

4 Hikaye



1. Hikaye
Yıkadı balkonu kadın, bir kova su ile. Balkon, hikayeleri yazdığı yerdi. Serindi. Yuvarlak iki saksıda ortanca biri pembe ve mavi ve balkon kenarında salkım sardunyalar, pembe çiçekli. Oturdu kadın balkona, sadece hislerini yazsa yeterdi, sadece gelip geçeni yazsa... Aldı eline rakı kadehini, kaldırdı havaya. Şerefe dedi hayata...




2. Hikaye
Dört kişiydiler, en küçük için iki abi, bir abla vardı masada... Oturdular, tatlı telaşlı ellerin hazırladığı masanın etrafına. İki bina arasından görünen denizi ve batmakta olan güneşi katmerleyen, radyoda çalan, eski zaman aşklarını omuzlarında taşıyan şarkılardı. Gece, kendi hızında yavaş yavaş akarken, sohbet koyulaşıyordu. Hayattı konuşulan ve hayattaki beklentiler üzerine anılara yolculuklar yapıldı.

Kadının aklına düşmeseydi adam, daha da güzel olabilirdi o akşam. Uzun süre, 'ille de sen' diyen Doğulu şarkısını mırıldandı aklı. Kurşun adres sormuyodu ki, yakıp da gidiyordu en derinden, depremlerdeydi yürek, yangınlarda, öylesine çaresiz... Rakısından bir yudum aldı, senli benli oldukları günler içindi. Sonra abilerden birinin, hemen yanında oturan ablaya tutkuyla bakışını yakaladı. İçinde bir yer sızladı. Gözünde bir damla yaşa dönüştü. Kimse görmeden parmağının ucuyla sildi. Büyük ihtimalle, hayal etmek, ayrılığa, uzaklığa, yokluğa dair olduğu için, o gecenin sonunda, aşkına sarılarak uyuduğunu hayal etmekten o gece vazgeçti.


3. Hikaye
Evli iki çocuk babası bir adam ve iki evliliği de mutsuzlukla sonlandırmış ve anmak bile istemeyen, boyu kadar oğluyla babadan kalma evde tek başına nefes alan bir kadın. Oturdular bir balkonun, gökyüzü gören kenarına. Ellerinde bira şişeleri, koyu sohbetin konusu: Aşk...

İkisinin yüreği de aşka dönük ama ikisinin de bu konuda şansı yok. İçiyorlar, bir kadının aşık hallerini anlatışından duygukları heyecanı ortak edip kederlerine. Kadın bir ara, senin gözlerin çok güzel diyor. Oysa, kendi gözleri yeşil mavi, güzel dediği gözlerse, duru bir kahverengi. Birininkinde hüzün var, diğerinde ise aşkın parlaklığı. Yudumlarken biralarını, gecenin sessizliğine karışıyor, sessiz çığlıkları. Herkes bu gece tek başına uyuyacak, gece az sonra bitecek. Herkes kendi yalnızlığında, yaşanmışlıkların ağırlığında kendi kabuğuna çekilecek. Gece sabaha zorda kalmasa hiç varmayacak.




4. Hikaye
Gece saatler vurmadan daha onikiye, içindeki sıkıntı belki de uçup da gider diye, oturdu balkona tek başına bir kadın. Elinde, buzlu bir ahudululu votka, yıldızsız gecede yaktı bir sigara. Açtı msn'in küçük ve boş ve beyaz ve karşılıksız penceresini... Başladı yazmaya, içinden geldiği gibi, sansürsüz ve endişesiz...

içimi dökmüştüm, biraz taşmış galiba, batıp çıkmış buralar

uğramazsın ya... hani uğradığında şaşırma
yalnızlık kafa bulantısı yapıyor akşamlarımda
rakıyı buzsuz severim ben bilirsin
geceyi sensiz değil ama
yüzünü görmemişim kaç gecedir
bir yıldızı bilmişim sen diye
bu gece o da yok iyi mi...
öyle karanlık, sanırsın zifiri
bir de serin, yakıyor insanın nefesini
şimdi burada olsan ki yoksun
ve yakın zamanda olman da mümkün gözükmüyor
içmeyip de ne yapsın bu garip tek başına
yalnızlığını alıp karşısına

oysa dostumdun sen benim
şarkılar dinleyip
uykulara daldığım
ve sevgilimdin
sabahlara seninle uyandığım
şimdi ne yıldız var ne sesin
bir rakım var buzsuz
bir de hüznüm bulutsuz


***

Yukarıda okuduğunuz satırlar yazılıp da atılmışlar bir kenara, istemedim orada kalsınlar. 
Burada olsunlar istedim, kişisel yazın serüvenimin bir ucunda...

***


görseller / 1. balkon / 2. balkon / 3. balkon / 4. balkon