13 Ağustos 2012

Elma Ağacının Altında İki Kişi

O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla  karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.

Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:

Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...


Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...

Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...

Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...

Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...


Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim

Çay alır mısın?

İrkildim. Ne çayı, dedim.

Çay işte, dedi.

Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.

Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum. 

Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım. 

Kahve falı bilir misin?

İnanmam...

O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım. 

Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...

Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım. 


Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.

Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:

Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden... 

Sonra  bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.



Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.  

18 Temmuz 2012

Hayal Dünyasında Kısa Bir Mola



Bu hafta, avare günlerin keyfini çıkarıyorum. İş yerinde tatil yapmak gibi bir şey benimkisi... Yoğun geçen raporlama döneminin ardından böyle günlerim oluyor. Bir haftaya yakın ne telefonlar çalıyor ne de imza için peşimden koşturan oluyor. O nedenle keyfim daha da yerinde. Gazetelerimi uzun uzun okuyor, videoların keyfini çıkararak seyrediyor, fotoğraflarla yolculuklara çıkıyorum. Bir Eylül düşü kurup, Likya Yolunda yürüyorum; haritaları indiriyor, rotayı belirliyor, konaklanacak yerleri ve soluklanacak taşları seçiyorum. Keyfime diyecek yok. Böylesine bir hayal yolculukta bile susayıp bir ağaç altında saklanabiliyorum. Nasıl bir yürümekse benim ki soluk soluğayım, yakıcı güneşin altına buz gibi bir suya hasret yanıyorum... Sonradan anlıyorum, klima dinlensin diye kapatılmış. İçeriyi sıcak basmış; terler dışarı, çöl ortası vahası göz önüne... Oysa daha Gelidonya Feneri'ne gidecek ve denizcilere selam edecektim. Fenerin bekçisi Mustafa'yı bulup üç kuşaktır devam eden efsaneleri birinci ağızdan dinleyecektim. Kapı çalmasa bütün bunları yapacak vakti de bulacaktım.

- Öğlen yemeğe bekliyorum.
- Ben gelmesem, daha Suluada'ya gidecektim.
- Bekliyorummm...
- Tamam.

Hayat beni bölmese, ben kendi dünyamın uydusu, güneşi, rüzgarı, bulutu, yağmuru, çiçeği, ağacı olsam...

Akşam eve dönerken, kampüs çıkışı sola değil de sağa kırıversem direksiyonu, gitsem nefesimin yettiği yere kadar... Akşam hiç bilmediğim bir sahil kasabasında, kireçle boyanmış duvarların renginde, kaynamış bembeyaz çarşaflı bir köy evinde sabahlasam... Yıldızları saysam, cırcır böceklerini kovalasam... Hayallere dalsam, hiç çıkmasam...

Evin tüm gün kapalı olan salonundaki sıcak yüzüme çarpıyor... Gerçeğe dön der gibi... Kendimi duşun soğuğuna bırakıyorum, olacak iş değil ama gözlerimi kapar kapamaz, kendimi babamın köyünün yaylasında buluyorum. Çık babam çık, o yokuşu usul usul, soluk soluk çıkıyorum. Nasıl bir serinlik. Çam ağacının altındaki çeşmeden içtiğim suya doyamıyorum. Birden boğazımı yakan tatla kendime geliyorum; şehir şebekesinden gelen klor bu... Gülümsüyorum. Kendi kendine konuşmalarıma hayaller eklenince "dünya"m dönüyor ben mutlu oluyorum.

İnsan diyorum, bakmasını bilirse, gördüğü ile mutlu olur. Yatağıma uzanırken, bu hayalleri kurmama sebep adama sarılıyorum. Onun da dediği gibi, hayaller bir gün gerçek olur biliyorum. Gamzesinde uykuya dalmak bana huzur veriyor, iyi ki diyorum. Yüreğimdeki gülümsemeyi sabah ilk o görsün diye saklı tutuyorum. 



13 Temmuz 2012

Dağına Göre Yağmayan Kar





Gecenin bir yarısı çalan telefona uyandım. Uyuduğum da söylenemezdi ya.. Her neyse işte, yattığım yerden isteksizce kalkıp telefonun bulunduğu odaya doğru süründüm. Sürünmek bile bir hareket gerektiriyor, ben hareketsizdim. Oda, koridor, kapı bana doğru geliyordu. Ben duruyordum. Hiç durmadığım kadar uzun bir saniye durdum. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, durdum. 

Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, gözlerimi düşürdüm. On dakika kadar telefonun yanıp sönmekte ısrar eden ışığına baktım. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Telefon sustu, bir ceviz büyüklüğünde buzlanmış kiraz aklıma düştü. Buzluğun kapısını araladım. Buzlanmış kiraza dilimin yapışacağından duyduğum korkuya rağmen, elimi uzatıp kirazı aldım ve ağzıma attım. Dilim sustu. Buz kadar ince, buz kadar keskin, buz gibi soğuk bir susuş. Telefonun sessizce çalışını isyankar bir ışıkla dile getiren ekrana bir yumruk attım. Konuşmak acımaktı, acıtmak ve acısını çıkartmak. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Saat ikiye geliyordu. Telefon çalıyordu. Sonra bir mesaj... keskin bir düşüş sesi. Kutuya düştü. Yüksek bir binadan atlayan bir insanın görüntüsü belirdi ekranda. Mesajı açtım. Okudum. Bir daha okudum. Bir daha ve bir kez daha ve sonra sayısızca kere okudum. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Saat üç gibi neredeyse bir saattir çalmayan telefonu elime alıp numarayı çevirdim. ters giden ne dedim, çok ters giden şey ne... Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, sesini düşürdü. "Temmuz hiç olmadığı kadar sıcak ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzum" dedi. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, sustum. Ağlamasını dinledim, hiç bitmeyecekmiş gibi ağlıyordu, oluk oluk akan bir çeşme gibi, taşan bir nehir gibi ağlıyordu. Gürleyen bir gök gibi haykırıyor sonrasında bir çocuk gibi alt dudağını titrete titrete küsüyordu. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Sabah gün ışırken anlattıklarından hayrete düşen kendimi yüzüme soğuk bir avuç suyu çarparak kurtardım. Dolaba koşup bir kiraz daha attım ağzıma. Dilim sussun istedim. Bildiğim bütün küfürleri içime atıp sustum. Kulağımda kalan bir yankı koridor boyunca peşimden gelip, yatak odasındaki balkonun hemen önünde kıstırdı beni. Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Benden daha mutsuz birinin bu dünya üzerinde olamayacağını düşünürken çalan telefon; var dedi. Senden daha mutsuz biriler var. Çünkü Allah bazen, sen bir ova olmak istesen de, bir deniz kıyısı olmayı istesen de, sen hatta bir mağara olup, bir dağın içine saklanmak istesen de... kar yağdırır üzerine. Çünkü sen, yukarıdan nasıl göründüğünü bilemezsin... Yukarıdan ve tam karşıdan bir bak kendine, dağına göre yağamayan kara değil, o karı yağdırana değil, bir dağ olduğunu fark etmeyen kendine kız. Kendine söylen.

Ben de öyle yaptım, kendi kendimi, bir dağ olduğuma, başımın bulutlara değdiğine, yaban bir hayatın damarlarımda sürüp gittiğine, en nadide dağ kedisi ile kartalının benim kafamda yaşam savaşı verdiğine kendimi inandırmak için kendi kendime kendimin bir belgeselini çekmeye karar verdim. Ben nasıl bir evrendim... içimin trenleri nereye gidiyordu.



11 Temmuz 2012

Atatürk Kent Ormanından Anılar



Nilüfer Belediyesi'nin Bursa'ya kazandırdığı en güzel alanlardan biridir Atatürk Kent Ormanı... Yukarıdaki fotoğrafı belediyenin tanıtım sayfasından aldım. Kendi çektiklerim henüz derlenip toplanamadı. Havaların sıcak gitmesi, nemin her geçen gün artarak insana nefes aldırmayacak kıvama gelmesi ve işlerin yoğunluğu nedeniyle bunalan bünyelere ilaçtır doğa, bence tabi... 

Çocukluğumdan beri her fırsatta doğa ile iç içe olmayı seven, su gördüğünde en azından ayakkabısının tabanını ıslatan biri olarak; ağaçlarla konuşmayı, kuşların ve cırcır böceklerinin birbirlerine seslenmelerini dinlemeyi, akan suyun sesinde kaybolmayı hep çok sevdim. O nedenle Atatürk Kent Ormanı eve 10 dakika mesafe uzaklıktaki kaçış mekanım oluverdi. 

Akşam üzeri iş çıkışı, çıkına atılan iki parça kokusu üzerinde domates, bir - iki yeşil mi yeşil biber, bir topan patlıcan, bir kırmızı yağ biberi ile salata yapma hayali, adam başı -mangalda ateşi görecek olan- iki adet köfte ya da sucuk ile, kol altına sıkıştırılan karpuzu da alarak "deymeyin keyfimize anları" için yola koyulmuşluğumuz çoktur. 

Hiç mi üşenmezsin diyenlere tavsiye olunur; çam ormanında kekiklerin kokusunu çeke çeke yapılacak bir yürüyüş, karpuz kesmecesine oynanacak bir tavla ve güneşi batırırken çitletilecek çekirdek günün kafa dağıtma ve dertlerden kurtulma uğraşları olarak çıkının içinde mutlaka yer almalıdır. Bol oksijeni çeken ciğer, akşamına alınacak soğuk-ılık bir duş ile tatlı düşlere dalmayı garantiler...

Eee, boşuna tavsiye olunur demedik değil mi?





06 Temmuz 2012

Ben Senden Razıyım




Sabahın bir körü, aklımda abime uğrayıp iki lafın belini kırmak ve kahvelerimizi yudumlarken olup bitene gülmek var... Sabahın telaşında hazırlanıyorum. Yüzüme yansıyan huzur, sabah tembelliğinin kahvaltı keyfi ile katmerlenince daha da bi ışıldıyor. Hayat bugünlerde güzel. Şükürler olsun... 

Abime, bir kaç gün öncesinin o karalar bağlayan gözlerinin nerelere dalıp da çıkamadığının hesabını soracağım. Cümlemi kurar kurmaz, üstelik  üzerine kızgınlığımı dile getirememişken,  çalan telefon bir ziyaretçiyi haber ediyor. Keyifle buyur ediyoruz, böbrek yetmezliği nedeniyle ölümle kavgasından galip çıkan bay E. biraz kilolu biraz yaş almış bedenini koltuğun kenarına iliştiriyor, sanki az önce önemli bir konuyu böldüğünün farkında gibi biraz mahcup söze başlıyor. Olanı biteni anlatıp, "Allah razı olsun" diyor. "Ben senden razıyım, Allah da razı olsun inşallah" diyor.  Bursa'ya kadar gelmişken ödenmek istenen vefa borcu o koltuğun ucundan kalkıp gözlerimize oturuyor. Ağır geliyor. Bir damla yaşla akıp gidiyor, yapılan iyilikler gibi o damla da denize karışıyor. 

Abim duyarlı adam, az önceki ziyaretin yarattığı havayı, dağınık masasını toplayarak dağıtmaya çalışıyor. Her hareketi bana komik geliyor. Büyümek, farkında olmak, seçmek üzerine yaptığımız sohbetin temel kaygısı; hayatımızda olan insanlar ve onlara verdiğimiz değer ile davranışlarımız ve karşımızdakinin algısının örtüşüp örtüşmediği... 

İnsanın yaşadıklarının, seçimlerinin sonuçları olduğu gerçeğini -daha bir kaç gün önceki deneyimime dayanarak- bir anekdotla aktarmaya çalışıyorum. Bana hak verdiğini sessiz kalışından anlıyorum. Esneyen bir dal olmanın direnen bir yanı olduğunu, rüzgarların asla bu esnekliğe zarar vermediğini, bir zaman önce bir dostun da dediği gibi, belki de mutluluğun ve huzrun bir bukalemun gibi, bulunduğun ortama ayak uydurmakla mümkün olabileceğini kısa kısa konuşuyoruz. Neredeyse her kelime arasına girmeye başlayan telefon konuşmaları dur durak vermeyince, söylenecekler söylenip, çıkarılacak dersler iğne ile kazındığından gelen son konuğa "ben de tam kalkmak üzereydim" deyip, gülümsüyorum.

Hayatın denkliğine, sunduğu güzelliklere, en çok da baktığımda gördüğüm huzura ne kadar razı geldiğimi fark ediyorum. Resmi binanın çoklu merdivenlerinden aşağıya inerken, hayatıma; "ben senden razıyım" diyorum. Hayatımın benden ne kadar razı olduğunu bilemeden bu evrene, bedene veda etmek istemiyorum. Bir yolunu bulma umudumu koruyarak kontağı çeviriyorum. 


görsel / deviantart

27 Haziran 2012

Hamarat Kadının Ev Tipsizi Reçelleri







Efendim, bilirsiniz benim bünyeyi, hallice rahatsızdır; geçtiğimiz hafta da kendi kaşındı, kendi başına bir güzel işler açtı. Ortaya ev tipsizi reçeller çıktı. Durum şu; bizim bir bahçemiz var (evet! zenginiz), benim bir de annem var (evet! ben ona kesinlikle çekmemişim, kendisinin her iş elinden gelir, reçel yapar yemelere doyamazsın, zeytinyağlı pişirir yanında yatasın gelir, çorbalar desen içinde yüz, öyle bir lezzet denizi...) 

İnsanın annesi bu denli hamarat olunca, bahçede yetişmekte olan çeşit çeşit meyve ve sebze -fazlası ziyan olmasın diye- farklı şekillerde depolanır. Hem kışa hazırlık olur hem de evde geçirilen vaktin bir değeri olur. (ziyan konusuna bir önceki cümlede değinmiştim) Annem ve babam (evet! benim bir de babam var ki korkarım beceriksizlik konusunda kendisinden epeyce gen almışım) Çeşme'ye gittiler. (zenginiz demiştim) İyi de ettiler... Ama gel gör ki annem bahçedeki her bir şeyin "olma" ve "toplanma" zamanını bildiğinden çalar saat gibi, her aramasında gidildi mi, toplandı mı diye sorar oldu. Olsun efendim, annedir sorar demeyin... Bence iyi olmadı... Sorması değil, onun sözüne uyup oralara gidilmesi... Çünkü şu kışa hazırlık, depolama, aman da ne güzel kendimiz ürettik halleri nur topu gibi başıma kaldı. 

Rahatsız bünye burada devreye girdi. Hayır! yalan söyle: anne, tarlaya at girmiş, bütün ağaçları tepmiş de... tarlayı fazla sulamışlar, timsah zeytinliklerin orayı kiralamış, çoluk çocuk yerleşmişler, geçit vermiyorlar de... gölün oradaki aynalı sazanlar gözümü alıyor, kör olma riskiyle karşı karşıyayım de... demedi... Rahatsız ya, iş çıkışı gitti, tarlaya, iş kıyafetiyle (bildiğin beyaz  gömlek, siyah etek, ayağında en topuklusundan terlikle (kundura olsa şarkı sözü olur...) Traktöre çıktı, korktu indi, gevrek vişne dalını kırdı, rüzgara laf attı... Karadut, beyaz dut derken mideyi alt üst etti... Olmasına daha üç beş gün olan kayısılardan koca bir torba topladı ve tarlayı terk etti. Bünye rahatsız olunca, onları dolaba tepip gezmeye gitti. Gittiği evde burun farkı ile cama girdi. Cam da burun kemiği de kırılmadı, ama çıkan sese konu komşu hayret etti. Bütün geceyi, vakti zamanında yonttursam acaba eski çağlardan bir eserle karşı karşıya kalır mıyım diye dertlendiği çıkıntılı burun kemiğinin üzerindeki buz torbası ile geçirdi. Beyin hücreleri donduğundan bugün kendisinden her hangi bir verim alınamadı. (Bu hafta da alınma ihtimali bence düşük.)

Bu gece bünyenin yan gelip yatması önlenebilirse, dut reçeli yapma girişiminin sonuçlarını bildirmek üzere yarın gene buralarda olunacaktır. Geçmiş olsun çelenkleri yerine tarlaya en az iki gönüllü, mutfağa becerikli bir yardımcı, bünyeye de soğuk bir kova su gönderilmesi rica olunur. 


EDİT: Dün gece reçeller yapıldı, çilek sos oldu, dut beton, kayısının bir kısmı inatla yapıldı ama ne yazık ki dağıldı, reçel değil de marmelat diye yutturulması planlanıyor. Kalan kayısılar annenin otoriter ses tonunun verdiği ürküntü ile talimatlara birebir uyularak buzluğa atıldı. Burun bugün şu saat itibarıyla, kapatıcı marifetiyle kamufle edildi. Az sonra girilecek bir toplantı için son hazırlıklar da tamamlandı. Huzursuz bünye, az biraz bulduğu huzur ile güne devam ediyor. Durum budur, arz olunur.




görsel / google sağ olsun, picasa çok yaşasın.

26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir.