20 Eylül 2012

Uzun Uzun Bakmak


Bugün bu fotoğrafa uzun uzun bakmak istedim...
Olmadı...
Uzun zamandır, uzun uzun zamanlarımın neredeyse tamamını işe ayırıyorum.
Galiba hayatta beni hangi işin  mutlu ettiğini bulmak için son girişimlerim bunlar...
O yüzden belki de hayatımın akışını işe bırakıyorum...

Oysa bir de beni huzurlu kılan bir yan var hayatta...
Uzun uzun sohbet edip, şarap içmek...
Uzun bir yürüyüş sonrası soluk soluk gün batımını izlemek...
Geceleri yıldızların sonsuzluğunda gökyüzünü seyretmek...
Bir pazar gününü uzun uzun yaşamak ve pek çok şeyi o güne sığdırmanın mutluluğunu yaşamak...

Diliyorum çıktığım yolculuk, tüm bunları yapmak için bir fırsat verir bana...
Ve ben o fırsatı sevdiklerimle, uzun uzun sohbetler edip, yürüyüşler yapıp, yıldız saymak için değerlendiririm.

Kendinize, içinize ve sizi mutlu kılan her şeye aşkla bakın.
Şimdilik hoş kalın.




Fotoğraf
Hikayesi: 
Stefano de Rosa (İtalya) 
Arkada dolunay, önde Alpler ve Pirchiriano dağının 1000 metrelik yükseltisine kurulmuş Sacra di San Michele manastırı… İnsani, jeolojik ve astronomik zaman ölçüleri bu fotoğrafta yan yana gelmiş. Fotoğraftaki bina insan zamanıyla eski olabilir ama dünya zamanıyla yanındaki dağlara göre daha bir bebek. Ay ise milyarlarca yıldır hep aynı.

11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


06 Eylül 2012

Eylülde Gelin Olmak



Eylül dendi mi hüzünlerim toplanır gelir bana. Bir mevsim dönümü rüyası gibi, mutluluğun ortasında düğün alayı olup serpilir. Sabahların kokusu değişir, gecelerin rüyası... Ben gözü yaşlı, içi kaygılı, yüreği pır pır bir gelin oluveririm. Eylül kadar güzel olurum, eylül kadar yalnız. 

Eylül, yazın kalabalığını üzerinden atmış, biraz yorgun, biraz yaşlı bir hanımefendi gibi gelir bana. Ar sahibi, had sahibi, yerini bilen biri... Bakmayın böyle ağdalı laflarla Eylül'ü karşıladığıma, ne ben o hanımefendi olabilirim ne de o kadar hüznü taşıyabilir güleç yüzüm. Ben gülümserim. Anladığım için, kafam basmadığı için, yıldız olduğum için, bir baltaya sap olamadığım için... İçinlerim çoktur. Niyelerim daha çok. Neden Eylül hüzün yüklenir, yeşil renk değiştirdiği için mi? 

Oysa bir insanın yüreği her daim yeşerebilir. Yüreğin mevsimi ile doğanın mevsimi örtüşmese de... Bir yanı bahar, diğer yanı bakımsız bir bahçe gibi küskünse de... Eylül gelir. Yüzünde bir gülümse, "üzerine bir şey al, üşürsün" der... Eylül hep düşüncelidir. 

Ben bir de Nisan'ı severim; "artık zamanıdır üzerindekileri atmanın" dediği için... Birinde aşık olup, birinde gerçeği görürüm. Hangisi hangisidir bilmem, üzerimdeki hırkadan anlarım... omzuma konan uğur böceğinden... bir de ortancaların hüznünden... 

Boynu bükük bir söğüt ağacı gölgesinden kafamı uzatıp teşekkür ederim: Bazen dilinden anlamasam da bu hayatın, bazen anlamadığım için "ben de senin" desem de... Severim. Öyle çok severim ki, yorulur bedenim. Eylül, "dahi kalk" der, tıpkı Nisan gibi... Bilmem hangisidir seslenen. Ben bana ses edene şarkı söyleyerek giderim. Ne de olsa  bir mevsim dönümü rüyasında elleri kınalı gelinim.


Eylül fısıldar arkamdan... 
Nisan ağıtlar yakar bir ana gibi... 
Her sabah yepyeni bir hayata uyanır yorgun bedenim. 
Güneşe selam ederim. 
Kapıdaki sümüklü böceğe... 
Sokağın mızmız kedisine... 
Bakkal amcanın top koşturan oğluna... 
Sokağın kaldırımını yapmak için kum taşıyan greyderdeki yaşlı amcaya... 
Torununun çantasını taşıyan dedeye...
Parke taşların arasından hayata tutunan sarı papatyaya... 

Yüreği güzel, 
hırstan ve kötülükten uzak duran ve 
teşekkür etmeyi bilenlere 
SELAM OLSUN

 Eylül geldi, duymayan kalmasın...

13 Ağustos 2012

Elma Ağacının Altında İki Kişi

O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla  karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.

Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:

Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...


Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...

Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...

Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...

Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...


Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim

Çay alır mısın?

İrkildim. Ne çayı, dedim.

Çay işte, dedi.

Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.

Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum. 

Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım. 

Kahve falı bilir misin?

İnanmam...

O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım. 

Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...

Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım. 


Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.

Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:

Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden... 

Sonra  bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.



Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.  

18 Temmuz 2012

Hayal Dünyasında Kısa Bir Mola



Bu hafta, avare günlerin keyfini çıkarıyorum. İş yerinde tatil yapmak gibi bir şey benimkisi... Yoğun geçen raporlama döneminin ardından böyle günlerim oluyor. Bir haftaya yakın ne telefonlar çalıyor ne de imza için peşimden koşturan oluyor. O nedenle keyfim daha da yerinde. Gazetelerimi uzun uzun okuyor, videoların keyfini çıkararak seyrediyor, fotoğraflarla yolculuklara çıkıyorum. Bir Eylül düşü kurup, Likya Yolunda yürüyorum; haritaları indiriyor, rotayı belirliyor, konaklanacak yerleri ve soluklanacak taşları seçiyorum. Keyfime diyecek yok. Böylesine bir hayal yolculukta bile susayıp bir ağaç altında saklanabiliyorum. Nasıl bir yürümekse benim ki soluk soluğayım, yakıcı güneşin altına buz gibi bir suya hasret yanıyorum... Sonradan anlıyorum, klima dinlensin diye kapatılmış. İçeriyi sıcak basmış; terler dışarı, çöl ortası vahası göz önüne... Oysa daha Gelidonya Feneri'ne gidecek ve denizcilere selam edecektim. Fenerin bekçisi Mustafa'yı bulup üç kuşaktır devam eden efsaneleri birinci ağızdan dinleyecektim. Kapı çalmasa bütün bunları yapacak vakti de bulacaktım.

- Öğlen yemeğe bekliyorum.
- Ben gelmesem, daha Suluada'ya gidecektim.
- Bekliyorummm...
- Tamam.

Hayat beni bölmese, ben kendi dünyamın uydusu, güneşi, rüzgarı, bulutu, yağmuru, çiçeği, ağacı olsam...

Akşam eve dönerken, kampüs çıkışı sola değil de sağa kırıversem direksiyonu, gitsem nefesimin yettiği yere kadar... Akşam hiç bilmediğim bir sahil kasabasında, kireçle boyanmış duvarların renginde, kaynamış bembeyaz çarşaflı bir köy evinde sabahlasam... Yıldızları saysam, cırcır böceklerini kovalasam... Hayallere dalsam, hiç çıkmasam...

Evin tüm gün kapalı olan salonundaki sıcak yüzüme çarpıyor... Gerçeğe dön der gibi... Kendimi duşun soğuğuna bırakıyorum, olacak iş değil ama gözlerimi kapar kapamaz, kendimi babamın köyünün yaylasında buluyorum. Çık babam çık, o yokuşu usul usul, soluk soluk çıkıyorum. Nasıl bir serinlik. Çam ağacının altındaki çeşmeden içtiğim suya doyamıyorum. Birden boğazımı yakan tatla kendime geliyorum; şehir şebekesinden gelen klor bu... Gülümsüyorum. Kendi kendine konuşmalarıma hayaller eklenince "dünya"m dönüyor ben mutlu oluyorum.

İnsan diyorum, bakmasını bilirse, gördüğü ile mutlu olur. Yatağıma uzanırken, bu hayalleri kurmama sebep adama sarılıyorum. Onun da dediği gibi, hayaller bir gün gerçek olur biliyorum. Gamzesinde uykuya dalmak bana huzur veriyor, iyi ki diyorum. Yüreğimdeki gülümsemeyi sabah ilk o görsün diye saklı tutuyorum. 



13 Temmuz 2012

Dağına Göre Yağmayan Kar





Gecenin bir yarısı çalan telefona uyandım. Uyuduğum da söylenemezdi ya.. Her neyse işte, yattığım yerden isteksizce kalkıp telefonun bulunduğu odaya doğru süründüm. Sürünmek bile bir hareket gerektiriyor, ben hareketsizdim. Oda, koridor, kapı bana doğru geliyordu. Ben duruyordum. Hiç durmadığım kadar uzun bir saniye durdum. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, durdum. 

Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, gözlerimi düşürdüm. On dakika kadar telefonun yanıp sönmekte ısrar eden ışığına baktım. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Telefon sustu, bir ceviz büyüklüğünde buzlanmış kiraz aklıma düştü. Buzluğun kapısını araladım. Buzlanmış kiraza dilimin yapışacağından duyduğum korkuya rağmen, elimi uzatıp kirazı aldım ve ağzıma attım. Dilim sustu. Buz kadar ince, buz kadar keskin, buz gibi soğuk bir susuş. Telefonun sessizce çalışını isyankar bir ışıkla dile getiren ekrana bir yumruk attım. Konuşmak acımaktı, acıtmak ve acısını çıkartmak. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Saat ikiye geliyordu. Telefon çalıyordu. Sonra bir mesaj... keskin bir düşüş sesi. Kutuya düştü. Yüksek bir binadan atlayan bir insanın görüntüsü belirdi ekranda. Mesajı açtım. Okudum. Bir daha okudum. Bir daha ve bir kez daha ve sonra sayısızca kere okudum. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Saat üç gibi neredeyse bir saattir çalmayan telefonu elime alıp numarayı çevirdim. ters giden ne dedim, çok ters giden şey ne... Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, sesini düşürdü. "Temmuz hiç olmadığı kadar sıcak ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzum" dedi. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, sustum. Ağlamasını dinledim, hiç bitmeyecekmiş gibi ağlıyordu, oluk oluk akan bir çeşme gibi, taşan bir nehir gibi ağlıyordu. Gürleyen bir gök gibi haykırıyor sonrasında bir çocuk gibi alt dudağını titrete titrete küsüyordu. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Sabah gün ışırken anlattıklarından hayrete düşen kendimi yüzüme soğuk bir avuç suyu çarparak kurtardım. Dolaba koşup bir kiraz daha attım ağzıma. Dilim sussun istedim. Bildiğim bütün küfürleri içime atıp sustum. Kulağımda kalan bir yankı koridor boyunca peşimden gelip, yatak odasındaki balkonun hemen önünde kıstırdı beni. Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Benden daha mutsuz birinin bu dünya üzerinde olamayacağını düşünürken çalan telefon; var dedi. Senden daha mutsuz biriler var. Çünkü Allah bazen, sen bir ova olmak istesen de, bir deniz kıyısı olmayı istesen de, sen hatta bir mağara olup, bir dağın içine saklanmak istesen de... kar yağdırır üzerine. Çünkü sen, yukarıdan nasıl göründüğünü bilemezsin... Yukarıdan ve tam karşıdan bir bak kendine, dağına göre yağamayan kara değil, o karı yağdırana değil, bir dağ olduğunu fark etmeyen kendine kız. Kendine söylen.

Ben de öyle yaptım, kendi kendimi, bir dağ olduğuma, başımın bulutlara değdiğine, yaban bir hayatın damarlarımda sürüp gittiğine, en nadide dağ kedisi ile kartalının benim kafamda yaşam savaşı verdiğine kendimi inandırmak için kendi kendime kendimin bir belgeselini çekmeye karar verdim. Ben nasıl bir evrendim... içimin trenleri nereye gidiyordu.



11 Temmuz 2012

Atatürk Kent Ormanından Anılar



Nilüfer Belediyesi'nin Bursa'ya kazandırdığı en güzel alanlardan biridir Atatürk Kent Ormanı... Yukarıdaki fotoğrafı belediyenin tanıtım sayfasından aldım. Kendi çektiklerim henüz derlenip toplanamadı. Havaların sıcak gitmesi, nemin her geçen gün artarak insana nefes aldırmayacak kıvama gelmesi ve işlerin yoğunluğu nedeniyle bunalan bünyelere ilaçtır doğa, bence tabi... 

Çocukluğumdan beri her fırsatta doğa ile iç içe olmayı seven, su gördüğünde en azından ayakkabısının tabanını ıslatan biri olarak; ağaçlarla konuşmayı, kuşların ve cırcır böceklerinin birbirlerine seslenmelerini dinlemeyi, akan suyun sesinde kaybolmayı hep çok sevdim. O nedenle Atatürk Kent Ormanı eve 10 dakika mesafe uzaklıktaki kaçış mekanım oluverdi. 

Akşam üzeri iş çıkışı, çıkına atılan iki parça kokusu üzerinde domates, bir - iki yeşil mi yeşil biber, bir topan patlıcan, bir kırmızı yağ biberi ile salata yapma hayali, adam başı -mangalda ateşi görecek olan- iki adet köfte ya da sucuk ile, kol altına sıkıştırılan karpuzu da alarak "deymeyin keyfimize anları" için yola koyulmuşluğumuz çoktur. 

Hiç mi üşenmezsin diyenlere tavsiye olunur; çam ormanında kekiklerin kokusunu çeke çeke yapılacak bir yürüyüş, karpuz kesmecesine oynanacak bir tavla ve güneşi batırırken çitletilecek çekirdek günün kafa dağıtma ve dertlerden kurtulma uğraşları olarak çıkının içinde mutlaka yer almalıdır. Bol oksijeni çeken ciğer, akşamına alınacak soğuk-ılık bir duş ile tatlı düşlere dalmayı garantiler...

Eee, boşuna tavsiye olunur demedik değil mi?