25 Aralık 2012

Kal Geldi




Uzun zaman olmuş iki satır karalamayalı deyip oturdum klavyenin başına. Oturdum oturmasına da kal geldi. Uzun zamandır vakitsizlikten ve evde de internet olmayışından mütevellit okuyamadığım blogları ziyarete gittim, kimine buralardaydım dedim, kimine sessiz bir merhabayı bırakıp gittim. Kimini özlediğimi fark ettim, kiminin kelime dizilimlerini hiç sevmedim.

***
Olmadık zamanda yarım kalan bir hayat, o hayata dair hayaller ve daha fazlası... bulur seni. Dünyanın düzeni bunun üzerine kuruludur. Sen karar verdim dersin, o kararını test eder. Genellikle de arkandan güler. Plan meselesi yani...

***

Bir seneyi daha devirmeden hemen önceye denk gelen İstanbul yolculuğu hem iyi geldi hem de düşündürdü. "Fast Meyhaneye" dönen Cumhuriyet, rakı içeliberi böyle eziyet görmeyen bünyeye iyi gelmedi. İstanbul beni, ben İstanbul'u özlemişim ama hasretlik de bir yere kadar deyip evde oturmak da iyi geldi. Elalemin insanları -20, -40 ve hatta -50 derecelerde bisiklet tepesinde dolanırken, bir avuç kara teslim olup da karşılara geçmeye üşenen bünye ile önce kavga edildi, sonra da bir kanepe tepesinde gül gibi geçinildi ki, hayat böyle bir şeydi.


***
İnsan güzel bi gecenin orta yerinde "nasıl olurdu acaba" diye düşünüyorsa o gece o kadar da güzel değildir gibi geldi.
Durup dururken buna benzer bir mail attım. Cevap gelmedi... Cevap olarak ne bekliyordum emin de değilim. Aslında durup dururken kısmında birazcık şata* yaptım. Durup dururken bu maili atmadım. Güzel olduğunu düşündüğüm bir gecenin orta yerinde, "şimdi burada olsaydı" diye düşündüm. Gülümsedim. Çok daha güzel olacağını biliyordum, ama hayat seçimlerden ibaretti ve ben oradaydım. Gene de o maili atmadan edemedim. 

***

Yeni bir yıl geliyor... Bir liste hazırlasam dedim, yeni yıldan ne bekliyorum... Sonra cümleyi şöyle değiştirdim. yeni yılda kendimden ne bekliyorum diye sordum. Buyurun cevaplar;

  • Daha sağlıklı olmak için yaşam tarzımda birazcık değişiklik yapabilmeyi -mesela düzenli spor-
  • Can dostumu gittiği yaban ellerde ziyaret edebilmeyi -en azından bir haftasonu için-
  • Oralara kadar gitmişken üç beş yer görüp belki bir tren yolculuğu ile 2 taşla 3-5 kuş vurmayı -şöyle bir on gün ne güzel olur-
  • Kardeşimin yanına gitme hayalinin ötesine geçmeyi -hem avrupa hem amerika aynı yıl içinde biraz fazla olur ama olmaz olmaz demeli-
  • Yalnız kalmamayı -yine yeniden bir çift olmayı-
  • Daha az inatçı olmayı -mükemmel diye bir şey olmadığını ara sıra kendime hatırlatmayı-
  • Hayal kurmaktan asla ama asla vazgeçmemeyi -ne de olsa gerçekler hayallerden feyiz alır di mi?-
  • Gülümsemeyi ve hatta daha çok gülmeyi -yakışıyor haspama elde değil-
  • Biraz daha büyümüş ve sakin kalmayı öğrenmiş olmayı -telaşla koşuşturmak yorgun düşürüyor insanı-
  • Huzurlu olmayı ve huzur vermeyi -okyanuslar gibi sonsuz denizlerin kuytudaki kıyıları gelir aklıma-
  • Bana verilen işle yetinmeyi öğrenmiş olmayı - nedense iş benden önce gidiyor, vardığım yerde hep iş beni buluyor-

Daha da uzar gider bu liste ama, uzamasın istiyorum... Azla yetinince çoğalıyormuş insan. Böyle derdi bir arkadaşım, sırtında çantası o köy bu kasaba benim  dolaşıp dururdu. Belki, belli mi olur... 

Dilediğiniz, düşlediğiniz, yüreğinizden geçirdiğiniz, yüzünüze yansıttığınız gibi bir yıl olsun... 
Dostluğun sıcağında, huzurun kucağında, aşkın kollarında bir yıl geçirmeniz dileği ile...


Kendime Not: Sen ki, oturdun mu parmakların işlerdi hızlı tren gibi, hızına yetişemezdin kelimelerin, gel gör ki yılın muhtemelen son yazısını yazmak ki, ne anlattın derler adama, 4 saatini aldı. Araya iki telefon görüşmesi, onlarca "recipes", bir de pinterest turu karıştırdın. İlle yazacam dersen böyle bir yazı çıkar ortaya karışık, anlayan beri gelsin dersin ki bir gelenin bile olmaz. Hem sen herkese iyi yıl dileklerini ilettin mi? Yüreğince olsun dedin mi? İyi halt ettin, aferin!





şata: 4 yaşında, yalanı bilmeyen ve onu kandırmaya çalıştığınızı hissettiğinde şakacı olduğunuzu belirten , "k" yerine "t" harfi kullanan bir akıllı bıdıkın en saf kelimesidir.

görsel / 1x.com

14 Aralık 2012

Hayatla Dalga Geçmek

Bu sabah gene keskin sirke küpüne zarar halleri ile kalktım yataktan. İçimdeki öfke ile baş edebildiğimi sanıyordum ama öğrenememişim ki, bir kez daha gülüp geçmem gereken bir konuda öfkeme yenildim. Önüme kim çıksa anlattım olanı biteni, kimi saldır dedi, kimi sakin ol... Ama biri ki ne biri... O bana gül dedi... Olana bitene gül. Bu durumdan kendine bir pay çıkaracaksan bu pay gülmekten yana olsun dedi. İyi ki...

Onunla konuştuktan sonra neşem yerine geldi, güneşlerin açtı, içime bir bahar coşkusu doldu. Kafamı uzattığım bir ofisten bir ses "oooo abla, bak kongre var, 23'üne kadar bir iş yapmak yok, bu kongre hazırlığında olmanı istiyorum" dedi. 

Gülümsedim, bunu diyen hayli deneyimli bir profesördü ve yaşı benden epeyce büyüktü. Hani yolda görsem "merhaba amca" diyecek kadar... Bu durum beni daha da gülümsetti. 



Alt kata gidip içimi günlerdir sıkan yöneticime kocaman gülümsedim... Şaşırdı, o kadar şaşırdı ki, cümle kuramadı ve şöyle dedi; "ben anlatamadım ama siz anladınız sanıyorum" 

Gülümsedim, hem de kocaman... Bunu diyenin bir kaç gün önce elleri göğsüne kavuşmuş konuşma tarzı geldi gözümün önüne... Ve bugünkü kelime kuramayacak halini düşündüm, dönüşümde içimdeki pozitif enerjinin büyük etkisi vardı ve bunu bilmek beni daha da gülümsetti...

Yukarı çıkarken bir ofisten gelen "Evren Hanım, bir dakika bakar mısınız" sesi ile irkildim. Kafamı uzattığımda beni ayak sesimden tanımış olan eski yöneticime gülümsedim, yanında oturan -biri diğerine göre daha kokoş olan- kadınlara da... Kadınlardan biri cam ve seramik sanatçısı bir diğeri de atölyenin bağlı olduğu şirketin yöneticisi imiş... Sanatçı olanla bir sohbet bir fikir alışverişi... Kocaman gülümsemelerle başlayıp, kahkahalarla devam ediverdik... Sanatçı olan atölyesine davet etti, "o kadar pozitifsiniz ki, sizinle güzel işlere imza atabileceğimizi hissettim, lütfen beni atölyemde ziyaret edin" 

Gülümsedim; bunu diyen bir sanatçıydı, bir insandı ve en önemlisi paylaşınca çoğalmanın anlamını biliyordu... Bunu bilmek beni daha da gülümsetti. 

Geçen gün deftere karaladığım;

"küçük işlerin insanlarına büyük sorumluluklar verince sonuç hep saçma sapan oluyor" lafının altına

"gülümsemek bir anahtardır, hayatla dalga geçmeyi öğrenirsen, o seni hep gülümsetir" yazdım.

Bunu yazmak beni daha da gülümsetti...

Gülümseyen yüzünüz eksik olmasın demek istedim.





görsel / deviantart

10 Aralık 2012

Nobel'i Hakeden Kelimeler ya da Bir Yumrunun Dile Gelişi





Kelimeler kafamın içinde uçuşup duruyor, bağımsızlıklarını ilan ettiler, birbiri ardına bağlanıp cümleler kuruyorlar. Dışarı çıkmak konusunda da ısrarcılar, lakin tükkanı kapadım bir süre önce. Bir yenisini açmaya da ne vaktim ne de yeterli hevesim var. Gel gör sen bunu onlara anlat. Sabahtan akşama beynimi kemirmeye devam ediyorlar. Sanki Nobel alacaklar! Baktım susacakları yok komşu komşunun bloğuna muhtaçtır dedim çaldım en bir can dostumun kapısını. Cevabını beklemeden dalıverdim içeri, işte bunlar da zihnimin bana ettikleri...

***
Köşesini bana açan dostuma teşekkürlerimle...

Kendimi bildim bileli sevmedim benden gitmeleri. Belki de ondandır kolay kolay ilişkilerde tutunamayışım sonraları. Ya da ondan mıydı hep gitmeyi istemelerim?

Küçücüktüm pencerede yolunu gözlerdim dayımın evi ile bizim ev arasında mekik dokuyan ananemin. Bir iki hafta bizde, sonra dayımlarda kalırdı. İçim burulur, boğazıma bir yumru otururdu ayrılık vakti geldiğinde. Gitmesin, daha fazla bizde kalsın, hep bizde kalsın isterdim. Küçücüktüm, bir pazartesi günüydü, öğlendi okuldan geldiğimde ve o gitmişti; ama bu defa sonsuza. Hoşça kal demeden, güle güle diyemeden.

O yumru bir kaç yıl sonra tekrar mesai yapmaya başladı boğazımda. Giden ablam, gidilen yer İstanbul'du bu defa. Liseyi okumak içindi gidişi ve yine hiç sevememiştim ben geride kalan olmayı. Bir kazak örmeye başlamıştım tatil dönüşlerinden birinde. Gidişinin ardından bir iki gün örer, bırakırdım bir sonrakine kadar. Ve hiç tamamlanmamıştı o kazak.

Derken babam, benim koca yürekli, aslan babam benliğini alıp yanına bedenini öylece bırakıp gidiverdi nasılını bilemediğimiz bir yerlere. Yorgun bedenini yanına katmaya karar verdiği o gece çok değil bir cigara içimlik çıkmıştım hastanedeki odasından. Döndüğümde doktorlar vardı odada. Hoşça kal diyememişti, güle güle diyememiştim. Hatta sonrasında odaya girip son bir kez bile görememiştim. Vedaları da o günden sonra mı sevemez oldum, kim bilir?

"Böyle olmayacak, gitmem gerekiyor" demişti sonraları ve gitmişti sevdiceğinin peşinden yeni bir başlangıç yapmak için bilmediğim uzak memleketlerden birine. Büyük aşkların kadınına da böylesi yakışırdı. Sevinmekten başka onun adına ve üzülmekten gayrı kendi adıma yapılacak bir şey yoktu. Kardeşten öte olmuştuk yıllar içinde, biz o koca şehirde. Gidiyordu şimdi, geride kalan olmuştum bak gene. İstedim yine de her şey çok güzel, o çok mutlu olsun. Ama o yumru, ah o namussuz yumru...

Bir gün her şeyi bırakıp, bir tek kırık kalbini alıp çıkıp geldi. Lakin yine duramadı yerinde; bu defa, öncesinde hiç sevmediğim başka bir şehre yolculadım. Yumru yine okkalıydı da ülkeler ayıramadı şehirler mi ayıracaktı?

Hayatı değişmişti, hayatım değişmişti. Teselli için gidişlerim, teselli edilişlerime karışmıştı. O günlerden bir günde o "sen olmasan adımımı atmam" dediğim şehir bana yapacağını yapmıştı. Hem nüfusumu hem adresimi değiştirecek adamı karşıma çıkarmıştı. Böylece İzmir'de başlayan hikayem de, Eskişehir, İstanbul derken Bursa'ya taşınıvermişti. Sevmezken benden gitmeleri, giden olmuştum birilerinden yine.

Yerleş, dinginleş, köklerini sal. Evin, barkın, yuvan olsun o şehir, insanları hemşerin. Yapabilmek için kalan olmak gerekir. Peki ya gezgin gönül gitmek isterse, onu kim tutabilir? Gitme fikri girdi mi gezginin aklına, fikrine bir kere hiç bir kök tutamaz onu artık yerli yerinde. Muzip bir hayal, düşünceye, düşünce gerçeğe dönüştü. Bursa'da dört yılın ardından yeni bir şehre, yeni bir ülkeye gitme zamanı geldi çattı. Uzaklıktan mı yoksa yaştan mı bilinmez yumru bu defa geride kalmaya değil gidişe kendini gösterdi.

Vedaları sevmem demiştim ya vedanın dönüşü yoktur gibi gelir. Bizimkisi alt tarafı tebdili mekan. İki sokak öteye gitmek gibi, misafirlikten eve dönüyor olmak gibi. Gidiyoruz ördekle on güne ve geride kalan tüm sevdiklerime sevgili dolu, sımsıcak bir güle güle.

30 Kasım 2012

Tavada Börek, Yemek İçin İki Kişi Gerek!


Efendim durumu şöyle hayal edin: Sinirleriniz sabahtan akşama girdiğiniz toplantılar nedeniyle tavan yapmış, zaten bir önceki günden alınan bir karar nedeniyle asabınız bozukken, sinirlerin bu derece gergin olması da tuzu olmuş. Siz eve gitsem de kendimi atsam divanlardan koltuklara olmadı yataklara diye hayal ederken, çalan telefondaki ses; "evde misin?" "evet" "iyi ben sana geliyorum, itiraz istemem çok özledim, yemek için de bir şeyler ayarlarsın artık" der ve siz cevap bile veremeden telefondan gelen o çevir sesi ile baş başa kalırsınız ya... İşte bu tarif böyle durumlarda yılan olacak. Malzeme basit; 

1 yufka
1 parça peynir
1 tutam maydanoz
1 kaşık yoğurt
1 yumurta
1 fincandan az zeytinyağı (tercihe göre bir parça tereyağı eklenerek kullanılabilir, lezzetine lezzet katar)




Tavada sızma biraz gezdirilir, yufka ortadan ikiye bölünür, yarım ay şeklindeki yufka kenarları tavadan sarkacak şekilde yerleştirilir. Çukur bir kapta hazırlanan hayli kıvamlı yoğurt ve yumurta karışımın yarısı kaşık yardımı ile ilk katın üzerine yayılır, elde kalan diğer yufka parçası 4 eşit olabilecek parçaya ayrılır, iki parça ikinci katı oluşturmak üzere gelişi güzel yayılır ve üzerine maydanoz ile harmanlanmış peynir atılır, üzerine kalan yufkalar örtülür ve kalan yumurtalı karışım bu kata bir güzel yedirilir. Tavanın dışında kalan kulakçıklar sağlı sollu kapak gibi kapatılır ve üzerine bir kaşık sızma gezdirilir. Bu aşamada tava böreği pişirilmeye hazırdır. Misafirinizin geliş saatine göre süreyi ayarlayıp ocağa koyabilirsiniz. Yaklaşık 15 dakikada pişiyor. Ben ocağın en küçük ateşinde, onu da iyice kısarak 20 dakika da pişiriyorum, böylece içi biraz daha az ıslak kalıyor. 

Servis ederken kesebilirsiniz de, benim gibi ikiye katlayıp biraz süsleyip masaya getirebilirsiniz de... Benim tercihim bu böreği pişirdiğimde bütün olarak masaya getirmek, yanında keskin bir bıçak ve servis çatalı ile isteyen istediği kadar kesip yiyebiliyor. Ben kırma yeşil zeytinle ve çeri domatesle servis edip, maydanozla süsledim. Kırma zeytinler kendi imalatım belirtmek isterim. (Aman da ne de marifetliymişim ben)

İlk paragrafta sözü edilen hal ve tavra ne oldu derseniz, böreği hazırlama aşamasında "hal" pişirme aşamasında ise "tavır" değişiveriyor efendim, deneyin göreceksiniz. Afiyetle kalın...

28 Kasım 2012

Öykü Anlatıcısının Kamera Savaşları - Volume:2

Durum vahim, durum hakikaten çok vahim.

5 duyusu da harekete geçiyor insanın. Demedi demeyin. Hatta ve belki de en önemlisi de 6. duyu.

Benim hallerimde olanlara önce bol bol okumalarını tavsiye ediyorum.

Adam üşenmemiş yazmış, sen de bi zahmet okuyuver okur...

İlk kez DSLR makina alacak olanlar, dikkat!


Bak bi de bu var:









Çok okudun mu, sürmenaj olmaya ramak kala mesela, kalk o bilgisayarın başından. Çık bi temiz hava al, telezoom gibi oldu gözlerin farkında bile değilsin. Hem sen kardiyo falan çalıştın mı son günlerde... Bence çalış. Bak demedi deme kesin faydasını göreceksin. Ayrıca, market benim, tekno senin dolaşacaksın ya, dikkat et kafan daha da çok karışacak çünkü. Bence sen ne istediğini bilerek git. Bak ben gittim. 5 seçeneğim vardı hatırlarsan... Pıtır pıtır eleyiverdi beş dakka da satış sorumlusu çocuk hiç acımadan. Hayır dalacaktım kafa göz, ulen ben kaç haftamı verdim de sen utanmıyor musun 3 soru sorup 5 kameramı da saf dışı etmeye diyecektim de demedim hanımefendi bir yaşlı kadın olaraktan, peki çocum dedim, sen ne önerirsin diye sordum ve bana yakıştığı gibi dinledim sükunet içinde. Aldı eline bir nikon, sensör anlatıp duruyor bana. Sen sor anlıyorum ben, sordukça soruyorum. Baktım çocuk bayılacak kıvama geliyor, susup yeniden onu dinliyorum. Anonsu duymasam biz sabahı bulurduk bence o kamera cennetinin içinde. Allahım ne çok model, ne çok özellik, ne çok işlev... (Gülme okuyucu durup durup, bak fena oluyorum)

6 duyu diye boşuna demedim, 

Görmek gerek... ne alacağını... O yüzden gidip görün efendim.  Sonra bir elinize alın bakalım yakışacak mı elinize... Dokunun sağına soluna, lenslerine dokunun uzun uzun. (Gülme rezil okuyucu bilimsel bir yazı yazıyorum şunun şurasında) Sonra bir kaç kare fotoğraf çekin... Kulaklarınız duysun o deklanşörün sesini. Bir işitin bakalım hoşunuza gidecek mi o ses? Bence koklayın malzemeyi... Valla çekinmeyin, benim gibi alerjik biriyseniz yapabilecek misiniz bir arada bir anlayın önce... 6. Hissinizin devreye girmesi için bir mola verin. Bir kahve için mesela... tadına vara vara... Gördüğünüz gibi bütün hisler devrede artık. Geriye kalan elinize aldığınız hangi kamerada içiniz titredi onu bulmak. 

Aslında bu kısmı tıpkı gelinlik seçmek gibi... Erkekler içinse arabadadır herhalde muadili... Gözünüzün ışıltısını ortaya çıkaran bir tane mutlaka çıkar... Ne parasına ne puluna, ne süsüne ne kuyruğuna... BU İŞTE diye bağırırsınız... Ve sizin olur... Olsun efendim... İstediğiniz sizin olsun, gönlünüzden geçtiği gibi, gönlünüzce olsun. 






27 Kasım 2012

Öykü Anlatıcısının Kamera Savaşları - Volume:1




Oldum olası öyküler karalamayı severim, bazısı bir yere çıkar bazısı çıkmaz sokakta alır soluğu... Ama vazgeçmem, kalem kağıtla buluşunca kelimelerim de birbiri ile buluşur. Severim böyle zamanlarımı, bir aşk gelir oturur yüreğimin orta yerine. Kelebekler mideme iner ivedilikle. Kanat çırpınışları arka fonda bir müzik olur, manzaramsa sahil kasabasında bir bank, güneş nedense sağımdan batmaktadır usul usul...  

***

Gittiğim yerlerde çevreme bakınırım, insanların sohbetlerine biraz kulak kabartır, duyduğum üç beş kelime ile öyküler yazarım üzerlerine... Severim yaşamın içinde olmayı. Dışına çıktım mı bir huzursuzluk kaplar bedenimi. Elimde fotoğraf makinesi varsa, gözüm hep vizörden bakar... 

***

Günlerdir girdim bir dehlize, battıkça batıyorum... Onlarca terim, kısaltma, teknik bilgi içinde boğuluyorum. Oysa her şey kalem ve kağıt gibi olsun istiyorum. Basit bir düzeneğe ihtiyacım var: Kamera... Teknoloji hızla ilerliyor, ihtiyaçlar da öyle... Durum bu olunca da üreticiler her geçen gün daha canlı renklerle, daha uzağı çekeni, daha gürültüsüz görüntü yakalayanı ve onlarca madde ile uzayabilecek listedeki değişimi piyasaya sürüp duruyorlar. Bir de az bilgi ve deneyimle ile denizin ortasındaki adaya kulaç atmaya kalkınca, benim durumuma düşüyorsun. İyi de nereden başlamalı...

Sorular basit:


İhtiyaç Nedir?
Yenisi Niçin / Neden gereklidir?
Yenisini alınca Nereye ulaşılmak isteniyor, hedef ne?
Yenisi Ne Zaman alınmalıdır?
Yenisi  Nasıl bir kamera olmalıdır?


İhtiyaç:
Seyyah bünyemin gördüklerini fotoğrafla da anlatabilmek... Öyle kurayım, bekleyeyim, bir program aracılığı ile sağını solunu temizleyeyim, olmayanı olmuş gibi göstereyim telaşlarında değilim. Olan biten neyse o, gözün gördüğü yani... 

Ne için:
Dedim ya gezerken gördüklerimi çekmek için; bir bina da olur bu, bir insan da, bir obje de... Kendim için çekeyim, çektiklerimi beğenirsem üzerlerine öyküler yazabileyim isterim.

Nereye ulaşacağım:
Öyle fotoğraf forumlarına, kritik meselelerine girmek niyetinde değilim. Yarışma yok, sergi yok, kısaca "fotoğrafçı" olmak gibi bir hedef koymuyorum kendime. Amatör dertleri olan bir anlatıcı olsam kafi gelecek bana. 

Ne zaman:
İşte bu kısmı çok mühim. Mümkünse bugün. Yok yok valla şaka, ille bir zamanı yok. Ama bu yıl başı hediyesi olsa güzel olur. Ayrıca her zaman çekim yapabilmeliyim. Gündüz de olur gece de, çamurun içinde de olur, denizin kıyısında da, karlı bir ormanın ortasında da. Uzantım gibi olmalı kameram, hep yanımda.

Nasıl:
Çok büyük olmasın, ağır olmasın, fonksiyonları karışık da olmasın. Hem yakınları hem uzakları çekebilsin. Derdimi anlatacak kadar canlı, derinlikli fotoğraflar çekebileyim yeter.


Aklımda bir kaç kamera şekillense de, geçici bir hevese onlarca parayı yatırıp, kenarda köşede bekleyen bir hobi kurbanı olsun istemiyorum aldığım kamera. Bir kaç gündür devam eden yoğun araştırmalarım sonucunda, daha kompakt bir kameranın benim ihtiyaçlarıma cevap vereceğini düşünsem de, birinin parası diğerinin özellikleri tam istediğim gibi olduğundan Canon EOS 600D ve Nikon D3200 arasında gidip geliyorum. Aslında bir de giriş -orta seviye denilebilecek Nikon D5100 var. Gördüğünüz gibi gidip geliyorum... Gidip geldikçe de, lenslerin önemini, değerini daha bi farkediyorum. Yani sadece bir kameraya sahip olmak değil mesele... O kameraya uygun lensleri ve diğer donanımları da bilmek, öğrenmek ve sahip olmak gerekecek. Çıplak bir kameranın ağırlığı yarım kiloyu buluyor. Bir de lens ki en az iki tane şart gibi... Asıl sorunsalım; diğer ekipmanlarla birlikte neredeyse kilolarla  ifade edilecek bir uzantıyı sürekli yanımda taşımak isteyecek miyim? Kendimi azıcık tanıyorsam, cevabım net ve yüksek sesle hayırdır. 

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum, daha küçük, daha fonksiyonel... Elimde iki seçenek beliriyor bu sefer de: Canon EOS M ve Samsung NX1000... Bu sefer de fiyatlar alıp gidiyor başını. O fiyata bunu alacağına şunu al diyenlerin hepsi gene dönüp dolaşıp digital slr kameralara yönlendiriyor beni. Kafam iyiden iyiye karışıyor hal böyle olunca. Dönüp dönüp okumaya başlıyorum ne varsa, ürünleri karşılaştırıyor, elemelere tabi tutuyorum. Bildiğiniz çok ama çok kafam karışık. 


Tablo aşağıdaki gibi bir hal aldı sonunda, sanırım zamanıdır ekran karşısından kalkıp pazara çıkmanın... Elbet elime yakışan bir tane bulurum içlerinden. Elime ve gönlüme...







26 Kasım 2012

Rakı İçmenin de Bir Adabı Var Elbet! de Kime Ne?


Benimkisi pazartesi sendromu değil, bildiğin bir iş tatminsizliği... Geçer, geçiyor. İşler durgun, bünye problemli olunca böyle oluyor. Her şeyden bir dert edinme becerisi gelip bedeni sarıyor. Sonra arayışlar, arayışlar... 

Kaç gecedir bir sofra kurup rakı içesim var. Kaç zaman oldu, bir rakı masası kurup da dost sohbetlerinde yaşamın sırlarına vakıf olmayalı hatırlamıyorum... Ama bildiğim, rakıyı çok özlediğim. 

Eskiden -yani gençken- sanırdım ki içkiyi ne kadar çok içebiliyorsan o kadar marifet, şimdiki yaşlarıma denk gelir, içkinin marifetinin sofrada ne kadar uzun kalınabildiğinde saklı olduğunu öğrenmem. Geçmiş zamanlarda bir sofra kurardım, sanırsın 20 kişilik davet var evde. Hepi topu 5-6 yakın arkadaş bir araya gelip havanda su döveceğiz: Çalıştığımız yeri, Türkiye'yi ve hatta dünyayı kurtarmakla başlardık işe, baktık işin içinden çıkılmıyor, onun bunun ilişkisine bok atar, gece ilerledikçe kendimize döndürürdük meseleleri... Hiç biri çözülmezdi... ya da biz ertesi sabah bulduğumuz çözümleri hatırlayamayacak kadar milyon dünya kafalarla uyanırdık. Öyle çok yer, öyle çok içerdik ki, ertesi gün geceden haz ile bahseden bir tane adam çıkmazdı ne yazık ki... 

Bugün dolanırken okunmamış meraklarda, Mehmet Yasin'in yazısına denk geldim: Rakı, kebapla da balıkla da içilmez... Eyvallah da rakı bir zevk meselesi, kime ne diyesi geliyor insanın böyle yazıları okuyunca. Her işi kitabına uydurduk da rakı eksik kaldı sanırsın. 

Balık ağlar denirdi bize yanında bir buzlu rakı ile içilmezse... Öyle olmadığını zamanla anladım. Damak zevki gelişmiş bir insan olarak, rakı masasına meze hazırlamak konusunda ciddi ciddi araştırmışlığım ve denemişliğim vardır. Severim. Hem hazırlamayı hem sunmayı hem de rakıya eşlik eden sohbetin içinde olmayı. Rakıyı buzsuz severim, birebir gibi bir ölçü ile çok soğutulmuş rakı üzerine çok soğuk su eklerim. Yanına su alırım, bazen suya buz kattığım da olur... Öyle her yemeğin yanına rakı içmeyi sevmem. Rakıya hazırlanmayı severim. Rakıyı beklemeyi... Yudum yudum keyfini çıkartmayı severim... Kısacası; rakıyı meze etmem hüznüme, ben rakıyı ortak edenlerdenim sevinçlerime...  

Rakı üzerine bu kadar yazınca es geçmek istemedim tatlarımı; işte ilk aklıma gelenler...
  • Mutlaka Ezine
  • İlla ki zeytin, mümkünse kırık ve bol ekşili yeşil
  • Kereviz salata ki ben elmalı ve cevizli yaparım
  • Patlıcanlı bir meze olmazsa olmazım, közlenerek yapılanıdır makbülüm
  • Yoğurtlu bir tat isterim, ya cacık ya da biber borani azıcık acısı kendinden olmalı tabi
  • Ezme şart değil ama olacaksa sarımsaklı, cevizli olmalı, Hayruş usulü
  • Denizden bir tat isterim masanın orta yerine; lakerda favorim ama börülcesine de hayır demem doğrusu, 
  • Kalamar tava ya da hakkı verilmiş bir çızlama keyif katar masaya
  • Muska böreği ya da sigara böreği açlık derecesine göre yerini alır illa
  • Kavun olmadı mandalina, elma ya da mevsimine göre kaşık ayva 
  • İlginçtir ki favayla hiç işim olmaz, 
  • Pilaki, annem yaparsa fena olmaz hani
  • Mevsimine göre bolca salatayı rokasız düşünemem mesela
Hımm, sanki zamanı gelmiş bir rakı sofrasını kurmanın, çevresine dostları toplamanın...
Muhabbetinizin bol olduğu güzel zamanlarınız olsun anı kumbaranızda biriktirdiğiniz... 
Can cana, cam cama değsin efendim...