19 Şubat 2014

Fotoğrafın Fısıltısı / Tutsak



ben bir tutsağım bugün... 
                                                  özgür kuşlara özenen. 
ne düşünür bi kuş... beyniyle.
                   ve söylesene ey kumru, 
gördüğüm nedir seyreyleyen gözümden 
       çaresizliğim mi seni hüzünlendiren





18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



31 Ocak 2014

Huzursuz Dingin Aksi Oksimoron

Uzun zamandır film izlemek konusunda tembeldim. Dikkat dağınıklığım pik yapıyor, filmin orta yerinde akıl listemin yapılacaklarına olmayacak işler sıralanıyordu. Hikayelerin içine bir türlü giremiyor, filmleri hızlandırılmış versiyonları ile x2 yaparak izleyip, yarın saate bir film sığdırıyordum. O filmlerden birinde duydum oksimoron kelimesini, -bir çocuğun babası ile paylaşabildiği nadir zamanların vazgeçilmez oyunuydu oksimoron kelimeler üretmek seyrettiğim filmde- daha öncede duyduğum ama gündelik hayatımın bir parçası haline getirmediğim bu kelime sonraki günlerde anlamsızca karşıma çıkmaya devam etti. Duymayana vikipedi bilgilendirmesi mevcut.

"Sessiz çığlık" en sevdiklerimden biridir, bugünlerde favorim "huzursuz dingin". Ruh halim tam da böyle olduğu için belki de... Bilmiyorum, hayatın acımasızlığını, haksızlıkları, yalanları anlamakta her geçen gün biraz daha zorlanıyorum. Sabrının taştığını söyleyen bir "iyi yürek"; çarem kalmadı eğer bu hayat bu kadar acımasızsa bu sefer "çeker vururum" dedi; bir tane ona, bir tane de kendime. Dondu zaman. "Saçmalama" kendi içinde bi oksimoron. 

Fotoğraf çekmeyi seviyorum, illüzyon gibi. Neyi nasıl göstermek istiyorsan fotoğraf işleme programları sana yol gösteriyor. Biraz daha sisli, biraz daha yeşil, biraz daha kalabalık, biraz daha renksiz... Sen ne istiyorsan "an" ona dönüşüyor. "Sanat" buradan bakıldığında nasıl da anlamsız geliyor. Koca bir "yalan" "gerçek"miş gibi sunulabiliyor. 

Hologram meselesine girip de gündelik hayatın akışına gönderme yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da ayakkabı kutularına, ya da son bir ayda 6000 polisin, onlarca savcının yerini değiştiren, "ileri demokrasi" anlayışındaki "bağımsız yargı" meselesine... Yok hayır bu konularda içimden bir şeyler konuşmak bile gelmiyor. Makro gündem içimde garip yaralar açmaya devam ede dursun, kendi mikro hayatımın da bu anlamda pek iç açıcı havadislerle dolu olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu. Bireysel olarak ben "dingin" bir dönemdeyim ama çevrem "huzursuz" onlarca gelişme ile her gün yeni bir "kal" ile güne başlayamama, devam edememe, uyuyamama ve uyanamama artık ciddi bir sorun.

Her şey yarım aklıyor... Mesela ne oldu "Öykü'ye" bilmiyorum, bu durum "ölü doğum" ile açıklanabilir mi ki... Bir de iddialı laflar ediyorum ara sıra:

okur açısından merak dozu önemlidir elbette devam etme isteğinde ama bir de yazan boyutu var ki, o merakın karşılığını tam olarak verebilme isteği işte insan bazen orada tıkanıp kalıyor.

Bak sen! dedim alaylı bir tavırla.  Sahi ne oldu öykülere... Yazar dediğin adamın sıradan bir hayatı olabilir mi? Hayır ben yazar değilim, yazan biriyim sadece.  Bunu daha önce de tartışmıştım kendi içimde; Dilsiz Gecelerin Sessiz Tanığı

Ne dağınık bi yazı oldu bu. Ne anlatıyorum ben. Anlatıyor muyum gerçekten. "Akışkan kıvamlı" kelimeler gelse aklıma. Yazsam "öykü"yü, ya da tamamlasam olanı biteni. 

Ah kadın! Oksimoron musun? Nerede kaldı güzelliğin, harcadığın onca çaba. Sahi nedir güzellik, sadece dış görünüşte kalakalırsa. Aman bu konuya da girmeyeyim çıkamayacağım nasıl olsa. Güzel olan ben değilim. Yani dışarıdan bakınca, ama bir kadın var çok güzel, dışarıdan bakınca... Ama yaptıkları, içinin aynası. Söyle bana ayna, neler olup bitiyor bu hayatta.

Ben Evren bu arada; huzursuz dinginim... Gene gelin, beklerim. 


görsel

30 Ocak 2014

Akustik Hikayeler


Akustik var, hikaye yok diye başladı iki eski dostun sohbeti... 
Lezzet vardı sohbetlerinde, lezzet vardı sözlerinde, lezzeti kaldı yüreklerimizde.


Rüzgarlığı anlat bana dedi Şeşen
Bir rüzgar girdi içeri usul usul 

İyi ki geldik bu konsere diye takıldılar birbirlerine
Onlar sustu, gitarları sustu
Haykırdı seyirci

"Beni bu dertten kurtar"




Sakman aldı sözü seyirciden, rüzgar oldu sesi 
usul usul söyledi şarkısını

"Çünkü ayrılık da sevdaya dahil 
Çünkü ayrılanlar hala sevgili"

Sonrası hep bir ağızdan
Sonrası hep bir yürekten
Sonrası akla ziyan
Sonrası hep bi keşke...







Sonra selamladı iki büyük yorumcu birbirini,
seyirciyi de elbet...

Geri geldiler bir kez daha
"neler oluyor" dediler
Olan budur dedi seyirci
Bıraktı yüreğini

Onlar alıp gitti gitarlarını
Rakıyı içmek seyirciye kaldı












29 Ocak 2014

Samsung Macerası Nasıl Sonuçlandı?

görsel



Merak edenleriniz olmuştur elbet, "Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi" nasıl sonuçlandı diye. Süreç bildiğiniz gibi meşakkatli idi. Eee, sonuç neden öyle olmasındı ki... Yazıyı yayına verdikten ve twitter ile instagram üzerinden Samsung'a ulaşmak için epey bir çaba harcadıktan sonra, nihayet Samsung Türkiye bana ulaştı. Yaşadığım süreçten üzüntü duyduklarını, ek ücret almadan fırını göndereceklerini söylediler. 1 hafta sonra fırın geldi. Cumartesi günü fırını alıp eve getirdim ve fark ettim ki bu fırın garanti kapsamında sayılmıyordu. Benim merak ettiğim ise bu sefer şu: Bir ayıplı ürün yenisi ile değiştirildiğinde yenisi neden garanti kapsamı dışında kalıyor? 

Tamam tamam bu sefer araştırmaya hiç niyetim yok. Zaten yeterince sabırlı olduğum uzun bir zaman dilimini geride bıraktım. Diliyorum yeni fırınımla yine harikalar yaratacağım. Bu süreçte daha öncede söylediğim gibi; teknik servisin önemini bir kez daha anladım. Oradaki arkadaşlar müşterinin yanında olmak konusunda bu kadar çaba harcamasalar süreç nasıl sonuçlanırdı bilmiyorum. Neyse ki benim hikayem mutlu sonla bitti. Dilerim müşterinin yokuşlara sürülmediği, canından bezdirilmediği satış sonrası hizmet anlayışının müşteriden yana geliştiği hikayeler bizim ülkemizde de sıklıkla dile gelir.

Rüyalar, Geçmiş ve Gelecek

Uzun zamandır uykularım bi tuhaf, gene! Oysa düzene girmişti, yatağa yatar yatmaz uyur, 6-7 saatlik sağlıklı bir uyku sonrasında güne daha güzel başlardım. 2-3 haftadır garip sayılabilecek rüyalar görüyorum: sürekli geçmişte bir şekilde hayatıma giren ama artık hayatımda olmayan insanlarla bir çeşit macera dozu yüksek, "Bond" filmlerini aratmayacak aksiyon çeşitliliğinde sanki uyanıkmışım gibi, gelişen olaylara mantık çerçevesinde baktığım, sabahları yorgun uyanmalarıma sebep rüyalar silsilesi ile boğuşuyorum. Bir de üstüne üstlük neredeyse her sabah "acaba ben gece uykumda konuşuyorum da ben mi anlayamıyorum" ya da "haydaaaa bu nasıl bir rüyaydı diyaloglar son derece mantıksızdı"  gibi cevabı olmayan sorularla üniversiteye doğru yol alıyorum. Sonra tahmin edileceği gibi hemen herkes "neyin var" diyor. Zuzaylılara karıştım, dönecem diyesim geliyor. Ama demiyorum. 

Böyle sabahlarda kafam öylesine dalgın oluyor ki, her şeyi iki kez kontrol etmek, unuttuğum şeyleri gün içinde unuttuğum yerlerinden toparlamak, karşımdaki insanları dinlediğimi sanırken, kafamdan cümlelerini tekrar etmeye çalıştığımda koca beyaz bir boşlukla karşılaşmak ve dönüp, "bir kez daha de bakayım az önce dediğini" gibi anlamsız cümleler kurup gülümsemek, yarım kalan işlerimi sürekli "yapılacaklar listesine" eklemek ama gene de unutmak ile geçiriyorum. Yazarken fark ettim ki sanırım Serpil'imin değişi ile benim "cnbcehsbc" hastalığım pik seviyesinde. İyi de neden?

Gezegensel bir durum olabilir bence, merkür gerilemiş, neptün yana kaymış, mars ters dönmeye başlamış olabilir mesela. Ya da ne bileyim bu uykusuzluk halleri fena halde yıpratıyor beni. Üstelik bir de yaşlandım. Konuya girinceye kadar geçen iki paragraflık bölüme dayanabildiyseniz, bir iyi bir kötü haberim vardı denebilecek ve kişisel tarihime not düşülecek iki gelişmeyi paylaşmak istiyordum aslında. 

Yılların bizi güzel kıldığı zaman diliminden beri dostum olan, her seferinde bıraktığımız yerden başlayabildiğimiz, yeteneklerine her zaman hayran olduğum güzel insan Şenay Şenöz "kitap ayraçları"nı bir başka özel ve güzel yapıyormuş meğerse, hemen annem ve babam için bir sipariş verdim, sabırsızlıkla bekliyorum. Sonra kendime de yaptıracağım bir tane ama benim ki aynı zamanda yanında bir sembol de içerecek. Hımmm... Güzel şeyler bunlar... 


Kötü habere gelince, şükretmiyoruz yeterince... Teşekkür hep eksik kalıyor. Hayat bize sunulmuş bir hediye, bazen paketten düşlediğimiz çıkıyor, bazen bir türlü sevemeyeceğimiz "bi" şey. Ama sanki biz atlıyoruz; "hatırlanmış olmayı". Sırf bunun için bile teşekkür edebilmeli insan. Ah nasıl da sonu olmayan tartışmaların konusudur "adaletin bu mu dünya" nidaları.

Geçen hafta içinde bir çalışma arkadaşım gelip, "biliyor musun bizim Ahmet'in oğlunda Canavan diye bir hastalık varmış" dedi. Bildiğim bebek daha yeni doğmuştu. 2 bilemedin 3 aylık olmalıydı. Üstelik anne baba yetimhanede büyümüş, zor şartlar altında bir yuva kurup bir de bebek sahibi olmuşlardı daha iki yıl -üç yıl olmamıştı. İkinciye hamile kaldığında  hepimiz iyi düşündünüz mü desek de onlar kararını vermişlerdi; doğurmamak günahtı. Eve bakan Ahmet'ti. Tek maaş. İki küçük çocuk, kirada bir evde, el uzatacak bir akraba-yakınları yok, genede geçinip gidiyorlardı. Bu ikinci bebeği de veren Allah rızkını da verecekti elbet. Umarım verir derken gelen hastalık haberi herkesi perişan etti, ama yine de ateş düştüğü yeri yakıyordu. Hastalık genetikti, bebeğin yaşama şansı oldukça düşüktü. Üstelik bakım süreci son derece masraflı ve ülkemizdeki mevzuat gereği oldukça sıkıntılıydı. Ama nasıl otursunlardı elleri ellerinin üstünde. Sağa sola haber salındı, yardım elleri bir bir uzandı. Kendi aramızda nazımız geçenlere haber ettik, sağ olsunlar duyan 5-10 para yardımı yaptı, epey toplandı, çözüm olmaz ama nefes olur diye kendisine verildi; iyi dilekler, dualar iletildi. Sonrası Allah'ın takdiriydi. 

Bu süreçte beni düşündüren 2-3 olay oldu; biri bu koşuşturma halinde koridordan geçerken tesadüfen orada bulunan bir öğrencinin, "kusura bakmayın kulak misafiri oldum, ben de yardım edecek birilerini arıyordum, eğer uygun olursa ben de bir miktar yardım versem" diyen kızın gözlerindeki ışıktı. İnsan insana yardım elini uzatıyordu. Bir diğeri ise "arkadaşlardan duyduk yardım topluyormuşsunuz -bugün ona yarın bize, biz de katkı koymak istedik" deyip de topladığı parayı bana uzatan genç kızın sımsıcak yüreğini ortaya koyuşu oldu. 

İnsanın her yerde ve her koşulda "insan" olduğu bir gerçekti... Bir de "mış" gibi yapanlar vardı, onlar en çok böyle zamanlarda maskelerinden oluyorlardı. Şükrettim güzel yürekli bir yığın insan var çevremde diye ve teşekkür ettim o insanlardan biri olmak konusunda beni yalnız bırakmayan yüreğime. 








22 Ocak 2014

Nerdesiniz Güzel Yürekler




Her şey dün instagram üzerine yapılan bir sohbetle başladı. Arkadaşım "ay sende ne cevherler varmış" deyip blog yazılarıma gönderme yapınca, sen beni boşver, asıl şu şu ve şu blog yazarlarını oku da cevheri gör dedim, demesine de o saydığım blogların hiçbiri benim okuma listesinde yoktu. Kaybolmalarına bir anlam veremedim ama üzerine de pek düşünmedim. Tek tek buldum gene güzel yürekli, kalemi kuvvetlileri... 

Hayır işin komiği bunca zamandır sanıyorum ki bu insanlar yazı yazmıyor. Meğerse ben onları izlemiyor muşum iyi mi? Şaşkınlık işte... 

Artık gözümün önündeler, sayfama takip ettiğim blogların listesini ekledim. Dünün anısına "Cevherler" koydum başlığını. Artık kaybetmem diye düşünüyorum. Öyle umuyorum. Bugün arayı kapatmak için bloglararası 100 metre koşusuna katılacağım. Ayların acısını bir günde çıkartmam lazım. 

Siz siz olun sevdiklerinizi gözünüzden uzakta tutmayın. (Böyle de mesaj içerikli yazarım.)







görsel / google-yiğit özgür karikatürleri

20 Ocak 2014

Günlerden Bir Gün: Pazar

Pazarları oldum olası severim. Sabah güne erken başlamayı, günün içine onlarca güzellik sığdırmayı, severim. Geçtiğimiz pazar da böyle oldu. Burada bir ayrıntıya yer vermeliyim. Artık yeni bir kameram var ve yeni alınmış oyuncağı ile uyumak isteyen çocuklar gibi şenim: Samsungla yaşadığım ve yılan hikayesine dönen sıkıntıya rağmen, -yaşanan sorunun tamamen SamsungTürkiye ile alakalı olduğunu da bildiğimden- uzun zamandır istediğim Samsung NX 1000 kamerayı Brüksel gezisinde almıştım. 

Pazar günlerimin en keyifli kısmı olan "kendini at sokaklara" -hele de hava fotoğraf çekimi için paha biçilemez bir fırsat sunuyorsa- vazgeçilmezimdir. Bu pazar biraz farklıydı. Bir gün öncenin misafir ağırlama faslı, yaptığım kalamar dolma ile taçlanırken kendimi kaptırıp da onlarca mezeye imza atmaya kalkınca belimdeki ağrı "eee güzelim, bir de faturası var bu işin" dedi, haklı olarak. Telefon gelmese, kesin tembel bir pazar olacaktı ama geldi, iyi ki:)


Bay ve bayan S'ler Mudanya'da kahvaltı etme teklif ediyorlardı, üstelik onlar gidilecek yere varmıştı, henüz ben yatakta gazete keyfi yapıyordum ve üstelik pazar günü, güneşli bir ilk yaz havasında Mudanya inanılmaz kalabalık olurdu, ama ah o hazır masaya kurulma hali yok mu, işte ona hayır demek mümkün olmadı. Üstelik Bay H.yi de gaza getirmişlerdi, hem de Bay H. gelip beni evden alacaktı. E haliyle naz yapacak pek de bir şey kalmadı. Bay H, tahmin edileceği üzere güzel bir adamdır. 

Abartılı olmayan bir kahvaltı masasında gene de aradığın her şeyi bulmak mümkündü, çaylar içildi, kahveler de içildi, hatta sodalar bile içildi, anlaşıldı ki yürüyüş yapmadan yenilen onca şey kolay kolay erimeyecekti. Sahil kasabalarını oldum olası severim. O gün herkes kendini dışarı atmıştı. 

Çocuklar...


Martılar...


Kankiler...


Amcalar ve teyzeler...


Torunlarıyla gezenler...


Komşusuyla sohbet edenler...


Sevgilisiyle günü gün edenler...



Sokak yiyeceklerini oldum olası severim. Abur cuburdurlar ama en azından bir kere denenmelidirler. 

Çocukluğumun pamuk şekeri ve ballı macunu... 
Bursa'nın meşhur kestanesi... 
Rüzgarın oyun arkadaşı güller... 
Son zamanların popüler çöpleri; çubukta patates cipsi, bardakta mısıra karşı... 

Bir ara öyle kalabalık oldu ki... Ne satıcıları, ne kedileri, ne de çocukları seçemez oldum. Elinde mikrofon televizyon için çekim yapmaya çabalayan delikanlıya bir kadın laf attı, pek güldüm doğrusu:

Sor bakalım bu kadar kalabalıktan memnun mu Bursa'dan gelenler... 













Değildik elbet:)

Bu yüzden yönümüzü hızla Trilya ve oradan da sahil yolundan Karacabey'e çevirdik. Dedim ya Bay H, inanılmaz bir adamdır. Kuşların göç mevsimi başladı mı bilmem ama, önce sığırçık sürüsü, ardından karabataklar, adını bilmediğim beyaz su kuşları... Seyrine doyum olmaz bir senfoni görseli gibiydiler... 

Mevsiminden önce gelen bahar kokusu ve toprağın yeşili, 
çiğdemlerin sarısı ve daha nice güzellikle içinde geçip gitti gün, 
güneşi batırıncaya dek.








Bir pazar da böyle geçti işte... 
Aşkla... 
İyi ki...

Yolda bize zeytinle ilgili bilgi veren amcanın da dediği gibi;
övünmek ve abartmak dinimizce haramdır.
Bilin istedim. 
Yüreğinizden öperim.


17 Ocak 2014

Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi

Marka bağımlılığı olan insanlardan değilimdir... Öyle illa şu marka olsun dediğim çok çok az şey vardır. İhtiyacım olduğunda şöyle bir çarşıyı pazarı kolaçan eder, param da yetiyorsa beğendiğim ürünü alırım. İnternetin bu denli yoğun kullanıldığı günümüzde, ürünü satın alanların yorumlarını da okur oldum. Dolayısıyla pazar araştırması için biraz daha fazla zaman ayırıyorum. Ama bundan 6-7 yıl önce başlayan hikayemin ne yazık ki böyle bir süreci olmadı. Ama öyle bir süreci oldu ki, üniversitede okuduğum -reklam halkla ilişkiler mezunuyum biliyorsunuz- teorik her bilgiyi, bunca yıldır gerek özel sektörde, gerekse üniversitede çalıştığım son 8 yıldır deneyimlediğim her bilgiyi alt üst etti. uzun soluklu bir hikaye oldu. Sabrınız yeter de yazıyı okuyabilirseniz, soruma bir cevap verin lütfen.... Şimdiden teşekkürler...

İstanbul'dan Bursa'ya taşınmıştım ve yepyeni bir hayata her şeyi yenileyerek başlıyordum. Küçük mutfak alanımın büyük işler başaran "şey"lere ihtiyacı vardı; gerektiğinde çalışma masası olabilen bir mutfak masasına ki mutfağım açık sistem olduğundan bu demekti ki bu masa yeri geldiğinde misafirlerin ağırlanacağı büyük bir masaya da dönüşebilsin. İki oda bir amerikan mutfaklı salonumdaki koltuk aynı zamanda yatak da olabilmeliydi mesela... Her şey, bir başka fonksiyonu varsa kıymetliydi benim için. Fırın ve mikrodalga bir aradaysa anlamıydı yani. Arayışım beni SAMSUNG markası ile karşılaştırdı. Daha önce bir Samsung telefonu çamaşır makinesinde yıkamışlığım vardı, oradan tanışırız aslında markayla. Muadillerine göre maaşımın neredeyse tamamını vererek edindiğim mikrodalga fırınımla harikalar yarattım. Hatta öylesine ki, çevremdeki herkese verdiğiniz paraya değiyor, mutlaka edinin bile dedim. Samsung'a bir kaç müşteri kazandırdığımı daha sonraki pişirme deneyimlerini paylaşmak istemelerinden dolayı biliyorum. 

Geçtiğimiz yıl fırınım bozuldu, elim ayağım... ah! Nasıl da çaresiz kaldı. Mikrodalga kısmında sorunsuz çalışan alet, fırın kısmında bir on dakika sonra acaip sesler çıkartmaya ve 20 dakika sonrada kendini sonsuza dek sürecekmişcesine çalışmaz bir konuma alıyordu. Fırını kapıp önce Bursa'da Garaj'da yer alan teknik servise götürdüm. Yaklaşık 3 hafta sonra üründe bir arıza tespit edilemediği söylendi. Servis parasını verip fırını geri aldım, alet aynı dertten hala mustaripti. Sonra sevineceğim bir gelişme oldu, telefonumda oluşan bir arıza için Garaj'a gitmek istemezken, Orhaneli yolu üzerinde bir Samsung Teknik Servis açıldığını gördüm. hem telefon arızası hem de şu fırınla ilgili derdimi anlattım. Fırını getirin bir de biz bakalım dediler... Sevindim elbet. Bir kaç hafta sonra fırını servise bıraktım. Bir kaç hafta sonra yedek parça değişikliği olacağını, parça bedelinin 150 TL olduğunu söylediler. Değiştirin dedim. Demez olaydım... Her şey bu noktadan sonra daha beter bir hal aldı. Fırın tamir oldu diye gelen telefonun ardında önce fırını almaya, sonra da balık alıp gelecek misafirlere sofra hazırlamaya diye evin yolunu tuttum. O gece balıkları pişirmek için tava kullanmak zorunda kaldık. Fırın gene yapmıştı yapacağını. Servis pazartesi günü arandı. Sorun anlatıldı. Güler yüzlü Ayşe Hanım, getirin bir kez daha bakalım dedi. Ürünü Ebru Hanım teslim aldı, ürün tamir edilemiyor, ürünü değişime sunacağız dediler. Ürün değişime sunuldu ancak iki gün sonra bir telefon daha geldi. Merkez değişim için garanti belgesi istiyor dediler. Faturayı buldum götürdüm. Zaten garanti kapsamı dışındaydı. Garantiyi başkası vermiş kabul olmaz dediler. Ben Samsung Marka bu fırını pazardan değil, bir Samsung Mağazasından aldım dedim. Olsun ihtalatı biz yapmamışız. Değişim uygun değil dediler. Teknik Servis Müdürü Gencay Bey olaya müdahil oldu, Evren Hanım bana biraz süre verin biz bu sorunu çözeceğiz dediler. Uzun süre beklendi, 3 ay sonunda bir telefon geldi, ürünü bir kez daha değişime sunduk ve kabul edildi dedi Arzu Hanım. 

Sonunda dedim, MARKASININ ARKASINDA DURMAYAN SAMSUNG, SAMSUNGUN ARKASINDA DURAN TEKNİK SERVİSE hak verdi. 

Bugün bir telefon geldi. Kemal beydi arayan, Samsung merkezden aradığını, ürün değişimini fark ödemem halinde kabul edebileceklerini belirtti. Anlayacağınız İŞİ YOKUŞA SÜRMEK ve müşteriyi MEMNUN ETMEMEK için ne varsa yapılmıştı. Son vuruş da buydu. İlle bizim markayı istiyorsan, bedelini defalarca ve fazlasıyla ödemek zorundasın. Hatta öyle ki 356 TL ile sahip olabileceğim bu ürün dışında bana fark ödemeden sunabilecekleri bir ürünleri bile depolarında yoktu. Kemal Bey telefonu kapatırken istemiyorsanız söyleyin dedi, ama bunu mümkün olduğunca sert ve benim cevabımın hemen arkasından "o zaman iade falan yapmıyoruz" diye bir cümle ile bitirmek ister gibiydi. Kemal Bey'e de söylediğim gibi;

"bana teklif ettiğiniz ürünü bilmiyorum, ayrıca bu kadar uzun süre bekledikten sonra bana teklif ettiğiniz değişim farkını ödemek içime sinmiyor, ben ki telefonundan, laptopuna, dvd oynatıcısından fotoğraf makinasına kadar "samsung markası" ile sıkı bir ilişki kurmuşken, bir markanın bu denli sadık bir tüketicisine böylesine "biz yapmış olalım da" diyerek teklifler sunulmasını hiç mi hiç içime sindiremiyorum, izin verirseniz fırını inceleyeceğim, size fikrimi söylerim, ancak siz de bana fark ödemeden sahip olabileceğim başka bir ürün sunabilirseniz sevinirim." 

İnternetin hızı sağolsun... Fırın aşağıda; alınabilecek rakamlar da belli... Pazartesi günü Kemal Bey'i arayıp bi cevap vermem gerekli, o nedenle soru şu: SİZCE BU KAZIĞI YEMELİ MİYİM? 2006 yılında 740 lira ödeyerek aldığım fırına 150 tl tamir olamama parası artı 350 tl yeni fırın farkı ile 450 liraya satılan ürüne 500 lira vermeli miyim?
Yoksa markasının arkasında duran bir firmadan gidip yeni bir fırın alarak bu saçma yolculuğa bir son mu vermeliyim. Mahkeme de bir seçenek elbet ama, bir ürün için bu kadar üzülmeli ve bu kadar sıkıntı çekmeli miyim? 



10 Ocak 2014

Anlam


Hayat bazen durduğun yerin ne kadar anlamsız olduğunu söyleyenlerle doludur, 
sen hayata aldırma, 
durduğun yere kattığın güzelliği gör; 
kendinde zaten var olanı.


Düne dair bir not:
Bundan sonrası aptallık olur değil mi?
Bundan sonrası canını biraz daha acıtmak olur, biraz daha üzülmek, biraz daha fazla gözyaşı.
Yani bundan sonrası yok diyorsun?
Aksine diyorum ki; 
bundan sonrasında canını yakmalarına izin verme, biraz daha fazla gül, biraz daha az üzül.
Dozunda yani...
Yani!

08 Ocak 2014

Kış Güneşi





Her şey dozunda... 
Ama her şey. 
Aşk mesela; dozunda.
Aş desen, o da dozunda. 
İçmek mi istedin, dozunu bir kere kaçır da gör. 
Kendimden biliyorum. kaçırdım ben... dozunu, aşkın mesela...

Belki de bu yüzden kış güneşini kaçırmam ben. Bilirim, evden çıkarken; 2-3 saatlik bir birlikteliğe kucak açıyorum. Şımarmadan, "daha fazla" demeden, bana sunulduğu ile yetinerek ve bundan mutlu olarak. Gülümseyebilirim: bir kış güneşi gibi, olmadık bir soğuğun ardından.

Akşam olmak üzere... Akşam. Şanslıysan hep olur. Sonra sabah. Eğer şanslıysan. Güneş doğar, güneş batar. Gökyüzü bir ressamın fırçasıyla şekillenir. Görür göz, hisseder yürek. Şanslıysan.
Sahi derim bazen... Sahi, ne kadar farkındayım bana sunulan şansların.
Peki ya sen?
Farkında mısın onda olmayanın sende olduğunun?
Gülümse hadi. Bu yıl daha çok gülümse. Bu yıl her zamankinden daha çok inan kendine, ona ve Ona. En az bir iyilik yap, kendinden başla. Sonra bir kitap oku, tek bir kitapla başla. Tiyatroya git, bir kaç gece sonra bir konsere. Yap bunu, kendin için önce. Sonra biri için yap, en sevdiğin, en inandığın, en vazgeçemem dediğin için yap. Bir patikadan yürü, çamurlu olsun, kirlen biraz. Kolayı var nasılsa. Dağa tırman, ille Everest olmak zorunda değil ki. Bir adada en az bir gece kal. Çadırda uyumayı dene, bir karavanda kal bir haftasonu. Sıcak evini düşün, soğukta üşüyen bir kediye yardım et. İlle evine alman gerekmez, ama ona bi ev yap mesela bi karton kutuyla. Bi çocuğun gülümsemesi ol. Yaşlı bir teyzenin elini tut karşıdan karşıya geçerken. Biraz büyü bu yıl. Biraz çocuk kal. Dönme dolaba bin bir kerecik bile olsa. Bisikletle ormanda yol al. Orman bulamazsan park da olur, yeter ki özgür ol. Yağmurda ıslanmayı unutma. Ve karlara ilk basan sen ol  bu yıl. Bir kere güneşi doğur, bir kere de batır mutlaka. Sabah ezanı dinle martılarla bir sahil kasabasında. Dağ başında ateş yak ellerini ısıtmak için.  Ellerine ye zeytini, ekmeği kopardığın ellerinle. Durup dururken ağla: aksın içinde sıkışıp kalan ne varsa. Bir kere koş yüz metreyi dakikalarca. Bir yere yürü en sevdiğin arkadaşınla. Müzik dinle, ruh da beslenir unutma. Bağıra çağıra bir şarkı söyle sesin güzel olmasa da. En az bi şiir oku ve bir şiir yaz, dene en azından bu yıl bir kez daha. Çiçek al saksıda, çiçek ek bir toprağa. Elin bulaşsın, tırnaklarının içine girsin doğa. Doğada derin bi nefes al: öyle derin olsun ki, tüm evren sığsın içine bir anda. Sonra bırak nefesini, içinde kötülüğün zerresi kalmayıncaya dek. Saatlerce uyu bi akşamüzeri, sabahlara kadar otur. Ardı ardına üç film seyret bi pazar günü. Pazardan bir balık al, bir de bi duble rakı koy kendine; iyi gelir bazen tek başına içmek, anımsa. Gülümsemeyi unutma. Tüm bunları yaparken, yapmadan önce ve sonra mutlaka gülümse kendine. Takdir et kendini bu yıl, kendine kızdığından daha fazla. Daha sağlıklı beslen, daha az ye, daha çok uyu, daha çok hayal kur. Gerçekler hayallerden ilham alır unutma. yazmıştın değil mi bu sözü bi kenara. Mottonu değiştir mesela, denemekten korkma. Daha çok anı biriktir, daha çok anı yaşa. Çok özlediğin birini hemen ara. Çok kızdığın birini affet gitsin. Annene babana sarıl hayattaysa, değillerse gülümse onlara da, peki ya çocuklar, olmadı diye üzülme, yapamadı diye kızma onlara, gözlerinin içine bak, bir de sımsıkı sarıl mutlaka. Teşekkür etmeyi unutma. Herkese, her seferinde teşekkür et: küçük bir çocuğa, ekmeğini alan kapıcıya, markette sana yardımcı olan tezgahtara, sokağını süpüren adama, teşekkür et karşına çıkanlara. Aynaya bak bu akşam eve gidince bir kez daha; yüzünde gözün var... Ne yapıyor olursan ol, o gözleri unutma.



25 Aralık 2013

Brükselde Bir Akşamüstü

Bundan on yıl kadar önceydi; bir hafta sonu için, daha çok bir kahve içimlik bir yere gider gibi bir gidişti. Sırt çantasına atılan bir polar üst ve kot, iki farklı tişört ve yedek iç çamaşırlarının ağırlığında çıkılan bir yolculuk. Tüm yolculuklar gibiydi, tüm yollar ve tüm dönüşler gibi. Bir akşamüstüydü. Yağmuru ile ünlü kent, 3 günlük mola vermişti. Nisanda bir başkaydı... Kasımda daha bir güzel.

Bu sene Nisan ayında bir hocamız Kasım ayında işin var mı dedi.  Kasım ayında bir işim yoktu. Benden haber bekle dedi. Sonraki aylardan birinde koridorda karşılaştık. Pasaportun süresi var dimi dedi. Bakarım dedim. Akşam eve gittiğimde baktım ki, süresi geçeli neredeyse 6 ay olmuş. Hemen ertesi gün pasaport bürosunda aldım soluğu. Randevulu sistemin gözünü "yiyim" dedim. İşlerimi yaklaşık yarım saat gibi bir sürede halledip aldım soluğu termal çamaşırcıda. Var olan termallerimin yedeklerini de alıp rahat ettim. Ne de olsa Kasım ayında, 10 gün gibi bir süre Orta Avrupa'nın yağmurları ile ünlü kentinde kalacaktım. 

Günler su gibi aktı, son hafta son hazırlıkları da tamamladık. Nerede ne yenilecek, hangi sokaklar gezilecek, nerede hangi biralar içilecek. Yakın şehirler hangileri ve ne kadar süre o şehirlere zaman ayrılabilecek... Christmas Markete yetişiyor muyuz? Akşam uçağı ile gidecektik, öğlen gibi çıktık yola salına salına. Orda bir çay molası burda bir manzara seyreyleyelim diye diye vardık İstanbul'a. 

Tren yolculuğu kadar olmasa da uçak yolculuklarını severim. Garip bir heyecan, anlamlı bir telaş sarar beni. Aşk gibidir her yolculuk... Koşar adım gider, ayaklarımı sürüye sürüye geri dönerim. 

Bir üniversite ziyareti için gidiyorduk bu sefer; Erasmus+  sağolsun 7 gün etkinlik, 2 gün de bizden ekledik ve 9 gün sürecek olan Brüksel macerasına kanat açtık küçük bir ekip. 

İlk gün Bruge... Masal diyar... Anlatmıştım. Sonraki haftanın tamamı Brüksel sokakları... Arada üniversitenin diğer bir kampüsünün bulunduğu Leuven ki o başka bir yazının ana konusu. Sonrası dönüş telaşı. 


10 yıl öncede var mıydı bilmiyorum, belki de bu işte Gürkan'ın tekeri vardır. Bisikletle dünya turuna çıkarak hem hayalimi gerçekleştirme konusunda heves hem de bisikletle ilgili bir farkındalık yarattı. Daha önce Amerika'da dikkatimi çeken, şimdi de Brüksel'de gördüğüm bisiklet parkları ve durakları "neden kampüste de olmasın" fikrini bir kez daha ışıklı bir tabelaya dönüştürdü, döner dönmez anladım ki, tabela olarak kalacak bir fikir benimkisi... 


Beraber gittiğim arkadaşım bisiklete binemediği için bolca yürüdük. Zaten onca yediğimiz waffle ve çikolata nasıl erirdi başka türlü bilmiyorum.  Önceden yaptığım sıkı çalışma sonunda Mer du Nord gidilmesi gereken bir yer olarak kayda geçmişti. Şefleri yemek yaparken izlemek kesinlikle iştah açıcıydı. Kabul etmek gerekir ki her genç kızın gönlünde yatan beyaz atlı prensin seksi bir şef olması hayali vardır. Yoksa bu hayal bir tek bana mı ait. 


Az ilerde görünen dönme dolap çocuk yanımı harekete geçirse de hevesimi bir kaç gün sonra kurulacak olan Noel pazarına bıraktım. Dönüş yolu üzerinde St. Gery meydanında yer alan Zebra Bar özellikle canlı müzik için önerilse de, gündüz vakti mola için de bence güzel bir mekan. Taze naneli çay;  soğukla haşır neşir olan bünyeye canlı bir enerji katıyor dediler, denedik. Doğrusu pek beğendik.


Günlerdir aradığım "tarte tatin" ki bilirsiniz şahını yaparım, yine de ilk adını duyduğum kente gelince olmazsa olmazımdı ki aramadığım yerde karşıma çıkıverdi... Tek tabak çift servis kuralı ile gün ortası neşesi olan tatlı, memlekete dönülünce bir kez daha yapılacak nidalarına eşlik etti. Bahara Allah kerim.


Avrupa kiliseler cenneti... Bir süre sonra gezmekten vazgeçseniz de gene de görülmeye değer olanları es geçemiyorsunuz, hele benim gibi her İstanbul'a gittiğinde St. Antuan gezen biri için daha önce gezdiğin ve beni derinden etkileyen Treurenberg Tepesi’nde yer alan Michael and St. Gudula Cathedral'i ki görebileceğiniz en sade Katolik katedralidir belki de, ismini alış hikayesi ise kesinlikle orta yolu bulma becerisi, bir kez daha ziyaret edilerek ruh dinlendirilmesi suretiyle teşekkür edilerek yollara düşüldü. Yol dediysem, bildiğiniz gibi değil, bildiğin aç susuz ve hatta molasız 4,5 saatlik bir maraton. Önde rehber arkasında yarrrrr diye devam eden şarkı misali; 24 kişilik heyet, yürüyerek Brüksel tarihi dinledik, dikkatinizi çekerim hava 2 dereceydi ve kar toplayan güneş bile yoktu. Ne saraylar, ne meydanlar, ne adalet sarayları, ne parklar, ne binalar gezdik bir bilseniz, ve hatta yönetim biçimini uzun uzun anlatan rehbere soru sormak gibi bir gaflet içine düşen beni cevaplamak için yaklaşık bir yarım saati daha heba edince ki girmeyin derim derin devlet meselelerine çıkamazsınız Brüksel'de, zaten uzun olan yollar daha da uzadı tabi gözümüzde.

Bir önceki gelişimde sevdiğim kiliselerden biri bir yüzü antika pazarının olduğu meydana, diğer yüzü 48 heykelle çevrili Square du Petit Sablon parkına bakan Notre-Dame du Sablon kilisesiydi ki başka bir günün keyifli, bol molalı, şehri keşfetmek istiyorsan sokaklarında kaybolacaksın düsturu ile kahveli, biralı ve hatta elde patatesli duraklarından biri oldu. 



Brüksel 1950lerdeki hızlı değişiminden nasibini almış, kentsel dönüşüm- bir yerden tanıdık geliyor mu?- bir yandan kentin ulaşım sorununa çözüm olurken bir yandan da tarihi yerleri yerle bir etmiş. Burada bir parantez açıp "tek hat metro ve tren ağından" bahsetmediğimi bilmenizi isterim; üç katlı ve onlarca hatta ilerleyen demir örümceklerden bahsediyorum. Tarihi bir yandan yok eden el, bir yandan "mış" gibi taklitlerini üretmiş. Bu nedenledir ki, tarihmiş gibi sonradan makyajla düzeltilen yapılar ve tarih iç içe geçmiş. Bildiğiniz gibi; bazen sahtesi de yok satabiliyor. 

  

Biraz da ne yenir ne içilir bölümü ekleyeyim: 
Grand Place yoğun kalabalığı ve uğultusuna rağmen gündüz ve gece mutlaka görülmesi gereken; Saint-Hubertus Royal Gallery ve pasaj içinde yer alan klasik bir Belçika kahvaltısının leziz örneklerinin yenebileceği, döndükten sonra İstanbul'da da bir şubesinin bulunduğunu öğrendiğim Le Pain Quotidien, Belçika'nın çeşitli efsanelerle anılan işeyen çocuğu Manneken Pis, 1400lü ve 1600lü yıllardan kalma farklı dönem binaları, çikolata müzesi, meydana açılan sokaklarında yer alan butik mağazaları, barları ve daha pek çok ayrıntıya takılarak zamanı unuttuğum bu meydan Brüksel'i benim için keyifli kılan yerlerden biri. 


Meydanda bir şubesi bulunan 1800lü yıllardan beri var olan Maison Dandoy waffle yemek için tek geçeceğim yerlerden biri. Hele de bisküvi sever biriyseniz buradakilerin tadına bakmadan dönmeyin derim. Nerede bu memleketin meşhur midyeleri diye soranlara da; inanın öyle farklı lezzetlerde kayboldum ki, midyeye yer bile kalmadı bu sefer demekle yetineceğim. 


Döndük dolaştık, gezdik gördük...
Elbet sonuna gelecektik. 
Dönüş;
 hüznün umutla buluştuğu bir an benim için. 
Dönüşleri severim, belki de yeni bir gidişin müjdecisi olduğundan...

Nisan gibi... 
Bir hayal... 
Gerçek olacak sanki... 
Bu sefer olacak gibi. 
Dua edin olsun.
Evrene olumlu mesaj gönderin yani.
Biliyorum siz de ederseniz olur, 
olsun n'olur.

Aşkla dolsun yeni yılınız...
Yol olsun, yolculuk olsun, yolcu olsun kaderiniz.
Sevginin eksik olmadığı bir dünya pek ala mümkün.
Ders almaz bir aşık, düş gücü sonsuz bir sevdalı, umutlu bir hayalperestim ben.

Aşkla kalın!