08 Haziran 2012

İyi Niyet Taşları





İyi niyet taşları insanın kendi cehennemine ulaşması için kendi kendine ördüğü patika bir yol mudur? Peki ya insanın karşısındakini kendi gibi bilmesi... bunun  doğurduğu sonuçlar açısından kendini enayi gibi hissetmesi? Erdem, vicdan, hayata baktığın yer, içindeki iyilik, dışındaki pozitif enerji, yüreğinin büyüklüğü... ve dahası! Hepsini bir kalemde uzayın derinliklerine fırlatmak isteyip de kötünün içindeki en kötü olmanı sağlayacak kadar büyük bir öfkeyi sırtlayıp da, susuzluktan dilin kuruyup, uzayıp, sarkıp da ayağına dolandığında o fırlatamadığın ve bir omuzunda melek bir omuzunda da şeytan misafirliğe geldiğinde seçtiğin "ben en iyisi kendim gibi olayım"ı seçmenin yarattığı acaba yanlış mı yaptım pişmanlığını yok edebilecek bir "şeye" ihtiyacım var. 

Bağırıp çağırmaya kalkmadan önce, karşı taraftakilerin de kendilerince haklı olabilecekleri durumları ön plana çıkartmak başarısı, mutlak bir salaklıkla da açıklanabilir elbet ama ben gene de o "şeyin" her şeyden güçlü olduğuna inanmak istiyorum. 

Bazen kendimi tecavüzcüsüne aşık bir mağdur gibi görüyorum, öyle ki, hamile kalmışım, üstelik doğurduğum çocuğa devlet sahip çıkmış ama o çocuk da uğradığı taciz sonrası travma geçirmiş ve benim yaşadığım o harabeye geri gönderilmek zorunda kalmış. Duvarları yıkık bir binada tek ayağı kırık bir koltuk, üstelik yayları kumaşı yırtıp çıkmış... hemen onun yanında bir kanepe sidik lekeleriyle dolu... kanepeyi ona yatak yapmışım... Oysa onu sarıp sarmalamak, her şeyin daha iyi olacağını söylemek isteyen de bir umudum var... Kırık bir umut, içine ne koysan sızıyor işte...

Neyse, ne diyordum, ben bazen koca, kocadan da koca, dağların en büyüğünden büyük, ırmakların en coşkunundan coşkun, en uzun nehirden daha uzun ve uçsuz bucaksız bir çölden daha çöl bir salaklığa sahibim. Ben yine de yüreğime inanmayı seçiyorum, insanın başka neyi var ki...


görsel / buradan

04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan

31 Mayıs 2012

Hız Kesemeyen Tembel Günler




Beni bu havalar mahvetti der ya şair, beni bu havalar tembel etti. Baharın güneşi içime dolacak diye bekleye durayım, Haziran geldi dayandı, güneşle oynadığımız kovalamaca son bulamadı. Öyle çok sıcak seven biri değilim, ben güneşi seviyorum, sıcağını değil. Gülü seviyorum, dikenini değil gibi bir durum bu. İsveçli bilim adamlarının uzun zamandır bir buluşa imza atmadığı düşünülürse bu konunun onların dikkatini çekmesi an meselesidir. Yani güneşin ısıtmadan var olduğu açık mavi, bulutsu beyazlıkların bir fırça ile şekillendiği gökyüzü... (İyice kafa yorarsanız  bunun çok da absürd bir mesele olmadığını algılarsınız, en azından doğmamış çocuğa don biçen yaklaşımlardan daha masum bir yanı var.)

Ne diyordum hemşire... Hımm, evet tembelim. Bugün tam bir "bugün git yarın gel" memuru kıvamında, okuldan kaçmayı kafayı koymuş çocuk misali; karın ağrıları çekiyorum. Kısacası yerim dar! Ama gel gör ki ben oynamak istiyorum, hatta mümkünse kolbastı kıvamında zıp zıp zıplamak. 

Aslında gündemi yakalamak konusundaki başarısızlığım beni bugüne getiren; ben bir konuya vakıf oluyorum, bir bakıyorum ki, gündem 180 derece açıyla yön değiştirmiş, sekiz nala koşan atlılarla dolu... Tam atın birini yakalayıp hayırdır diye soracağım, bir kelime bir işlem ile karşıma bir boş boş bakan çıkıyor: 

5ç*kürtaj(y+k)/d(bakım+grev) = irade

Çık çıkabilirsen denklemin içinden... 

Kendimi bir çardağa atıp, elimde kitabım Bağdat'ın Portakal Ağaçları altında keyfime bakacağım, bir gök gürültüsü ile kendime geliyorum. Ayağımda, yarım numara küçük ızdırap babetleri ve 5 yara bandı ile, çektiğim cezaya karşı direnişe geçecekken, protesto hakkımı çıplak ayak yağmur altında dans ederek kullanıyorum. Uzaktan gördüğüm polisin elindeki parlak cisme bir yerlerden aşına olan gözlerim kaçmaya vakit bile bulamadan yakalanıyor, belki de tam da bu esnada bir ses; "özsaygı" diye kulağımı çekmese, bedenimde söz hakkı olduğunu iddia eden ve üzerime tırmanan sümüklüböceğe elimin tersi ile vurma istediğimi köreltemeyeceğim: sümüklüböceği parmak uçlarımla tutup, otların arasına usulca koyup, yollarımı; oradan, olandan ve olacak olanlardan uzaklaştırıyorum. Arkama bile bakmadan yürürken, yollarımın hayatımın hiç bir kesitinde o sümüklüböcekle kesişmeyeceğini bilmek içime su serpmemi sağlıyor. Yağmur yağarken ağzımı açıp özgürlüğüme  bu yüzden bu kadar gururla bakabiliyorum. Karanlığa muhtaç örümceklere, sırf örebildikleri ağlar yüzünden hayran kalacakken güneşin bulutların arasından çıkması ile kendime geliyorum. Aydınlık her zaman karanlıktan iyidir!

Tembel bir gün için fazla kurgusal bir öğle arasını geride bırakıp, "iş akışı" çıkartmak üzere bir toplantıya, gündemin hızını geride bırakma pahasına, adım adım ilerliyorum. 


25 Mayıs 2012

Biraz Daha AZ

Ertesi Gün


Derdâdan geçme faslında fonda bir müzik olmalı der... Follia yazar... La Folia'yı bulur. Bütün ışıkları kapatır. Mümkün olsa sokağın lambalarını bile kapatırdı ya... Mümkün olmaz. Mutlak karanlığın içinden Derdâ'nın kelimeleri nota olup aksın ister... İstediği olur. O gece uykuya dalar; kitap hâlâ baş ucundadır.

Ertesi sabah evden çıkar.  Kitabı çantasına atar. Derdâ'nın Derda'sını nasıl bulacağı sorusu sileceklere dolanır, soru işaretine benzer bir önceki gecenin yağmur lekeleri, kalır camda. Bu hikayenin nasıl olup da ikisini karşılaştıracağını bulmaya çalışır kafasında. Yeniden bir öykü kurguluyordur aslında. Yol boyu kendince bitirir romanı. Kitabı ofise gelince çantasından çıkartıp masasına koyar. Akşam eve giderken yeniden çantasına... Sonra yeniden baş ucuna ve sabah yeniden çantasına... İkinci bölüme geçmek için sabırsızlanıyor gibi gözükse de bilinçli bir geciktirmeyi de planlıyor gibidir. 

Perşembe akşam üzeri, üstünde kolsuz bir gömlek ve elinde kitabı ile şiddetli bir yağmura yakalanır. O pazar gününden sonra güneşli ve bulutsuz gökyüzüdür omuzlarına yüklenen yük... Yağmurun şiddetinde. Kalkar omuzlarındaki. Yük.  Toplantı için davet edildiği binadan, toplantı saatini bile bekleyemeden bir mazeret uydurup ayrılır. Elinde kitabı. Üstünde incecik kolsuz bir gömlek. Ayağında bir sandalet. Islanır. Sileceklerin hızı arabanın hız göstergesi ile yarışır. Kazanan yağmur olur. 

Üstünü bile çıkartmadan bir kaç gün önceki sığınağına saklanır. Sarı üzerine belli belirsiz turuncu çizgileri olan battaniyesine... Kararan havaya bir ışık yakar, baş ucunda. Sadece o kadar. Derdâ'ya gülümser. Derda'yı alır koynuna... Derda, bir mezarlık çocuğu... Derda, bir erkek çocuk. 52 kişi üzerinden geçerken ve Derdâ, “Ne duruyorsunuz orada? Gelip bir şeyler yapsanıza! Ben buradayım, siz neredesiniz” Ha, neredesiniz?” diye sorduğunda... gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Buradayım" diyen adam... 

Nasıl bir hikayedir bu, nasıl bir yere vardıracaktır okurunu... Hangi soruları sorduracaktır son söz de söylendiğinde, neyin peşinden sürüklenecektir, bir hikayenin bu kadar dışındayken, bu kadar içine çekilen okur.     

“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği… İçine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?”

İçine attıklarını düşünür... İçinden taşanları, onu dinleyenleri... Başlayıp da bitiremediği romanları düşünür, başlayıp da sonunu kendi istediği gibi getiremediği anılar çıkar kitabın sayfalarından... Kulak asmaz hiç birine... O inatla okur kitabı... Bir solukluk canı kalmış gibi okur. Derdâ soluğunu kestiğinden beri aldığı en derin nefesi katar kelimelerin ardına. Rüzgar olur nefesi... Okur o hızla... Hikayenin nerede nasıl kesişeceğini kestirmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştur.... Nasılsa nasıldır... Kesişsinler de der... 

Yollar kesişirdi... Bazen bilir insan bazen bilmez, bazen farkında olur, bazen olmaz... Ama yollar mutlaka kesişir ve kader denen şeyin oluşması da ancak böyle mümkün olur:



“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar."

Onların yollarını kesiştirenin o yumrukla ilişkisini, Muhammed Ali ile ilgili belgeseli seyredene kadar asla bilemeyecektir. O akşam kitabı bitirdiğinde, televizyonu açar. Varlığından bile haberdar olmadığı bir kanalda, bir belgesele denk gelir... "Bütün zamanların en iyisi"ne... 




O gece de kitabı baş ucuna koyar. Bir mektuptur düşündüğü, bir mektubun,  son satırları:

"Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de,seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

Uykuyla uyanıklık arasında, saatler önce düşlere dalan, sıcağında huzur bulduğu sarılır bedenine, nefesi boynundayken iyi geceler öpücüğü  niyetinedir yanağına kondurulan soru: Bitirdin mi?

"AZ kaldı" diyebilir sadece.
"Derdâ AZ.. Derda... Çok daha AZ..." kalmıştır çünkü... 





görsel / google

24 Mayıs 2012

AZ - Biri Başlangıç Diğeri Son



"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…"

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağının üzerinde, A'dan Z'ye şöyle bir gezdirir parmak uçlarını... A'dan Z'ye bir şiddettir okuyacağı. 

"Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman..."

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağını açar;

"Nevzat Çelik'e..." denmiştir ilk sayfasında... Parmak uçlarını gezdirir Nevzat Çelik mısralarında;

Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız....

Donar zaman, bir pazar gününün yağmura teslim sessizliğinde dolanır düşünceleri... Okumak ister bir solukta Derdâ'nın hikayesini... Okur da... Bir solukta. Ama durur bazen, kapar kitabı göğsüne, düşünür onu durduran cümle üzerine:

“Böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki!”

O cümle sonrasında yaşadığı ama yok saydığı günlerdir onu kovalayan... Kaçar, kapar gözlerini, zihnini yağan yağmura bırakır, sele kapılıp gitsin ister, ama insanın yaşadığı şeyler, öyle bir anda yok olmaz...

Yatırcalı gibi düşüverir koltuğundan... Kaldığı yerden devam eder AZ... Bir battaniye üzerinde boylu boyunca serilir kelimeler, kapı çalsın istemez, ses olsun istemez, Derdâ'nın şiddetinde titrer bedeni. Soluksuz kalır okurken... Son nefesinde dahi okumak ister gibi çevirir sayfaları. Gece olur, ağrı gibidir şiddet, geceleri daha çok sersemletir... Ama yine de düşürmez kitabı elinden, ya kelimeler düşüp de gidiverirse diye korkar...  Küfrettiği de olur, içinin cız ettiği de... Sövdüğü de olur, acaba diye sorduğu da... Parmakları bile acır sayfalar geçip gittikçe... Yağmur şiddetini artırır... Camdan dışarı bakar ilk bölüm bittiğinde... Bir isimdir hafızasını kurcalatan: Marquis de Sade... O da kim der, Anne gibi... Google sessiz bir tanık gibi döker kelimeleri...

"Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir."

Okudukları ile sarsılan bedenini, battaniyenin altından güçlükle kaldırıp, kitaba ayraç koymadan kapatır kapağını, mutlak karanlığa gömer kelimeleri... Sürüklenip gittiği Derdâ'dan Derda'ya ulaşması için zamana ihtiyacı olduğunu fark eder.  Yatağa uzandığında kitap başucundadır. 

Uykuya dalmadan hemen önce sağ eliyle kalbini kapatır, korumak ister gibi... Büyüyemeyen yanını yorgan yapar kendine, korkularını yastık... Kapar gözlerini, insanın göremediği şeylerin yok olmayacağını bile bile... Düşleri perde olur geceye... 

"O andan sonra, evde, baskın elementi acı olan kimyasal bir tepkime gerçekleşmiş ve Stanley'nin büyümesi durmuştu. Büyümeyen bütün insanlar gibi kurduğu hayallerin içinde  yürüyen Stanley'nin ayağı bir çukura girip de tabanı gerçeğe deyince canı yanmaya başlamıştı. Yaşı ilerledikçe ve büyüyemedikçe o can yanmasını daha da çok hissediyordu. Bu yüzden o çukurları, Finsburry Park metro istasyonunun girişinde duran, Kara T. diye bilinen ve gerçek adı Timur olan on dört yaşındaki bir çocuktan aldığı eroinle kapatıyordu. Gerçeğe düşüp bir yerlerini kırmamak için. Özellikle de kalbini."



görsel / buradan 

22 Mayıs 2012

Güzel Bi'şeyler

Geçtiğimiz hafta bir sürü, ama bir sürü güzel şey oldu... Hepsini yazacaktım, özenle fotoğraflarını çekmiş, anının gelmesini bekleyen kelimelerimi hazır bile etmiştim. Ne mi oldu: "Öküz..." Evet, bir öküz bütün güzellikleri silip, geride kendini bıraktı, bir de havada asılı kalan, "öküz olmak lazım bu hayatta" çığlığını... 



Geçen hafta üniversite şenlikleri nedeniyle pek bir şenlikliydik doğrusu, yoksa şenlikliydim mi demeliyim. Bir kere serbest kıyafetle işe geldim, gece yarılarını bekledim, çocuklarla "Beyaz" çılgınlığının dibine vurdum, romanlarla göbek atıp, türkülerle coştum. Boğaziçi Caz Korosu ile düşlere dalıp, Feridun Düzağaç konserinde gerçeğe vardım.  Gizli saklı bira, şarap içip, hafif meşrep esprilere kahkahalarla güldüm. Kısaca geçtiğimiz ayların stresini -20li yaşlarıma geri dönüp- bir güzel içimin kapılarından kovdum. Köşe başında iki dirhem bir çekirdek beni bekleyen sorunlara kulaklarımı tıkadım. Serzenişlerini sırtına yük edinmiş arkadaşlara bir güvenlik şeridi çektim ve uzak durmalarını söyledim. Kendime ait, kendimce bir haftanın keyfini sürdüm, öyle ki, bana takılanlardan her biri, sadece bir gece erken gitmem gereken şenliklerde hiç eğlenemediklerini, enerjime ihtiyaçları olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler, böylece cumartesi gecemi de 20li yaşlarımın son demlerinde geçirdim. İyi de ettim. Bu hafta başı bir arkadaşım şöyle dedi, "Ne oldu sana...", "Ne olmuş ki..." dedim. "Gençleşmişsin, cildin parlamış, gözlerin ışıl ışıl..., aşık mısın?" Gizemli bir gülüşün ardına sakladım yalnız kendimin bildiği gerçeği, ucu açık bir kelimeyi orta yere bıraktım: "Evet..." Ardıma bile dönüp bakmadım. Hayata aşık olmayanın beni anlamayacağını keşfedeli epey zaman olmuştu. Ben şanslı bir kadındım. İçimdeki çocuk, bir haftalığına da olsa dışarı çıkmış ve ilk gençliğin heyecanlarında, biraz sorumsuz, çokca heyecanlı günlerin tadını doya doya yaşamıştı. İyi ki dedim kendime, iyi ki kırabilecek zincirlerim ve cesaretim var...



* Bu arada yazıyı bitirince fark ettim, "öküz" o kadar da sinirimi bozmamış olma ki; anlatmayı unutmuşum. Merak edenler için anlatayım, pazar gecesi evden çıkmam gerekiyordu, araba ile otoparkın çıkışına geldiğimde bir araba tam da otoparkın kapısına park etmişti. Bir kaç dakika bekledim, etrafıma bakındım, geç bir saat olduğu için önce kornaya basmaya çekindim, ama sonra zaman daraldığı için bir iki kere kornaya bastım. Camlara kapılara çıkanlar oldu, utandım. Polisi aradım, trafiği aradım. Memur bey şöyle dedi, kusura bakmayın arabanın kaydı yok, siz en iyisi bir taksiye atlayıp gidin... Nasıl olur dedim, bu adama hiç bir şey yapılmayacak mı? Yok dedi, yapamayız, trafiğe engel bir durum yok. Nasıl olmaz dedim, kendi aracımla otoparktan çıkamıyorum. Hanfendi dedi, biz trafik kazalarına gidiyoruz, binin bir taksiye nereye gidecekseniz gidin.... Peki memur bey dedim, sizi meşgul ettim, öküz olaydım da aramayaydım, kendi adalet düzenimi kendim kurup, lastiğini falan patlataydım, nasılsa öküzlere bir şey olmuyor bu memlekette. Öküz olmak lazım bu memlekette... diye son bi kez bağırıp, arabamın kapısını havaya çarptım. Öküz olamadım, arabamı gerisin geriye park edip, evime çıktım, Hakan Günday'ın AZını okumaya devam ettim. 2 saat kadar sonra egzosunu patlata patlata uzaklaşan arabanın sesine güldüm... bazen hayatın hazırladığı süprizlere temkinli yaklaşmak gerektiğini kapı çalınınca bir kez daha fark ettim. Olanı biteni sığındığım sıcaklığın içine gömdüm. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile uykuya dalmış olmalıyım ki, sabah sabah yağan yağmura bile şükrettim. 

18 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Güzel Bi'şey




karardığında gökyüzü
sen kapının çalmasını bekle
güzel bi'şey hazırlar her zaman hayat
şükretmesini bilene




17 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Merak





hayatın büyük gizemini
küçük detaylarda yakalayanların 
ödülüdür
gülümseyerek yaşamak


15 Mayıs 2012

Siz Bilmezsiniz Belki Diye...


Bazı insanlar kelimelerle mucizeler yaratır... 
Ve bazı insanlar o mucizelere kapılıp hayatın içine açılan bir kapıdan geçer.







Siz bilmezsiniz belki diye, bir kaç satır karalamak istedim üzerine. Aslında niyetim gittiğim oyunu kaleme almaktı. Ama insan çok iyi yazan biriyle tanış olunca kaleme almak zor oluyor bazı şeyleri. Mesela ben bir yazarı şahsen tanısam yeltenmem şuradan düz yazı ile dert anlatmaya, hele de bir şairi tanısam böyle etiyle canıyla hiç isim takar mıyım yazdıklarıma "şiir tadında" diye... Yemek meselesini ise hiç değinmiyorum. Yemeyi severim, yapmaktan daha çok. Hoş mutfaktaki becerilerim de fena değildir ama ne haddime tarifli yazılar yazmak mutfağı kendine meslek edinmiş biri ile kıyaslandığımda. 

Efendim bu sezon perdeler kapanmadan bir oyun daha izleseydik diye gittiğimiz tiyatrodan elimde kelimeler ile çıkmış, klavyenin başına oturduğumda da döktüreceğim cümleleri, bir saatlik yürüyüşün içinde 3 aşağı 25 yukarı planlamışken, "durrrrr" dedi bir ses. 

Tahmin ettiğiniz üzere iç sesim... "e be kadın, ne yazacaksın ki fukara kelimelerinle bu oyun* üzerine" dedi. Dedim "haddini bil, elbet bizim de kelamımız var" dedim ama, e bir ama gelip takıldı işte o anda hevesimin kursağına. Ben en iyisi dedim, yazmayayım bu oyun üzerine, onun yerine dedim oyunların üzerine yazılmışları okumak konusunda meraklılar var ise, ve ola ki haberleri yok ise, hani bilmemiş, duymamış, okumamışlardır belki diye... onları haber edeyim istedim. Bir nevi sosyal sorumluluk benimkisi... 

Efendim eğer tiyatroya düşkünseniz, oyun, oyuncular, dekor, müzikler, sahne, ışık, izleyicide kalan etki ve daha bir çok detay hakkında izlemeden fikir sahibi olayım ya da izledikten sonra " ee vardı bizim de eklemek istediğimiz üç beş görüş" diyenlere, şiddet yansılı olmadığımızdan, ısrarla okumalarını tavsiye edeceğim bir bloggerdır kendisi... 

Valla seviyorum diye -severim o ayrı da- okuyun, okutun, takibe alın demiyorum. Siz bir okuyun, sonrası size kalmış. Unutmadan... bir de yazmadıkları konusunda ısrarcı olun. 



* "bu oyun"dan kasıt, "Bu da Benim Karım" oyunudur. Görsel önerdiğim blogger'ın son yazısından alınmıştır. 

14 Mayıs 2012

Dağ Başını Duman Almış




Bu blogu okuyup da benim dağ evine düşkünlüğümü bilmeyen yoktur. Mesela bir yazım vardır; "eski bir sobanın başında oturdum ve düşledim" diye... Dağ evinde yazılmıştır.  "asma yaprağında sardalya rakısız olur mu" o dağ evindeki bir andan yola çıkılarak yazılmış bir başka anı-yazıdır. 

Şu girizgahtan da anlaşılacağı üzere haftasonu dağ evindeydik. Malum anneler günü... Güneş yüzünü göstermek konusunda "geçmiş zaman yeni gelini"... Bir naz bir naz... İlk iş soba yakıldı. Meşe odunlarının gürül gürül sesi ile çam kozalaklarının çıtırtısı birbirine karıştıkça, anılar bulutu sarıyor efkarımı. Hüzünlü anlar konusunda çömert davranan akıl, iş yüzü güldürenlere gelince, şu yeni gelinden bile beter...Havanın ha yağdım ha yağacağım külhan beyliğine bir omuz kıvırıp, yan yan bakıyorum gözyüzüne... O benim ne demek istediğimi anlıyor; göz kırpmasından anlıyorum.

Masayı ön terasa kuruyoruz. Çatının kenarına yuva kuran kuşun yavruları çığlık çığlık... Anne telaşla pır pır kanat çırptıkça, yavruların sesi yükseliyor... Bizden korkusuna sortiler sıklaşıyor ama bir türlü yuvaya o gaga ucundaki solucan bırakılamıyor. Hal böyle olunca pılıyı pırtıyı toplayıp içeri geçiyoruz. Evin babası gazetelerini soba çıtırtısında okuyacak.  Biz de yani evin kadınları da bu sürede yavru kuşların beslenmesine izin verip salata hazırlıklarını, tek çeken radyo kanalı olduğunda TRT'nin acıklı anneler şarkı geçidi ile tamamlayacağız. 

"Annemmm, annem, sen üzülmeeeeee" 

"Yahu yok mu eğlenceli bir şarkı anneler gününde..." Elimde taze soğanın kokusu gidip kapatıveriyorum radyoyu tek bir hareketimle. Havam pek yerinde... Diyeceksin ki radyoya ne... Neyse ne... 

Radyo susuyor ben başlıyorum sabah sabah ağzıma yapışıp kalan türküye:

"Ben derdimi hangi dağaaaaaa, yüreğimi hangi suyaaaaaaaa"

Annemin sesi ile geliyorum kendime: "Ne iyi oldu radyoyu kapattığın

Herkes susuyor; bir tek kuşların cıvıltısı, rüzgara teslim ahlatın hışırtısı ve sobanın gürültüsünün ahengi kalıyor geriye. Herkesin içinde kendinden büyük bir huzur, yayılıyor ahşap evin sincap tarafından kemirilen kütüklerine.

Salatalar da tamamlanınca, terasta mangal yakılıyor yelleye yelleye... Sofra hazırlığı neşeli bir telaşa dönüyor kısa sürede. Yüzü güldüren kadehler bordonun en güzel rengi ile boyanınca, bir damla gözyaşı, yürek dolusu bir kahkaha ile kuruluyor temenni cümleleri, "en bi çok sevilen" fedakar cefakar anneye...  Annem kardeşimin eski tişörtünden diktiği el bezine sarılıp, "oğlum da yanımızda" diyor, göz yaşını saklayıp kendine, kendince gülümsüyor bize. Hepimiz özlemle kaldırıyoruz kadehlerimizi... "İyi ki sayıca az sevgice çok bir aileyiz" diyoruz. Mangal ben oldum diye bağırınca; taze soğanlar, biberler, domatesler közden alınıyor... Pul biberli, taze kekikli etler atılıyor bu sefer telin üzerine. 

Aniden ve hiç umut yokken güneş yüzünü cömertçe sergiliyor köyün üzerinde, bulutları dağıtan rüzgara ise laf yok; üzerimize birer yelek alıveriyoruz... Çiseleyen yağmura ve dağlara çöken sise hayranlık duyuyoruz. Gün giderek yoğun, bulutsu, özlemlerle dolu bir anıya dönüşüyor. Dağ evi, bir sezona daha kapılarını iyikilerle, kahkahalarla ve sevgiyle açıyor. Tatlı bir yorgunluğa katık ediliyor anılar. Her şey yerli yerine konuyor, elektrikler, sular kontrol ediliyor. Son bir bakış, ya bir şey unutursak endişesiyle...  Çöpün ağzı bağlanıyor; bir şeyi unutmadık di mi diye... Günler sonra bir dost sohbetinde hatırlanacak ve anlatılacak nice güzellliklerle kapatılıyor demir kapılar ağır ağır, gitmeyi hiç istemeyen ayakların direnişinde... Haftaya başka bir anıyı yeşertecek toprağa mıhlanıyor demir kapının demir çubuğu; "canı yanıyor mudur acaba?" diye ... Bir emeklilik hayali daha atılıyor toprağa tohum niyetine... Yola koyuluyor emektar dört teker, öyle ağır öyle dikkatle iniyor ki yokuşu sanırsın o da kalmak istiyor cennetin bu köşesinde...

Velhasıl okuyucu, seviyorum ben bu dağın başını, öylesine seviyorum ki, her defasında yenileniyor, güzelleşiyor ve umutlarımı yeşertiyorum bir dumanın gölgesinde... Yeşil kalmanız dileklerimle...



evin fotoğrafını bu bilgisayarda bulamadım, siz yukarıdaki fotoğrafla idari ediverin... görsel/deviantart 





28 Nisan 2012

Kaybolup Gitmez



Kaybolup gitmez hiçbir şey demişti son yazısında... 
Kaybolup gitmez yüreklerde olunca. 
İyi ki sarıldım sana can sufim, 
güzel yürekli dileğim, 
pamuk tontinim.
Aşkla...




görsel / deviantart

25 Nisan 2012

Sabah Sabah

Erken kalkmanın keyfini sürüyorum. Duş sonrası yapılan  gülümseten bir kahvaltının neşesi güne yayılacak gibi. Mutluyum. Hayatın bana sunduklarını anlıyor ve beni test ettiği durumlarda yılmadan ve hatta gülümseyerek yola devam etmeyi öğrendiğimden beri daha sakinim. Dün gece attığım bir mailde, "uzun ve garip bir hikayenin sonunda Bursa'ya geri döndüm." yazdım. Uzun ve garip hikaye parça parça da olsa bu blog sayfalarında bazen hikaye bazen bir şiir bazen sadece duygunun dile gelişi ile yerini aldı. Onca kelimenin arasına sıkıştırılmış olan an(ı)lar... Hepsi bugün, olduğu yerden hayata bakan Evren'in yapı taşları... İyi kilerim...

Geçen hafta raporlu olmanın verdiği rahatlıkla ve biraz da zorunluluktan uzanıp uzun saatlerimi; düşünme, yeniden planlama, hayal etme ve teşekkür etmek için değerlendirmiş oldum.  İyi de oldu. Böyle bir zaman dilimine ne kadar ihtiyacım olduğunu fark ettim. Hayatın keşmekeşi içerisinde nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Nefes almak... Yaşamak...

Sorularım her geçen yıl azalıyor. Hayatın sunduklarını cevap olarak kabul ediyor ve geriye dönüp soruları bulmaya çalışıyorum. Bunu bir oyuna dönüştürdüm. Steve Jobs bir konuşmasında, geriye dönüp noktaları birleştirin diyordu, cevaplar asıl orada.Orada olduklarını biliyorum, noktaları birleştirmeyi çocukken de çok severdim. Bazılarının içlerini boyardık, ben kendi renklerime boyamayı hep daha çok sevmişimdir.

Geçen hafta evde olmak ve küçük aptal kutuyla barışık olmamaktan kaynaklanan durum beni, daha da küçük ve aptallaştırma oranını teslim olmanızla orantılı telefon üzerinden internet kullanımına itti. İtti de ne oldu derseniz, birincisi hizmeti satın aldığım kuruma maaş kartımı göndermek zorunda kaldım. Ama beni asıl dertlendiren bu değildi. Blogger android telefon uygulamasının ülkemizde kullanılamaması yapmayı planladığım kutlama hevesini kursağımda bıraktı: Sokaklarımı, göğümü, içimi, dışımı renklere boyayan; aşkı, sevgiyi çiçek bahçelerine döndürmeyi başaran; "kocaman yüreğimin" duygu sellerine kapılmasına sebep "yürekli adam"a söylemek istediklerimi kelimelere bir türlü dökemedim.

Dinleyeceğiniz şarkıyı geceye bırakın derim;  hava kuzguni bir siyaha teslim etsin bulutlarını, güneş aya yansıtsın ışığını, yıldızlar eşlik etsin düşlerinize...
Hem belli mi olur, belki biri kayıverir siz sevdiğinizi düşünürken ve dilekleriniz gerçek olur hiç beklemeden. 




Au Di


dilerim
gökyüzüne saldığın balonların çoşkusunda geçsin günler



11 Nisan 2012

Kütük Amca, Tuş Bey ve Yörük Kadir Efendi



Aslında bir iş ziyareti bizimki; daha yola çıkarken isteksiz olan bünye, neden isteksiz olduğunu ispat etmek istercesine, "yel alıyor" - ki biz buna buralarda "cereyanda kalmışsın" diyoruz- ve kas ağrısından kıvrım kıvrım kıvranırken bana "istemiyorsam bi sebebi var" diyor. Bünye ile olan münakaşadan galip kalan kendim, gülmeye, karşıma çıkanlardan kendime bir şeyler katmaya ve en önemlisi kabullenerek olanı biteni, akıp giden zamandan keyif almaya bakıyorum ve günün sonunda "evrenden" ödülümü alıyorum. Fotoğraflı bir anlatımla epey eğlenceli olabilecek bu yazı için daha fazla beklemek istemiyorum çünkü kesinlikle kütük amcayı, tuş beyi ve yörük kadir efendiyi hafızamın derinlerine atmak istemiyorum. Gittiğim yerden bana kalanları sizinle paylaşmak istiyorum. Üstelik yaşadığım anlar bana, bazen bünye isteksiz de olsa, "sen akışa bırakırsan kendini alırsın evrenin ödülünü" söylemindeki akış ve ödül meselesini öyle bir anlatıyor ve hafızama kazıyor ki, buna burada yer vermesem olmaz.

İlk sabah biraz telaşlıyız, bir gece öncenin rötarlı ve uzun süren yolculuğu nedeniyle geç varılan otel odasına dar atıyoruz kendimizi. Sabah kahvaltı saatini sekiz olarak kararlaştırıp iyi geceler, iyi uykuları yastığa beş kala alan alsın hesabı havada asılı bırakıyoruz. Karşıdaki Tahtalı dağlara açılıyor göz kapaklarım, denizin uzanıp uzanıp değmeye çalıştığı ve benim baktığım yerden ulaştığı hissine kapılmam boşuna değil. Deniz mi yoksa dağlar mı bilmem ama çağıran sese kulak verip ayaklarıma bırakıyorum her şeyi. Yürümek değil de koşmak gibi bir hızla bir falezin üzerinden bakıyorum; ayağımın hemen altındaki deniz, gözümün ucundaki dağa kadar uzanıyor işte. Yanılmamışım. içimde uyanan his, bir kaç kulaç atıp ferahlamak. Bana nazire yapar gibi sırt üstü uzanmış adamın ahesteliğinde dinleniyor nefesim. Saat sekizi biraz gece varıyorum kahvaltı edilecek salona, aklım, yüreğim, hayalim ve daha ne varsa hepsi kıyıda... dalga dalga huzur yayılan suda. Belki de bardağı elime alıp kana kana içişim de bu yüzden. 

İlk ziyaretimiz Tuş Bey'e... Bize ayırdığı değerli zamanın farkındayız. Dikkatle dinliyor, "benim memurum işini bilir" tavrı ile başarılmış işlerden kendimize dersler çıkarıyoruz. İki gün boyunca o meşhur tuşa basılıp da ulaşılamayan bilgileri ikinci günün sonunda çok da önemsemiyor, bazı insanların kendilerini ne kadar iyi satabildiği kanaatiyle oradan ayrılıyoruz. 

İkinci günün öğle saatleri, kendine münhasır tavırları ile bizi kütük amca karşılıyor. Bağımsız çalışma hayatının ve pervasızlığının ona kazandırdıklarından bahsederken, savaşlar kazanıp topraklarını genişletmiş bir imparatorun muzaffer edasını görüyorum gözlerinde. Eskilerle yaşayan yaşını almış ve hayattan elini eteğini çekmek isteyenler  gibi sürekli geçmişten, geçmişteki "çat kapı" tepkilerinden bahsediyoruz. İşle ilgili beklediğimiz ayrıntılara zaman kalmıyor. Öğleden sonraya sarkan ziyarette, beklediğimiz ayrıntıların olmadığını görmek bizi hiç ama hiç şaşırtmıyor.

Son sabahımızda, iki gece farklı parklarında ve sokaklarında ve hatta meydanlarında gezmemize rağmen ve söylenen oydu ki bu güzergahlar en popüler  olanlarıydı, yerli halka rastlamak mümkün olmadığından -öyle ki, gittiğimiz bir bölgede neredeyse Türkçe konuşana rastlamak imkansızdı- nerede bu insanlar, evlerinden hiç çıkmıyorlar yargısı ile ayrılıyorduk kentten. Yörük Kadir Efendi bizi almaya geldiğinde bu durumun nedenini sorduk, gülmeye başladı, "kış günü" dedi, ki hava 26 dereceyi gösteriyordu, "kim gelir buralara, hem yazın da gülüyorum oralarda oturanlara", "alın mangalınızı gidin dağlara, yapın semaverle çayınızı, yiyin etinizi için çayınızı, oh mis..." buna benzer cümleyi ilk defa duymuyorduk. Anladık ki, yerlisi, turistik olmuş kendi kentine sahip çıkmayı çok zaman önce bırakmıştı. Onlar kendi buldukları gizli sığınaklarında çıkartıyordu o kentin onlara sunduğu güzellikleri.

Dönüş uçağında, "nasıl geçti teknik gezimiz" diye birbirimize sorarken, hepimizin aklında, işten çok, kütük amca, tuş bey ve yörük kadir efendinin kaldığını gördük. öyle çok güldük ki, bir ara gözlerimizden yaş bile geldi. Bol gülmeli, çekirdek çıtlatmalı, piyazlı, kiremitte balıklı, işten ve stresinden uzak 3 gün geçirmek öyle güzel gelmişti ki hepimize, ilk başta isteksiz olan ben bile, iyi kilerle dönüyordum köyüme.

İstanbul'a vardığımızda günlerin acısını çıkartmak için attık kendimizi, İstanbul Modern'e... Bolca sergi, bolca yemek ve keyif içkilerinden sonra, şu manzarada dedi bir arkadaşım, "ne yesen güzel gelir..." Bize çok güzel gelmişti, gördüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz... Dönüş yolculuğunun düş ülkelerinden birine varacakmış gibi geçmesinin sebebi belki de, "ne yesen güzel gelir" diyebilen güzel yürekli insanlarla bu yolculuğa çıkmaktı. İyi ki...





görsel/buradan bu görüntü kaldığımız otelden görünen manzaraya en yakın olduğundan bunu seçtim... Kendi çektiğim fotoğraflar belki bir başka yazıya kısmet olur. 

28 Mart 2012

Zaman Akıp Giderken




Çok şey oluyor aslında, çok şey hızla olup bitiyor... Bazen gülmelerin ardı arkası kesilmezken bazen ve ortada hiçbir şey yokken ağlamaktan içi akıyor insanın. Bazen şaşıp kalıyor insan, bazen donup... Bazen kanıksıyor ne olup biterse, ve bazen yine de inanmak istemiyor olup bitene. En çok da olup bitme şekline... Aldığı kararların sonuçlarından bazen köşe bucak kaçıyor insan, bazen kıskıvrak yakalanıveriyor hiç olmadık bir zaman diliminde. İnsan bazen çığlık çığlığa sarhoşken, bazen bağrış çığırış bir sessizliğin içinde çaresizken, bazen çağıl çağıl aşkla  yanarken, en çok da kendiyle baş başa kalmışken duyuyor içinin sesini. Dinlemeye vakit bulamadığı da oluyor, duymazdan geldiği de... Duymak işine gelmiyor çoğunlukla ve sıklıkla kulak ardı ediliyor iç sesler... Sonra zaman akıp giderken çıkıveriyor karşısına geçmişinden bir manzara, seyrele gönlüm oluyor insan, seyrele vakti zamanında yapmadıklarını, en çok da yaptıklarını... Bir bir görüyor insan, bir bir anlıyor, bir bir duyuyor, bir bir akıyor yaşları, bir birine karışıyor kahkahaları... İnsan büyüyor. Bazen 40ında, bazense çocuk yaşında. Hayat diyoruz her seferinde, bazısına gülüyor başında, bazısının kısmeti sonlarında... 

Ben bugünlerde beni zenginleştiren bir uğraşa kaptırdım kendimi... Pinterest'te dolanıyorum sıklıkla. Bilmediğim kentin sokakları gibi... Keyifli bir keşif yolculuğu. Dingin bir yol. Neden yaşıyorum, neyi seviyorum, ben kimim, beni ben yapan ne... insan galiba hep sorduğu soruların cevaplarını arıyor ve bazen hiç beklemediği bir yerde fotoğraflar ona olanı biteni resmediyor... İyi ki...



20 Mart 2012

Dalıp Gitmek

Aslında çalışmalıyım... Ama nedense aklımın bir ucunda ve yüreğimin orta yerindeki kişiye "seni seviyorum" dediğimden beri, bir yanılgının içinde olup olmadığımı sorgulayan kendimle binanın sessizliği arasındaki boşluğa sığınmak ister gibiyim. O nasıl bir boşluk dersen; sen bağırıyorsun, sesinin yankısı her seferinde sana dönüyor, ama sessizlik öylesine derinki aslında ses sana gelene kadar boğulup kalıyor ve sen o boğulma sesini kendi sesin sanıyorsun, oysa ki geri dönen tek şeyin sözün söylediği o anda, çarpıp da geri gelen dudak altı bir sessizlik olduğunu da çok iyi biliyorsun.

Bir gemi düşün sonsuz denizlerde, ve aniden, sen ona bakıp da düşlere kapılmış bir martı gibi süzülürken, o koca gemi, o koca cüssesi ile denizin orta yerinde, aniden, hiç bir şey yokken, yani bir fırtına mesela, evet, bir bir fırtına bile yokken kaybolsa... Geriye ne kalır? Boşluk! 

Kelimelerime öyle bakma, pek ala sen de biliyorsun ki, kafam böylesine karışık olduğunda imgelemler, rüyalar ve düşünceler birbiri ile uyumlu olamıyor. Yaşadığım his garip, söylendiği an, söylenirken ki his... Ve o garip suçluluk duygusu... Öylesine elle tutulabilirdi ki... Bunu bana anlat dersen; sen bağırıyorsun, kelimeler ağzından çıktı sanıyorsun ama meğerse çıkmıyormuş. Duvara vuruyorum sanıyormuşsun da, aslında duvar falan yokmuş. Biri oturmuş göğsünün orta yerine, biri gelip boğazını sıkmış, sen öylesine çırpınıp, bağırıp, öylesine duvarları yumrukluyormuşsun ki, sesin kısılmış, parmakların acımış, takatin kalmamış. Oysa her şey bir karabasanmış. 

Evet! Suçluluk duygusu bir karabasanmış, gerçek olan o boşluğun hiç dolmayacak olmasıymış. Ne anlatmak istiyorsun dersen, ki deme, n'olur deme... Diyelim ki dedin, ben susardım biliyor musun? Susar ve ağlardım... 


***




Bir "trans siberian" belgeseli sonrası, okunmuş bir yazıya istinaden, söylenmiş bir sözün yarattığı his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklıdır. Ve yukarıda okumuş olduğunuz karmaşa, bir yüreğin çırpınışıdır. O geziye bir gün mutlaka gidilecektir. Gezi boyunca yürekte taşınacak his... "Sen ne güzel bir adamsın" diyen kadının gülümsemesinde saklı olacaktır. O diyarlar gönül gözüyle görülecek, o şarap gönül sesiyle dinlenen bir şarkı ile yudumlanacaktır. İyi ki...


görsel / buradan 


19 Mart 2012

4 Hikaye



1. Hikaye
Yıkadı balkonu kadın, bir kova su ile. Balkon, hikayeleri yazdığı yerdi. Serindi. Yuvarlak iki saksıda ortanca biri pembe ve mavi ve balkon kenarında salkım sardunyalar, pembe çiçekli. Oturdu kadın balkona, sadece hislerini yazsa yeterdi, sadece gelip geçeni yazsa... Aldı eline rakı kadehini, kaldırdı havaya. Şerefe dedi hayata...




2. Hikaye
Dört kişiydiler, en küçük için iki abi, bir abla vardı masada... Oturdular, tatlı telaşlı ellerin hazırladığı masanın etrafına. İki bina arasından görünen denizi ve batmakta olan güneşi katmerleyen, radyoda çalan, eski zaman aşklarını omuzlarında taşıyan şarkılardı. Gece, kendi hızında yavaş yavaş akarken, sohbet koyulaşıyordu. Hayattı konuşulan ve hayattaki beklentiler üzerine anılara yolculuklar yapıldı.

Kadının aklına düşmeseydi adam, daha da güzel olabilirdi o akşam. Uzun süre, 'ille de sen' diyen Doğulu şarkısını mırıldandı aklı. Kurşun adres sormuyodu ki, yakıp da gidiyordu en derinden, depremlerdeydi yürek, yangınlarda, öylesine çaresiz... Rakısından bir yudum aldı, senli benli oldukları günler içindi. Sonra abilerden birinin, hemen yanında oturan ablaya tutkuyla bakışını yakaladı. İçinde bir yer sızladı. Gözünde bir damla yaşa dönüştü. Kimse görmeden parmağının ucuyla sildi. Büyük ihtimalle, hayal etmek, ayrılığa, uzaklığa, yokluğa dair olduğu için, o gecenin sonunda, aşkına sarılarak uyuduğunu hayal etmekten o gece vazgeçti.


3. Hikaye
Evli iki çocuk babası bir adam ve iki evliliği de mutsuzlukla sonlandırmış ve anmak bile istemeyen, boyu kadar oğluyla babadan kalma evde tek başına nefes alan bir kadın. Oturdular bir balkonun, gökyüzü gören kenarına. Ellerinde bira şişeleri, koyu sohbetin konusu: Aşk...

İkisinin yüreği de aşka dönük ama ikisinin de bu konuda şansı yok. İçiyorlar, bir kadının aşık hallerini anlatışından duygukları heyecanı ortak edip kederlerine. Kadın bir ara, senin gözlerin çok güzel diyor. Oysa, kendi gözleri yeşil mavi, güzel dediği gözlerse, duru bir kahverengi. Birininkinde hüzün var, diğerinde ise aşkın parlaklığı. Yudumlarken biralarını, gecenin sessizliğine karışıyor, sessiz çığlıkları. Herkes bu gece tek başına uyuyacak, gece az sonra bitecek. Herkes kendi yalnızlığında, yaşanmışlıkların ağırlığında kendi kabuğuna çekilecek. Gece sabaha zorda kalmasa hiç varmayacak.




4. Hikaye
Gece saatler vurmadan daha onikiye, içindeki sıkıntı belki de uçup da gider diye, oturdu balkona tek başına bir kadın. Elinde, buzlu bir ahudululu votka, yıldızsız gecede yaktı bir sigara. Açtı msn'in küçük ve boş ve beyaz ve karşılıksız penceresini... Başladı yazmaya, içinden geldiği gibi, sansürsüz ve endişesiz...

içimi dökmüştüm, biraz taşmış galiba, batıp çıkmış buralar

uğramazsın ya... hani uğradığında şaşırma
yalnızlık kafa bulantısı yapıyor akşamlarımda
rakıyı buzsuz severim ben bilirsin
geceyi sensiz değil ama
yüzünü görmemişim kaç gecedir
bir yıldızı bilmişim sen diye
bu gece o da yok iyi mi...
öyle karanlık, sanırsın zifiri
bir de serin, yakıyor insanın nefesini
şimdi burada olsan ki yoksun
ve yakın zamanda olman da mümkün gözükmüyor
içmeyip de ne yapsın bu garip tek başına
yalnızlığını alıp karşısına

oysa dostumdun sen benim
şarkılar dinleyip
uykulara daldığım
ve sevgilimdin
sabahlara seninle uyandığım
şimdi ne yıldız var ne sesin
bir rakım var buzsuz
bir de hüznüm bulutsuz


***

Yukarıda okuduğunuz satırlar yazılıp da atılmışlar bir kenara, istemedim orada kalsınlar. 
Burada olsunlar istedim, kişisel yazın serüvenimin bir ucunda...

***


görseller / 1. balkon / 2. balkon / 3. balkon / 4. balkon

14 Mart 2012

Saat Beş Mektupları - IV





Canım Evren,

Bu aralar çok gergin, hayata karşı öfkeli ve kırgınsın... Ne oldu ki, bunu seçen sendin. İstedin, yaparım dedin, ben hallerim dedin, tamam dedin, peki dedin. Hayır, nereden çıktı şimdi. Yetti artık, da neyin nesi... Çok veriyorsun diye, çok alacaksın diye bir kural yok. Biliyorum, senin de çok bi'şey istediğin yok. Sadece birazcık senden yana olsun istiyorsun hayat... Kendini şımartmayı öğrenmiştin ya... Ne oldu, yetmiyor musun kendin kendine... Hem nedir derdin, sen istedin, senin oldu. Şimdi mi aklın başına geldi. Seni bazen anlamakta ben bile zorlanırken, bir başkasının seni anlamasını nasıl beklersin. 

Beklenti... Yine ele geçirdi değil mi seni... Biraz sakinleş, biraz uzaklaş, biraz dışarıdan bak kendine... Kibre giden bir yol seninkisi... Hazır yol çatallaşmışken otur bir taşın üzerine, uzaktan bir bak kendine. Seviyor musun bu halini... Onaylıyor musun... Bir başkası senin yerinde olsa, yaptıklarını yapsa... Bence de onaylamazdın, bence de aklını başına devşir derdin, bence de bir parça soğurdun ondan...

Belli ki günlerdir, erkenden yatmanın ama uyuyamamanın, gördüğün rüyalardan sonraki huzursuzluğunun ve sabahları yağan yağmura çemkirmenin sana anlatmak istediğine kapadın kulaklarını. Ama aç... Kendi kendine dürüst ol. Kendini dinle... Kendine artık bir çeki düzen ver. Senin herkesten beklentin varsa, ki var biliyorum, benim de senden beklentim bu. Kendine dürüst ol. Beklentilerinden arın. Yalın bir evren ol... Yalın ve önce kendine dürüst!


Senin,
xxx


Kısa Not: Seni seviyorum. Hep.


09 Mart 2012

Yarın Kalan Söylenişler



Sabah sabah içimde bir sızı... Karşıdan gelen sesin, sonunda! biliyor musun (...), demesinden hemen sonra oluştu. Nedensiz değil. Nedenini kendime söylemek istemediğim bir hal benimkisi... O bunu biliyor. Bunun beni, üzerinden ne geçmiş olursa olsun, ne kadar geçmiş olursa olsun acıtacağını da. Ben kendi yolumu çizmiş olsam da, Onun içimde bir yerde halen ortanca bahçelerine açılan bir kapısı var ve o kapı ben nefes aldığım sürece hiç kapanmayacak. O, bunu da biliyor.
O kapıdan esen bir rüzgarın beni üşütmesiyle döndüm geçmişe... Yarım kalan söylenişler, dedim... Yazıldıkları halde kalsınlar istedim. O nedenle buradan sonra okuyacağınız kelimeler yanlış yazılmış olabilir, cümleler anlamsızca orta yerinde kesilmiş olabilir. Söylemeye çalışmak kendi içinde tutarsız olsa bile, meramını anlatmak isteyen birinin ardı arkasına, nefessiz kalırcasına konuştuğunu düşünün... Dinlemek becerisine sahipseniz, söylenen onca kelime arasında sıkışıp kalanları da çıkartabilirsiniz... Çünkü sevmek zamansızdır... Çok güvensen de, için sızlar bazı gidişlere...

***

Dün akşam yazdığım yazıyı ona gönderdim, biliyorum hiç tarzı değil, okudu da ne düşündü bilemem ama tepkisi öyle pek de coşkulu olmadığına göre... Genel ruh halinin yansıması da olabilir tabi, sonra bana, sen ekstrasın dedi, 13+1. Gülümsedim. Bir şans olabilir miydim?

***

Uzun bir mektup yazdım, duygumu anlatmak için, o gene kendince önemli olanı çıkartmış ve onun üzerine yazmış sadece. bunu gördüğüm halde neden dönüp arkama gidemiyorum sessizce, gene neden sonu farklı olur belki diye inat ediyorum, biri bana söylese... içim acıyacak gene, biliyorum. biliyorum, mesele sık aranmak değil kimin o sıklıkla aradığıdır aslında. bazen haftada bir aranmak yeter bazense az gelir gün içinde 5 kere konuşmak. dedim ya kimin aradığında saklıdır sihir... 

***

Dün akşam uzun zaman sonra, Genco Erkaldan Kerem Gibi, Nazımla 35 yıl, seyrettim... Şanslı bir çocuk olduğumu fark ettim bir kez daha ve teşekkür ettim hayata, beni bu yoldan ilerlemek konusunda, doğru bir kapı önüne bıraktığı için. Belki herşey beni getiren leyleğin tercihleriyle şekillendi, orasından çok da emin değilim. Akşam oyunun çoşkusu ve heyecanı ile eve gelip de, onu arayıp bulamamak, içimi burkmadı, heveslerimi söndürmedi desem yalan olur. Üstelik bugün sabahın 10u itibarıyla da aranmadığım düşünüldüğünde, ya da herhangi bir mesajın olmayışı içimi kemirmiyor desem daha büyük bir yalan olur. Zamana bırakmak, zamanın getirdiklerini, keyfiyle kederiyle yaşamak, akışına bırakmak hayatı ve dilemek sadece içinden geçenleri, belki onlara kavuşmanın en zahmetsiz ama sabır gerektiren yoludur. Diliyorum ki, biraz daha sabırlı olmayı öğrenecek bu ruh, bu yürek, bu akıl zamanla... 

***

Konuşma sürelerimiz gitgide kısalıyor, ben paylaşmaya çalıştıkça senin koşar adım kendi dünyana dönüşüne, içerlemiyor değilim, ama bir yandan da kendimi bu ilişkinin yeni biçimine alıştırmaya çalşıyorum. Kimbilir belki "uzaktan" sevmenin doğasında, farklı bir ritmi yakalamak da mümkündür. 

***

Elimde değil, arıyorum seni, sesini duymak, iyi olduğunu bilmek, yanında olduğumu hissettirmek istiyorum. Sen, soğuksun, ne zaman içimi ısıtıp seni arasam, üşüyorum. Çok üşüyorum. 

***

Güne iyi başlamak çok zor değil aslında, çok zor değil gülen bir sesle merhaba demek, için kan ağlasa bile... Hani sadece o var diye, hayatında, ki bazen yetmez bilirim, gene de gülebilir insanın sesi, ümitle... 

***

İnan çok zor değil biliyor musun, en azından şöyle düşün, sen aşık olmuşsun, adam da sana. Uzaktasınız ve bir o kadar yakın aslında. Her sabah, bir günaydın konuşması, çok uzun değil, belki çok kısa, ama hayat akıyor saniyelerce ve uzanıyor güne, yayılıyor ister istemez dudağındaki gülümseme... Aylar sonra, sen bütün bunlar olmazken, giyinme dolabının hemen önünde, ne giyeceğim şimdi ben diye iç geçirirken, yakalıyorsun içindeki hüznün sebebini ve sarılıyorsun telefona, seni neyin üzdüğünü söylemek isterken, adam şöyle diyor sana, "sanıyor musun ki, o sabahlarda, koşarak ve heyecanla geliyordum ben telefona"... İnan bunu duymaktan daha zor değil, gülen bir sesle merhaba demek. Dene... Kimse seni sevmiyorsa, sen kendini sev. Başkasını sever gibi sev. Bak bakalım o sevme biçimi mutlu edecek mi seni. 

***

Sevildiğini hissetmek, sesinin duyulduğu anda mutlu olacağını bildiğin bir sesi aramak, aradığında o sesin mutlu olduğunu fark etmek... Aşk böyle olmalıydı... 

***

Biliyor musun sesinin tınısı seni seviyorum demiyor artık... daha çok bıkkınlık var sesinde, bir de tekrar başladı diye bir pişmanlık... büyüsünü kaybetmiş gibi aşk, belki de olmadığını anladın da söyleyip kırmak istemiyorsun... bilmiyorum... yüreğimin hissettiği tek şey, "uzak" oluşun...





08 Mart 2012

YARIN YOK!



Bazılarımız için yarının bugünden bir farkı yok... 
 Bazı kadınlar içinse ne dün vardı, ne bugün olacak... 
 Ve bazıları yarını hiç yaşayamayacak!



Vefa



Nerdesin diyor yüzünde kızgınlıktan çok mutluluk ifadesi ile doktor hanım... O anda dönüp kapıya bakıyorum, gözleri yaşla dolu bir genç kız. Henüz 29'unda. Kalbinin atışını oturduğum muayene masasından bile duyuyorum: Gözleri nasıl da ağlamaklı.Telefonumu bırakmıştım diyor genç kadın. Ulaşamadık diyor doktor. Heyecanla Doktor Bülent aranıyor, hasta geldi diyor Dr. Nimet; sesindeki umut, coşku sürekli dinlemek isteyeceğiniz mutluluk melodileri sanki. Gülümsüyorum adını bile bilmediğim kadına, o anda orada olmakla, bir insanı tekrar hayata döndüren bir haberin değerini keşfediyorum. Hayata daha bir sıkı tutunmak gerek, görüyorum. Şükrediyor ve gökyüzüne bakıyorum.

Hastaneden çıkınca, uzun zamandır tanış olduğum şimdilerde yüzünü pek de görmediğim abibin arkadaşına uğruyorum. Her zaman yemek yediği yerde denk geliyoruz önceden tahmin edildiği üzere. Üç beş kelimenin belini kırıp, bir çorbanın tadına varınca hadi gel diyorum konuşalım birazcık. Mesele büyük... Beni aşar ama ucundan kıyısından tutmak lazım bazı dostlukların. Bazen bir tutkal olmak hayatta. Kendini hayata tutturacak tutkalın kendine yetmese de bazen başkası için denemek gerek bir kere daha...

Yola çıkıyoruz, arabayı yerleşkenin dışındaki köy yoluna sürüyorum. İlk kasabadan çıkarken konu hala aynı; havadan sudan, oradan buradan. Bir amca el ediyor. Aniden durduruyorum arabayı. Amcaya soruyorum: nereye... İrfaniyeye gidecekmiş, Az ilerde bir köy. Vaktin var mı diyorum, var diyor. Amcayı alıyoruz arabaya. Sohbet dönüp dolaşıp, iyi yüreklere geliyor. Çocukların onu bırakıp gittiğinden dem vuruyor. Köyde toprak çok ama bakacak yok diyor. Anlamadığımız bir dilden konuşurcasına devam ediyor. Vefa kalmadı diyor. Toprağa vefa kalmadı ki, insana olsun. Az ilerde durun da köy kahvesinde bir çayımı için diyor. Sonra uğrayalım diye söz veriyoruz. İşe geç kaldık.

Dönüş yolu açılıveriyor konu: Vefa. Yüreği kırgın belli. Nasıl tekrarlayarak anlatıyor olanı biteni. Safraların atılmamış diyorum. Akşama içmeye karar veriyoruz. Bir kaç telefon görüşmesi ile artık on kişiyiz. Salaş balıkçıda buluşulacak. Keyifle yerime dönerken amcanın sözleri çınlıyor kulaklarımda: Toprağa vefa kalmazsa insana hiç kalmaz...

Merdivenleri birer birer çıkıyorum.Kafamdaki işleri yerine koyduğumda odamın kapısında bir not fark ediyorum. Vefasız. Kaçıncı gelişim. Bu son haberin olsun. Kaderin bana ulaştırdığı nota gülümsüyorum.


Ocak/2010




görsel / buradan

07 Mart 2012

Geceyi Bölen Ses




Oturduğum masadan geceyi seyrediyordum göz ucuyla, bir eli işte bir gözü alacalı karanlıkta olan gözlerim ve  yorgun parmaklarıma söz geçiremememin suçunu günün yorgunluğunda arıyordum. Gaipten gelen bir saksafon sesi, dinmek bilmeyen arayışımın sesi gibiydi: biraz hüzünlü biraz buğulu bir ağlayış...

Kafamı sesin geldiği yöne doğru uzattım. Yer yer erimiş kar, yarı çıplak toprak ananın üzerindeki tülden bir gecelik gibiydi... Ve toprağa değdi değecek bir sis, hevesli bir öpücüğü çağrıştırıyordu... Bu haliyle sese eşlik eden görüntü: biraz hüzünlü biraz ürkek bir bakış gibiydi...

Boş bir amfi kimin hatrına gelirdi; biraz hüzünlü, biraz buğulu ve biraz ürkek bir yürekten başka... Saksafonun sesi yankılanıyordu alaca karlı bir bahar erkenini müjdeleyen havada... Kızın gözleriydi buğulu olan, saksafonun sesiydi hüzün... Yüreğini bulamamış bir sis bulutuydu kızın gözleri... Aşkını arayan bir ağlayışın ürkekliğiydi gecemi bölen... İyi ki!










  görsel / buradan

02 Mart 2012

EL İZİ - İZBİR

Her öykünün bir başlangıcı var... Bu öyküyü baştan okumak istersen: İzüç


İzbir (Ayşe)

Kliniğe röportaj için gittiğimde heyecanlıydım. 45 yaşlarında, oldukça yakışıklı sayılabilecek bir adamla karşı karşıya kaldığımda, ellerim buz kesti. Fotoğraflarından çok daha etkileyici, bakışları teskin ediciydi. Arkada topladığı saçları kırlaşmıştı öyle sanıyorum ki omuzlarına kadar uzundu. Güçlü, kendinden emin bir görüntüsü vardı. Üzerinde dar kesim, açık renk bir kot, ayağında boyası yer yer silik devetüyü deri bir postal vardı. Mavi iri kareli gömleği ile aynı renkte olduğunu geç fark ettiğim gözlerine uzun süre bakamadım. Göz göze geldiğimizde, bakışlarında üşüdü bir yanım ve bir yanım ısıtması için ona adeta yalvardı. İnsanı kendine çeken garip bir gücü vardı gözlerinin; yaklaştıkça yaydığı enerjiden duyulan korkudan kaçmak için gene dönüp dolaşıp ona sığınma isteği uyandıran derinlikleri…

Daha önce kimse ile görüşmeyi kabul etmeyen adamın kilitli kapılarını açmak için niçin sesime ses verdiğini ve beni seçtiğini içten içe çok merak etsem de, ona bunu hiç sormadım. Hoş geldiniz derken uzattığı yedi kara kaplı defter, öylesine yıpranmıştı ki, orasından burasından sarkan kâğıt parçacıklarının sararmış ve yırtılmışlıkları, o güncelerin sonsuz kere okunduğunu anlatıyordu. Günceler; 1960 – 1971 yıllarını anlatan yürek izleriydi.

Odada yalnızdık. Kameraya izin vermemişti. Sadece bir teyp: Konuştuklarımızı, o izin verdiği sürece kaydedebilecektim. Onur anlattıkça, onun parça parça olmuş hafızasını teyelleyişinin üzerinden geçiyordum dikiş tutmayan yama parçalarımı. Kendimle sorgumun boğuşmasında asılı kalıyordu zaman.  Yamalarım acıyordu. Oda giderek soğuyordu. Her kelime, yürek derecemde eksi bire karşılık geliyordu. Kelimelerimin tutukluğunu yüreğimin sıfırın altında bile atmaya çabalamasına bağlıyor, büyümüş gözlerimi ondan sakınarak bir sonraki soruya geçiyordum. Elim kalem tutmuyordu. Bildiğim bütün sözcükler sözleşmişlerdi. Kaçmak istercesine bir araya geliyor, buldukları güçle kanatlanıp kliniğin havalandırmalarında sıkışıp kalıyor, oracıkta ölüyorlardı. O anlatırken, yazamıyor, yaşıyordum. Bir tanıdığım kendine ait olmayan bir sözü sıklıkla yinelerdi:  İnsan ya yaşar ya yazar dediğindeki tepkim; ben hem yaşıyorum hem de yazıyorum, desene şanslıyım olurdu. Ben, bunları diyen genç kadının kendine duyduğu güven duygusunda saklı olan o gücü geri istiyordum. Farkında olduğum bir şey vardı, çok netti, tartışmasız olarak diyebilirim ki, böyle bir duygusal karmaşayı ben ilk defa yaşıyordum, kalemim ilk defa yazamıyordu.

İntiharı düşündüğünü, ama bunu yaparsa çektiği ve çektirdiği acıları unutacağı için adil bulmadığını, son nefesine kadar hesaplaşması gerektiğini söylerken titremeyen sesinde baskın olan suçluluk duygusunu gizlice çekip çıkartmak istiyordum. Yarattığı ve beslediği korkunç canavarın, başka canavarların da beslenmesine sebep olduğunu bildiğim halde, donuk yüreğimi ısıtan bir acıma duygusuna engel olamıyordum. Onu ondan kurtarmak istiyordum. Annesi gibi o da, suçlunun peşindeydi. Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan yavru köpeğin gözlerindeki bakışa büründüğünde mavilik, ellerimi uzatıp gözlerini parmak uçlarımın zarafetinde kapatmak istedim.

Biliyorum ki, akşamsefalarının kendi içlerine kapanışındaki ürkekliğim olmasa, uzanırdı parmaklarım. Düşüncelere dalan beynimin kıvrımlarında, hızına erişemediğim bir düşünce cevabını arıyordu: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masum olabilirler miydi?

Onur annesini en son görüşünü unutamıyordu.  O sabah evden çıkarken, gene o koltukta oturuyordu. Asılsız olduğunu ısrarla savunduğu suçlamaların onu bu hale getireceğini bildiğinden belki de, Onur olanı biteni duymaması için çok çaba harcamıştı. Ama komşular… Ah o el kadar uzak, el kadar yakın komşular, yetiştirmişlerdi her bir şeyi de bire bin katmasalardı bari. Polis o sabah erkenden geldiğinde, Onur yatağının kenarında oturmuştu; lacivert takım elbisesi, sanki az sonra işine gidecek olan bir iş adamının şoförünü bekliyor hissi uyandırıyordu. Aldığı eğitime bakacaktı insanlar, çalıştığı kurumdaki konumuna, inanamayacaklardı. Arkadaşları ne çok şaşıracaktı. Hiç biri için tuhaf bir adam değildi ki Onur. Nerden bilsinlerdi ki, onun evden çıkmadan önce her sabah saatlerce sabunlandığını.

Annesi, o koltuktan hiç kalkmadı, Onur’a sarılmadı. Tek bir laf etmedi. Onur, başı önünde adım adım çıktı evden. O koltuğa bıraktı gözlerini, yüreğini, yaşamak sevincini. Sahi en son ne zaman sevinmişti. On iki yaşını hatırladı. Ahmet’e inanmak isteyişini… Garipliğine rağmen o dokunuşun şefkat olmasını dileyişini… Yüzündeki umudu.

Sonra kucakladığı çocukları düşündü. Yüreğinde bir yerde yaptığı yanlışı çok iyi bilmesine rağmen onu durduracak süper kahramanı kendi içinden çıkaramayışına duyduğu öfkeyi alıp yanına, koyuldu karanlık geçmişinin sorgu odalarına.

Onur’un ne mahkemesine ne de sonrasında ziyaretine gelememişti annesi. Annesinin güncelerini hapislik günlerinin ilk zamanlarında, onu yalnızca bir kez ziyarete gelen Ayşe vermiş: İçimizdeki öfkeyi, iyiye ve güzele yöneltmek onurlu bir seçimdir” yazan bir kartla. Eski yüzlü geri dönüşüm kâğıdına özensizce karalanmış gibi bir el yazısıyla yazılmış kartı bana da okuttu. Ama duvarında asılı kalmasını istediği için veremeyeceğini ama istersem bu sözü kullanabileceğimi belirtti. Her sabah uyandığında önce kendine günaydın deyip, sonra bu karttaki yazıyı okuduğunu söylerken, seçimlerinden duyduğu pişmanlığı okudum satır satır. Onur annesinin yazdığı kampanya metnini de ilk defa o güncenin arasında görüp okumuş. Ayşe, annesinin çürümüş geçmişine sünger çekmek istemesinden bir yıl sonra oğlu hakkındaki suçlamaların ardından geçirdiği kalp krizinde evde tek başına öldüğünü söylemiş. Komşuları gelen ağır kokulardan şüphelenip polis çağırmıştı da, Hatice Hanım’ın çürümüş bedeni kahverengi koltuktan kahverengi toprağa ancak öyle ulaşabilmişti.

Yaklaşık bir saat süren konuşmamızı; üç çocuğa cinsel taciz suçlamasından aldığı on yıllık cezanın sonunda, kendi isteği ile yaklaşık beş yıldır kalmaya devam ettiği klinikten çıkmak isteyip istemediği sorusuyla bitirmek istedim. Kanımı donduran da işte o cevap oldu. ‘Bu klinikte kalmalıyım. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.’

Çocukken düşlediği, annesini kurtaran süper güçleri olan kahramandan, çocukların yüreğine korkular salan bir canavara evirilen öyküsünü onun sesinden dinlemenin yarattığı daralmayı saymazsak, yüreğimin dayanıklılık gösterisi son derece başarılıydı. Ama daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı, oracığa yığılmasını istemediğim bedenimi ayakta tutar belki diye, yüreğime uzanan elimi anne-babamın ellerinin sıcaklığında ısıttım bir süre.  Ayağa kalktığımda titreyen ayaklarıma yürü komutu verdim. Sert bir komutandım.

***

Oradan ayrıldığımda donan kanımı ısıtmak için aldığım kahvenin dumanında okudum güncenin altı çizili yerlerini, alelacele ve özensiz, düşünemeden ve durmadan sayfaları çeviren parmaklarım; boğulmak üzere olan yüzme bilmeyen bir yetişkinin çırpınışlarını andırıyordu. Bir soluk yetmezse, bir rüzgâr eser deyip camı araladım.

Onun suçu değildi, benim suçum değildi… Peki, kimdi suçlu. İlk suçu işleyen kimdi?

Geç de olsa öğrenmiştim, bir çocuğun anne sütünden sonra ihtiyaç duyduğu şey; karşılıksız sevgidir ve eğer güvenmesini öğretebilseydim, ona en değerli hayat hazinesini verebilmiş olacaktım. Ben kötü bir anneyim. Oğlumu kendi düştüğüm tuzağın üzerine ittim. Kapana sıkıştığını bile fark etmedim. Sevgisizdim, sevgisiz kıldım. Korkmadan bir kez bile dokunamadım.

Onura en büyük kötülüğü ben yaptım, şimdiyse yüzleşmek için cesaretim yok. Onurum diye sevemedim. Onursuzum oldu.

Bu lanet koltukta öleceğim. Buraya gömün beni. Buraya gömün içimden söküp atamadığım nefretimin gölgesinde çürüsün tenim.

Onurum… Onursuzum… Oğlum…  Silemedim üzerimizdeki ellerin izini… Bari sen affet beni.

Öğrendiğin ilk sözcükle vurdun hem kendini, hem beni… Senden kalan izler, elinden olmasın isterdim. İçindeki canavarı nasıl da göremedim. Tohumun bozuktu be annem. Tohumun bozuktu senin.

Bugün ölmek için güzel bir gün – cezan kesinleşti. Oysa inanmıştım, yapmadım dediğin her seferinde, ben sana inanmıştım.

Sana hiç dokunamadım, beni affedebilecek misin? 


Onurum, oğlum... Sana annelik edemedim. Beni affedebilecek misin? 

Onur aldığı ilaç ve psikoterapi ile epeyce yol kat etmiş olsa da, kendine hâlâ güvenmediğinin göstergesi olan cümlesi, yazıyı kaleme alırken bile ilk çıkışındaki yoğunlukla kulaklarımdaydı. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.

Yazı İşleri Müdürü’nün de katkısı ile Onur’un üzerinde kalan ellerin izini takip etmeyi istedim. Onun bıraktığı el izlerini… Bir ikisine ulaştım ama röportaj tekliflerimi kabul etmediler. Yazıyı yayın için hazırladıktan sonra, son bir kez Onur’u ziyarete gittim. Annesinin ölümünden bir yıl evvel hazırladığı kampanya metnini röportajın sonunda kullanmak istediğimi söylediğimde bir an durdu. İzin vermeyecekmiş gibi gözlerini kısıp yüzüme baktı. Başını salladı. Yanıtının olumsuz olduğunu hissetmemi istemezcesine yavaş. Sol elimi, güçlü avuçlarının içine hapsetti. Nasıl bir güven duygusu; ılık… dolaştı tenimde. Sağ elinin avucunda sol elimin avucunu görecek şekilde tuttu, gözlerime bakarak, özenle bastıra bastıra, mürekkepli bir kalemle yazıyordu. Elimi, dudaklarına yaklaştırıp, üfledi, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadı. Sonra elimi defterimin üzerine bastırdı. Terleyen elimin izinde, kara bir satır vardı:

Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.


***

5 gün süren yazı dizisinin yansımaları, basında çıkan tartışmalarla daha da büyüdü. Yazı dizisinin görselinde, Onur’un defterime bıraktığı elimin izini kullandım, iz sözle birleşmiş oldu. Tacize uğrayan bir anne olarak Hatice’nin güncesinden bölümlerle başladım, üçüncü gün Onur’un sonradan telefonla izin verdiği kampanya metnini tam sayfa girdim.



MAYIN

Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.  Bir çocuğun sessiz çığlığı yansıyor gözlerinde.  Nasıl bir çığlık ki sağır ediyor - duymuyor artık hiç kimse, görmüyor, görmek istemiyor.  Çocuklar ağlıyor içlerine... suç belki de bendedir diye.  Ah! Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.


DOKUN/MAYIN
Oysa dokunun çocuklarınıza, sevin onları, sahip çıkın, derdim ben... Dokunmanın okşamak olacağını, sevmenin sevişmeye dönüşeceğini ve sahip çıkmanın sahip olmak olarak algılanacağını hiç düşünememiştim.

DOKUN/MAYIN
Gene de diyorum ki; dokunun çocuklara, okşayacak kadınlarınız var, sevin çocukları sevişecek kadınlarınız var, sahip çıkın onlara, sahip olacağınız kadınlarınız var. Çocuklardan uzak durun okşarken, sevişirken ve sahip olurken.

DOKUN/MAYIN çocukların tenine, becerebiliyorsanız yüreklerine DOKUNun sadece.

Onur’un kendi kaleminden günce notları; bir çocuğun gözünden tacize uğrayan çocuk yüreğin, kendini aklama ve yaşadıklarını normalleştirme çabasıyla tacizciye dönüşmesini bir tokat gibi vurmuş olmalı ki yüzlere, son bölümde yayınlanan röportaj yüzlerce yorum aldı.

Bir yıl sonra, yılın röportaj ödülünü almak üzere kürsüye çıktığımda, bu ödül bir el izinin yüreklere kazınmasıdır dedim ve alkışlar arasında o günden sonra ilk defa karşılaştığım Onur’u kürsüye davet ettim. Saçlarını kısacık kestirmişti, gözlerinden yayılan güven duygusu güçlenmişti. Onu gören birinin bir zamanlar içinde bir canavar beslediğini düşündüğünü hiç sanmıyorum. Onu görenlerin, özellikle de kadınların âşık olmaları için yeterli sebepleri vardı, görüyordum. Onur konuşmasını, Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir, sözüyle bitirdiğinde salondakilerin yüreği ikiye bölünmüştü. Bir yanları onu zindanlara atıp cezalandırıyor, bir yanları sevgiyle kucaklıyordu. Onur’la göz göze geldik, o geceden sonra da bir daha hiç görüşmeyecektik.

Onu kliniğe bırakmayı teklif ettiğimdeki gülümsemesi mi yoksa arabadan inişindeki bakışı mı bilmiyorum ama o gece Onur’dan bir şey daha kaldı yüreğimde saklı, düşündükçe içimi ısıtacak bir şey. Klinikteki doktorlardan birinin yürüttüğü çalışmada, gönüllü konuşmacı olarak yaşadıklarını anlatıyordu. Gerçek hayatta çocuklarla baş başa kaldığında, içindeki canavarın ortaya çıkmasına engel olamayacağından korkuyor ve bu nedenle de klinikte ölünceye kadar yaşayacağından bahsediyordu. Sesi, tüm katılıklarından, kavgalarından arınmıştı, uysaldı. Titremiyor, kesintiye uğramıyordu. Tane tane anlaşılır bir ses tonuyla konuşuyordu. O konuştukça, huzur her yanı kaplıyordu.

Kliniğe giden son dönemeçteki ağaçlı yolda arabanın hızını iyice düşürdüm. Sohbetin bitmesini istemiyordum. Hatta… İçimde kabaran etkinin geçmesi için camı açtım. Rüzgâr hafif hafif esip dinginleştirdi ikimiz arasında değişmekte olan havayı. Kliniğin önüne geldiğimizde, arabadan inmeden hemen önce elimi tuttu, gözlerim yandı, kafamı kaldırıp bakamadım. Öyle bir bakış… Hissediyordum. Kafamı usulca kaldırmak üzereydim ki, aniden beni öptü. Dudaklarımdan alevler yükseldi. İlk defa bir kadını öptüm, dedi. Kısa ama yangın yeri bir öpüşün ardından arabadan indi ve hızla uzaklaştı. Merdivenlerin orada, ışık sırtından vurduğunda, malikânesine girmek üzere olan bir prens kadar asil görünüyordu. Asil ve güçlü… Demir kapıyı saran şeffaf cama dayadı elini. Nefesinin buğusunda izini bıraktı ardında. Gözlerimi kapadım. Yüzümü onun ellerine yasladım. Saçlarının kokusu rüzgârın kanatlarında saçlarıma dolandı. Arabanın bütün camlarını açtım. Kokusunun üzerime sinen maviliği dağılana kadar arabayı hızla doğuya sürdüm. Dokunmak ve sevmek, dokunulmak ve sevilmek… Arsızlık, çocuk, sinsi, normalleşmek… Acımak, suçlamak, canavar… Kafamın içinde aylardır kovalamaca oynayan bu sözcükler… Uçup gittiler… Geride, aklımın kıvrımlarında cevabını asla bilemeyeceğim bir soru kaldı: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masumlaşabilirler mi?



- SON -