10 Ekim 2012

Hak/sızlık


Telefonu kapatıyorum... Ne olup bittiğini meraklı gözleri ile dinlemeye hazır olan arkadaşıma durumu bir iki cümle ile özetliyorum, sesim daha çok yağmur yüklü bulutlar gibi gri çıkıyor... Şimşekler henüz çakmadı... Sakince susuyoruz. Birden ve ilk önce arkadaşım patlayıveriyor: haksızlık, bu çok büyük haksızlık...

Sesim çıkmıyor, yağmur yüklü bulutlarla kaplı gülen yüzümde güneşin bir pırıltısı dahi yok... Durdun, koyu, kopkoyu bir denizim... 

Düşünüyorum, olanı, biteni... İnsan kendi çakıl taşlarını kendisi koyuyor; sağa sola... Hayat o çakıl taşlarından yollar yapıp, gittiğini sandığın onca yolun başına geçmiş seni gülerek bekliyor. Gel diyor, yürü diyor... Ama sen bir denizsin, farkına bile varmıyor. 

Sahi, hayat kimin ardından gülüyor, kime gülüyor... Kafan karmakarışık oluyor. Yağsan, bari toprağa bir faydan olacak ama o da olmuyor... Kararıyorsun iyice, içine çekiliyor ne var ne yok... Mesela, o yüksek tonlu sesinden eser kalmıyor. Benzer bir durumda kalan arkadaşına, elin belinde ahkam keserken kullandığın kelimelerin var ya, hani ardı ardına sıraladığın onca kelime... işte o kelimeler gelip bir yerde takılıyor. Boğazımda dediğin her kelime, yüreğini tek tek düğümlüyor. Yüreğin düğüm düğüm kalakalıyorsun ortada. Olsun diyorsun, olsun... Ben iyi bir insanım... Kendine zararı olan çok iyi bir insan. 

Romantik bir dünyada, mesela yaşadığın ülkenin bütün şartlarına rağmen, hakkın ve adaletin, sağduyunun ve özenin, insanca yaşamanın ve yaşatmanın mümkün olabileceğine inanacak kadar romantik bir dünyada, ki bu senin düşlediğin dünya... var olabileceğini, nefes alabileceğini, aşık olup da kırılmayacağını, yıllar geçse de üzülmeyeceğini ve daha bir sürü aptal sanıyı; denizler kadar sonsuz, denizler kadar mavi, denizler kadar özgür olduğunu varsaydığın yüreğine bir türlü anlatmaktan vazgeçemediğin için... havaya bahane bulma... 

haksızlık havanın yağmasından değil, senin o havaya göre giyinmediğinden seni vurur, bunu unutma!





görsel / deviantart

01 Ekim 2012

Kendini Sevmek

"Kendini sevmiyorsun sen" diyor... bakıyor ve gülümsüyorum. "Kendini sevmiyorsun çünkü kendine vakit kalmıyor..." Gülümseme yüzüme yapışmış gibi, gitmiyor. "Bırak başkaları için yaşamayı" diyor,"bırak artık. Kendin için yaşa, yaşa ki, başkalarının da seninle ilgilenmek için şansı olsun, senin için bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşasınlar." Gülümsemeye devam ediyorum. Kendime yeni bir ders buldum: Kendimi sevmek.

Bir konuşma canlanıyor kulaklarımda:

Biliyor musun bugün güvenlikle sohbet ediyorduk, sen pek bi dikkatini çekmişsin... Dedi ki. bu Evren Hanım pek ilginç biri. Yüzlerce adam geçiyor şu kapıdan, hocası, öğrencisi, memuru... Bi Evren Hanım hal hatır sorar denk geldiğine... Mutlaka iyi günler diler, herkesin çoluğunu çocuğunu bilir... Kocasını, anasını, babasını... Hastalığını, derdini... İlginç kadın doğrusu. İyi bi yönetici mi bari...

Sen ne dedin?

İyidir dedim. Ne diyeceğim. 

Gülümsedim, bu konuşmayı hatırlayınca, tıpkı sabah ki gibi bi gülümseme, asılı kaldı yüzümde bir süre...

Sonra bir kahve yaptım kendime: sakızlı. Bi lokum koydum yanına fıstıklı... Uzaklara baktım... Gelip de görenlerin milyon dolarlık manzara dedikleri manzaraya... Düşündüm uzakları... Çok daha uzakları... 

O zaman fark ettim, uçan balonları...

Balonlar uçuyor içimde bir yerde; sonsuz çoklukta, sonsuz maviliklere... Denizin mavi her zamankinden parlak ve balıklar sayamayacağım kadar çokken, kendimi suya bırakıyorum. Suya karışan bir damla gibi, sayılamayacak kadar çok olmayı diliyorum. Sonsuzluk... Kendimi teslim ediyorum.

Bir arının kanat sesleri duyuluyor, bir martı gelip kapının önünde kediyi kovalıyor. Az önce seyrettiğimiz zeytin ağacı bir türkü mırıldanıyor... Yaşam akıyor. Yaşım da öyle...






20 Eylül 2012

Uzun Uzun Bakmak


Bugün bu fotoğrafa uzun uzun bakmak istedim...
Olmadı...
Uzun zamandır, uzun uzun zamanlarımın neredeyse tamamını işe ayırıyorum.
Galiba hayatta beni hangi işin  mutlu ettiğini bulmak için son girişimlerim bunlar...
O yüzden belki de hayatımın akışını işe bırakıyorum...

Oysa bir de beni huzurlu kılan bir yan var hayatta...
Uzun uzun sohbet edip, şarap içmek...
Uzun bir yürüyüş sonrası soluk soluk gün batımını izlemek...
Geceleri yıldızların sonsuzluğunda gökyüzünü seyretmek...
Bir pazar gününü uzun uzun yaşamak ve pek çok şeyi o güne sığdırmanın mutluluğunu yaşamak...

Diliyorum çıktığım yolculuk, tüm bunları yapmak için bir fırsat verir bana...
Ve ben o fırsatı sevdiklerimle, uzun uzun sohbetler edip, yürüyüşler yapıp, yıldız saymak için değerlendiririm.

Kendinize, içinize ve sizi mutlu kılan her şeye aşkla bakın.
Şimdilik hoş kalın.




Fotoğraf
Hikayesi: 
Stefano de Rosa (İtalya) 
Arkada dolunay, önde Alpler ve Pirchiriano dağının 1000 metrelik yükseltisine kurulmuş Sacra di San Michele manastırı… İnsani, jeolojik ve astronomik zaman ölçüleri bu fotoğrafta yan yana gelmiş. Fotoğraftaki bina insan zamanıyla eski olabilir ama dünya zamanıyla yanındaki dağlara göre daha bir bebek. Ay ise milyarlarca yıldır hep aynı.

11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


06 Eylül 2012

Eylülde Gelin Olmak



Eylül dendi mi hüzünlerim toplanır gelir bana. Bir mevsim dönümü rüyası gibi, mutluluğun ortasında düğün alayı olup serpilir. Sabahların kokusu değişir, gecelerin rüyası... Ben gözü yaşlı, içi kaygılı, yüreği pır pır bir gelin oluveririm. Eylül kadar güzel olurum, eylül kadar yalnız. 

Eylül, yazın kalabalığını üzerinden atmış, biraz yorgun, biraz yaşlı bir hanımefendi gibi gelir bana. Ar sahibi, had sahibi, yerini bilen biri... Bakmayın böyle ağdalı laflarla Eylül'ü karşıladığıma, ne ben o hanımefendi olabilirim ne de o kadar hüznü taşıyabilir güleç yüzüm. Ben gülümserim. Anladığım için, kafam basmadığı için, yıldız olduğum için, bir baltaya sap olamadığım için... İçinlerim çoktur. Niyelerim daha çok. Neden Eylül hüzün yüklenir, yeşil renk değiştirdiği için mi? 

Oysa bir insanın yüreği her daim yeşerebilir. Yüreğin mevsimi ile doğanın mevsimi örtüşmese de... Bir yanı bahar, diğer yanı bakımsız bir bahçe gibi küskünse de... Eylül gelir. Yüzünde bir gülümse, "üzerine bir şey al, üşürsün" der... Eylül hep düşüncelidir. 

Ben bir de Nisan'ı severim; "artık zamanıdır üzerindekileri atmanın" dediği için... Birinde aşık olup, birinde gerçeği görürüm. Hangisi hangisidir bilmem, üzerimdeki hırkadan anlarım... omzuma konan uğur böceğinden... bir de ortancaların hüznünden... 

Boynu bükük bir söğüt ağacı gölgesinden kafamı uzatıp teşekkür ederim: Bazen dilinden anlamasam da bu hayatın, bazen anlamadığım için "ben de senin" desem de... Severim. Öyle çok severim ki, yorulur bedenim. Eylül, "dahi kalk" der, tıpkı Nisan gibi... Bilmem hangisidir seslenen. Ben bana ses edene şarkı söyleyerek giderim. Ne de olsa  bir mevsim dönümü rüyasında elleri kınalı gelinim.


Eylül fısıldar arkamdan... 
Nisan ağıtlar yakar bir ana gibi... 
Her sabah yepyeni bir hayata uyanır yorgun bedenim. 
Güneşe selam ederim. 
Kapıdaki sümüklü böceğe... 
Sokağın mızmız kedisine... 
Bakkal amcanın top koşturan oğluna... 
Sokağın kaldırımını yapmak için kum taşıyan greyderdeki yaşlı amcaya... 
Torununun çantasını taşıyan dedeye...
Parke taşların arasından hayata tutunan sarı papatyaya... 

Yüreği güzel, 
hırstan ve kötülükten uzak duran ve 
teşekkür etmeyi bilenlere 
SELAM OLSUN

 Eylül geldi, duymayan kalmasın...

13 Ağustos 2012

Elma Ağacının Altında İki Kişi

O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla  karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.

Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:

Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...


Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...

Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...

Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...

Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...


Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim

Çay alır mısın?

İrkildim. Ne çayı, dedim.

Çay işte, dedi.

Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.

Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum. 

Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım. 

Kahve falı bilir misin?

İnanmam...

O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım. 

Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...

Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım. 


Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.

Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:

Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden... 

Sonra  bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.



Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.  

18 Temmuz 2012

Hayal Dünyasında Kısa Bir Mola



Bu hafta, avare günlerin keyfini çıkarıyorum. İş yerinde tatil yapmak gibi bir şey benimkisi... Yoğun geçen raporlama döneminin ardından böyle günlerim oluyor. Bir haftaya yakın ne telefonlar çalıyor ne de imza için peşimden koşturan oluyor. O nedenle keyfim daha da yerinde. Gazetelerimi uzun uzun okuyor, videoların keyfini çıkararak seyrediyor, fotoğraflarla yolculuklara çıkıyorum. Bir Eylül düşü kurup, Likya Yolunda yürüyorum; haritaları indiriyor, rotayı belirliyor, konaklanacak yerleri ve soluklanacak taşları seçiyorum. Keyfime diyecek yok. Böylesine bir hayal yolculukta bile susayıp bir ağaç altında saklanabiliyorum. Nasıl bir yürümekse benim ki soluk soluğayım, yakıcı güneşin altına buz gibi bir suya hasret yanıyorum... Sonradan anlıyorum, klima dinlensin diye kapatılmış. İçeriyi sıcak basmış; terler dışarı, çöl ortası vahası göz önüne... Oysa daha Gelidonya Feneri'ne gidecek ve denizcilere selam edecektim. Fenerin bekçisi Mustafa'yı bulup üç kuşaktır devam eden efsaneleri birinci ağızdan dinleyecektim. Kapı çalmasa bütün bunları yapacak vakti de bulacaktım.

- Öğlen yemeğe bekliyorum.
- Ben gelmesem, daha Suluada'ya gidecektim.
- Bekliyorummm...
- Tamam.

Hayat beni bölmese, ben kendi dünyamın uydusu, güneşi, rüzgarı, bulutu, yağmuru, çiçeği, ağacı olsam...

Akşam eve dönerken, kampüs çıkışı sola değil de sağa kırıversem direksiyonu, gitsem nefesimin yettiği yere kadar... Akşam hiç bilmediğim bir sahil kasabasında, kireçle boyanmış duvarların renginde, kaynamış bembeyaz çarşaflı bir köy evinde sabahlasam... Yıldızları saysam, cırcır böceklerini kovalasam... Hayallere dalsam, hiç çıkmasam...

Evin tüm gün kapalı olan salonundaki sıcak yüzüme çarpıyor... Gerçeğe dön der gibi... Kendimi duşun soğuğuna bırakıyorum, olacak iş değil ama gözlerimi kapar kapamaz, kendimi babamın köyünün yaylasında buluyorum. Çık babam çık, o yokuşu usul usul, soluk soluk çıkıyorum. Nasıl bir serinlik. Çam ağacının altındaki çeşmeden içtiğim suya doyamıyorum. Birden boğazımı yakan tatla kendime geliyorum; şehir şebekesinden gelen klor bu... Gülümsüyorum. Kendi kendine konuşmalarıma hayaller eklenince "dünya"m dönüyor ben mutlu oluyorum.

İnsan diyorum, bakmasını bilirse, gördüğü ile mutlu olur. Yatağıma uzanırken, bu hayalleri kurmama sebep adama sarılıyorum. Onun da dediği gibi, hayaller bir gün gerçek olur biliyorum. Gamzesinde uykuya dalmak bana huzur veriyor, iyi ki diyorum. Yüreğimdeki gülümsemeyi sabah ilk o görsün diye saklı tutuyorum. 



13 Temmuz 2012

Dağına Göre Yağmayan Kar





Gecenin bir yarısı çalan telefona uyandım. Uyuduğum da söylenemezdi ya.. Her neyse işte, yattığım yerden isteksizce kalkıp telefonun bulunduğu odaya doğru süründüm. Sürünmek bile bir hareket gerektiriyor, ben hareketsizdim. Oda, koridor, kapı bana doğru geliyordu. Ben duruyordum. Hiç durmadığım kadar uzun bir saniye durdum. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, durdum. 

Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, gözlerimi düşürdüm. On dakika kadar telefonun yanıp sönmekte ısrar eden ışığına baktım. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Telefon sustu, bir ceviz büyüklüğünde buzlanmış kiraz aklıma düştü. Buzluğun kapısını araladım. Buzlanmış kiraza dilimin yapışacağından duyduğum korkuya rağmen, elimi uzatıp kirazı aldım ve ağzıma attım. Dilim sustu. Buz kadar ince, buz kadar keskin, buz gibi soğuk bir susuş. Telefonun sessizce çalışını isyankar bir ışıkla dile getiren ekrana bir yumruk attım. Konuşmak acımaktı, acıtmak ve acısını çıkartmak. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Saat ikiye geliyordu. Telefon çalıyordu. Sonra bir mesaj... keskin bir düşüş sesi. Kutuya düştü. Yüksek bir binadan atlayan bir insanın görüntüsü belirdi ekranda. Mesajı açtım. Okudum. Bir daha okudum. Bir daha ve bir kez daha ve sonra sayısızca kere okudum. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Saat üç gibi neredeyse bir saattir çalmayan telefonu elime alıp numarayı çevirdim. ters giden ne dedim, çok ters giden şey ne... Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, sesini düşürdü. "Temmuz hiç olmadığı kadar sıcak ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzum" dedi. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, sustum. Ağlamasını dinledim, hiç bitmeyecekmiş gibi ağlıyordu, oluk oluk akan bir çeşme gibi, taşan bir nehir gibi ağlıyordu. Gürleyen bir gök gibi haykırıyor sonrasında bir çocuk gibi alt dudağını titrete titrete küsüyordu. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Sabah gün ışırken anlattıklarından hayrete düşen kendimi yüzüme soğuk bir avuç suyu çarparak kurtardım. Dolaba koşup bir kiraz daha attım ağzıma. Dilim sussun istedim. Bildiğim bütün küfürleri içime atıp sustum. Kulağımda kalan bir yankı koridor boyunca peşimden gelip, yatak odasındaki balkonun hemen önünde kıstırdı beni. Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Benden daha mutsuz birinin bu dünya üzerinde olamayacağını düşünürken çalan telefon; var dedi. Senden daha mutsuz biriler var. Çünkü Allah bazen, sen bir ova olmak istesen de, bir deniz kıyısı olmayı istesen de, sen hatta bir mağara olup, bir dağın içine saklanmak istesen de... kar yağdırır üzerine. Çünkü sen, yukarıdan nasıl göründüğünü bilemezsin... Yukarıdan ve tam karşıdan bir bak kendine, dağına göre yağamayan kara değil, o karı yağdırana değil, bir dağ olduğunu fark etmeyen kendine kız. Kendine söylen.

Ben de öyle yaptım, kendi kendimi, bir dağ olduğuma, başımın bulutlara değdiğine, yaban bir hayatın damarlarımda sürüp gittiğine, en nadide dağ kedisi ile kartalının benim kafamda yaşam savaşı verdiğine kendimi inandırmak için kendi kendime kendimin bir belgeselini çekmeye karar verdim. Ben nasıl bir evrendim... içimin trenleri nereye gidiyordu.



11 Temmuz 2012

Atatürk Kent Ormanından Anılar



Nilüfer Belediyesi'nin Bursa'ya kazandırdığı en güzel alanlardan biridir Atatürk Kent Ormanı... Yukarıdaki fotoğrafı belediyenin tanıtım sayfasından aldım. Kendi çektiklerim henüz derlenip toplanamadı. Havaların sıcak gitmesi, nemin her geçen gün artarak insana nefes aldırmayacak kıvama gelmesi ve işlerin yoğunluğu nedeniyle bunalan bünyelere ilaçtır doğa, bence tabi... 

Çocukluğumdan beri her fırsatta doğa ile iç içe olmayı seven, su gördüğünde en azından ayakkabısının tabanını ıslatan biri olarak; ağaçlarla konuşmayı, kuşların ve cırcır böceklerinin birbirlerine seslenmelerini dinlemeyi, akan suyun sesinde kaybolmayı hep çok sevdim. O nedenle Atatürk Kent Ormanı eve 10 dakika mesafe uzaklıktaki kaçış mekanım oluverdi. 

Akşam üzeri iş çıkışı, çıkına atılan iki parça kokusu üzerinde domates, bir - iki yeşil mi yeşil biber, bir topan patlıcan, bir kırmızı yağ biberi ile salata yapma hayali, adam başı -mangalda ateşi görecek olan- iki adet köfte ya da sucuk ile, kol altına sıkıştırılan karpuzu da alarak "deymeyin keyfimize anları" için yola koyulmuşluğumuz çoktur. 

Hiç mi üşenmezsin diyenlere tavsiye olunur; çam ormanında kekiklerin kokusunu çeke çeke yapılacak bir yürüyüş, karpuz kesmecesine oynanacak bir tavla ve güneşi batırırken çitletilecek çekirdek günün kafa dağıtma ve dertlerden kurtulma uğraşları olarak çıkının içinde mutlaka yer almalıdır. Bol oksijeni çeken ciğer, akşamına alınacak soğuk-ılık bir duş ile tatlı düşlere dalmayı garantiler...

Eee, boşuna tavsiye olunur demedik değil mi?





06 Temmuz 2012

Ben Senden Razıyım




Sabahın bir körü, aklımda abime uğrayıp iki lafın belini kırmak ve kahvelerimizi yudumlarken olup bitene gülmek var... Sabahın telaşında hazırlanıyorum. Yüzüme yansıyan huzur, sabah tembelliğinin kahvaltı keyfi ile katmerlenince daha da bi ışıldıyor. Hayat bugünlerde güzel. Şükürler olsun... 

Abime, bir kaç gün öncesinin o karalar bağlayan gözlerinin nerelere dalıp da çıkamadığının hesabını soracağım. Cümlemi kurar kurmaz, üstelik  üzerine kızgınlığımı dile getirememişken,  çalan telefon bir ziyaretçiyi haber ediyor. Keyifle buyur ediyoruz, böbrek yetmezliği nedeniyle ölümle kavgasından galip çıkan bay E. biraz kilolu biraz yaş almış bedenini koltuğun kenarına iliştiriyor, sanki az önce önemli bir konuyu böldüğünün farkında gibi biraz mahcup söze başlıyor. Olanı biteni anlatıp, "Allah razı olsun" diyor. "Ben senden razıyım, Allah da razı olsun inşallah" diyor.  Bursa'ya kadar gelmişken ödenmek istenen vefa borcu o koltuğun ucundan kalkıp gözlerimize oturuyor. Ağır geliyor. Bir damla yaşla akıp gidiyor, yapılan iyilikler gibi o damla da denize karışıyor. 

Abim duyarlı adam, az önceki ziyaretin yarattığı havayı, dağınık masasını toplayarak dağıtmaya çalışıyor. Her hareketi bana komik geliyor. Büyümek, farkında olmak, seçmek üzerine yaptığımız sohbetin temel kaygısı; hayatımızda olan insanlar ve onlara verdiğimiz değer ile davranışlarımız ve karşımızdakinin algısının örtüşüp örtüşmediği... 

İnsanın yaşadıklarının, seçimlerinin sonuçları olduğu gerçeğini -daha bir kaç gün önceki deneyimime dayanarak- bir anekdotla aktarmaya çalışıyorum. Bana hak verdiğini sessiz kalışından anlıyorum. Esneyen bir dal olmanın direnen bir yanı olduğunu, rüzgarların asla bu esnekliğe zarar vermediğini, bir zaman önce bir dostun da dediği gibi, belki de mutluluğun ve huzrun bir bukalemun gibi, bulunduğun ortama ayak uydurmakla mümkün olabileceğini kısa kısa konuşuyoruz. Neredeyse her kelime arasına girmeye başlayan telefon konuşmaları dur durak vermeyince, söylenecekler söylenip, çıkarılacak dersler iğne ile kazındığından gelen son konuğa "ben de tam kalkmak üzereydim" deyip, gülümsüyorum.

Hayatın denkliğine, sunduğu güzelliklere, en çok da baktığımda gördüğüm huzura ne kadar razı geldiğimi fark ediyorum. Resmi binanın çoklu merdivenlerinden aşağıya inerken, hayatıma; "ben senden razıyım" diyorum. Hayatımın benden ne kadar razı olduğunu bilemeden bu evrene, bedene veda etmek istemiyorum. Bir yolunu bulma umudumu koruyarak kontağı çeviriyorum. 


görsel / deviantart

27 Haziran 2012

Hamarat Kadının Ev Tipsizi Reçelleri







Efendim, bilirsiniz benim bünyeyi, hallice rahatsızdır; geçtiğimiz hafta da kendi kaşındı, kendi başına bir güzel işler açtı. Ortaya ev tipsizi reçeller çıktı. Durum şu; bizim bir bahçemiz var (evet! zenginiz), benim bir de annem var (evet! ben ona kesinlikle çekmemişim, kendisinin her iş elinden gelir, reçel yapar yemelere doyamazsın, zeytinyağlı pişirir yanında yatasın gelir, çorbalar desen içinde yüz, öyle bir lezzet denizi...) 

İnsanın annesi bu denli hamarat olunca, bahçede yetişmekte olan çeşit çeşit meyve ve sebze -fazlası ziyan olmasın diye- farklı şekillerde depolanır. Hem kışa hazırlık olur hem de evde geçirilen vaktin bir değeri olur. (ziyan konusuna bir önceki cümlede değinmiştim) Annem ve babam (evet! benim bir de babam var ki korkarım beceriksizlik konusunda kendisinden epeyce gen almışım) Çeşme'ye gittiler. (zenginiz demiştim) İyi de ettiler... Ama gel gör ki annem bahçedeki her bir şeyin "olma" ve "toplanma" zamanını bildiğinden çalar saat gibi, her aramasında gidildi mi, toplandı mı diye sorar oldu. Olsun efendim, annedir sorar demeyin... Bence iyi olmadı... Sorması değil, onun sözüne uyup oralara gidilmesi... Çünkü şu kışa hazırlık, depolama, aman da ne güzel kendimiz ürettik halleri nur topu gibi başıma kaldı. 

Rahatsız bünye burada devreye girdi. Hayır! yalan söyle: anne, tarlaya at girmiş, bütün ağaçları tepmiş de... tarlayı fazla sulamışlar, timsah zeytinliklerin orayı kiralamış, çoluk çocuk yerleşmişler, geçit vermiyorlar de... gölün oradaki aynalı sazanlar gözümü alıyor, kör olma riskiyle karşı karşıyayım de... demedi... Rahatsız ya, iş çıkışı gitti, tarlaya, iş kıyafetiyle (bildiğin beyaz  gömlek, siyah etek, ayağında en topuklusundan terlikle (kundura olsa şarkı sözü olur...) Traktöre çıktı, korktu indi, gevrek vişne dalını kırdı, rüzgara laf attı... Karadut, beyaz dut derken mideyi alt üst etti... Olmasına daha üç beş gün olan kayısılardan koca bir torba topladı ve tarlayı terk etti. Bünye rahatsız olunca, onları dolaba tepip gezmeye gitti. Gittiği evde burun farkı ile cama girdi. Cam da burun kemiği de kırılmadı, ama çıkan sese konu komşu hayret etti. Bütün geceyi, vakti zamanında yonttursam acaba eski çağlardan bir eserle karşı karşıya kalır mıyım diye dertlendiği çıkıntılı burun kemiğinin üzerindeki buz torbası ile geçirdi. Beyin hücreleri donduğundan bugün kendisinden her hangi bir verim alınamadı. (Bu hafta da alınma ihtimali bence düşük.)

Bu gece bünyenin yan gelip yatması önlenebilirse, dut reçeli yapma girişiminin sonuçlarını bildirmek üzere yarın gene buralarda olunacaktır. Geçmiş olsun çelenkleri yerine tarlaya en az iki gönüllü, mutfağa becerikli bir yardımcı, bünyeye de soğuk bir kova su gönderilmesi rica olunur. 


EDİT: Dün gece reçeller yapıldı, çilek sos oldu, dut beton, kayısının bir kısmı inatla yapıldı ama ne yazık ki dağıldı, reçel değil de marmelat diye yutturulması planlanıyor. Kalan kayısılar annenin otoriter ses tonunun verdiği ürküntü ile talimatlara birebir uyularak buzluğa atıldı. Burun bugün şu saat itibarıyla, kapatıcı marifetiyle kamufle edildi. Az sonra girilecek bir toplantı için son hazırlıklar da tamamlandı. Huzursuz bünye, az biraz bulduğu huzur ile güne devam ediyor. Durum budur, arz olunur.




görsel / google sağ olsun, picasa çok yaşasın.

26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir. 








25 Haziran 2012

Gündelik Yaşam





Vergi dairesinden gelen haber ile ettiğim küfürlerin arasındaki sıkı bağla boğmak istiyorum onu. Evet! Ayrıldığımız dönem ve sonrasında bir kez bile kötü söz söylemeyen, söylemek isteyeni susturan, ben fark etmeden ağzından kaçıverenden uzak duran ben, geçtiğimiz hafta sözlüğüme yeni yeni küfürleri dizdim. Uzaktan bakınca bence gayet anlamlı bir bütünlükleri ve hatta biraz üzerine düşününce yaratıcı bir süreçten geçip de dile geldikleri belli oluyordu. Ama gene de asabiyetime anlam veremeyenler oldu. Üzerine gördüğüm rüyalar halen akıllanmadığıma işaret gibiydi, neyse ki dün akşam gördüğüm rüyada onu havaalanının orta yerinde bıraktım. Anlamadığım neden oğlunu tatile yanımda götürdüğümdü, ama pek üzerinde durmadım. 

***

Uzun zamandır iş arkadaşımın oğlunu kreşten alıyor, akşama uzanan 1-2 saati beraber geçiriyor ve bu durumun yansımaları üzerine düşünüyorum. İnsan 40 yaşına gelince ve bir çocuk yapmayınca ve bence işin kötüsü bir çocuk yapmak için çok hevesli olmayıp ama çevrenin etkisi ve baskısı ile "acaba" diye sorunca, bir de üzerine çocuk ile olan iletişiminin onda yarattığı "aslında neden olmasındı ki" duygusu ile boğuşunca, yorgun düşüyor... Oysa bir çocukla çocuk olmak ile o çocuğun dilini anlamak arasında uçurum kadar fark olduğunu da biliyor. Belki de bildiği tek şey de bu... Hal böyle olunca, bu bildiği tek bilgi ile anne olup olunamayacağının pek de farkında değil... (im) Ama sıklıkla duyduğum bir şey var ki o da, "senden harika anne olur"(mu?)

***

Ne zaman pazara özenerek çıksam ve o hafta evde yemek yapma kararı alsam çılgın bir davet yağmuruna yakalanıyorum. Mesela bu hafta sebze ağırlıklı bir beslenme için; enginar, fasulye, salata malzemeleri ve karpuz, kiraz, armut ve kayısı alıp geldim. Hafta ortasında durum şu; enginar pişti pişmesine ama iki parçası halen dolapta, bu gece yendi yendi, yenmedi keyfi kaçacağından yarın zayi olacak; fasulye pişemeden sararmış, kalan sağlar bizimdir diyerekten bu gece pişirdim pişirdim, pişiremedim, tüh yazık oldu, pek de güzeldi boncuk boncuk diye ardından hayıflanacağım biliyorum; salata malzemeleri yaprak yaprak karardı, domatesler bir gece menemen karpuz menüsünde değerlendirildi, karpuz, kiraz, armut ve kayısı an itibarıyla bu gece de yenecek ve bitecek. Son hesapta zarar ziyanın eşiğindeyiz bence.

***
Cuma günü gelen bir haber ile soluğu Kocayayla'da aldık. Ne piknikti ama... "Kurtlu Peynir" diye diye adımı çıkardılar, tamam yerimde duramıyorum, öyle boş boş oturmak bana göre değil ama harika bir iş yapıp, çam ormanının göbeğinde gözleme açtım, pişirdim ve afiyetle yedim. Ayşe Teyze vardı ekibin başında, o yöreden yaşları 40 ile 73 yaş aralığında değişen 6 "tiyze", "ilegen"lere kabarması için koydukları hamurlarla bir bir gözleme açtılar bize. 73 yaşındaki Ayşe Teyze, genç yaşında dul kalmış, komutan o. Sevimli mi sevimli, zaten pire gibi. Durduğu yerde durmuyor, akşamüzeri beş gibi ocakları söndürüp, çileğe gidecekti. Akşama sana geleyim dedim, Bursa sıcaktır. "Buyur gel yatacak yerim var ama yemek filan yapamam sana, ni yiyeceksen yi gayri" dedi. Gülüştük. Pek sevdi beni, cana yakınmışım öyle dedi. Bir ara çay servisi de yapınca benden iyisi olmadı Kocayayla'da... Orman'ın getirdiği odunlardan bir çuval alıp eve götürmek istedi ki, o ana kadar herkes bir kaç çuvalı götürmüştü bile... O izin istedi, vermediler... Döndü geldi, komşularının al ısrarları karşısında da, "ben onun karşısında namaz kılıp rahat edemem, o odunla pişirdiğim yimeğin lezzetine varamam" deyip, bir tane bile odun almadan biniverdi traktörüne... Elini öptüm, helalleştik, "çay içmeye gel, bak bekliyom" dedi. Sonra da dönüp, "15 gün gelme ama, yövmiyeye gidecem ilgilenemem senle," dedi. 73 yaşında Ayşe Teyze, ekmeğini çıkartmak için onca yaşında yövmiye karşılığı çilek tarlasına gidiyordu. O gece bana hediye ettiği çilekleri ziyan etmeden reçel yaptım. Sonuç ilk deneme için başarılı değildi. Ama Ayşe Teyze'nin mis kokulu çileklerinin kokusu evin her yerine yayıldı. Hayat bazı yerlerde bazıları için hiç de kolay değildi.

***

Hafta sonu tembele bağladım. Mümkün olsa hiç çıkmayacaktım ama iyi ki çıkmışım dediğim bir an'a tanıklık ettim. Hayat sürprizlerle dolu. Seçtiğim kardeşim, önce evlendi, sonra Bursa'ya yerleşti, sonra Ela'mız geldi. Geriye dönüp bakınca bunlar planlanmayan şeylerdi. Bugün yarın Almanya'ya yerleşiyorlar. Onlar adına mutluyum. Kızımız zaten Avrupa standartları ile uyumlu doğdu, bildiğin beyaz ten, uçuk sarı saçlar ve renkli gözler... Mutlu olsunlar diliyorum. Hayatın açtığı kapılardan geçmek ve orada mutluluğu bulmak herkesin harcı değil. Onlar daha da fazlasını hak ediyorlar.Dilerim mutlu olurlar. Ela'nın müsameresi olmasa ve belki de seneye giderim diye erteleyeceğim bir durum olsa cumartesinin yılgınlığında gider miydim oralara bilemem ama bahane arardım kesin. Ama dedim ya iyi ki gitmişim. 

***

Pazar günü daha da bir garipti. Yalnızdım. Herkes sevgilisiyle, karısıyla, çoluğu çocuğu ileydi... Ben evde tek başına volume 10768'i çevirecektim. Havanın basıklığı ile tenimin yapış yapışlığı arasındaki sıkı bağı soğuk duşla bozmaya çalışıyor ama her seferinde daha da başarısız oluyordum. Neden ben diye sorup, bunalımın dibine vurmak için, bir dehliz olan sorular yumağına doğru ilerliyordum. Çareyi, klimayı açıp kendimi derin uykulara hapsetmekte buldum. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Uyku beni tutmayınca ben de ısrarlı davranmadım ve onun peşini bıraktım. Kendimi sokağa çıkmak konusunda ikna turlarımın 18.sinde giyindim. Ve buram buram bir hayatın kollarına kendimi attım. Sahi neden ben? Bu soruyu attığım her adımda kendime daha da yüksek sesle sordum. Eve geldiğimde, şarj olsun diye bıraktığım telefonumun ışığı yanıyordu... Pazar pazar kimin aklına düşmüştüm ki... Gelen maili okuduğumda kocaman gülümsedim. Hayatın anlamı bu olsa gerek dedim. Sen kendini yapayalnız hissettiğin bir anda, sesini bile duymadığın, gözlerinin rengini bilmediğin bir yürek sana sesleniyor... Orada mısın, diyor ve sen neden ben sorusunun cevabını buluyorsun bir anda. Buradayım, diyorsun... Orada bir yerde, senin burada bir yerde olmanı dileğen sımsıcak bir yüreğin varlığına şükrederek. Günü bir mojito ile kapatıyorsun. Pazardan aldığın lim, taze nane yaprakları, bir kesme şeker, rom ve sodayı kırmızı kareli diktörtgen bir tepsiye diziyorsun. Buz kırıntılarını ve tokmağını almaya gittiğin bir anda telefonun çalıyor... Yüzündeki gülümseme tüm eve, oradan da kapısı açık balkonun demirlerinden mahalleye yayılıyor... Yaşamak için karşına birbir ve planlı bir şekilde çıkan küçücük nedenlerini birbirine ekleyip, yarına dair umutlarını katıyorsun yudumladığın içkine... Balkon daha bir büyük geliyor artık gözüne, evin duvarları daha bir yıkılıverecekmiş gibi... Güçlendiğini hissediyorsun gülümsedikçe. Balkondaki sardunyalara suyunu veriyorsun, kımıldayıveriyor dalları, çiçekleri daha bir bordo oluyor sen onlarla konuştukça. Hayat diyorsun, bir umudun ucunda... Varsa ne âlâ, kaybedersen bir ayağın hep çukurda...


















görsel / deviantart

12 Haziran 2012

Koşmak Üzerine



Bu sabah da benzer bir duygu ile uyandım... Öylesine turuncuydu ki salonum, güneş orada doğmuş gibiydi. Koşmak geldi içimden, üzerine doğru, hızlıca... kaçmasın diye... Erkendi... Güneş henüz doğmuş bense henüz uyanmıştım. Yüzümü soğuğa yakın bir su ile yıkadım... aslında suyu suratıma çarptım. Gülümsedim. Kocaman. İçine güneşi sığdıracak kadar açtım gözlerimi... Etrafıma şöyle bir bakındım. Sakinlik ve huzur... evet, hissettiğim tam da buydu. Telefonum bir iki kere çaldı. Sabahın köründe arayan Oydu... gülümsedim. İlkinden daha kocaman. 

Biraz yürüdüm, biraz okudum, biraz müzik dinledim, biraz duş aldım, biraz kahvaltı ettim, servise gitme telaşının birazını çantama doldurdum. Bir de bağcığı çözülmüş ayakkabımın sol tekine. Bir taş buldum oturdum. Biraz nefes aldım, biraz kokladım, biraz bakındım, biraz düşündüm, biraz dinledim. Mutluydum. Sen neye hazırsan o geliyordu sana. Yol boyu okudum. Kendimi olumladım... Hımmm. Kendime güzel sözler söyledim. Az yaparım, kendime kızmak kolaydır da, aferinim azdır kendime...

Bugün bloglarda gezindim, ne çok zaman olmuş avare kelimelerle yarenlik etmeyeli... Ne güzel yazıyor bazı insanlar bir bilseniz, konuşur gibi, ama güzel konuşur gibi... Öyle boş boş değil, anlatsa da dinlesek dersiniz ya işte öyle... kelime kelime, duygu duygu...

Ne çok üç nokta var hayatımda, zamanın akıp gittiğini anlatmak ister gibi, neredeyse her cümlem üç nokta ile bitecek. Nokta bir son, virgül bir nefes, üç nokta yaşamak gibi...

nasıl 40 yaşında olur biri... Nasıl olur 40 yaşında olunca, olgunlaşır mı, yaşlanır mı, durulur mu, iki elinin ortasında başı, düşünür mü hesapları kitapları, günahları sevapları... Sahi ne olur insan 40'ına gelince... Aaaa,  sen 40 mısın dedi biri, sen büyüdün dedi bir diğeri... değiştin ondan sonra... Hemen ondan sonra mı değiştim yani... bence, denk gelmek denir buna, fırına atıldım, bir hamurdum, öncesinde yoğruldum, hamura biraz tuz, biraz şeker eklendi... Kıvamı kadar kabartma tozu, arada benim de koltuklarım kabarsın değil mi? Sonra fırının ısısı ayarlandı, belki de her tarifte olduğu gibi önceden ısıtıldı. Sonra pişmeye başladım ben. Yavaş yavaş, odun ateşinin biraz uzağında, taş fırının en eski taşında... İşte belki de değiştin sen ondan sonra demesinin sebebi o andır, onun gelip de kafasını fırının ateşine doğru uzattığı o an... benim biraz kabarıp, biraz kızarıp, biraz da suyumu çektiğimi fark ettiği an... Ona denk gelmiştir yani, mis gibi taze kokum... Belki de açtı... Her şey bi tesadüftür...O, iyi bi tesadüf...

Tıpkı, güneşin doğduğu yerde bir ev almak gibi... Güneşi görünce üzerine doğru koşmak gibi... Bir nehir yatağında suyu içmek için eğildiğinde, ayağının kayıp düştüğün anda elinden seni tutup, "iyisin" der gibi... O anda göz göze gelip, gülümsemek gibi... Her yaşanılan an'a üç nokta koyup yoluna devam etmek gibi... 







Görsel / buradan

08 Haziran 2012

İyi Niyet Taşları





İyi niyet taşları insanın kendi cehennemine ulaşması için kendi kendine ördüğü patika bir yol mudur? Peki ya insanın karşısındakini kendi gibi bilmesi... bunun  doğurduğu sonuçlar açısından kendini enayi gibi hissetmesi? Erdem, vicdan, hayata baktığın yer, içindeki iyilik, dışındaki pozitif enerji, yüreğinin büyüklüğü... ve dahası! Hepsini bir kalemde uzayın derinliklerine fırlatmak isteyip de kötünün içindeki en kötü olmanı sağlayacak kadar büyük bir öfkeyi sırtlayıp da, susuzluktan dilin kuruyup, uzayıp, sarkıp da ayağına dolandığında o fırlatamadığın ve bir omuzunda melek bir omuzunda da şeytan misafirliğe geldiğinde seçtiğin "ben en iyisi kendim gibi olayım"ı seçmenin yarattığı acaba yanlış mı yaptım pişmanlığını yok edebilecek bir "şeye" ihtiyacım var. 

Bağırıp çağırmaya kalkmadan önce, karşı taraftakilerin de kendilerince haklı olabilecekleri durumları ön plana çıkartmak başarısı, mutlak bir salaklıkla da açıklanabilir elbet ama ben gene de o "şeyin" her şeyden güçlü olduğuna inanmak istiyorum. 

Bazen kendimi tecavüzcüsüne aşık bir mağdur gibi görüyorum, öyle ki, hamile kalmışım, üstelik doğurduğum çocuğa devlet sahip çıkmış ama o çocuk da uğradığı taciz sonrası travma geçirmiş ve benim yaşadığım o harabeye geri gönderilmek zorunda kalmış. Duvarları yıkık bir binada tek ayağı kırık bir koltuk, üstelik yayları kumaşı yırtıp çıkmış... hemen onun yanında bir kanepe sidik lekeleriyle dolu... kanepeyi ona yatak yapmışım... Oysa onu sarıp sarmalamak, her şeyin daha iyi olacağını söylemek isteyen de bir umudum var... Kırık bir umut, içine ne koysan sızıyor işte...

Neyse, ne diyordum, ben bazen koca, kocadan da koca, dağların en büyüğünden büyük, ırmakların en coşkunundan coşkun, en uzun nehirden daha uzun ve uçsuz bucaksız bir çölden daha çöl bir salaklığa sahibim. Ben yine de yüreğime inanmayı seçiyorum, insanın başka neyi var ki...


görsel / buradan

04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan

31 Mayıs 2012

Hız Kesemeyen Tembel Günler




Beni bu havalar mahvetti der ya şair, beni bu havalar tembel etti. Baharın güneşi içime dolacak diye bekleye durayım, Haziran geldi dayandı, güneşle oynadığımız kovalamaca son bulamadı. Öyle çok sıcak seven biri değilim, ben güneşi seviyorum, sıcağını değil. Gülü seviyorum, dikenini değil gibi bir durum bu. İsveçli bilim adamlarının uzun zamandır bir buluşa imza atmadığı düşünülürse bu konunun onların dikkatini çekmesi an meselesidir. Yani güneşin ısıtmadan var olduğu açık mavi, bulutsu beyazlıkların bir fırça ile şekillendiği gökyüzü... (İyice kafa yorarsanız  bunun çok da absürd bir mesele olmadığını algılarsınız, en azından doğmamış çocuğa don biçen yaklaşımlardan daha masum bir yanı var.)

Ne diyordum hemşire... Hımm, evet tembelim. Bugün tam bir "bugün git yarın gel" memuru kıvamında, okuldan kaçmayı kafayı koymuş çocuk misali; karın ağrıları çekiyorum. Kısacası yerim dar! Ama gel gör ki ben oynamak istiyorum, hatta mümkünse kolbastı kıvamında zıp zıp zıplamak. 

Aslında gündemi yakalamak konusundaki başarısızlığım beni bugüne getiren; ben bir konuya vakıf oluyorum, bir bakıyorum ki, gündem 180 derece açıyla yön değiştirmiş, sekiz nala koşan atlılarla dolu... Tam atın birini yakalayıp hayırdır diye soracağım, bir kelime bir işlem ile karşıma bir boş boş bakan çıkıyor: 

5ç*kürtaj(y+k)/d(bakım+grev) = irade

Çık çıkabilirsen denklemin içinden... 

Kendimi bir çardağa atıp, elimde kitabım Bağdat'ın Portakal Ağaçları altında keyfime bakacağım, bir gök gürültüsü ile kendime geliyorum. Ayağımda, yarım numara küçük ızdırap babetleri ve 5 yara bandı ile, çektiğim cezaya karşı direnişe geçecekken, protesto hakkımı çıplak ayak yağmur altında dans ederek kullanıyorum. Uzaktan gördüğüm polisin elindeki parlak cisme bir yerlerden aşına olan gözlerim kaçmaya vakit bile bulamadan yakalanıyor, belki de tam da bu esnada bir ses; "özsaygı" diye kulağımı çekmese, bedenimde söz hakkı olduğunu iddia eden ve üzerime tırmanan sümüklüböceğe elimin tersi ile vurma istediğimi köreltemeyeceğim: sümüklüböceği parmak uçlarımla tutup, otların arasına usulca koyup, yollarımı; oradan, olandan ve olacak olanlardan uzaklaştırıyorum. Arkama bile bakmadan yürürken, yollarımın hayatımın hiç bir kesitinde o sümüklüböcekle kesişmeyeceğini bilmek içime su serpmemi sağlıyor. Yağmur yağarken ağzımı açıp özgürlüğüme  bu yüzden bu kadar gururla bakabiliyorum. Karanlığa muhtaç örümceklere, sırf örebildikleri ağlar yüzünden hayran kalacakken güneşin bulutların arasından çıkması ile kendime geliyorum. Aydınlık her zaman karanlıktan iyidir!

Tembel bir gün için fazla kurgusal bir öğle arasını geride bırakıp, "iş akışı" çıkartmak üzere bir toplantıya, gündemin hızını geride bırakma pahasına, adım adım ilerliyorum. 


25 Mayıs 2012

Biraz Daha AZ

Ertesi Gün


Derdâdan geçme faslında fonda bir müzik olmalı der... Follia yazar... La Folia'yı bulur. Bütün ışıkları kapatır. Mümkün olsa sokağın lambalarını bile kapatırdı ya... Mümkün olmaz. Mutlak karanlığın içinden Derdâ'nın kelimeleri nota olup aksın ister... İstediği olur. O gece uykuya dalar; kitap hâlâ baş ucundadır.

Ertesi sabah evden çıkar.  Kitabı çantasına atar. Derdâ'nın Derda'sını nasıl bulacağı sorusu sileceklere dolanır, soru işaretine benzer bir önceki gecenin yağmur lekeleri, kalır camda. Bu hikayenin nasıl olup da ikisini karşılaştıracağını bulmaya çalışır kafasında. Yeniden bir öykü kurguluyordur aslında. Yol boyu kendince bitirir romanı. Kitabı ofise gelince çantasından çıkartıp masasına koyar. Akşam eve giderken yeniden çantasına... Sonra yeniden baş ucuna ve sabah yeniden çantasına... İkinci bölüme geçmek için sabırsızlanıyor gibi gözükse de bilinçli bir geciktirmeyi de planlıyor gibidir. 

Perşembe akşam üzeri, üstünde kolsuz bir gömlek ve elinde kitabı ile şiddetli bir yağmura yakalanır. O pazar gününden sonra güneşli ve bulutsuz gökyüzüdür omuzlarına yüklenen yük... Yağmurun şiddetinde. Kalkar omuzlarındaki. Yük.  Toplantı için davet edildiği binadan, toplantı saatini bile bekleyemeden bir mazeret uydurup ayrılır. Elinde kitabı. Üstünde incecik kolsuz bir gömlek. Ayağında bir sandalet. Islanır. Sileceklerin hızı arabanın hız göstergesi ile yarışır. Kazanan yağmur olur. 

Üstünü bile çıkartmadan bir kaç gün önceki sığınağına saklanır. Sarı üzerine belli belirsiz turuncu çizgileri olan battaniyesine... Kararan havaya bir ışık yakar, baş ucunda. Sadece o kadar. Derdâ'ya gülümser. Derda'yı alır koynuna... Derda, bir mezarlık çocuğu... Derda, bir erkek çocuk. 52 kişi üzerinden geçerken ve Derdâ, “Ne duruyorsunuz orada? Gelip bir şeyler yapsanıza! Ben buradayım, siz neredesiniz” Ha, neredesiniz?” diye sorduğunda... gözlerini kızın gözlerinden ayırmadan "Buradayım" diyen adam... 

Nasıl bir hikayedir bu, nasıl bir yere vardıracaktır okurunu... Hangi soruları sorduracaktır son söz de söylendiğinde, neyin peşinden sürüklenecektir, bir hikayenin bu kadar dışındayken, bu kadar içine çekilen okur.     

“Herkesin öyle bir hikayesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği… İçine atmak diye bir şey varken, anlatmaya ne gerek vardı?”

İçine attıklarını düşünür... İçinden taşanları, onu dinleyenleri... Başlayıp da bitiremediği romanları düşünür, başlayıp da sonunu kendi istediği gibi getiremediği anılar çıkar kitabın sayfalarından... Kulak asmaz hiç birine... O inatla okur kitabı... Bir solukluk canı kalmış gibi okur. Derdâ soluğunu kestiğinden beri aldığı en derin nefesi katar kelimelerin ardına. Rüzgar olur nefesi... Okur o hızla... Hikayenin nerede nasıl kesişeceğini kestirmeye çalışmayı bırakalı çok olmuştur.... Nasılsa nasıldır... Kesişsinler de der... 

Yollar kesişirdi... Bazen bilir insan bazen bilmez, bazen farkında olur, bazen olmaz... Ama yollar mutlaka kesişir ve kader denen şeyin oluşması da ancak böyle mümkün olur:



“Nereden bilebilirdi insanoğlu? Varlığının sonuçlarını. Hepsinin de yanıtı aynıydı. Hiçbir yerden… Belki de bu sayede hayat devam ediyordu. Kimse, neye neden olduğunu önceden bilemediği için… Çünkü her davranışının zaman içindeki bütün sonuçlarına önceden tanıklık eden kişinin ilk tepkisi, büyük ihtimalle, durmak olurdu. Durmak ve durdurmak. Dehşet içinde. Hareket etme korkusundan kalbi durana kadar."

Onların yollarını kesiştirenin o yumrukla ilişkisini, Muhammed Ali ile ilgili belgeseli seyredene kadar asla bilemeyecektir. O akşam kitabı bitirdiğinde, televizyonu açar. Varlığından bile haberdar olmadığı bir kanalda, bir belgesele denk gelir... "Bütün zamanların en iyisi"ne... 




O gece de kitabı baş ucuna koyar. Bir mektuptur düşündüğü, bir mektubun,  son satırları:

"Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de,seni az tanıyorum, demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Belki de az her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir..."

Uykuyla uyanıklık arasında, saatler önce düşlere dalan, sıcağında huzur bulduğu sarılır bedenine, nefesi boynundayken iyi geceler öpücüğü  niyetinedir yanağına kondurulan soru: Bitirdin mi?

"AZ kaldı" diyebilir sadece.
"Derdâ AZ.. Derda... Çok daha AZ..." kalmıştır çünkü... 





görsel / google

24 Mayıs 2012

AZ - Biri Başlangıç Diğeri Son



"Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az… O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az… Sen de fark ettin mi; Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…"

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağının üzerinde, A'dan Z'ye şöyle bir gezdirir parmak uçlarını... A'dan Z'ye bir şiddettir okuyacağı. 

"Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine A'dan Z'ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman..."

Yazıyordur kitabın arka kapağında... Eline alır kitabı... Kapağını açar;

"Nevzat Çelik'e..." denmiştir ilk sayfasında... Parmak uçlarını gezdirir Nevzat Çelik mısralarında;

Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız....

Donar zaman, bir pazar gününün yağmura teslim sessizliğinde dolanır düşünceleri... Okumak ister bir solukta Derdâ'nın hikayesini... Okur da... Bir solukta. Ama durur bazen, kapar kitabı göğsüne, düşünür onu durduran cümle üzerine:

“Böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın göremediği şeyler yok olmazdı ki!”

O cümle sonrasında yaşadığı ama yok saydığı günlerdir onu kovalayan... Kaçar, kapar gözlerini, zihnini yağan yağmura bırakır, sele kapılıp gitsin ister, ama insanın yaşadığı şeyler, öyle bir anda yok olmaz...

Yatırcalı gibi düşüverir koltuğundan... Kaldığı yerden devam eder AZ... Bir battaniye üzerinde boylu boyunca serilir kelimeler, kapı çalsın istemez, ses olsun istemez, Derdâ'nın şiddetinde titrer bedeni. Soluksuz kalır okurken... Son nefesinde dahi okumak ister gibi çevirir sayfaları. Gece olur, ağrı gibidir şiddet, geceleri daha çok sersemletir... Ama yine de düşürmez kitabı elinden, ya kelimeler düşüp de gidiverirse diye korkar...  Küfrettiği de olur, içinin cız ettiği de... Sövdüğü de olur, acaba diye sorduğu da... Parmakları bile acır sayfalar geçip gittikçe... Yağmur şiddetini artırır... Camdan dışarı bakar ilk bölüm bittiğinde... Bir isimdir hafızasını kurcalatan: Marquis de Sade... O da kim der, Anne gibi... Google sessiz bir tanık gibi döker kelimeleri...

"Yaklaşık 29 yılını hapishanede, 13 yılını akıl hastanesinde geçirmiştir ve en önemli eseri Sodom'un 120 Günü'nü hapishanede yazmıştır. Sadizm'in kökeninin onun yazdıklarına dayandığı bilinir."

Okudukları ile sarsılan bedenini, battaniyenin altından güçlükle kaldırıp, kitaba ayraç koymadan kapatır kapağını, mutlak karanlığa gömer kelimeleri... Sürüklenip gittiği Derdâ'dan Derda'ya ulaşması için zamana ihtiyacı olduğunu fark eder.  Yatağa uzandığında kitap başucundadır. 

Uykuya dalmadan hemen önce sağ eliyle kalbini kapatır, korumak ister gibi... Büyüyemeyen yanını yorgan yapar kendine, korkularını yastık... Kapar gözlerini, insanın göremediği şeylerin yok olmayacağını bile bile... Düşleri perde olur geceye... 

"O andan sonra, evde, baskın elementi acı olan kimyasal bir tepkime gerçekleşmiş ve Stanley'nin büyümesi durmuştu. Büyümeyen bütün insanlar gibi kurduğu hayallerin içinde  yürüyen Stanley'nin ayağı bir çukura girip de tabanı gerçeğe deyince canı yanmaya başlamıştı. Yaşı ilerledikçe ve büyüyemedikçe o can yanmasını daha da çok hissediyordu. Bu yüzden o çukurları, Finsburry Park metro istasyonunun girişinde duran, Kara T. diye bilinen ve gerçek adı Timur olan on dört yaşındaki bir çocuktan aldığı eroinle kapatıyordu. Gerçeğe düşüp bir yerlerini kırmamak için. Özellikle de kalbini."



görsel / buradan 

22 Mayıs 2012

Güzel Bi'şeyler

Geçtiğimiz hafta bir sürü, ama bir sürü güzel şey oldu... Hepsini yazacaktım, özenle fotoğraflarını çekmiş, anının gelmesini bekleyen kelimelerimi hazır bile etmiştim. Ne mi oldu: "Öküz..." Evet, bir öküz bütün güzellikleri silip, geride kendini bıraktı, bir de havada asılı kalan, "öküz olmak lazım bu hayatta" çığlığını... 



Geçen hafta üniversite şenlikleri nedeniyle pek bir şenlikliydik doğrusu, yoksa şenlikliydim mi demeliyim. Bir kere serbest kıyafetle işe geldim, gece yarılarını bekledim, çocuklarla "Beyaz" çılgınlığının dibine vurdum, romanlarla göbek atıp, türkülerle coştum. Boğaziçi Caz Korosu ile düşlere dalıp, Feridun Düzağaç konserinde gerçeğe vardım.  Gizli saklı bira, şarap içip, hafif meşrep esprilere kahkahalarla güldüm. Kısaca geçtiğimiz ayların stresini -20li yaşlarıma geri dönüp- bir güzel içimin kapılarından kovdum. Köşe başında iki dirhem bir çekirdek beni bekleyen sorunlara kulaklarımı tıkadım. Serzenişlerini sırtına yük edinmiş arkadaşlara bir güvenlik şeridi çektim ve uzak durmalarını söyledim. Kendime ait, kendimce bir haftanın keyfini sürdüm, öyle ki, bana takılanlardan her biri, sadece bir gece erken gitmem gereken şenliklerde hiç eğlenemediklerini, enerjime ihtiyaçları olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler, böylece cumartesi gecemi de 20li yaşlarımın son demlerinde geçirdim. İyi de ettim. Bu hafta başı bir arkadaşım şöyle dedi, "Ne oldu sana...", "Ne olmuş ki..." dedim. "Gençleşmişsin, cildin parlamış, gözlerin ışıl ışıl..., aşık mısın?" Gizemli bir gülüşün ardına sakladım yalnız kendimin bildiği gerçeği, ucu açık bir kelimeyi orta yere bıraktım: "Evet..." Ardıma bile dönüp bakmadım. Hayata aşık olmayanın beni anlamayacağını keşfedeli epey zaman olmuştu. Ben şanslı bir kadındım. İçimdeki çocuk, bir haftalığına da olsa dışarı çıkmış ve ilk gençliğin heyecanlarında, biraz sorumsuz, çokca heyecanlı günlerin tadını doya doya yaşamıştı. İyi ki dedim kendime, iyi ki kırabilecek zincirlerim ve cesaretim var...



* Bu arada yazıyı bitirince fark ettim, "öküz" o kadar da sinirimi bozmamış olma ki; anlatmayı unutmuşum. Merak edenler için anlatayım, pazar gecesi evden çıkmam gerekiyordu, araba ile otoparkın çıkışına geldiğimde bir araba tam da otoparkın kapısına park etmişti. Bir kaç dakika bekledim, etrafıma bakındım, geç bir saat olduğu için önce kornaya basmaya çekindim, ama sonra zaman daraldığı için bir iki kere kornaya bastım. Camlara kapılara çıkanlar oldu, utandım. Polisi aradım, trafiği aradım. Memur bey şöyle dedi, kusura bakmayın arabanın kaydı yok, siz en iyisi bir taksiye atlayıp gidin... Nasıl olur dedim, bu adama hiç bir şey yapılmayacak mı? Yok dedi, yapamayız, trafiğe engel bir durum yok. Nasıl olmaz dedim, kendi aracımla otoparktan çıkamıyorum. Hanfendi dedi, biz trafik kazalarına gidiyoruz, binin bir taksiye nereye gidecekseniz gidin.... Peki memur bey dedim, sizi meşgul ettim, öküz olaydım da aramayaydım, kendi adalet düzenimi kendim kurup, lastiğini falan patlataydım, nasılsa öküzlere bir şey olmuyor bu memlekette. Öküz olmak lazım bu memlekette... diye son bi kez bağırıp, arabamın kapısını havaya çarptım. Öküz olamadım, arabamı gerisin geriye park edip, evime çıktım, Hakan Günday'ın AZını okumaya devam ettim. 2 saat kadar sonra egzosunu patlata patlata uzaklaşan arabanın sesine güldüm... bazen hayatın hazırladığı süprizlere temkinli yaklaşmak gerektiğini kapı çalınınca bir kez daha fark ettim. Olanı biteni sığındığım sıcaklığın içine gömdüm. Yüzümde kocaman bir gülümseme ile uykuya dalmış olmalıyım ki, sabah sabah yağan yağmura bile şükrettim. 

18 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Güzel Bi'şey




karardığında gökyüzü
sen kapının çalmasını bekle
güzel bi'şey hazırlar her zaman hayat
şükretmesini bilene




17 Mayıs 2012

Fotoğrafın Fısıltısı / Merak





hayatın büyük gizemini
küçük detaylarda yakalayanların 
ödülüdür
gülümseyerek yaşamak


15 Mayıs 2012

Siz Bilmezsiniz Belki Diye...


Bazı insanlar kelimelerle mucizeler yaratır... 
Ve bazı insanlar o mucizelere kapılıp hayatın içine açılan bir kapıdan geçer.







Siz bilmezsiniz belki diye, bir kaç satır karalamak istedim üzerine. Aslında niyetim gittiğim oyunu kaleme almaktı. Ama insan çok iyi yazan biriyle tanış olunca kaleme almak zor oluyor bazı şeyleri. Mesela ben bir yazarı şahsen tanısam yeltenmem şuradan düz yazı ile dert anlatmaya, hele de bir şairi tanısam böyle etiyle canıyla hiç isim takar mıyım yazdıklarıma "şiir tadında" diye... Yemek meselesini ise hiç değinmiyorum. Yemeyi severim, yapmaktan daha çok. Hoş mutfaktaki becerilerim de fena değildir ama ne haddime tarifli yazılar yazmak mutfağı kendine meslek edinmiş biri ile kıyaslandığımda. 

Efendim bu sezon perdeler kapanmadan bir oyun daha izleseydik diye gittiğimiz tiyatrodan elimde kelimeler ile çıkmış, klavyenin başına oturduğumda da döktüreceğim cümleleri, bir saatlik yürüyüşün içinde 3 aşağı 25 yukarı planlamışken, "durrrrr" dedi bir ses. 

Tahmin ettiğiniz üzere iç sesim... "e be kadın, ne yazacaksın ki fukara kelimelerinle bu oyun* üzerine" dedi. Dedim "haddini bil, elbet bizim de kelamımız var" dedim ama, e bir ama gelip takıldı işte o anda hevesimin kursağına. Ben en iyisi dedim, yazmayayım bu oyun üzerine, onun yerine dedim oyunların üzerine yazılmışları okumak konusunda meraklılar var ise, ve ola ki haberleri yok ise, hani bilmemiş, duymamış, okumamışlardır belki diye... onları haber edeyim istedim. Bir nevi sosyal sorumluluk benimkisi... 

Efendim eğer tiyatroya düşkünseniz, oyun, oyuncular, dekor, müzikler, sahne, ışık, izleyicide kalan etki ve daha bir çok detay hakkında izlemeden fikir sahibi olayım ya da izledikten sonra " ee vardı bizim de eklemek istediğimiz üç beş görüş" diyenlere, şiddet yansılı olmadığımızdan, ısrarla okumalarını tavsiye edeceğim bir bloggerdır kendisi... 

Valla seviyorum diye -severim o ayrı da- okuyun, okutun, takibe alın demiyorum. Siz bir okuyun, sonrası size kalmış. Unutmadan... bir de yazmadıkları konusunda ısrarcı olun. 



* "bu oyun"dan kasıt, "Bu da Benim Karım" oyunudur. Görsel önerdiğim blogger'ın son yazısından alınmıştır. 

14 Mayıs 2012

Dağ Başını Duman Almış




Bu blogu okuyup da benim dağ evine düşkünlüğümü bilmeyen yoktur. Mesela bir yazım vardır; "eski bir sobanın başında oturdum ve düşledim" diye... Dağ evinde yazılmıştır.  "asma yaprağında sardalya rakısız olur mu" o dağ evindeki bir andan yola çıkılarak yazılmış bir başka anı-yazıdır. 

Şu girizgahtan da anlaşılacağı üzere haftasonu dağ evindeydik. Malum anneler günü... Güneş yüzünü göstermek konusunda "geçmiş zaman yeni gelini"... Bir naz bir naz... İlk iş soba yakıldı. Meşe odunlarının gürül gürül sesi ile çam kozalaklarının çıtırtısı birbirine karıştıkça, anılar bulutu sarıyor efkarımı. Hüzünlü anlar konusunda çömert davranan akıl, iş yüzü güldürenlere gelince, şu yeni gelinden bile beter...Havanın ha yağdım ha yağacağım külhan beyliğine bir omuz kıvırıp, yan yan bakıyorum gözyüzüne... O benim ne demek istediğimi anlıyor; göz kırpmasından anlıyorum.

Masayı ön terasa kuruyoruz. Çatının kenarına yuva kuran kuşun yavruları çığlık çığlık... Anne telaşla pır pır kanat çırptıkça, yavruların sesi yükseliyor... Bizden korkusuna sortiler sıklaşıyor ama bir türlü yuvaya o gaga ucundaki solucan bırakılamıyor. Hal böyle olunca pılıyı pırtıyı toplayıp içeri geçiyoruz. Evin babası gazetelerini soba çıtırtısında okuyacak.  Biz de yani evin kadınları da bu sürede yavru kuşların beslenmesine izin verip salata hazırlıklarını, tek çeken radyo kanalı olduğunda TRT'nin acıklı anneler şarkı geçidi ile tamamlayacağız. 

"Annemmm, annem, sen üzülmeeeeee" 

"Yahu yok mu eğlenceli bir şarkı anneler gününde..." Elimde taze soğanın kokusu gidip kapatıveriyorum radyoyu tek bir hareketimle. Havam pek yerinde... Diyeceksin ki radyoya ne... Neyse ne... 

Radyo susuyor ben başlıyorum sabah sabah ağzıma yapışıp kalan türküye:

"Ben derdimi hangi dağaaaaaa, yüreğimi hangi suyaaaaaaaa"

Annemin sesi ile geliyorum kendime: "Ne iyi oldu radyoyu kapattığın

Herkes susuyor; bir tek kuşların cıvıltısı, rüzgara teslim ahlatın hışırtısı ve sobanın gürültüsünün ahengi kalıyor geriye. Herkesin içinde kendinden büyük bir huzur, yayılıyor ahşap evin sincap tarafından kemirilen kütüklerine.

Salatalar da tamamlanınca, terasta mangal yakılıyor yelleye yelleye... Sofra hazırlığı neşeli bir telaşa dönüyor kısa sürede. Yüzü güldüren kadehler bordonun en güzel rengi ile boyanınca, bir damla gözyaşı, yürek dolusu bir kahkaha ile kuruluyor temenni cümleleri, "en bi çok sevilen" fedakar cefakar anneye...  Annem kardeşimin eski tişörtünden diktiği el bezine sarılıp, "oğlum da yanımızda" diyor, göz yaşını saklayıp kendine, kendince gülümsüyor bize. Hepimiz özlemle kaldırıyoruz kadehlerimizi... "İyi ki sayıca az sevgice çok bir aileyiz" diyoruz. Mangal ben oldum diye bağırınca; taze soğanlar, biberler, domatesler közden alınıyor... Pul biberli, taze kekikli etler atılıyor bu sefer telin üzerine. 

Aniden ve hiç umut yokken güneş yüzünü cömertçe sergiliyor köyün üzerinde, bulutları dağıtan rüzgara ise laf yok; üzerimize birer yelek alıveriyoruz... Çiseleyen yağmura ve dağlara çöken sise hayranlık duyuyoruz. Gün giderek yoğun, bulutsu, özlemlerle dolu bir anıya dönüşüyor. Dağ evi, bir sezona daha kapılarını iyikilerle, kahkahalarla ve sevgiyle açıyor. Tatlı bir yorgunluğa katık ediliyor anılar. Her şey yerli yerine konuyor, elektrikler, sular kontrol ediliyor. Son bir bakış, ya bir şey unutursak endişesiyle...  Çöpün ağzı bağlanıyor; bir şeyi unutmadık di mi diye... Günler sonra bir dost sohbetinde hatırlanacak ve anlatılacak nice güzellliklerle kapatılıyor demir kapılar ağır ağır, gitmeyi hiç istemeyen ayakların direnişinde... Haftaya başka bir anıyı yeşertecek toprağa mıhlanıyor demir kapının demir çubuğu; "canı yanıyor mudur acaba?" diye ... Bir emeklilik hayali daha atılıyor toprağa tohum niyetine... Yola koyuluyor emektar dört teker, öyle ağır öyle dikkatle iniyor ki yokuşu sanırsın o da kalmak istiyor cennetin bu köşesinde...

Velhasıl okuyucu, seviyorum ben bu dağın başını, öylesine seviyorum ki, her defasında yenileniyor, güzelleşiyor ve umutlarımı yeşertiyorum bir dumanın gölgesinde... Yeşil kalmanız dileklerimle...



evin fotoğrafını bu bilgisayarda bulamadım, siz yukarıdaki fotoğrafla idari ediverin... görsel/deviantart