25 Aralık 2013

Brükselde Bir Akşamüstü

Bundan on yıl kadar önceydi; bir hafta sonu için, daha çok bir kahve içimlik bir yere gider gibi bir gidişti. Sırt çantasına atılan bir polar üst ve kot, iki farklı tişört ve yedek iç çamaşırlarının ağırlığında çıkılan bir yolculuk. Tüm yolculuklar gibiydi, tüm yollar ve tüm dönüşler gibi. Bir akşamüstüydü. Yağmuru ile ünlü kent, 3 günlük mola vermişti. Nisanda bir başkaydı... Kasımda daha bir güzel.

Bu sene Nisan ayında bir hocamız Kasım ayında işin var mı dedi.  Kasım ayında bir işim yoktu. Benden haber bekle dedi. Sonraki aylardan birinde koridorda karşılaştık. Pasaportun süresi var dimi dedi. Bakarım dedim. Akşam eve gittiğimde baktım ki, süresi geçeli neredeyse 6 ay olmuş. Hemen ertesi gün pasaport bürosunda aldım soluğu. Randevulu sistemin gözünü "yiyim" dedim. İşlerimi yaklaşık yarım saat gibi bir sürede halledip aldım soluğu termal çamaşırcıda. Var olan termallerimin yedeklerini de alıp rahat ettim. Ne de olsa Kasım ayında, 10 gün gibi bir süre Orta Avrupa'nın yağmurları ile ünlü kentinde kalacaktım. 

Günler su gibi aktı, son hafta son hazırlıkları da tamamladık. Nerede ne yenilecek, hangi sokaklar gezilecek, nerede hangi biralar içilecek. Yakın şehirler hangileri ve ne kadar süre o şehirlere zaman ayrılabilecek... Christmas Markete yetişiyor muyuz? Akşam uçağı ile gidecektik, öğlen gibi çıktık yola salına salına. Orda bir çay molası burda bir manzara seyreyleyelim diye diye vardık İstanbul'a. 

Tren yolculuğu kadar olmasa da uçak yolculuklarını severim. Garip bir heyecan, anlamlı bir telaş sarar beni. Aşk gibidir her yolculuk... Koşar adım gider, ayaklarımı sürüye sürüye geri dönerim. 

Bir üniversite ziyareti için gidiyorduk bu sefer; Erasmus+  sağolsun 7 gün etkinlik, 2 gün de bizden ekledik ve 9 gün sürecek olan Brüksel macerasına kanat açtık küçük bir ekip. 

İlk gün Bruge... Masal diyar... Anlatmıştım. Sonraki haftanın tamamı Brüksel sokakları... Arada üniversitenin diğer bir kampüsünün bulunduğu Leuven ki o başka bir yazının ana konusu. Sonrası dönüş telaşı. 


10 yıl öncede var mıydı bilmiyorum, belki de bu işte Gürkan'ın tekeri vardır. Bisikletle dünya turuna çıkarak hem hayalimi gerçekleştirme konusunda heves hem de bisikletle ilgili bir farkındalık yarattı. Daha önce Amerika'da dikkatimi çeken, şimdi de Brüksel'de gördüğüm bisiklet parkları ve durakları "neden kampüste de olmasın" fikrini bir kez daha ışıklı bir tabelaya dönüştürdü, döner dönmez anladım ki, tabela olarak kalacak bir fikir benimkisi... 


Beraber gittiğim arkadaşım bisiklete binemediği için bolca yürüdük. Zaten onca yediğimiz waffle ve çikolata nasıl erirdi başka türlü bilmiyorum.  Önceden yaptığım sıkı çalışma sonunda Mer du Nord gidilmesi gereken bir yer olarak kayda geçmişti. Şefleri yemek yaparken izlemek kesinlikle iştah açıcıydı. Kabul etmek gerekir ki her genç kızın gönlünde yatan beyaz atlı prensin seksi bir şef olması hayali vardır. Yoksa bu hayal bir tek bana mı ait. 


Az ilerde görünen dönme dolap çocuk yanımı harekete geçirse de hevesimi bir kaç gün sonra kurulacak olan Noel pazarına bıraktım. Dönüş yolu üzerinde St. Gery meydanında yer alan Zebra Bar özellikle canlı müzik için önerilse de, gündüz vakti mola için de bence güzel bir mekan. Taze naneli çay;  soğukla haşır neşir olan bünyeye canlı bir enerji katıyor dediler, denedik. Doğrusu pek beğendik.


Günlerdir aradığım "tarte tatin" ki bilirsiniz şahını yaparım, yine de ilk adını duyduğum kente gelince olmazsa olmazımdı ki aramadığım yerde karşıma çıkıverdi... Tek tabak çift servis kuralı ile gün ortası neşesi olan tatlı, memlekete dönülünce bir kez daha yapılacak nidalarına eşlik etti. Bahara Allah kerim.


Avrupa kiliseler cenneti... Bir süre sonra gezmekten vazgeçseniz de gene de görülmeye değer olanları es geçemiyorsunuz, hele benim gibi her İstanbul'a gittiğinde St. Antuan gezen biri için daha önce gezdiğin ve beni derinden etkileyen Treurenberg Tepesi’nde yer alan Michael and St. Gudula Cathedral'i ki görebileceğiniz en sade Katolik katedralidir belki de, ismini alış hikayesi ise kesinlikle orta yolu bulma becerisi, bir kez daha ziyaret edilerek ruh dinlendirilmesi suretiyle teşekkür edilerek yollara düşüldü. Yol dediysem, bildiğiniz gibi değil, bildiğin aç susuz ve hatta molasız 4,5 saatlik bir maraton. Önde rehber arkasında yarrrrr diye devam eden şarkı misali; 24 kişilik heyet, yürüyerek Brüksel tarihi dinledik, dikkatinizi çekerim hava 2 dereceydi ve kar toplayan güneş bile yoktu. Ne saraylar, ne meydanlar, ne adalet sarayları, ne parklar, ne binalar gezdik bir bilseniz, ve hatta yönetim biçimini uzun uzun anlatan rehbere soru sormak gibi bir gaflet içine düşen beni cevaplamak için yaklaşık bir yarım saati daha heba edince ki girmeyin derim derin devlet meselelerine çıkamazsınız Brüksel'de, zaten uzun olan yollar daha da uzadı tabi gözümüzde.

Bir önceki gelişimde sevdiğim kiliselerden biri bir yüzü antika pazarının olduğu meydana, diğer yüzü 48 heykelle çevrili Square du Petit Sablon parkına bakan Notre-Dame du Sablon kilisesiydi ki başka bir günün keyifli, bol molalı, şehri keşfetmek istiyorsan sokaklarında kaybolacaksın düsturu ile kahveli, biralı ve hatta elde patatesli duraklarından biri oldu. 



Brüksel 1950lerdeki hızlı değişiminden nasibini almış, kentsel dönüşüm- bir yerden tanıdık geliyor mu?- bir yandan kentin ulaşım sorununa çözüm olurken bir yandan da tarihi yerleri yerle bir etmiş. Burada bir parantez açıp "tek hat metro ve tren ağından" bahsetmediğimi bilmenizi isterim; üç katlı ve onlarca hatta ilerleyen demir örümceklerden bahsediyorum. Tarihi bir yandan yok eden el, bir yandan "mış" gibi taklitlerini üretmiş. Bu nedenledir ki, tarihmiş gibi sonradan makyajla düzeltilen yapılar ve tarih iç içe geçmiş. Bildiğiniz gibi; bazen sahtesi de yok satabiliyor. 

  

Biraz da ne yenir ne içilir bölümü ekleyeyim: 
Grand Place yoğun kalabalığı ve uğultusuna rağmen gündüz ve gece mutlaka görülmesi gereken; Saint-Hubertus Royal Gallery ve pasaj içinde yer alan klasik bir Belçika kahvaltısının leziz örneklerinin yenebileceği, döndükten sonra İstanbul'da da bir şubesinin bulunduğunu öğrendiğim Le Pain Quotidien, Belçika'nın çeşitli efsanelerle anılan işeyen çocuğu Manneken Pis, 1400lü ve 1600lü yıllardan kalma farklı dönem binaları, çikolata müzesi, meydana açılan sokaklarında yer alan butik mağazaları, barları ve daha pek çok ayrıntıya takılarak zamanı unuttuğum bu meydan Brüksel'i benim için keyifli kılan yerlerden biri. 


Meydanda bir şubesi bulunan 1800lü yıllardan beri var olan Maison Dandoy waffle yemek için tek geçeceğim yerlerden biri. Hele de bisküvi sever biriyseniz buradakilerin tadına bakmadan dönmeyin derim. Nerede bu memleketin meşhur midyeleri diye soranlara da; inanın öyle farklı lezzetlerde kayboldum ki, midyeye yer bile kalmadı bu sefer demekle yetineceğim. 


Döndük dolaştık, gezdik gördük...
Elbet sonuna gelecektik. 
Dönüş;
 hüznün umutla buluştuğu bir an benim için. 
Dönüşleri severim, belki de yeni bir gidişin müjdecisi olduğundan...

Nisan gibi... 
Bir hayal... 
Gerçek olacak sanki... 
Bu sefer olacak gibi. 
Dua edin olsun.
Evrene olumlu mesaj gönderin yani.
Biliyorum siz de ederseniz olur, 
olsun n'olur.

Aşkla dolsun yeni yılınız...
Yol olsun, yolculuk olsun, yolcu olsun kaderiniz.
Sevginin eksik olmadığı bir dünya pek ala mümkün.
Ders almaz bir aşık, düş gücü sonsuz bir sevdalı, umutlu bir hayalperestim ben.

Aşkla kalın!





17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




11 Aralık 2013

İlk Kar

Yeni görevimin bana bahşettiği odada oturuyorum, geçici bir süre için de olsa yeniden burada olmak garip duygular uyandırıyor bende. Bundan tam yedi yıl önce gene bu binada, adını alan dağlara bakan üniversitedeki ilk odamın hemen yanı başındaki odadayım.  Üzerinden geçen zaman içinde Kalite Koordinatörlüğü ve Stratejik Planlama Müdürlüğü görevlerini yürüttüm. Üniversite bana ben üniversiteye çok şey kattım. Her iki birimin kuruluşunda da emeğim var. Şimdi yeniden kurulan bir birimin kuruluş öyküsünde yer alıyorum. Heyecanlıyım. Bir yanım; yaparsın sen diyor, bir yanım; yaparsın senler farklı seslerden yükseldikçe egosal bir şişkinlik yaşıyor. Kimi "işte şimdi yerini bulmuşsun" diyor, kimi süzen gözlerle bakıyor, kiminde bir hayıflanma, kiminde bir arkamdan konuşma telaşı.

Gülümsüyorum. Belki uzun zamandır olmadığı kadar, doğru bir zamanda doğru bir yerde durduğum için başıma bunların geldiğini biliyorum. Tabi  bir de "sen bi gereğini yap da" diyen güvenli sesin yanı başımda olması var. Şans işte. Bazen geldi mi her yerden, bazen vurdu mu dibine kadar.

Sabahın erkeni... kafamda yapılması gereken onca iş, oysa benim gözüm oynaşta. Ah bi kar yağsa... Dün akşamki gibi lapa lapa... Seyre dalsam alemi. Dün gece banyodan sonra keyifle içilen kış çayının kokusu burnumdayken, limonlu çayım geliyor masama. Şöyle derin bir nefes alıp, şükrediyorum.


Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Usul bir kar başlıyor. Bir köşede kar toplayan güneş ışıl ışıl... İçinde bulunulması keyifli anlardan birini yaşıyorum. Kar lapa lapa yağmaya başlıyor. Gene mi bi kulağın bende...

İlk karın heyecanı sesler yükseliyor hemen arka bahçemde. Çamların neredeyse dört katlı binanın boyuna ulaştığını ve üzerinin yer yer karla kaplı olduğunu görmek nasıl bir keyif anlatabilsem.


On gün önce sokaklarında kaybolduğun Brüksel'i düşünüyorum. O zaman da ne kadar şanslıydım diyorum. Hiç yağmur yağmadı mesela... Bir şeker atıyorum ağzıma... Brüksel'i anlatsam diyorum. Telefonum çalıyor. Hadi diyor arayan in aşağı... Gene yazdığım yazıyı bir kez bile okumadan basacağım yayınla tuşuna... Bir kaç saniye sonra... Biliyorum. Bu hallerimi seviyorum.





04 Aralık 2013

Ortaçağ Romantizmi: Bruges

Bugün sizlere Ortaçağ romantizmi anlatacağım... Yer bize göre  kuzeyde... Bize göre küçük... Bize göre fazla eski, anlayacağınız bize göre biraz modernleştirmeli... Belki bir kaç ağaç söküp 3-5 AVM eklemek gerek, yani bize göre... 

Oysa koruyabilmeli insan yaşanmış olanı değil mi? Resimleri yırtıp atmak gibi bizim alışkanlıklarımız, sanki o resimler yoksa, yaşanmışlıklar da yok olacak. Bizi biz yapan, bir ülkeyi, bi kültürü, bir coğrafyayı var eden, yaşanmışlıklar değil de nedir? Anlaşılması güç bir hal alıyor zamanla "yok ederek modernleşmek". İnsan pek ala geçmişi ile de "modern" olabilmeli, var işte çok çok çok güzel örnekleri.

Dönelim mi ortaçağa... Kısa bir yolculuk olacak meraklanmayın. Benim için öyle oldu, kısa ama tadı yüreğimde kaldı. 10 yıl sonra yeniden geldim... Ve dilerim bir 10 yıl daha beklemem bir kez daha gelmek için diye ayrıldım. 

Nerede miyiz? Fransızca adı, Bruges, Hollandaca Brugge diye yazılıyor. Almancası ise Brügge... Belçika'nın batı Flandra ilinin başkentideyiz. Başkent deyince gelmesin soğuk ve resmi bir kent aklınıza. Bu kent bana göre sımsıcak kaşmir bir battaniye havasında. Yürüdükçe sokaklarında, ortaçağ romantizmi işliyor içinize. Yürüyüşünüz bile değişiyor zamanla. 

II. Dünya savaşının bozamadığı bu şehre gitmeyi planlayın, ev yapımı çikolataları, rahibe işi dantelleri, kanalları ve 400'den fazla bira çeşidi ile size kendisine aşık edeceğine garanti gözüyle bakın yola çıkarken ve unutmayın aşk toslamaktır bir duvara -ama şansınıza bu duvarlar brick denen bizdeki adıyla harman tuğla yani, lafı uzatmayayım- toslayın da zaten, aşk bu! insanın karşısına bir, hadi şanslıysan iki kere çıkar, o da çıksa çıksa. 

Bırakın aksın XII. yüzyıldan başlayarak zaman, pırıl pırıl kanalların arasında dolaşırken siz bir tekneyle bir ağaç gülümsesin doğanın tüm renkleri üzerinde.



Şansın yanınızda olduğu bir günse eğer ki, bizim için kesinlikle öyleydi... Kasım ayının sonunda güneş açtı yüzümüze... Gülümseten, şaşırtan ve yüreğimizi ısıtıan bir anıya dönüştü birden bire her detay. Panayır bile kurulmuş kentin orta yerine... Çeşit çeşit peynirler, sosisler, sucuklar ve biralar... Ama ne biralar... Patates bira klasiği için bir köşe bulduk kendimize... Az sonra çıkacağımız kanal turunun hayaline kaldırdık ilk kadehleri, ikincisi yarı fiyatı... Devirdik birer tane de bize bu güzellikleri görme fırsatını verene. Şükrettik ve gün boyu hep gülümsedik. 



Az önce yürürken gördüğümüz kadını gördük panayır yerinde.
Elinde torbaları 
belli ki bisikleti bir sokak ötede  
yürüyordu aheste yüzünde soğuk kış güneşi gülümsemesiyle
pırıl pırıldı beyaz teninde ışıldayan açık gri gözleri
Yaşlanınca böyle bir yerde yaşasam dedim içimden, güler miydi ki gözlerim böyle içten. 




 Planlasak olur muydu bilmem, 
ama oldu işte: "Christmas Market" açılmıştı bizim şerefimize
Davete icabet etmek gerek dedik, verdik 12 avro giriş ücreti, daldık bir masal diyarı olan
Winter Moments with Flowers, 2013'e...
Kaybettik zamanı çiçekler arasında, orada çekilen fotoğraflar kaldı bir başka yazıya....


Şarap tadımından sonra attık kendimizi dışarı, 
bir elimizde kahve diğerinde tarçınlı kurabiye, 
ah be şair uymadığı mısra buraya...
Gene de umurumuzda değildi dünya...
Hemen yanıbaşımızda akıyordu deniz... 
Kentin içine kadar girmiş. 
"gel" diyordu.
"gel gir içime"
Atladık bir tekneye, belki varız 20, bilmem ki belki de bir ben, benden içeri.
Gitiik usul usul ileriye... Bir kanal boyu geriye sonra ve sonra sağa. döndük.
Sonra biraz eğildik. Bilmem ki belki ben uzundum diğerlerine göre. 
Kafamı kaldırdım. Baktım ileriye... 
Koca bir heykel önümde. 
Ölümsüz hikâyesiyle Giovanna d'Arco -bildiğimiz adıyla Jan Dark-
Sanki birşeyler fısıldadı yüreğime.




Bitti mi gün sahiden, ne zaman bıraktı sahneyi güneş aya... 
Alkışlayamamıştım ben ayakta. 
Bir kere daha.. Bir kere daha çıksan sahneye Bruges. 
Anlatsan yaşadıklarını bana. 
Ev ev hikayelerim olsa cebimde bir kırıntı niyetine. 
Geçtiğim sokaklara bıraksam teker teker onları. 
Bir kez daha yolum çıksa sana. 

Amin.




Fotoğraflar Samsung W ile çekilmiştir. 

03 Ekim 2013

Zaten



Sen yattığın yerden gülümsüyorsun değil mi çocuk
Ölüm yakışmıyorken yaşına
senden sonra yaşatılanlardan şaşkın,
                                            utanıyorsun değil mi çocuk.
Bu senin ayıbın değil çocuk, bu ayıp inan senin değil.

Beklemeyi öğreniyor insan zamanla. Sabretmeyi ve acısını dindirmeyi.
Bir otobüsü beklemek gibi değil elbet, bir sınav sonucunun heyecanı değil yaşanılan.
Bir evladı toprağı veremeyişin kahreden acısı ile beklemek...

Onu hiç kimse öğrenmesin çocuk.
Kimse bunu bi başkasına öğretmeye kalkmasın.

Sen sakin utanma çocuk.
İnsan olan, insanca yaşamı savunan herkes yeterince utanıyor zaten.



-----
Haber / Fotoğraf

17 Eylül 2013

Akıl Tutulması







Günlerden Salı... Tatilden döneli neredeyse 48 saat dolmak üzere. Oysa ben hala Patara koyunda yürüyorum. Sağıma bakıyorum Kaputaş plajı, soluma bakıyorum Phaselis... İçimde büyüyor  tatil. Tükenmedi yani. Tüketemedim henüz. Fener burnuna tırmanıyor bir yanım, aklımın bir yanı gidemediğim, seneye kısmet dediğim Gelidonya Fenerinde. Güzel yerleri güzel insanlarla gördüm. Güzeldi... Çok güzel. Anlatılacak değil de yaşanılacak türdendi her saat. Gece gündüze, taş kuma, güneş denize bıraktı güzelliğini... Sonra gece daha bi güzel oldu, taşlar daha da fazla... Ah o deniz, turkuaz oldu, sonra mavinin bin bir tonuna büründü bir anda. Koyu, en koyu lacivertte bile bağırdı arkamdan... Gene gel ey aşk... Gene vur beni aklımdan. 

Ve biliyor musun adam;

İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir. *












































* Engin GENÇTAN

05 Eylül 2013

Tarla


“Derme çatma” diyorum.
“Ne o derme çatma olan… Şu karşı tepede gördüğümüz ev mi?” 
“Ev mi var… Ben hayattan bahsetmiştim.” 

Onun gösterdiği karşı tepede asılı kalıyor bir süre gözlerim. Ne zaman asılı kalsa gözlerim, bir öykü anlatır içim:

Bir ev; yığma taş. 
Bir adam, yaşlı. 
Bir köpek, sadık. 
Bir ağaç, ulu. 
Bir su, başıboş akıp duruyor. 

“Ahlat mı ki…” 
Sesli düşünmüşüm. “Meşe” diyor. O kadar emin.

Omzumun ucundan bakıyorum ellerine. Parmak uçlarıma neredeyse değmek üzere. Nedense titriyorum. O ağacın altına kadar yürüsek, belki geçer. Duymuş gibi. “Ne dersin, yürüyelim mi o eve kadar?”

Beraber… O eve kadar… Yürüyoruz. Kaç göz odası vardır ki… Sığar mı boşluğumuz o eve... Duymuş gibi. “Hadi tahmin et, nasıl bir ev, kimler yaşıyor. Sen kurgula, sonra ben. Kiminki gerçeğe yakınsa diğeri ona bu gece sahilde balık rakı ısmarlar, mezeler de çabası” Kahkahası değiyor “meşe”nin dallarına. Koca meşe köküne kadar sarsılıyor. Toprağın kaymasından anlıyorum. 

Sahilde… Bu gece… Balık rakı… Eskisi gibi… Hiçbir şey olmamış gibi. Üşüyorum. Derme çatma bir yatağın üzerinde, yarı çıplak bedenimle, kendimi ona sunmaya hazırım. Gözlerimde umarsız bir bulut, geçip gidiyor. Ardından kuşlar ve sonra garip ama balıklar. Denizin dibiyle gökyüzünün sonsuzluğunda bir yerde teslimiyete hazır bir yürek, sahipsiz. Düşündükçe yavaşlıyor adımlarım. Gerisinde kalıyorum koca gövdesinin. Gerisinde kalıyorum o evin ve hikayenin. İşim yok bu hikayede. Biliyorum.

Arkamı dönüp koşmaya başlıyorum birden bire. “Ahlat o” diyorum, “ahlat! anladın mı?" Bu hikayeden çıkmak istiyorum. Sona yaklaştıkça acıtan bütün hikayelerden kaçmak istiyorum, aşk bir boyunduruk altına girmek gibidir, derdi, aşkla işim olmaz.  Ben koşarak geldiğim gibi, koşarak gidiyorum bu hikayeden de, anlıyorum.

Çeşmenin başına varınca durup, soluklanıyorum. Onlarca zaman söyleyemediğim kelimeleri bir çırpıda söylemiş gibi rahatlıyorum. İçimdeki ses hala... “ahlat o” diyor. Arkamdan koşup yetişiyor. “Neyin var” 

Bir bulut geçiyor önce, sonra kuşlar ve sonra boyunduruk bağlanmış öküzler. Bir adam beliriyor. Yaşlıca bakışlı, saçları ağırmış. Elleri nasırlı. Karşı tepedeki yaşlı adam olmalı. Yaşlı adama gülümsüyorum. Bir şeyleri anlatmak istercesine kalkıyor sol eli havaya. Uzaklaşıyor bu hikayeden. Sonu gelen bütün hikayelerden kaybolur ya karakterler birer birer, o da kayboluyor bu hikayeden, o ev, o ağaç, o köpek ve o su, o öküzler, o tarla, o gökyüzü… sis olup dağılıveriyor gözlerimden.  

“Tarlayı sürmek için ne gerek biliyor musun” diyorum, “Aşk” diye bağırıyorum. “Yürek olacak adamda önce” diyorum, “yürek övendire olacak çift sürerken. Bir de ne olacak biliyor musun? Sadakat! Olacak ki tıpkı bir pulluk gibi toprağı güvenle işleyebilesin. Sonrasında ekilecek tarla. Sonrasında büyüyecek filizlenecek hayat, belki derme çatma olacak, belki kuruyacak, belki öyle bir hasat olacak ki… Şaşıracaksın. Ama en azından denemiş olacaksın hayatta sana sunulan ne varsa. Hakkını vererek yani, sonra payına düşeni alacaksın hayattan, nerede yanlış yaptığını hiç bilemeden. Sonrası bir sis bulutu, sonrası siyah beyaz bir fotoğraf geçmişten gelen. 

 
*** * *** * *** * *** * *** 
Teşekkürler...
fotoğraf / İsmail Ertin
motivasyon / Vladimir

04 Eylül 2013

Patara - Kalkan - Kaş - Limanağzı - Olympos - Çıralı


uzun zamandır düşlediğim bir şeydi;
                                       likya yolu'nda yürümek...

zaman geçti, ben yaş aldım. gözümde büyüyor o yolu yürümek... ama belki kısa bir mesafesini... belki...

zaman sınırlı, hayaller sonsuz... 
plan bu! 
gerçek ne olur bilemem. ama gelince anlatırım söz.

26 Ağustos 2013

Deli Kızın Kapısı

Dağ başında bir köyde dağ evinden bozma köy evinden hallice, komşumuza göre neredeyse villa olan ev; bu yaz benim kurtarıcım oldu. Açık ara farkla diyebilirim ki, o ev ve o evi düşüme dönüştüren adamla harika bir Bursa yazı geçirdim. Öyle ki yakın kaçamak yerlerini bile unutacak kadar... 

Oysa Gölyazı... Nasıl da ağırlamıştı bir önceki yaz bizleri... Vefa borcu gibiydi dolunay zamanı ay pikniği sonrasında dumanı üstünde sıcak bir çay molası..İyi geldi...



          Bir sonraki gece aldık soluğu bizim köyde...
                                       Ateş ve gece... Şarap ve aşk...
                                                                    Ne de çok yakışıyor değerini bilene.




Ertesi sabah deli kızın kapısına astım nazar boncuğu ile Alaçatı temalı çay altlıklarını.
Pek de güzel oldu!
 Çok da güzel oldu bence... :)




Bak Ağustos bitmek üzere... Yap sen de kendine deli kızın kapısından bir tane... Hem belli mi olur açılıverir harikalar diyarına, hem olur yüzünde kocaman bir gülümseme... Kalbin bile çarpar valla böyle zamanlarda. Aşk dediğin nedir ki, akar gider bir çırpıda... Oysa sevdalanmalı insan yaşama... Öyle ki, kök salmalı güneşle, suyla... Uykuya dalmalı ay ışığında... Bence güzel olacak bu Eylül her zamankinden fazla... Sen kalmayı unutma sakın sağlıcakla... ;)


23 Ağustos 2013

Komşunun Tavuğu



Diyorum ki sen yazsan ben okusam, diyor ki senin yazma hızın bende olsa... Diyorum ki ama senin betimlemelerin, kelimelerinin naifliği... Sen de daha güzeli var diyor. Dönüp dönüp okuyorum yazdıklarımı. Bazıları bana ne kadar uzak. Sahi ben mi yazdım onları. Denizlere bırakılan dilek mumları gibi kelimelerim. Bir süre sonra karışıyor, sahi hangisi benim. 

Derdini anlatabilen, kazara bunları yazıya döken biri olarak bugün bir kez daha fark ettim ki, benim ki sadece bir terapi. İçimi dışıma döküp gitme hali. Kelimelere birer kanat takıp onları özgürce gökyüzüne salma hali... 

Benim komşu beni sevdiğinden sever kelimelerimi bilirim, benim türlü ruh hallerimi bildiğinden, sesimden bilir kelimelerimi, bir de yüreğimden... belki de o yüzden kaz görünür ona... Oysa onunkiler öyle mi... Ah komşum, yazsan da okusam gene seni. Aşık olsam sana, aşık olduğun kadınları anlatışına... Sahilde yürüsem senle. Kilim olsam erik ağacının altında ya da ne bileyim en renksizinden bir ortanca... Öykünsem sana dair ne varsa... Sen olsam, senin olsam... sen baksan bana yine pencereden... ben kaz görünsem sana...  



görsel / buradan

20 Ağustos 2013

Yol Notları #yolnotlari

Yola çıkmak... Plansız... Beklentisiz... Ne çıkarsa bahtınadan zevk alarak... Yola çıkmak... Heyecan... Yola çıkmak... Başlangıç... Yola çıkmak... Bi son!

Bu yıl hep böyle oldu. Hadi dedik... Dönüş yolunda hep bi "iyi ki" yi doladık dilimize... Yolun çıkmadığı zaman da oldu, yolun bi vahaya çıktığı da...  

Balıkesir'den çıkıp Gelenbe'ye doğru uzanan yolda bir benzin istasyonunda durduk, biraz tuvalet molasıydı biraz da nefes almaktı maksat... Kim nereden bilebilirdi ki yolun ilk "iyi ki"si ile karşılaşacağımızı... Naneli bir limonata uğruna gönlümüzü orada bırakacağımızı...



Sonrasında bir huzur denizi ile buluştum, 
yol bitmişti, 
durakların en güzeli anne baba yanında, 
güvenli bir limanda aldık en derin nefesi...


Sonrası hep bir güzellik, 
hep bi keyif, 
hep bi anne sevgisi, hep bi baba şefkati... 
Sımsıcak güvenli bir yuva sıcaklığı...




Dönüş vakti bi selam edip denizin en mavisine, 
en temizine ve şansımıza en sonsuzuna, düştük yine yollara...


Yol ulaştırdı beni dağ evinin rahat bir köşesine,
uzandım hayallere,
 yepyeni yolların, dağların, ağaçların, denizin ve suyun, toprağın ve insanların 
sıcağında uyudum bir süre...

Yol dedim, 
yol aldım,
yol verdim kendime...




31 Temmuz 2013

Saf, Kör ve Bir O Kadar Şapşal




Benim bünye problemli deyince kızıyorlar... Problem şu: benim bünye yüksek olasılıklı iyimser bir senaryodan yola çıkıp, düşük olasılık kötümser bir senaryoya saniyenin 10'da biri bir hızla ulaşıyor. Yani düşünün farklı kombinasyonları ile yaklaşık 300 senaryoyu üretip gidip en düşük ihtimalli en kötümser senaryoyu bulup, o senaryo üzerinden bir gerçeklik yaratıp sonra bunu rüyasına taşıyıp, uyanınca da; ne rüyaydı be kardeşim yazsan yazılmaz dediğim bir itirazlar silsilesi içinde "acaba mı ulan" düşünce balonları ile dolaşıyorum... Sonra benim bünyede var mı arıza deyince üstene bir de azar işitiyorum. Hayır anlamadığım be insan yani bizzat kendim oluyorum bu durumda, tersine çevirsene dünyanı. Hayır, her bir haltı beceriyorsun da bunu neden beceremiyorsun anlamıyorum. Kendimle hasbi-hal volume.2321234534534534545

Ya da şöyle diyelim, 300. senaryoda ben tamamen saf, kör ve şapşalım.

30 Temmuz 2013

Ağustosa Bir Kala Düştün Aklıma




Kadın ve adam... Bilirsiniz klasik bir hikayedir aslında. Kadın ve adam... Her aşkın kendine has seslenişleri vardır. Canımdır, aşkımdır, evrenimdir, hayatımdır... Bir de; adam ve kadın vardır. Endir, belki de bu yüzden hep bir tebessümdür. Hep özlenen, hiç bitmeyendir. Her akla gelişte, bir sımsıcak keşkesiyle birliktedir. Ve elbette çoşkulu bir iyikidir... 

Adamın yaşadığı yer kurulan hayallerin başkentidir, kadının yaşadığı yerse bir terminaldir akla her düştüğünde. Varmaktır biraz adam, kalmaktır biraz kadın... Güzeldir ikisi de, öyle güzeldir ki, kahverengi gözlerinden eksik olmaz ışıltısı her ikisininde. Öyle işte der kadın, öylede saklı ne varsa bilir adam. 

Kadın ve adam... bilirsiniz sıradışı bir aşktır aslında aralarında var olan, kavuşulmayan belki de kavuşulamadığı için hep masallarda anlatılacak mutlu bir sonu olan. 




22 Temmuz 2013

Temmuzda Aşk Başkadır


Temmuz bizim köyde kiraz zamanıdır...
Bizim köy dedimse, kan bağımızdan değil de keyif bağımızdan derim öyle.

Haftasonu kaçamaklarının en lezizi kesinlikle Temmuz ayında olur...
Kiraz bir yandan selam ederken dallarından, ahududu yolunuzu keser... 
Hemen öncesindedir eriğin geçme faslı... 
Kızarmış halleri ile komposto olmaktır artık onun da kaderi, 
bunu bilirmiş gibi düşer avucunuza bir akşam vakti. 




Her daim keyiftir bizim köy evi... 
Geleni gideni eksik olmaz...
Dostlar sağolsun.
Bu yıl bir de keyif noktalarını çoğaltık, 
pek yakışıklı oldu köy evimiz anlayacağınız.

Annem babamın emekleriyle var olan ev, bizim emeklerimizle yaşıyor şimdi... 
Ne mutluyum bilseniz bu yaz... 
Hiç geçmese ya da çabuk gelse cumalar,
vallahi olmaz hayatta bu kadar haz :)



Hep keyif olacak değil ya haftasonları, bu haftasonuna biraz macera kattık.
Aras Şelalesi çağırdı bizi...
Dostlarla düştük yollara.
Vardık ketenli yaylaya.
Rüzgarın sesi karıştı pınarın sesine, hepimizde bir çocuk gülümsemesi.

Uzun ve dik bir patikadan vardık Arasın kollarına...
Öyle deme bir bir buçuk saat sürüyor tırmanma, 
arada doğa insafa gelmiş yüz patikalar da vardı elbet on adımlık nefesler almaya.

Taşlı yollarından tırmandık sırtımızın teri kurumadan...
Suların zerresinde yıkadık yüzümüzü durmadan.

Damağımızda Nilüfer deresinin çocukluk tadı, düştük yollara akşamın mangalını soğutmadan...
Varmak mı zor dedik, yoksa dönmek mi... bilemedik.
Biz bu hafta cennetten bir cumartesi pazar geçirdik...

Bol kahkaha süsledi geceyi, bir de ay vardı ki sorma!
Yaktık açık hava şöminesini kurumuş meşe dallarıyla, 
kozalaklar ekledik çıtır çıtır yankılansınlar diye havada...



Aşka geldik dedim ya, boşuna değil...
Belki biz hazırdık, belki de doğa...

Sürç-i lisan ettiysek affola! 


12 Temmuz 2013

İç Sıkıntısı


Sizin hiç başınıza gelir mi bilmem, kafamın dikine gittiğimden midir nedir, benim gelir: İç sıkıntısı!

Birden bireymiş gibi durur, sanki hiç beklemedikmiş gibi. Geriye dönüp taşları biraz oynatırsam hemen bulurum başladığı noktayı. Geride... hatırlamak istemeyeceğim kadar geride kalmış bir andadır olup biten. O an gelir gözlerimin önüne. Bir film şeridinden çok bir fotoğraf karesi gibidir. Donup kaldığımdan belki, an da donar. Evet! İç sıkıntısı kanımı dondurur. Kapatırım dünyayı kendime, kendimi dünyaya... Evren olmak daha bir zor gelir böyle zamanlarda. 

Ekim mi  dediniz bayım... Ekime kim öle kim kala bilir misiniz?

Yazmıyorsun dediklerinde yaşıyorum diyorum... Sahi tam olarak ne olacaktı Ekim de... Hem yaşamak da nedir ki, nefes almayı bile zül gören birine

Ah kafam onca sesi alıp saklıyorsun içinde, derinlerinde, sonra öyle zamansız öyle anlamsız zamanlarda düşüveriyor ki çenen... Yeter, bildiğin dağlardan değilim ben, yağdırma karlarını üzerime.

Sahi... Kaç ay daha var saymadım ama uzun gibi... Günler  haftalar aylar seneler akıp gitmedi mi diyorsun ya... Gitti... yepyeni bir yaşın akılsızlığında içimin sıkıntısı ile boğuşuyorum. Canım geldi gitti. Seni seviyorum yazdım diye kızdı bir de üstelik... Altına yok yazacağım derken bok yazdı. Haberci gibi bugün olanın bitenin... Bok ki ne bok...

İç sıkıntısı mı dediniz bayım... Benim ki öyle bir iç ki hep sıkıntıda. Mesela bir düş kurdur sen benim içime... Şöyle en güzel dağın tepesinde en güzel kiraz ağaçlarının gölgesinde... Bildiği sıradan ama sımsıcak bir ev olsun bir köşesinde... O evde yangınlar çıkar benim düşlerimde... O ev yıkılır en sert rüzgarlarda ki dağ başı dedimse düş ya bu rüzgar esmez kışın soğuğunda bile... Gel gör ki yıkılır gene de o ev bir akşamüzeri şömine ateşi karşısında üflediğim bir mum alevinde...

Ne demiştiniz bayım... Hamile miyim... Ekim gibi midir doğumumun sancısı... Kısa uzun nefeslerle midir? Normal midir? Nedir bayım! Susmasanıza, siz ki düşlerimin en konuşkan karakteri... Düşlerimden çıkıp karşımda dursanıza.








fotoğraf / buradan

10 Haziran 2013

Kısa Bir Gezi'nti



Günlerdir elde telefon -twitter-, gündüzleri işte, geceleri bulvarda, eve dönünce gözler halkın tv'sinde geçip gidedursun... umut yerini -eh be kardeşim, insan azıcık da kendi sesinin dışındakilere kulak kabartır- cümlelerine bıraktığı bir vakitte -hadi kalk gidelim- olduk! Dağ evinde sezonu geçen hafta yaptığım temizlik ile açmıştım. Bu seferki iş biraz daha karışık, biraz daha -faiz lobisini- ilgilendiriyor gibiydi. Meseleyi yerinde çözecektik. İnatçıydım. O evin çevresine o taş kaldırım ördürülecek ve çakıl taşları ile kütüklü yol ille de yapılacaktı. 

İki güne sığdırılan küçük çaplı araştırmada, bankalara kredi için başvurmayı gerektirecek kadar bolca paraya ihtiyacım olduğu gerçeği ile yüz yüze geldim. İnsan duvara toslayınca gerçeklik boyut değiştirir. Önce çakıl taşlı kütüklü yol hayalimden daha sonra da evin çevresini kuşatacak o taş kaldırımdan vazgeçtim. Taş kaldırımdan vazgeçince çakıl taşlı kütüklü yol daha cazip bir hal aldı. Ne de olsa yapısal bir oluşum değildi ve doğal çevrenin bir parçası olmaya adaydı. Üstelik parasal anlamda beni bunaltmama ihtimali vardı. Hal böyle olunca, ulan daha 5 dakka önce paran olsa izleyeceğin yol bambaşka olacaktı, dedim kendime. Çulsuz olmak da güzeldir bazen ve bazen paranın açamayacağı kapıları aralar insana... Ah doğa, nasıl da baş eğdirir, baş eğersin zamanla... 

Gün, otları biçelim, ağaçları budayalım falan derken, önce kızardı, sonra bulutlu grimsi bir hal aldı ve nihayet geceye devretti görevini. Kuşların seslerine çakallarınki karışınca düşündüm: Bu evi sırf doğal bir hayatın içinde olabilmek için ağaçtan yapmamış mıydık? O gece düşünü kurduğum her şeyin, beton binaların arasında sıkışıp kalmış hayatımı yeşillendirmek için olduğunu hatırladım. Oysa şimdi, şu anda, betondan ve betonun soğukluğundan çok ama çok uzaktaydım. Düşünü kurduğum yeşilin orta yerinde... 

İnsanın gerçekleri hayallerinden ilham alır sözünü severim. Motto ilan ettiğimden beridir, görüyorum ki, neyi düşlediysem hemen hemen yaşamışım. iyisini de em kötüsünü de... Uykuya dalmadan önce dağ evindeki yaşamı kendi doğal akışında bırakmaya karar verdim. İnsanın da inadı bir yere kadar değil mi? Doğal bir yaşamın parçası yeşile dokunmamayı -o köyde yaşayan kuşların, sincapların ve farelerin anılarına saygı duymam gerektiği bilinci ile- görev bildim. Meseleye üç beş çapulcu diye de bakabilirdim ama canlıya saygı ile başlayan ahlakı yaklaşımım din temelli öğretilerin neredeyse bütününü yok sayan aklıma iyi bir ders verdi. 3 yıl öncesine gittim: 

Ağaç -kütük değil bildiğin ağaç- evin güneş gören yüzünde kendine kaçak kat çıkmak sureti ile yuva yapan sincabın sabaha kadar çıkardığı gürültüden uyuyamadığım sabahlardan birinde karar vermiştim; yolu yoktu bu sincap bu evi terk edecekti. Şehre döndüğüm ilk akşam araştırmaya başladım. Kovuculardan zehirlere uzanan bir yolda uzun upuzun araştırmalar yaptım. Bu üçüncü yıl... Sincap ve ben aynı evin farklı duvarlarına başımızı yaslayıp uyumaya çalışıyoruz. Aklımdan zaman zaman -eh artık yetti- nidaları geçse de, o sincabın bir akşam üzeri, ağaçların dallarından zıplaya hoplaya evine dönerken, beni görüp de hızla geriye dönüşü ama evine gitmek için de çaba harcamaya devam edişi ve yavrularının çığlıkları ile beni takmayıp yuvasına gidişini hiç unutamam...  Sanırım ilk defa o zaman göz göze gelmiştik. Ve iddia ediyorum ki, ayran kafası bile olsa, vicdanı olan bir insan bir canlının gözünün içine bakıp da bir canlıyı öldüremez. Bana hiç bir zararı olmayan  o hayvana dokunamadım. Sırf kendi korkularım yüzünden onun yaşama hakkını elinden alacak gücüm var diye canını almadım. Bu bir tercihti ve asla benimki olmayacaktı. Olmadı da... yan komşum -yol ver gideyim, o sincabı ezeyim- dedi bir seferinde, sessiz kalamazdım, adama saatlerce doğanın dengesinden, yaşama hakkından ve nereden konuyu bağladım bilmiyorum ama direnişten bahsettim. Dağda çeken tek radyo kanalı olan TRTFM dinleyicisi komşum, uzun süreli bir şok tedavisi için şehre doğru yol alırken, ona TOMA'lara dikkat et dedim, suları dağlardan akanlar kadar berrak olmayabilir. Şaşkın şaşkın yüzüme bakan karısına gülümseyip, TOMAlara ve onların önünde duran ve henüz  ne olduğu belirlenememiş çocuklara da dedim. Gülümsedi kadıncağız, dağ başında uçmuş bu dedi... Eminim öyle dedi, uzaylı görmüş gibi bir hali vardı. Gözlerim yaşardı, havada gaipten bir biber gazı... 





07 Haziran 2013

Light in Babylon ya da Kala Kalmak Bir Akşam Vakti




Günlerdir süren gezi direnişi, bir gece vakti yapılan konuşma ile yeniden alevlenecek gibi... Oysa kütüphanesi, aş evi, bale gösterileri, caz korolarının şarkıları, namaz kılan gençleri ve çöp toplayanları ile ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntıda ip uçları veriyor... Tabi ki anlayana!

Amacım bir arkadaşıma -daha önce sahnede izleme fırsatı bulduğum ve yine bu blogta ver verdiğim grubun  yani- Boğaziçi Caz Korosunun videosunu izletmek... Videoyu izlerken yanda sıralanmış videolar arasında donuk bir görüntü ile ekranda beliren kız tanıdık geliyor bana... Evet! Bu o kız... Şu aylar önce Beyoğlu'nun soğuk bir kış akşamında sesine hayran olup da sokak ortasında kalakaldığım kız... İbranice yanık bir ezgiyi... Vura vura ama aşkla kendinden geçmişcesine söyleyen, dinlerken içimde bir yerde bir şeylerin uzun ve soluksuzca cızzzzzz etmesine sebep olan o kız!

Siz sokakta dinleyin... Ama lütfen ne yapıp edin ve sokakta dinleyin. Bak lütfen siz gidip o kızı sokakta dinleyin. O ortamda... O atmosferde... Seslerin, renklerin, dillerin ve dinlerin birbirine karıştığı ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntının gizli ip uçlarının olduğu o sokakta dinleyin... Hani hemen şu gezi parkının yakınında binlerce insanın gelip geçtiği o sokak aralarında dinleyin. İnanın pişman olmayacaksınız. İnanın kala kalacaksınız. İnanın bir gün bu dünyada bir yerde herkesin tüm farklılıklarına rağmen bir arada ama mutlu, ama gülümseyen, ama salt sevgiye ve insanca yaşamaya inanan insanların çok, düşündüğünüzden pek çok olduklarına ikna olacaksınız.





05 Haziran 2013

Bu Kent Nazım'ı Sevdi




Tam da zamanı gibiydi... Tesadüfün böylesi başka nasıl açıklanırdı bilmem ama memleket sevdalısı memleketinde bir ağaç için başlayan direnişe ölümünden 50 yıl sonra destek verdi:

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

Nazım Hikmet Kültürevi'nde açılan 'Alnımın Çizgilerindesin Memleketim' adlı sergide Nazım'ın resimleri yer alıyordu, attığınız her adımda Nazım usulcacık sırtınızı sıvazlıyordu. Öyle usul, öylesine aşkla...

Sonra konser başladı. Güleç  ve aydınlık yüzleri ile sahnede yerlerini aldılar: Nedim Yıldız, Erkoç Torun ve Ali Seçkiner Alıcı... Yani Üç Anadolu Topluluğu...

Sonra sesler karıştı yüreklere, yürekler karıştı birbirine... Umudun sıcaklığı, sevginin merhameti yayıldı konser salonuna... Soluksuzdu herkes. O sırada karıştı tava tencere sesleri ıslıklara... Coşkusu yükselen bir çift gözdü gördüğüm. AŞKLA...

Yunus Emre oldu herkes, Nesimi oldu, Muzaffet İlhan Erdost oldu sonra... Sonrası Rüştü Asyalı sesinden bir Nazım şöleni... Geri planda Nedim Yıldız besteleri... Şiirler söz oldu, şarkılar marş... Coşkusu yükselen bir yürek gördüm... Olanlar oldu... Tencere tava sesleri karıştı ıslıklara... Umut ışık, ışık sahne, eller ses oldu... Sesler bağırdı ardı ardına... Karıştı ağaçlar ormana...

"Yaşamaktı o gece olan biten... Yaşamak insan gibi, direnmekti insanca... Yani akrep gibi yaşamanın ne anlamı vardı değil mi ama..."

Güzel oldu... İyimserim Dostlar diye bitti konser... Islıkla karıştı havaya... Tencereler tavalar sonrasında... 

Sanki o anda durdu zaman, sanki iyimserdi bütün bir dünya...
Sonra yürüdük bir uzun yol boyunca... 
Sonrası alkışlar, 
sonrası aydınlık, 
sonrası yarınlar... 

Sonrası Moskova'da bir kış günü

Yüzüne yılbaşı ağacının telli pullu
aydınlığı vuran çocuk,
belli, bilmiyorum neden, ama belli
yaşayacak benden iki kere çok.
Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.
Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü :
tek insan milletini pırıl pırıl.
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi...