İzüç (Hatice)
Bazı sorular doğrudan sorulmazdı. Bazı sorular sorulmaya gerek bile duyulmazdı. Ve bazı sorular vardı ki, onları sormasan olmazdı. Bundan belki de 20 yıl kadar önce yaşadığım ilişkinin çıkmazlarında dolanırken farkına varmadığım bir soru da benle aynı adımları atıyormuş aslında. Ayrılık vakti gelip çattığında ve hüzün içimdeki su ile yer değiştirdiğinde, gözlerimden akan, çağıl çağıl acı yeşile kimse bir anlam yükleyememişti uzun bir süre. Ben, nedenleri, niçinleri ve niyelerinin, siyaha yakın kahverengi, orta boy, anahtarı kayıp ahşap bir sandık dolusunca cevapları ile boğuşa durayım, yaşamak hiç de istifini bozmadan akıp gitti yanımdan, arkasından bile bakamadan... İki yıl sonra kendimi gömdüğüm bataklıklardan kafamı kaldırdığımda gördüğüm ilk dalın ucuna astım umutlarımı. Fersiz yapraklarından anlamalıydım. Taşımadı. Şaşırmadım. Hemen ayağa kalkmak kolay olmadı. Bir yıl daha bekledim, ardından bir gövdeyi kıskandıracak güce erişen kendimi kendime dal edip, ayağa kalktım. Kolay değildi. Tahmin etmesi güç: Hiç düşmediyseniz, dizlerinizin ne kadar yara alabileceğini ve hatta kemiğe dayanmış bir yaranın sizi nasıl da durup durup kıvrandıracağını tahmin bile edemezsiniz.
Çok zaman sonra başlayan bir ilişkimin heyecanı ile patikaların beni çıkaracağı düzlüklerin ihtimallerini hiç de değerlendirmeden, kapılıp da bir rüzgâra kanat açtığımda, aklımda bir önceki dersten öğrenilmesi gerekenlerin hiç biri yoktu. Ta ki...
O sabah, öyle bir düştüm ki, öylesine yüksekten ve öylesine hızlı ve öylesine savunmasız; kırıldım. Yeniden. Aynı yerden: Yüreğimden… Dersimi alıp almadığımı test eden evren, almadığımı bana göstermek istedi. İyi ki...
İyi ki, diyorum çünkü eğer biraz daha geç kalmış olsaydı, sonuçlarını burada sizinle paylaşamayacağımı biliyorum. Dersimi almıştım, en azından bu sefer. Çift dikiş gidiyordum hayatta. Sağlamdım yani. Yüreğimi eğitmiş, katılaştırmış ve kırılmaz kılmıştım.
Günler, günleri kovalarken, içselleştiremediğimiz öğretiler uçup giderler. Tortusu bile kalmaz geriye. Sanki hiç yaşanmadılar. Sanki hiç denenmediler bu hayatta. Evet, bir kaç zaman önce öğrendiklerim uçup gitmişti. Bunu bu kadar net söylüyorum, çünkü öyle olmuş olmalı ki, bir kez daha düştüm, bir kez daha kırıldım, bir kez daha ayağa kalktım. Öğrenemiyordum, bende yaşadıklarımdan ders alma ile ilgili kodlar eksikti. Ya da ben amneziktim. Böyle bir sözcüğü ben mi uydurmuştum yoksa. Ne zamandır kendime hastalık biçecek kadar acizleşmiştim. Unutkan olduğum doğruydu, yaşadığı acılar karşısında kim unutkan olmayı dilemez ki...
***
Acizlik, insanın yaşadıklarının, bunlar benim başıma gelmiş olamaz dışlamasıyla mı başlıyordu. Bunlar! Neydi onlar; aldatılmak, terk edilmek, hayal kırıklığı... Hepsinin çoğul ekleri vardı. Bir kez değillerdi ki, ilk kez karşıma çıksalar... bir tek benim karşıma çıksalar… baş edebilirdim. Hayır, hayır bunların hiçbiri 'bunlar' değildi. Kendi bedenimin, kendine ihanetiyle başladı her şey. Yoksa kendi aklımın bedenime ihaneti mi demeliyim. 'Bunları' anlatmakla başlamalıydı öğrenmek. 'Bunlar benim başıma geldi'yi yüksek ya da alçak sesle, kendime veya başkalarına söylemekle başladı. Evet, 'ihanet'; binamdaki temel taşımdı. Kilit taşımdı. Taşınmazımdı. Benimi oluşturan bendi. Benim benime ettiği ilk ihanet, beni suçlamaktı. Sırrı saklamıştım. İhanet neredeydi peki? Korkmakta. İhanet korkuya yenik düşmekti; sevilmeme korkusuna. Söz dinledim, yoksa beni sevmeyecekti. Böylece, ilk taşımı kuyuma atmış oldum. Bu bizim büyük sırrımızdı: Dokunmak. Sonrasında sırlar çoğaldı. Oyuncaklar da... Şekerler de... ve daha neler neler... Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.
Kuyumun dibindeki, o taşın üzerine inşa etmeye başladığım hayatım, kırılma noktalarında yıkılıyordu. İlk âşık olduğumda... İlk öpüşmemde. İlk isteyerek sevişmemde... İçinde dokunmak olan her ilkte, yıkılıyordum. Hatta ikincisinde, üçüncüsünde ve sonuncusunda bile... Benim, her seferinde, un ufak oluyordu. Çatlaklarla dolu hatıra duvarlarıma asmaya çalıştığım her anım, duvarlarımın toz gibi havada dağılması ile sonuçlanıyordu. Bir sabah uyandığımda her şeyi yerle bir edip, bütün duvarlarımı kırıp, temele kadar indim. O lanet taşı bulup, yaşamımdan söküp atacaktım. Kararlıydım. O sır ne kadar derinde olabilirdi ki... Böylece, kaç yaşında olursam olayım, kendi bildiğimce attığım temelin üzerinde artık yıkılmaz duvarları olan benimde mutlu yaşayacaktım. Elli dört yaşımın, elli yılında sakladığım sırrı, avaz avaz söküp atacaktım. Yeniden doğacaktım. Dokunulmamış yeni bir 'ben'le.
Öyle olmadı, temel yapı taşımı yerinden söküp alamadım. Kazdım; sağını, solunu, hatta dibini, kökleri öyle bir karmaşık öyle sağlamdı ki... sökemedim. Denedim ve zorladım hatta, köklerim acıdı. Köklerini öyle çok salmıştı ki, birbirine karışmış, kalınlaşmıştı; neredeyse toprak bile kalmamıştı üzerlerinde. Kök kendini yiyerek beslenen bir canavara dönüşmüştü; kara siyah ve kokuşmuş. Ona bu kadar yaklaşmışken, daha da bir dikkatle inceledim. O ilk ihanetimin gözünün içine diktim gözlerimi. İlk inanışımı sarsan ve güvenimi yok edene uzun uzun baktım. O döneme gidip hatırlamaya çalıştım. Bir el. El... ne çok şeye uzanır. Dil gibi. İyi de çıkar içinden, kötü de. Bana uzanan ilk elin, el kadar uzak oluşunu fark edecek yaşlarda değildim. Dört yaş, bir çocuğun benini bulmak için yönelimlerini farklılaştırdığı bir yaştır. El benim için, bedenin bir parçasıydı. Onunla dokunurdum, yemek yerdim, oyun oynardım, uzanırdım ve tutunurdum, merakla resimlerine baktığım kitaplarımın sayfasını çevirirdim. Saçımı düzeltir, sivrisineğin ısırdığı yerlerimi kaşırdım. El, el olacak kadar uzak bir kavrama dönüşmemişti henüz. Ben her sözcüğün ilk anlamını bilirdim.
***
Uydurduğum bir hikâye gibi gelirdi bana ilk başlarda; çocuk aklımın çocuk oyunu gibi... Hikâyenin detaylarını kafamdan uydurup yazmış olabilir miyim diye çok sormuşumdur kendime. Kendimce kendimi haklı çıkartmak için, anların yapı taşlarıyla oynamış olabilir miyim diye de… Bu benim başıma gelmedi diye, kahramanlarını kendim yaratmış olabilirdim pek ala. Olamaz mıydım? Peki ya o kahramanın başına gelenleri düşündüğümde midemde oluşan burkulmalar ve kusma isteği. Ya o, omuzlarıma yerleşen eziklik... O anıdaki çocuk ben değilsem, duyumsadıklarımı nasıl açıklayabiliyorum.
Ayna tutmak kendine ne zordur böyle zamanlarda. Bunun yaşla, aldığın eğitimle, yaşanmışlığınla da ilgisi yok. Bunun senle, yüreğinle, suskunluğunla, içinde büyütmenle ilgisi var. Bir an gelir, içinde büyüyen gizil acının keskin kokusu sarar her yanını, içinde bir yer çürümüştür çoktan. O çürümüşlüğü görmek istemez hiç bir göz. Gözle görünmeyene, hayal gücünün de yardımı ile istediğin anlamı daha kolay yüklersin çünkü. Gerçeklik duygunu, uyduruyorumdur savunusuyla silmeye çalışırsın gün gece. Lekeyi ağartacak bir şeyin keşfidir senin tutunduğun. Kâşif değilsin ki silesin.
Ben artık öyle yapmak istemiyordum. Evet, kâşif değilim, en basitinden kendimden öte bir şeyleri keşfetmek arzusundan da yoksunum. Eğer ömrüm varsa, içimdeki çürümüşlüğün o kokusuna da katlandıysam bunca yıl, artık onu söküp atmanın vaktiydi. Huzurlu bir ölümü hak edecek kadar iyi bir yürek taşıyordum. Aynayı tuttum. O bendim. O olayın kahramanı bendim. Onurumdu. Daha çocuktum. Onurunu kurtaramamış küçücük bir çocuk... Ebru seanslara devam edersem, bu illetten – bu benim taktığım bir ad tabi ki – kurtulabileceğimi, biraz çabayla bunu çok daha kısa sürede yapabileceğimi söylüyordu. Yeniden özgürleşip, yeniden tutunabilirmişim, öyle diyordu doktor; beyazlar içinde, kir değmemiş teninin pürüzsüzlüğünde, yüzünün pembe beyazında, gözeneklerinin nefes alışlarını duyuyordum. Nefes almak istiyordum. Onu dikkatle dinledim. O da beni. Kimsenin dinlemediği kadar… Bu tür hikâyeleri bir çocuğun uyduramayacağını söylediğinde, kendi bulduğum doğrunun altını çizdim. Ben o çocuktum.
***
Geçenlerde Ayşe aradı. Yazmaya doktorumun tavsiyesi ile başlamıştım. Ona okuturdum bazen, gülerdi. Okudukça, kız sıksan kitap yazarsın sen derdi. Deli Ayşe, herkes yaşadığından bir kitap çıkartabilir pekâlâ. Allah’tan az biraz aklım yerinde de, uymuyorum onun deliliklerine. Dün de uymazdım ya… Kampanya ile ilgili beni arayıp yazı hazırlar mısın dediğinde, duraksamaksızın evet deyiverdim. Bırakır mı yakamı artık. Telefonu kapadım, uzun uzun düşündüm. Ben o çocuktum deyip duruyordum. Dokunulmadan dokunulan yaralı çocuktan, güvensiz bir kadına evirilmiştim, üstelik dokunmayı da öğrenememiştim. Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı bu yazıyı. Yıllar öncesinin karalamaları arasından buldum aradığım cümleyi. Köşesi yırtık bir arabalı vapur biletinin üzerinden yer yer silikleşmiş kelimeleri kazıya kazıya çıkarttım gün yüzüne yeniden.
25 Aralık.1987 / Bozcaada / Bir Kez Daha Dokundu Geçmişim Bana
Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde. Küflenmiş bir kapana sıkışıp kalmış duygularım, bu yüzden biraz hırçın, biraz sesli haykırışlarım. Açım. Çok açım. Bir saf dokunuşa, bir uysal sese muhtacım. Elimi uzatıyorum, elin sıcaklığında yanarken tenim, parça parça oluyor etim. Amca dediğim aslında el bildiğim olmalıymış. El sanıp, bir ele sığınmışım, ah ben savunmasız yüreğimle ne çok aldanmış, ne çok aldatılmışım.
Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde...
O günlerde öyleydi. İşin ucu, Onuruma dokununcaya kadar... onurum, benim güzel oğlum.
Ablam ne yaptın sen ya;
YanıtlaSiluzun zamandır başladığı her kitabın birinci sayfasından öte gidememiş... sonra bir kaç sayfasına gitmiş... etrafında sayfa aralarına kağıt parçaları, kartonlar, biletler, elektrik faturaları, oyun broşürleri kısacası el altında ne varsa ondan koyulmuş bir türlü bitirilememiş bir kaç kitap olan bi adamı aldın, yazının içine soktun, soluğunu kestin, hazır kendini kaptırmış giderken de orta yerde bıraktın. Aferin sana.
Aslında "sen bu kez hep aştın dediğim kendini de aştın" desem yeterdi sanki... niyeyse durduramadım klavyeyi, yoksa kendim durmuştum:))
Genelde böyle muhteşem yazılara yorum yapmakta zorlanır insan.. hatta oradaki doyumsuz ifadelerle aşık atmaya çalışır yorum yazan!!
YanıtlaSilİlk defa .. İLK DEFA yoramıyorum okuduğumu sevgili Evren'im..
"bana uzanan elin el kadar uzak olduğunu..." anladığın yerdeyim hâlâ..
İfade etmekte güçlük çekecek kadar içindeyim satırlarının ve boynuna sarılıp sessizce öpüyorum seni.
Ne diyeceğimi bilemedim...
YanıtlaSilYüreğim burkuldu, içim acıdı, "o çocuk bendim", "Sev(il)meyi yanlış öğrenmek bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir."
Özlemişim yazılarını Sevgili Evren, her zamanki gibi çok etkileyiciydi.
Sevgiyle kucaklıyorum seni...
insanı mutluluk sarması böyle bir şeymiş: kelimelerinin başka yüreklerde ses bulması...
YanıtlaSilteşekkür ederim buraneros; bilirim neyse o :)
teşekkür ederim hasret senfonileri, nasıl da sevinç serpti yüreğime o öpücük :)
teşekkür ederim aysema, çok şeyi bir anda anlattı o kucaklama bana :)