AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AŞKIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Şubat 2024

Sevmek Üzerine

Çok laf edilir belki, hele de günlerden bir gün ilan edilmişse... Farklı rivayetler var elbette. Bir kaç klavye marifeti ve google yardımı ile; buyurun çıkış noktasına... 


14 Şubat ile romantizm akımını ilk defa birleştiren isim, İngiliz şair Chaucer'dir. Şair 14. yüzyılda yaşamış, kuşların eşlerini seçtiği tarih olarak 14 Şubat'ı gözlemlemiştir. Bu nedenle o günlerden günümüze 14 Şubat Sevgililer günü hikayesi olarak Chaucer'in romantik bakış açısı anlatılır.

*** 

Aziz Valentine, insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Valentina Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat'ında da Hıristiyan şehitliğine gömüldü. O gün itibariyle Sevgililer Günü'nün kutlandığı ifade edilmektedir.


***

Bizim kuşak aşk ile sevgi karşılaştırmasında, sevgiden yana tavrını bir filmle ortaya koymuştur. 1977 yılında usta yönetmen Atıf Yılmaz tarafından çekilen film herhalde coğrafyası ve kültürü ile harmanlanan en başarılı "aşk" filmlerinden biridir. Cengiz Aytmatov'un "Kırmızı Eşarp" adlı eserinden uyarlanan efsane Yeşilçam filmi ile büyüyen bizler için "Sevgi neydi? Sevgi emekti" repliği kıymetlidir. Cahit Berkay'ın tınısı kesinlikle neredeyse kusursuz bir uyumla fondadır ve belki de derin derin her bir sahnenin hafızamıza mıh gibi kazınmasında en az oyuncular ve replikler kadar payı vardır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin... Diğer adıyla Asya, İlyas ve Cemşit... 





Yüreğinin sesine kulak vermek bir el mesafesindedir. Filmin bir sahnesinde İlyas'ın bakışlarından süzülen tek bir replik ile aşkla aşka koşar Asya... Ne kural tanır, ne engel. Uzatılan ele koyar yüreğini... 

Final sahnesi vurucudur! Kıymetini bilenin de hem fikir olacağı kesin olan, sevmek ve elbet güvenmek galip gelir. 


***

Yeğenle oturmuş, erken yaşta yaptığı ve yıllar sonra henüz çocuk olmadan ve çok geçmeden boşanma ile sonuçlanan evliliği üzerinden konuşurken... "güvenmek öyle kıymetli ki, sevmek kadar, ve biliyor musun yüreğin aşkla çarpıyorsa yaşamaya, aşık da olursun sonunda" derken buldum kendimi. Gözleri pırıl pırıl baktı eşim bana... "yüce gönüllüm" dedi. Ne çok seviyorum bu "etiketi" bilemezsiniz. İlk defa duymuyordum ve ilk duyduğum zamanlara kıyasla daha çok benimsiyordum. İnsan 50 yılı geride bırakınca, kendine ait olan ve olmayan tüm "etiketleri" ayıklamayı, onu huzurlu kılan, mutlu eden, sevgiyle, coşkuyla uyanmasına sebep hallerine sarılıyor. Okşuyor, takdir ediyor ve elbet sabahları aynada kendinden bir makas alıp "aferin" de çekiyor ki, bunun ne kadar kıymetli olduğunu ancak yaş kemale erince fark ediyorsunuz. Çocukluğun anne baba onayı, arkadaş, dost, kanka onayı, okulda öğretmenin takdiri, işte patronun takdiri falan solda sıfır o kadar diyeyim size... İnsanın kendi değerlerinin farkına varıp, kendini sevmesi kadar anlamlı bir şey yok hayatta. Beğenmişlik değil sözünü ettiğim, kendini işleme, kendindeki iyiyi ve elbette eksiği, kötüyü, fazlayı fark etme. İnsan kendi kıymetinin farkında olursa, karşısındakinin de hakkını veriyor. "Ayna ayna söyle bana" daki en güzel ayna da insanın sevme biçimi oluyor.

***

Hayatı sevince bence o da seni seviyor. Yaşadığın anların kıymeti senin kıymetini parlatıyor. Sen bazen ve çoğunlukla günlük rutinin içinde koştururken biri çıkıp "değdiğin her şeyi güzelleştiren arkadaşım" diyor, sen gülümsüyorsun, bu etiketi de alıp bir kenara koyuyorsun. Sonra biri çıkıp "bu ne öfke yakışıyor mu" diyor.  Öfkeni alıp haklı taraflarını elde tutup, fazlasını törpülüyorsun. Öfkeni de zamanla seviyorsun. Oysa  "inatçı" etiketini yıllarca taşımışsın, üstelik derdin inat değilken. Şimdi seviyorsun, fazlasını bıraktın çünkü yolda. Zamanla gözyaşını, umutsuzluğunu, kahkahanı, sesini, kelimelerini... Seviyorsun sen olmayı ve olduğun gibi sevmeyi kendini. Tozunu ala ala ilerliyorsun, yaşının verdiği olgunluğa, içindeki muzip, seksi, oyunbaz ve cilveli'den dozunda ve yerinde eklemeler ile her güne, o gün ilk sabahınmış gibi uyanıyorsun... Seviyorsun yaşamayı, ne sevmesi canım, düpedüz YAŞAMAYA AŞIKSIN!

***

Ezcümle demem o ki, 


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 

***

Nazım'a ve tüm yaşam ustalarına SAYGIYLA...


18 Mart 2022

3 Uzun Cümlelik İtiraf







Seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani, adını mesela, görmediğim şehrini, içinden sen geçen nehirleri, denizleri, yolları, sabahları uyandığında yanağını okşayan, o usul usul esen sabah rüzgârını, sen olan her yeri, o kafeyi mesela, meyhaneyi, içinden sen geçen şehirleri, sokakları, kadınları ve adamları, tren yolculuğunu, ortancalı bahçeyi, seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani.

Seneler sonra öğrendim, içinden sen geçen kalbimi sevmeyi, şimdi ne zaman düşsen aklıma, kalbime sarılıp oradan bakıyorum hayata, öyle güzel ki yaşadığım şehir, sevmediğim yıllara şaşıyorum, adımı mesela, adımı seviyorum biliyor musun, dünyayı kucaklayasım geliyor duyduğum her seferinde, içimden geçiyor ne kadar nehir, deniz, yol varsa, gökyüzü doluyor içime, denizler taşıyor yüreğimden, sen oluyorum durup dururken, seviyorum yaşamayı hiç bıkmamış gibi o yokuşlardan.

Sabahları uyandığımda yanağımı tokatlayan o sert rüzgarlar ılık meltemlere bıraktı yerini, köşedeki kahveyi ve sokak arasında her daim çalgı çengiden sohbet bile edilemeyen o meyhaneyi, içinden geçtiğim tüm şehirleri, sokakları, adamları ve kadınları, balkondaki sardunyayı, limon otunu ve hercaiyi, susuz rakıyı, leblebiyi ve lakerdayı, anlayacağın seviyorum yaşamayı hiç gözyaşım gözyaşına değmemiş gibi.




Fotoğraf / Arşiv / Misi Köyü / 2018



 

08 Ocak 2022

Yolda İki Yolcu Olmak

2000'li yılların başında hayallere kapılıp, mantıktan öte kararları aldıran "aşkımla" düşmüştüm İstanbul yollarına. Büyük aşk, fırtınalara yenik düştü, ülkeler, kıtalar değişti, sonuç kağıdı ilk günden görülenden bir adım öteye düşmedi. Aşk patikasının zorlu yollarına yenik düşen, buruk acılarla bezenen anlar bir valize konuldu. O zamanlar "her duygu geçici, izin ver geçsin" düsturu bir anlam ifade etmediğinden, senelerce elde tuz, yara arandı ki, bulunması en kolay olandı. 

Trikotajla yakın bağı olduğuna inandığım kaderim beni İstanbul'dan alıp Bursa'ya getirdi ki vakti zamanında "ölürüm de Bursa'da yaşamam" demişliğim de vardır. (Bkz. büyük lokma ye büyük söz söyleme)

Gün bu durur mu yine kovaladı. Ama ne kovalamak. 2015 yılında, duruşu afili, bakışı kaytan, gülüşü gamzeli bir adam, bana talip oldu. Aslında tav oldu da, O 83 yılında alzheimer olan, sonrasında 3 yıl benim de Onlu hikayelerde hatrı sayılır payımın olduğu bizli zamanların neredeyse her gününde hikayeyi annesine hep şöyle anlattı,

"Yolda yürüyordum, karşı kaldırımda bir kız. Endamlı yürüyüşüyle bastıkça kaldırımlar zangırdıyor. Pişt pişt diye seslendim, hafif dönünce, ben de hafif sağa dönüp, yan bir bakış attım, gamzemi de ihmal etmedim. Başladı mı paça suyu gibi titremeye. Baktım yığılıp kalacak kaldırıma, koştum belinden sarıldım. Baktım gözlerine. Vuruldu tabi bana. Dedim çay içelim." 

"Eeeee içtiniz mi?"

"İçmez miyiz"

"Sonra ne oldu?"

"Evlendik işte"

"İyi iyi, parayı kim ödedi"

Gülüşmeler... 

Dakikalar sonra, 

"Nereden buldun bu kızı sen" arada, özellikle ben gidip onun o tombik yanaklarını sıka sıka sevdiğim zamanlarda, "tahtası eksiği" de derdi rahmetli. 

"Dur anlatayım"

Hiç sıkılmazdı bu hikayeden, garip ama hastalığının sonucu onca yakın zaman hikayesini unutur, bunu unutmaz, özellikle anlattırırdı, sevgilim de hiç bıkmazdı anlatmaktan. En sondaki gülüşmeler için olduğunu fark ettim nice zaman sonra. 

Görücü usulünden hallice, tanışması destansı, namazı arkadaşımızın nurlar içinde yatsın şakacı annesi tarafından kılınan, iki ortak dostun nişan hazırlıkları ortamındaki tanışlığımız, benim dualarımın kabulü gibi bir şeye dönüştü zamanla. İlk görüşte aşk değildi, zamanla pişen, olgunlaşan, taşların tek tek yerine sabırla konduğu, her bir ipliğinde, düğümünde, çözümünde sevgi, sabır ve anlayış olan bu tanış hali, merhametli, koca yürekli, sabırlı ve kıymet bilen bir adamla nihayet o hayalini kurduğum ve daha sonra dönüp baktığımda henüz ötesini yaşayacağımı algılamadığım zamanlara geldiğinde, "sevgi"nin kıymetini anlamamı sağladı. Derinime işleyen o sevginin yüreğimin derinlerindeki sonsuzluğun kapısını aralayacağını henüz bilmiyordum tabi ki. 

Onun tarafından kabulümde ki en kıymetli cümle, bir akraba gecesinden, gelin yeğenden gelecekti,

"Evren abla, sen amcamın çektiği acıların, hayatın acımasızlığına karşı gösterdiği sabrın ödülüsün."

2015 senesinde bir kış günü, defterler ancak yetiştiğinden, takvimler 9 Ocak tarihini gösterirken, Bursa uzun zamandır, kar, boran, fırtına yaşamamışken ve bir gece öncesinde, kutlama yemeği sırasında, her şey tamam mı, sıralı sorularında "fotoğraf"a gelinmişken, "aaaaa nasıl ya unuttuk biz fotoğraf çektirmeyi" diyerek evden fırlayıp, kar fırtınası nedeniyle, unutulmuş fotoğraf çekimine mecburen yürüyerek, nikah memuru yarın gelebilir inşallah dualarıyla, en zorlu hava koşullarında, el ele omuz omuza giderken, bunu atlatırsak, her şeye göğüs gereriz diyerek çıktığımız yolculuk 7. yılını geri bırakıyor. 

4. yılın sonunda Zürih seyahati dönüşünde, şöyle not düşmüştüm. 

"Işıl ışıl 4 yıl bitti, pek çok güldük, pek çok gezdik, pek çok gördük, pek çok yedik, pek çok yürüdük, pek çok okuduk, pek çok izledik, pek çok konuştuk. Ama en çok sevdik. Seni seviyorum. "

Darmstadt gezisi sonrasına denk gelen 5. yılın sonundaki sevgililer gününde ise şöyle bir not;

"Günlerce sevgiyi kutsayabiliriz. Kıymet bilmek tam da böyle bir şey değil mi? Sen olmasan da yolda olurdum ama bu kadar güzel mi olurdu yollar bilemem. Yolculuğumuz uzun sürsün, durağımız bol olsun, anımız çok olsun, kahkahası bol, sohbeti hep keyifli olsun. Hayallerimiz gerçeğimiz olsun. #yolda2yolcu olmak demek #evrencemutluluk demek."

Geçen yıl peş peşe Covid olunca, düştüğüm not bundan nasibini aldı elbet;

"Değişime ve gelişime açık olduğumuz bir yılı daha geride bıraktık. Yollarda olmak kadar evde oturmak da maceralıydı. Peş peşe covid olduk. Böylece hastalıkta, sağlıkta, varlıkta, yoklukta birbirimize yoldaş olduk. Bence bu yıl da çoğaldık üstelik sadeleştik ve galiba böyle pek daha güzelleştik. Nice yıllarımız, yollarımız olsun."

Şimdi takvimler "resmi akti" göstermeye yaklaşıyor. Önceki yılki notların altına imzamı atıp, her birinin kelimesi kelimesine tıpkısını ve daha fazlasını ifade etmek isterken; 




notlara yenisi ekleniyor,

"Bütün hikaye buymuş biliyor musun? Yolda iki yolcu olmayı becermek. Yolları birlikte keşfetmek, birlikte öğrenmek, birlikte aşmak. Bir film repliğinden bir hayat öğretisi çıkartmak, bir yolculuktan bazı dersleri tekrar etmek gerektiğini anlamak. 7 bitiyor. Sağlığa, neşeye, keyfe, yollara, yolculuklara, mutluluğa, huzura ve en çok ama en çok derin, içten, samimi, sarmalayan ve kucaklayan sevgimize, şerefe."


Fotoğraf / Evimizin duvarından, geçmiş yıllar anılarından. 

#yolda2yolcu siz bu satırları Cumartesi veya Pazar okuyorsanız, Domaniç üzerinden Kütahya yolculuğunda olacak. 

06 Aralık 2021

O Gece




O geceyi hatırlıyorum. Önce yabani sarmaşık gibi dolandı bacaklarımız, sırtımı göğsüne yasladım, sen dağ oldun ben gölge, kollarınla sardın bedenimi dereler çağlıyordu vadimizde, sağ elinin avcuyla hoyratça kavradın sol mememi, ateşin ilk harlı alevi yükseldi gök yüzüne. 

Biz seninle iki ayrı elmanın yarısıydık, olmayacak duanın amini, arkası yarınları olmayan bir hikayenin ama ne kahramanları.

Uyuduk öylece. Avını bekleyen bir avcı gibi, heyecanlı, kararlı, ürkek ve telaşlıydık ve bir o kadar durgun; saklı göller misali.  

Gün ağarmadan daha,  öptün beni usulca. 

Uyandık öylece. 

Sen kalktın önce, sessizce.

Ben kaldım geride sessizce.

O zaman anladım kök salamayan sarmaşıklar ölmüştü, sessizce. 

Hikayemiz bitti.

Böylece. 

Sessizce.

***

Fotoğraf / 2018


08 Ocak 2019

Usul usul

Usul usul yağıyor... Yormadan. Tıpkı kelimelerin, betimlemelerin ve diğer her şey gibi. Yormadan. Bugün dönüp baktığımda, yıkıcı ve yorucu bir sevme biçimimin sana kaybettirdiklerini gördüm. Ben üzüldüm. Eminim sen de en az benim kadar üzülmüşsündür vakti zamanında. Bir kaç kez dile getirdin ama beni hiç suçlamadın. Usul usul sevdin beni. Yormadan, üzmeden, yıkmadan. 

Tüm bunları ve daha fazlasını düşünürken, penceremden dışarıyı seyre dalıyorum, bahardaki kuş seslerinin ahengi geliyor aklıma, sonra yağan kara bakıyorum; usul usul. İkisi bir arada olmuyor. Birinin oluşması için bir diğerinin gitmesi gerek. Kar yağmadan bahar gelmiyor. Hep bahar olunca kıymet bilinmiyor. 

Usul usul okuyorum seni. Usul usul ve uzaktan takip etmek gibi. Ürkütmeden, incitmeden, yakıp yıkmadan sevmek gibi. Tıpkı Rigi Kulm'da geçirilen günü özlemek gibi. 

07 Ağustos 2014

Orman Meyvalı Reçel



Uzun zaman olmuş buralara uğramayalı... Zamanın hızına yetişen 140 tuş beni tatmin etmedi ama fotoğraf ve az kelimeli kısacık karalamalara çözüm sunan instagram fena halde beni benden aldı. Oralardayım. Bazen eski dostlar çalıyor kapımı bazen yepyeni bir ses duyuyorum daha önce hiç duymadığım. Bazen çalkantılardan uzağım diye yazmıyorum sanıyorum, bazen huzuru buldum ya kaybedersem diye endişelendiğimden. 

Yazmak özlediğim bir uğraş oldu, ama sanki klavyenin başına otursam yazacak hiç bir şeyim yok gibi geliyor. Gördüğünüz gibi de öyle boş boş havadan sudan size haberler veriyorum. Bu yaz da geçen yaz olduğu gibi cennetim dediğim dağ evinde mutluluk çoğaltıyorum. Huzur hep benimle oralarda, bulutlara yakın olduğumdan mı ne... Daha fazla gülümsüyorum artık hayata.



Geçen hafta yürüyüş sonrası topladığım bir avuç ahududu, 5-6 böğürtlen ve 3-5 çilek ile reçel kaynatıverdim dostlara... Mis gibi kokuya uyananlar soluğu alt katta aldı. Herkesin yüzünde çocukluğundan kalma sımsıcak bir tebessüm vardı. 



Kır papatyaları ise benim için toplanmış ve yerini almıştı... Balkona masa hazırlamak üzere çıktığımda, ilerideki mutlu günlerin habercisi gibi bir köşeden öylece bana bakıyorlardı. 

18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



25 Aralık 2013

Brükselde Bir Akşamüstü

Bundan on yıl kadar önceydi; bir hafta sonu için, daha çok bir kahve içimlik bir yere gider gibi bir gidişti. Sırt çantasına atılan bir polar üst ve kot, iki farklı tişört ve yedek iç çamaşırlarının ağırlığında çıkılan bir yolculuk. Tüm yolculuklar gibiydi, tüm yollar ve tüm dönüşler gibi. Bir akşamüstüydü. Yağmuru ile ünlü kent, 3 günlük mola vermişti. Nisanda bir başkaydı... Kasımda daha bir güzel.

Bu sene Nisan ayında bir hocamız Kasım ayında işin var mı dedi.  Kasım ayında bir işim yoktu. Benden haber bekle dedi. Sonraki aylardan birinde koridorda karşılaştık. Pasaportun süresi var dimi dedi. Bakarım dedim. Akşam eve gittiğimde baktım ki, süresi geçeli neredeyse 6 ay olmuş. Hemen ertesi gün pasaport bürosunda aldım soluğu. Randevulu sistemin gözünü "yiyim" dedim. İşlerimi yaklaşık yarım saat gibi bir sürede halledip aldım soluğu termal çamaşırcıda. Var olan termallerimin yedeklerini de alıp rahat ettim. Ne de olsa Kasım ayında, 10 gün gibi bir süre Orta Avrupa'nın yağmurları ile ünlü kentinde kalacaktım. 

Günler su gibi aktı, son hafta son hazırlıkları da tamamladık. Nerede ne yenilecek, hangi sokaklar gezilecek, nerede hangi biralar içilecek. Yakın şehirler hangileri ve ne kadar süre o şehirlere zaman ayrılabilecek... Christmas Markete yetişiyor muyuz? Akşam uçağı ile gidecektik, öğlen gibi çıktık yola salına salına. Orda bir çay molası burda bir manzara seyreyleyelim diye diye vardık İstanbul'a. 

Tren yolculuğu kadar olmasa da uçak yolculuklarını severim. Garip bir heyecan, anlamlı bir telaş sarar beni. Aşk gibidir her yolculuk... Koşar adım gider, ayaklarımı sürüye sürüye geri dönerim. 

Bir üniversite ziyareti için gidiyorduk bu sefer; Erasmus+  sağolsun 7 gün etkinlik, 2 gün de bizden ekledik ve 9 gün sürecek olan Brüksel macerasına kanat açtık küçük bir ekip. 

İlk gün Bruge... Masal diyar... Anlatmıştım. Sonraki haftanın tamamı Brüksel sokakları... Arada üniversitenin diğer bir kampüsünün bulunduğu Leuven ki o başka bir yazının ana konusu. Sonrası dönüş telaşı. 


10 yıl öncede var mıydı bilmiyorum, belki de bu işte Gürkan'ın tekeri vardır. Bisikletle dünya turuna çıkarak hem hayalimi gerçekleştirme konusunda heves hem de bisikletle ilgili bir farkındalık yarattı. Daha önce Amerika'da dikkatimi çeken, şimdi de Brüksel'de gördüğüm bisiklet parkları ve durakları "neden kampüste de olmasın" fikrini bir kez daha ışıklı bir tabelaya dönüştürdü, döner dönmez anladım ki, tabela olarak kalacak bir fikir benimkisi... 


Beraber gittiğim arkadaşım bisiklete binemediği için bolca yürüdük. Zaten onca yediğimiz waffle ve çikolata nasıl erirdi başka türlü bilmiyorum.  Önceden yaptığım sıkı çalışma sonunda Mer du Nord gidilmesi gereken bir yer olarak kayda geçmişti. Şefleri yemek yaparken izlemek kesinlikle iştah açıcıydı. Kabul etmek gerekir ki her genç kızın gönlünde yatan beyaz atlı prensin seksi bir şef olması hayali vardır. Yoksa bu hayal bir tek bana mı ait. 


Az ilerde görünen dönme dolap çocuk yanımı harekete geçirse de hevesimi bir kaç gün sonra kurulacak olan Noel pazarına bıraktım. Dönüş yolu üzerinde St. Gery meydanında yer alan Zebra Bar özellikle canlı müzik için önerilse de, gündüz vakti mola için de bence güzel bir mekan. Taze naneli çay;  soğukla haşır neşir olan bünyeye canlı bir enerji katıyor dediler, denedik. Doğrusu pek beğendik.


Günlerdir aradığım "tarte tatin" ki bilirsiniz şahını yaparım, yine de ilk adını duyduğum kente gelince olmazsa olmazımdı ki aramadığım yerde karşıma çıkıverdi... Tek tabak çift servis kuralı ile gün ortası neşesi olan tatlı, memlekete dönülünce bir kez daha yapılacak nidalarına eşlik etti. Bahara Allah kerim.


Avrupa kiliseler cenneti... Bir süre sonra gezmekten vazgeçseniz de gene de görülmeye değer olanları es geçemiyorsunuz, hele benim gibi her İstanbul'a gittiğinde St. Antuan gezen biri için daha önce gezdiğin ve beni derinden etkileyen Treurenberg Tepesi’nde yer alan Michael and St. Gudula Cathedral'i ki görebileceğiniz en sade Katolik katedralidir belki de, ismini alış hikayesi ise kesinlikle orta yolu bulma becerisi, bir kez daha ziyaret edilerek ruh dinlendirilmesi suretiyle teşekkür edilerek yollara düşüldü. Yol dediysem, bildiğiniz gibi değil, bildiğin aç susuz ve hatta molasız 4,5 saatlik bir maraton. Önde rehber arkasında yarrrrr diye devam eden şarkı misali; 24 kişilik heyet, yürüyerek Brüksel tarihi dinledik, dikkatinizi çekerim hava 2 dereceydi ve kar toplayan güneş bile yoktu. Ne saraylar, ne meydanlar, ne adalet sarayları, ne parklar, ne binalar gezdik bir bilseniz, ve hatta yönetim biçimini uzun uzun anlatan rehbere soru sormak gibi bir gaflet içine düşen beni cevaplamak için yaklaşık bir yarım saati daha heba edince ki girmeyin derim derin devlet meselelerine çıkamazsınız Brüksel'de, zaten uzun olan yollar daha da uzadı tabi gözümüzde.

Bir önceki gelişimde sevdiğim kiliselerden biri bir yüzü antika pazarının olduğu meydana, diğer yüzü 48 heykelle çevrili Square du Petit Sablon parkına bakan Notre-Dame du Sablon kilisesiydi ki başka bir günün keyifli, bol molalı, şehri keşfetmek istiyorsan sokaklarında kaybolacaksın düsturu ile kahveli, biralı ve hatta elde patatesli duraklarından biri oldu. 



Brüksel 1950lerdeki hızlı değişiminden nasibini almış, kentsel dönüşüm- bir yerden tanıdık geliyor mu?- bir yandan kentin ulaşım sorununa çözüm olurken bir yandan da tarihi yerleri yerle bir etmiş. Burada bir parantez açıp "tek hat metro ve tren ağından" bahsetmediğimi bilmenizi isterim; üç katlı ve onlarca hatta ilerleyen demir örümceklerden bahsediyorum. Tarihi bir yandan yok eden el, bir yandan "mış" gibi taklitlerini üretmiş. Bu nedenledir ki, tarihmiş gibi sonradan makyajla düzeltilen yapılar ve tarih iç içe geçmiş. Bildiğiniz gibi; bazen sahtesi de yok satabiliyor. 

  

Biraz da ne yenir ne içilir bölümü ekleyeyim: 
Grand Place yoğun kalabalığı ve uğultusuna rağmen gündüz ve gece mutlaka görülmesi gereken; Saint-Hubertus Royal Gallery ve pasaj içinde yer alan klasik bir Belçika kahvaltısının leziz örneklerinin yenebileceği, döndükten sonra İstanbul'da da bir şubesinin bulunduğunu öğrendiğim Le Pain Quotidien, Belçika'nın çeşitli efsanelerle anılan işeyen çocuğu Manneken Pis, 1400lü ve 1600lü yıllardan kalma farklı dönem binaları, çikolata müzesi, meydana açılan sokaklarında yer alan butik mağazaları, barları ve daha pek çok ayrıntıya takılarak zamanı unuttuğum bu meydan Brüksel'i benim için keyifli kılan yerlerden biri. 


Meydanda bir şubesi bulunan 1800lü yıllardan beri var olan Maison Dandoy waffle yemek için tek geçeceğim yerlerden biri. Hele de bisküvi sever biriyseniz buradakilerin tadına bakmadan dönmeyin derim. Nerede bu memleketin meşhur midyeleri diye soranlara da; inanın öyle farklı lezzetlerde kayboldum ki, midyeye yer bile kalmadı bu sefer demekle yetineceğim. 


Döndük dolaştık, gezdik gördük...
Elbet sonuna gelecektik. 
Dönüş;
 hüznün umutla buluştuğu bir an benim için. 
Dönüşleri severim, belki de yeni bir gidişin müjdecisi olduğundan...

Nisan gibi... 
Bir hayal... 
Gerçek olacak sanki... 
Bu sefer olacak gibi. 
Dua edin olsun.
Evrene olumlu mesaj gönderin yani.
Biliyorum siz de ederseniz olur, 
olsun n'olur.

Aşkla dolsun yeni yılınız...
Yol olsun, yolculuk olsun, yolcu olsun kaderiniz.
Sevginin eksik olmadığı bir dünya pek ala mümkün.
Ders almaz bir aşık, düş gücü sonsuz bir sevdalı, umutlu bir hayalperestim ben.

Aşkla kalın!





17 Eylül 2013

Akıl Tutulması







Günlerden Salı... Tatilden döneli neredeyse 48 saat dolmak üzere. Oysa ben hala Patara koyunda yürüyorum. Sağıma bakıyorum Kaputaş plajı, soluma bakıyorum Phaselis... İçimde büyüyor  tatil. Tükenmedi yani. Tüketemedim henüz. Fener burnuna tırmanıyor bir yanım, aklımın bir yanı gidemediğim, seneye kısmet dediğim Gelidonya Fenerinde. Güzel yerleri güzel insanlarla gördüm. Güzeldi... Çok güzel. Anlatılacak değil de yaşanılacak türdendi her saat. Gece gündüze, taş kuma, güneş denize bıraktı güzelliğini... Sonra gece daha bi güzel oldu, taşlar daha da fazla... Ah o deniz, turkuaz oldu, sonra mavinin bin bir tonuna büründü bir anda. Koyu, en koyu lacivertte bile bağırdı arkamdan... Gene gel ey aşk... Gene vur beni aklımdan. 

Ve biliyor musun adam;

İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir. *












































* Engin GENÇTAN

30 Temmuz 2013

Ağustosa Bir Kala Düştün Aklıma




Kadın ve adam... Bilirsiniz klasik bir hikayedir aslında. Kadın ve adam... Her aşkın kendine has seslenişleri vardır. Canımdır, aşkımdır, evrenimdir, hayatımdır... Bir de; adam ve kadın vardır. Endir, belki de bu yüzden hep bir tebessümdür. Hep özlenen, hiç bitmeyendir. Her akla gelişte, bir sımsıcak keşkesiyle birliktedir. Ve elbette çoşkulu bir iyikidir... 

Adamın yaşadığı yer kurulan hayallerin başkentidir, kadının yaşadığı yerse bir terminaldir akla her düştüğünde. Varmaktır biraz adam, kalmaktır biraz kadın... Güzeldir ikisi de, öyle güzeldir ki, kahverengi gözlerinden eksik olmaz ışıltısı her ikisininde. Öyle işte der kadın, öylede saklı ne varsa bilir adam. 

Kadın ve adam... bilirsiniz sıradışı bir aşktır aslında aralarında var olan, kavuşulmayan belki de kavuşulamadığı için hep masallarda anlatılacak mutlu bir sonu olan. 




22 Temmuz 2013

Temmuzda Aşk Başkadır


Temmuz bizim köyde kiraz zamanıdır...
Bizim köy dedimse, kan bağımızdan değil de keyif bağımızdan derim öyle.

Haftasonu kaçamaklarının en lezizi kesinlikle Temmuz ayında olur...
Kiraz bir yandan selam ederken dallarından, ahududu yolunuzu keser... 
Hemen öncesindedir eriğin geçme faslı... 
Kızarmış halleri ile komposto olmaktır artık onun da kaderi, 
bunu bilirmiş gibi düşer avucunuza bir akşam vakti. 




Her daim keyiftir bizim köy evi... 
Geleni gideni eksik olmaz...
Dostlar sağolsun.
Bu yıl bir de keyif noktalarını çoğaltık, 
pek yakışıklı oldu köy evimiz anlayacağınız.

Annem babamın emekleriyle var olan ev, bizim emeklerimizle yaşıyor şimdi... 
Ne mutluyum bilseniz bu yaz... 
Hiç geçmese ya da çabuk gelse cumalar,
vallahi olmaz hayatta bu kadar haz :)



Hep keyif olacak değil ya haftasonları, bu haftasonuna biraz macera kattık.
Aras Şelalesi çağırdı bizi...
Dostlarla düştük yollara.
Vardık ketenli yaylaya.
Rüzgarın sesi karıştı pınarın sesine, hepimizde bir çocuk gülümsemesi.

Uzun ve dik bir patikadan vardık Arasın kollarına...
Öyle deme bir bir buçuk saat sürüyor tırmanma, 
arada doğa insafa gelmiş yüz patikalar da vardı elbet on adımlık nefesler almaya.

Taşlı yollarından tırmandık sırtımızın teri kurumadan...
Suların zerresinde yıkadık yüzümüzü durmadan.

Damağımızda Nilüfer deresinin çocukluk tadı, düştük yollara akşamın mangalını soğutmadan...
Varmak mı zor dedik, yoksa dönmek mi... bilemedik.
Biz bu hafta cennetten bir cumartesi pazar geçirdik...

Bol kahkaha süsledi geceyi, bir de ay vardı ki sorma!
Yaktık açık hava şöminesini kurumuş meşe dallarıyla, 
kozalaklar ekledik çıtır çıtır yankılansınlar diye havada...



Aşka geldik dedim ya, boşuna değil...
Belki biz hazırdık, belki de doğa...

Sürç-i lisan ettiysek affola! 


11 Mart 2013

Mart Kapıdan Mı Baktırır Sadece



Siz onu tanır mısınız bilmem, ama ben izninizle ondan haberdar olmamı sağlayana bir selam göndermek isterim: Selam olsun sana ey güzel yüreği kahverengi gözlerinde ışıldayan adam. Nasılsın sahi? Ben iyiyim. Şükürler olsun ki, bazen hiç olmadık bir yerden vurduğunda hayat ağlamadan sızlamadan, durup bakmayı, yüreğimden geçenin ne olduğunu anlamaya çalışmayı öğrenmişim. Payın var bunda da, daha nicesinde olduğu gibi. Teşekkür ederim. 

***
Aklım ne zaman karışsa, yüreğim sıkışsa, boğazımda bir düğüm ne zaman beni nefessiz bıraksa... şarkılara sığınırım ben. Fal tutarım şarkılardan kendime... Bir de garip gelecek biliyorum ama fal bakarım olur olmadık zamanlarda... Fala kanma falsız kalmadır bu noktada inandığım cümle. 

***

Sabah erkenden bir kahve içtim. Selçuklu mutfağından örnek bir tabak denedik öğle yemeğinde, sabah içilen kahve kapatılmış vaziyette kaldı bir yerlerde. Kısmete ne çıkmıştı acaba... Odama döndüğümde bir şarkı tuttum kendime: Sıla / Zor Sevdiğimden 

"Niye gidemiyorum biliyor musun? Çünkü emek verdiysen zor
Meydan okuma öyle hemen, Dur neden diye sor
Niye susuyorum anlıyor musun? Çünkü anlattıkça zor
Bükme dudağını, Hemen otur o zaman hesabını sor
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden

Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür"

***

İnsan yüreğinin acıdığı zamanlarda daha da acıtmaktan ne zevk alır bilmiyorum. Eskiden çok eskiden çektirirdim bu işkenceyi kendime... Günler sürerdi acıdan sıyrılmam. Öyle dibe vurdururdum kendimi,, dip ne kadar dip anlamazdım bile... Ama büyüdüm. Büyüdüm ve kendimi daha fazla acıtmamak için şarkılardan fal tutmaktan vazgeçtim. 

***
Gazete okumayı denedim. Olmadı. Rapor yazmak için kafamın yerinde olması lazım ki... Kafa bugün bedende değil. Dolandım durdum bloglar arasında ne buldumsa aradığım değil... Sonra birden aklıma düştü: İrem Su... ne diyordu kim bilir mart ayı için... belki aradığım cevaplar tam da oradaydı... evraka misali bir gülümseme yüzümde. Google sağ olsun. 

Kişisel tarihim gibi mart ayı... Bana özel yazılmış gibi... Aradığım soruların cevapları gibi... Yok valla daha fazlası... Altını çizdim zaten aradığımın, belki de başından beri bildiğimin... Hani söylemek istemez ya insan bazen kendine bile... hani en büyük yalanı kendine söyler ya insan yeri geldiğinde... Öyle işte!


"Bir yolun sonunda veya bir kapının önünde Mart ne diyor bize ?

4 Mart tarihi Temmuz 2012 ve civarında adım atılmış, yürürlüğe konmuş, ancak daha sonra kafamızı karıştırmış, tekrar düşünmemize neden olmuş meseleleri hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kafamızı karıştırmasına izin vermeden akıllıca gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. Özellikle geçtiğimiz 15 Şubat tarihinden bu yana yaşanan gelişmeleri de tekrar dikkatli bir şekilde ele almamız gerekiyor..

5 Mart tarihi içinde bulunduğumuz meseleleri, durumları, ilişkilerimizi, hassasiyet içinde aşkın derinlikli olarak ele almamızı sağlarken, aslında bize zayıflıklarımızı hatırlatarak bunları tedavi edebileceğimizi gösteriyor. Yeter ki, biz kendimize özen gösterelim. Bunları kabul edelim.

7 Mart tarihi güçlendirici, gözlemde bulunmamızı sağlayıcı, kuvvetlenmemiz için bize destek oluca ve geçmiş ile gelecek arasındaki her şeyin aslında yaşadığımız anda gizli olduğunu gösteren bir ışık gibi.

8 Mart tarihi 27 Aralık 2012 ve civarında yaşanan, derlenip toparlanmaya çalışılan, güçlenmek adına odaklandığımız büyüme, gelişim anlamındaki her durumu tekrar ele almamızı sağlarken, aslında ilik-düğme misali birbirine uygun veya uygun düşmeyenleri fark etmemizi sağlıyor.

10 Mart tarihi Geleceğimizi doğru şekilde çizebilmek için geçmişe bakmayı ihmal etmememiz gerektiğini işaret ediyor. Yapıcı düşünmek ama her türlü olasılığı da gözden geçirmek lazım.

11 Mart tarihi çiçeğin tomurcuk hali açmaya hevesli,,biraz sabırsız ama öyle güzel ki, insan umutlanıyor, insan huzur buluyor insan hayatla barışmanın keyfini sürüyor...

12 Mart bir heves, bir telaş olmalı, olacak amacım bu, koşacak bu yürek ona ulaşacak...

14 Mart tarihi derinlemesine düşündüğümde hayallerimi ve farkında olduğumda gerçeklerin huzur buluyor ruhum, hayata umutla sarılıyorum... evet ben ne yaptığımı biliyorum, gelişmeliyim, büyümeliyim, ona göre kendime bir yol çizmeliyim... ne esiriyim bir şeylerin ne de çaresizim.

20 Mart işte ben işte yeni bir hayat..bir çocuk gibiyim hevesli...kendime güvendiğimde kazanacağım çoktan belli....

22 Mart değişime açık olanlar.. değişimden yana olanlar... hadi bakalım gösterin kendinizi artık durmak zamanı değil..duygular coşmuş, aşk kaygısız bir çocuk gibi, rota belli ise tam yol ileri... Belli değilse hala

27 Martı beklemeli, şaşmamalı terazi, anlamalı olan biteni...dengeli mi dengesiz mi ?

28 Mart tarihi 12 Şubatta yaşananları, düzeltilememiş olanları, karşımıza çıkanları, kafamızı karıştıranları tekrar ele almamızı sağlıyor.

29 Mart tarihi ayağım gaz pedalında hayatın, artık durmaya yok niyetim... Ah şu kafamı bulandıranlar olmasa işim daha kolay olurdu ama!

31 Mart tarihi ne olacaksa olmalı artık yenilenmeliyim.... işlemeyeni tamir etmeli, yolumu çizmeliyim..."






05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












19 Kasım 2012

Söylenmeyi Bıraktım (Şimdilik!)

Kendi kendime hayatı zehir ettikten sonra -ki izlerini yıldızlarda arama, bildiğin serzeniştim ben buralarda, hatta öyle böyle değil uzunca bir kaç yazı boyunca-  önce hafta sonunu iple çektim, sonra gelsin sazlar oynasın kızlar misali ver elini İstanbul dedim. İyi ki... 

Bir kaç gezme-tozma yanında bol kahkaha iyi geldi bünyeye bir anda... Gurme bir hafta sonu geçirdim diyebilirim. Yolda acıkan karnımın imdadına, sarıkanatlar yetişti. Barınak; ahşap dokusu ve hemen martılara selam vereceğiniz bir uzaklıkla denize nazır konumu ile küçük kasabanın şirin bir mekanı...

Cuma akşamının mekanı Sabırtaşı oldu. Uzun, upuzun bir yürüyüş ki, yedikule, samatya, trenle aktarmalı sirkeci, karaköy - tabi ki Güllüoğlu'nda nefsi köreltecek bir tatlı molası- tünel, taksim meydan, tarlabaşı tarafından ara sokaklardan tünele dönüş, nevizade, Sabırtaşı'nda yöresel lezzetler molası ve 180 derece beyoğlu görsel şovu - tünel, galata kulesi, karaköy, sirkeci...

Eve vardığımda ayaklarım benim değildi... Onları koyacak bir yer bulmak konusunda da epeyce zorlandım ama her adımına değdi.

Ertesi gün, karşının ve vapurun hatrı kalmasın diye bu sefer de Kadıköy ve Caddeye yayılan bir güzergahta kah o kaldırıma kah bu kaldırıma bıraka bıraka kahkahaları, molalarda elde kahve -ki toffee nut latte kesinlikle tavsiye olunur- günün sürprizi, günün keyfini taçlandıran-eski zaman mekanlarından Onur İskenderde- Patlıcan Kebap -ki, o köz soğan ve sarımsakla bezenmiş kebap fikrini bulan ustanın eline emeğine sağlık- sonrasında bir kahve molası ve bence fıstıklı profiterol denince akla mutlaka gelmesi gereken Manolya Pastanesi'nde bir kaşık şımarıklık ve elbette caddenin gece büyüsü değişilmez anılar kumbarasına dönüştürüverdi olanı biteni... 

Pazar sabahın erkeninde 5 ada bir salon evin manzarasında buldum huzuru... Sessizliğin sesinde bir martı çığlığı, geceden kalma bir kedinin mırıltısı ve balkondan sarkan bir sepet mutluluğun tablosunda, koltuktaki bendim... Ve bu tablonun adını iliklerime kadar hissettim: Huzur...


Günün telaşıyla başlayan çemberlitaş - sultanahmet yürüyüşü; karaköyde, uzun kuyruklu bekleyişlerin mekanı ve önce gözün doymasını sağlayan vitrini ile Namlı'da son buldu. Zamana yayılmış merakları önce bir giderelim elbet karnımızı da doyururuz hallerinin en güzel kısmı belki de çayın buğusuna karışan mutlu gözlerin buğusuydu. Heyecanlarına ortak olup, kahkahalarını paylaştığım dostların yanıbaşında gözlerimin içi en az onlar kadar gülümsüyordu...  

Akşam üstü Bursa'ya dönüş yolunda dertlerinden arınmış, yüklerini omuz başlarından alıp kaldırımlara bırakmış, endişelerini martılarla paylaşmış bir kadın olarak gözlerimin ışıltısını kırpıp yıldız yaptım geceme... Eve vardığımda beni buz gibi karşılayan mutfakta sıcak bir tarhanayı pişirdim biraz daha aheste, yedim afiyetle. İçim ısınırken, gidişime biraz bozulmuş olan salonumla arayı kapattım. Sanki o günlerdir üzerime gelen duvarlar yıkılıp gitmiş gibiydi.

Bazen nasıl da dar ediyorum hayatı kendime diye düşünürken, bir kaç ses beliriverdi kafamın içinde: 
Biri şöyle diyordu; kendi hayatının değerini bil... 
Bir diğeri şöyle; yaşadıklarının değerini bil... 
Ve bir diğeri ise şöyle; kendi değerini bil... 









11 Eylül 2012

Gülümsemek

Bu sabah tembel tembel yatakta oyalandım. Başucu kitaplarını şöyle bir karıştırdım. Biraz müzik dinledim ve ardından gazetelere şöyle bir göz attım. Ne arıyordum..?

Mumları...

Salon penceresinden girip, uzunca koridor boyunca yansıyan güneşin kollarını uzatıp da yatak odasında keyfini katmerleyen bünyeme hatırlattığı bu oldu:

Mumlar...

Bir telefon uzağınızda ama hep yüreğinizde olanın sesi sesinize değer de, gülümserseniz, ne düşer aklınıza:

Mum...

Bu gece bir şarap içmeli; Diren olacak o kesin, kırmızı olacak o da kesin... Boğazkere de olur ama sanki bu akşamki şehriyeli yahniye en iyi Merlot gider, akla yazılan Narince ise zamanını bekler.


13 Ağustos 2012

Elma Ağacının Altında İki Kişi

O günü hatırlıyorum dedi kadın, o günü ve bana o günü hediye eden adamı... Uzak bir geçmişten bahseder gibiydi kelimeleri. Yakın bir geleceği hayal eder gibi bakıyordu batmakta olan güneşe gözleri... Zamansız gibiydi ya da bir zamanın içinde hapsolmuş gibi... Duruydu yüzü. Hüzünle karışık bir mutluluk, mutlulukla  karışık aktı akacak damlalar... Belli ki, o geceyi, o geceyi unutulmaz kılan adamı ve ayı, ve batan güneşi, ve yıldızları ve kayaları ve güvenmeyi, ve inanmayı ve sabrı ve sevdayı yüreğinde saklıyordu. Onlarca soruyu ardı ardına sormayı istesem de susmayı ve beklemeyi ve güvenmeyi ve inanmayı seçtim. İkinci bardak çayları ben koydum.

Elma ağacının altında iki kişi, dedi. Durdu. Elma ağacının altına gidip oturdu. Soluklandı. Gülümsedi ve devam etti:

Öğle vaktiydi... Seni bir yere götüreceğim, eğer vaktin varsa gitmişken kalırız, yok olmaz dersen, geri geliriz. Geliriz, dedim. Gülümsedi. Sen nasıl istersen, dedi. Karadenize doğru yola çıktık. Gün batımına yetişmeliyiz, dedi. Bilmem böylesini gördün mü? Görmemiştim. Bir daha da hiç görmedim ben batan güneşi...


Kayaların üzerinde, dalga seslerinin feryadında batırdık güneşi... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattık, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Sahildeki ayak izlerini takip edip, önce daracık sokaklardan yukarıya doğru çıktık. Sonra onlarca merdivenin sıralandığı bir sokaktan yeniden sahile doğru yürüdük; suskun, uzun ve heyecanlı adımlarla...

Akşam kızıllığı yüreklerimizin koruyla yarışırken, Karagöz'e geldik. Bir şeyi anlatmak ister gibi birbirimize baktık; suskun, uzun ve heyecanlı bir özlemle...

Masaya buyur edildik, samimi ve içtenlikli bir misafir edişti. Gülümsedim; yüreğime sığdırabildiğim kadar büyük ve yaygın bir gülümseme ile...

Masanın başında beliriveren kız çocuğu, elma ağacının altında iki kişi mi dedin, diye seslendi içeriye, elindeki tabakları bıraktı önümüze... kafamı kaldırıp baktım, elma ağacının altında iki kişiydik. Sadece biz vardık, sanki...


Gece ilerledikçe beyaz rakıya, alaca karanlık geceye, sevda yüreğe daha bir yakıştı. Büyüdükçe büyüdü yıldızlar, alabildiğine yıldız oldu baktığım her yer. Yüreğim öyle hızlı atmaya başladı ki, martının çığlıkları sustu. Bir deprem habercisi gibiydi yüreğim. Bir fırtına öncesi sessizliği vardı kiwi ağacının dalına asılı kalmış. Kum rengi bir köpek, kalabalığın içinde kaybolmak ister gibi uzanmıştı kumsala, yalnızlığın resmini çiziyordu etrafından dolaşıp giden çiftlerin umursamaz bakışları arasında. Kara, sıska, yavru bir kedi geldi, cansever mısralarıyla;

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim

Çay alır mısın?

İrkildim. Ne çayı, dedim.

Çay işte, dedi.

Ha! Çay...!!! Tereddüt ettim. Alırım, dedim.

Ne çayı be kadın diye bağırasım, sarsıp onu kendime getiresim vardı. Kadının sakinliğinde boğuluyor gibiydim. Bakışlarında cinayet işleyen bir kadın arıyordum. Bunca saattir, belki de bu denli delirmeden durmamın ve dinlememin sebebi buydu. Ben onu o sona hazırlayan anı merak ediyordum. 

Bir kahve içtik. Kapadım. Her kahve içtiğimde kaparım. 

Kahve falı bilir misin?

İnanmam...

O küçücük fincan neyin habercisidir bilmem ama isterim ki haberler getirsin bana gaipten... Getirir. Ama o gece ilk defa açmadım. Oradan gelen haberler geciksin istedim. Fincanı garsonun görmeyeceği bir şekilde ağacın dibine bıraktım. 

Hadi, dedi... Elini uzattı. Elimi tuttu... O gece ilk defa... Bana inan, dedi... Bana güven... Sabırlı ol. Her şey ama her şey bundan çok daha güzel olacak. Bu kaçıncıydı... Gözümün önünde pırıltılar oluştu. Yüreğim sıkıştı. Nefes almakta zorlandım. Sustum. Sadece uzun, soluksuz bir susuşla anlasın istedim. Ama devam etti. Sen benim güzelimsin, dedi. Benimsin...

Yürürken nereye gideceğimizi biliyor gibiydi. Kayalara çıktık. Kayaların üzerinde, beni öptü. Sarsıldım. Öyle bir öpüş... Yaşamıştım, kırılmıştım, inanmıştım, güvenmiştim, sabretmiştim... O an, geçmişin bütün günahlarını ona yükledim. Dalga seslerinin feryadında ittim onu denize... Geleceğe dair kurduğumuz düşler sustu. Geçmişe ait ne varsa denize fırlattım, hepsi koyu bir lacivert oldu. 

Kahve fincanının olduğu o elma ağacının dibine kadar koştum. Oradaydı. O ağacın altında. Habercim beni bekliyordu. Fincanı elime aldım. Bildiğim bütün duaları okudum. Fincanın üst kısmını tabağından ayırdım, geleceğim avuçlarımın arasındaydı sanki. Durdum. Karanlığın içinden süzülen sokak lambasının ışığına kadar elimde fincan yürüdüm. Fincanı çevirip içine baktım. 


Kocaman bir yürek vardı, iki kişinin tam ortasında duran koca bir yürek... Sevda, dedim.

Polis sorgusunda, sabah güneş ağarırken geldi doktor... Olanı biteni bir de ona anlattım:

Güvenli bir limandı... Onun kıyılarına kendimi teslim etsem, bir daha açık denizlerde yol alamazdım. Fırtına geliyordu... Deprem olacaktı. Onu korudum ben, kendimden... 

Sonra  bir kedi geçti komiserin odasının orta yerinden; cansever mısraları kovalıyormuş meğer;

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?
Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.



Fotoğraflar: Samsung W ile çekilmiştir.  

12 Haziran 2012

Koşmak Üzerine



Bu sabah da benzer bir duygu ile uyandım... Öylesine turuncuydu ki salonum, güneş orada doğmuş gibiydi. Koşmak geldi içimden, üzerine doğru, hızlıca... kaçmasın diye... Erkendi... Güneş henüz doğmuş bense henüz uyanmıştım. Yüzümü soğuğa yakın bir su ile yıkadım... aslında suyu suratıma çarptım. Gülümsedim. Kocaman. İçine güneşi sığdıracak kadar açtım gözlerimi... Etrafıma şöyle bir bakındım. Sakinlik ve huzur... evet, hissettiğim tam da buydu. Telefonum bir iki kere çaldı. Sabahın köründe arayan Oydu... gülümsedim. İlkinden daha kocaman. 

Biraz yürüdüm, biraz okudum, biraz müzik dinledim, biraz duş aldım, biraz kahvaltı ettim, servise gitme telaşının birazını çantama doldurdum. Bir de bağcığı çözülmüş ayakkabımın sol tekine. Bir taş buldum oturdum. Biraz nefes aldım, biraz kokladım, biraz bakındım, biraz düşündüm, biraz dinledim. Mutluydum. Sen neye hazırsan o geliyordu sana. Yol boyu okudum. Kendimi olumladım... Hımmm. Kendime güzel sözler söyledim. Az yaparım, kendime kızmak kolaydır da, aferinim azdır kendime...

Bugün bloglarda gezindim, ne çok zaman olmuş avare kelimelerle yarenlik etmeyeli... Ne güzel yazıyor bazı insanlar bir bilseniz, konuşur gibi, ama güzel konuşur gibi... Öyle boş boş değil, anlatsa da dinlesek dersiniz ya işte öyle... kelime kelime, duygu duygu...

Ne çok üç nokta var hayatımda, zamanın akıp gittiğini anlatmak ister gibi, neredeyse her cümlem üç nokta ile bitecek. Nokta bir son, virgül bir nefes, üç nokta yaşamak gibi...

nasıl 40 yaşında olur biri... Nasıl olur 40 yaşında olunca, olgunlaşır mı, yaşlanır mı, durulur mu, iki elinin ortasında başı, düşünür mü hesapları kitapları, günahları sevapları... Sahi ne olur insan 40'ına gelince... Aaaa,  sen 40 mısın dedi biri, sen büyüdün dedi bir diğeri... değiştin ondan sonra... Hemen ondan sonra mı değiştim yani... bence, denk gelmek denir buna, fırına atıldım, bir hamurdum, öncesinde yoğruldum, hamura biraz tuz, biraz şeker eklendi... Kıvamı kadar kabartma tozu, arada benim de koltuklarım kabarsın değil mi? Sonra fırının ısısı ayarlandı, belki de her tarifte olduğu gibi önceden ısıtıldı. Sonra pişmeye başladım ben. Yavaş yavaş, odun ateşinin biraz uzağında, taş fırının en eski taşında... İşte belki de değiştin sen ondan sonra demesinin sebebi o andır, onun gelip de kafasını fırının ateşine doğru uzattığı o an... benim biraz kabarıp, biraz kızarıp, biraz da suyumu çektiğimi fark ettiği an... Ona denk gelmiştir yani, mis gibi taze kokum... Belki de açtı... Her şey bi tesadüftür...O, iyi bi tesadüf...

Tıpkı, güneşin doğduğu yerde bir ev almak gibi... Güneşi görünce üzerine doğru koşmak gibi... Bir nehir yatağında suyu içmek için eğildiğinde, ayağının kayıp düştüğün anda elinden seni tutup, "iyisin" der gibi... O anda göz göze gelip, gülümsemek gibi... Her yaşanılan an'a üç nokta koyup yoluna devam etmek gibi... 







Görsel / buradan