DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DAMAĞIN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2022

Mimoza, Strudel ve Geçmiş Zaman Kelimeleri

Bugün yeni bir gün. Her sabah gibi uyandım, sanki bu sabah biraz daha mızmız mıydım?  Hafta sonu yaptığımız "Evlilik Yıl Dönümü Kütahya Turu" ayrı bir yazı konusu olacak; çünkü, çok özel ve sürprizli bir yolculuk oldu. Bugün "Her Güne Üç Güzel Şey" notu düşen Emekçikız ile aklıma düşen mimoza ve strudel ile çıktığım anılar yolculuğunun beni çıkarttığı kapı önündeyim. Mimoza, eğer bir gün kaleme alabilirsem, ada demek benim için. Ada ve aşk. Belki de gözümün gördüğü ilk "aşk" hali etkilemişti beni, bir gün kaleme alabilirsem, anlatacağım. 

Şimdilik elimizde strudelli yazım var, sindire sindire okuyorum. 2014 yılından bugüne değişmeyen duygumun "sevgi" oluşuna şaşıyorum.  Nasıl da derinden etkilemiş beni, nasıl da bugüne taşımış. Mutlu oluyorum. Günü, yüzümdeki bu ifade ile geçirebilirim. Mızmızlığımdan eser yok şimdi. İçim kıpır kıpır. 



Strudel Gibi Bi'şey


Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın.


Yazının devamı için... Strudel Gibi Bi'şey 






04 Kasım 2014

Strudel Gibi Bi'şey



# 04.Kasım.2014 # 

Yazmayı özlüyor insan. Okumayı. Ama galiba yaşarken yani içindeyken, yani tam ortasındayken yaşadığı eğer yüksekteyse; kelimeler akıyor. Yok eğer ortasındaysa yaşadığının ve ortadaysa her şey... Kelimelerin peşinden koşuyorsun. Olmuyor haliyle. 

Seni, içindeki en yükseğe veya en dibe vurduran duygunu "yazarak" haykırıyorsun dünyaya. Aşk! böyle bir şey... 

***

Ve ben uzun zamandır ortasındayım hayatın. Sükunetle. 

***

Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın. 

***

Bazen ne dilediğine dikkat etmeli insan. Sevilmek güzel şey. Onca yıl sevdikten ve acıdıktan sonra her bir tenin... sevilmek... sevilirken kendinden bile sakınarak sevilmek... çok özel bir şey. 

Ben geçmiş zamanın birinde bir aşkın kör batağından kurtarıldım yine bir aşkla. Kaç kez gelir ki insanın başına. İsyanımı bastırmak zor oldu, biraz kırıp, biraz da kırıldıktan sonra büyüdüm. 

Olgunlaşması insanın bazen beşinde bazen yetmişbeşinde... Gene de şanslıyım. Ben 40lı yaşlarımda içimde büyüttüğüm hırpalanmış yaşlı kadınla barıştım. Yaşlılığı yaşından değil de yaşadıklarından olunca, insan bocalıyor. Bazen bir kıyı buldum sanıyorsun, bakıyorsun ki fırtınalı havada dalga boyu seni alaşağı edecek bir uçsuz bucaklığın orta yerindesin. Bir gün bir güç seni alıp dualar eşliğinde atıyor varman gereken kıyıya. Duanı unutuyorsun çoğu zaman. Ne istediğini ve ne dilediğini.

Sonra seviyor biri seni, senden önce. İçinde kelebekler falan uçuşmuyor, ama anlatılamaz farklı bir durum var bünyende. Hissediyorsun. Sevilmemişsin ki daha önce... Alışık değilsin, birinin seni, senin onu sevmezden önce sevmesine. Yani sen onu o kadar da delice sevmediğin halde onun hayatının içinde buluyorsun ya kendini, daha çok ışığı görünce donup kalan tavşanlar gibisin. Sevilmek. Dua'n mıydı? Kabul oluyor. Sen de seviyorsun. Zaten yürek koca bir sevgi denizi olunca, zor olmuyor işin. 

***

Sonra bir kelime... sürüklenerek varılan bir an'ı. Çapayı bırakıp kıyına, bir an o an'a gidiyorsun. Uzanıyorsun penceresinden ışık sızan cam kenarındaki yatağına; sağ yanı sol yanına göre biraz daha çökmüş. 

Elinde okunası bir yazı. Tıpkı eski zaman fotoğrafları gibi. Biraz sararmış, biraz küf kokulu. Okumuyorsun... Bakıyorsun; sana vaad ettiklerine... seni içine alıp da hikayenin kahramanlarından biri olmaya özendirecek o çok özenle seçilmiş, üstelik üzerinden en az 5-6 kere geçilmiş yazıya. Bakıyorsun. Görmek ister gibi, uzun uzun... Kelebekler... Onlara kısacık bir zaman veriyorsun, özgürce uçuyorlar. Bu yüzden biraz daha erteliyorsun okumayı...  Düşünmeye başlıyorsun, fırtınalı denizlerin sende yarattığı duyguyu anlamaya, bulmaya çalışıyorsun. Özlüyor musun? Peki neyi... Neden?

***

Cevabı içinde saklı sorularla boğuşmamayı öğrendiğinden aramaktan vazgeçiyorsun. Yazıyı okuduktan sonra içinden geçen ince ama acıtmayan, "iyi ki" dedirten "Nasıl özlemişim..."i anlatabildiysen ne ala. 

***

Anlatabilmişsin. 

***

Yoluna devam ediyorsun. Çünkü öylesine seviliyorsun ki... Yüreğinin hiç acımadığı uzunca bir zamanı, onca acıyı içinde büyüttüğün zamanlara heba etmiyorsun. Dua'n gerçek oldu biliyorsun. Kendini geçmişin girdaplarından koruyup an'a çekmeyi öğreniyorsun. Sınav hiç bitmiyor, bitmeyecek biliyorsun. 

***

Şu "strudel gibi bi'şey"e gelince... mükemmel değil, olması gerektiği gibi değil. Aslına yakın ama asla aslı değil. Ama lezzetli, ama keyifli, ama gülümseten. Bol elmalı, cevizli, tarçınlı, kuru üzümlü. Hazır baklava yufkasını her bir katın arasına zeytinyağ gezdirerek ilk beş katı üst üste koy, sonra karışımı yaydır katmanın üzerine, azıcık pudra şekeri gezdir, bir tatlı kaşığı yeterli. Sonra yine baklava yufkası, sonra yine iç malzeme. Biraz daha pudra şekeri, ister üç kat yap ister dört kat. Elmalı malzemeyi bol, yufkayı ve şekeri çok az tut. Sonra ver fırına. 170 derecede 35-40 dakika pişir. Fırından çıkınca biraz ılınmasını bekle. Bol pudra şekeri, az tarçın ve ceviz ile süsle ve servis et.

***

Yetinmek sadece "az"la değildir, azın içindeki "çok"u görebilmektir de... 

***

Özetle... hayat bazen strudel gibi bi'şey bence. 
  


07 Ağustos 2014

Orman Meyvalı Reçel



Uzun zaman olmuş buralara uğramayalı... Zamanın hızına yetişen 140 tuş beni tatmin etmedi ama fotoğraf ve az kelimeli kısacık karalamalara çözüm sunan instagram fena halde beni benden aldı. Oralardayım. Bazen eski dostlar çalıyor kapımı bazen yepyeni bir ses duyuyorum daha önce hiç duymadığım. Bazen çalkantılardan uzağım diye yazmıyorum sanıyorum, bazen huzuru buldum ya kaybedersem diye endişelendiğimden. 

Yazmak özlediğim bir uğraş oldu, ama sanki klavyenin başına otursam yazacak hiç bir şeyim yok gibi geliyor. Gördüğünüz gibi de öyle boş boş havadan sudan size haberler veriyorum. Bu yaz da geçen yaz olduğu gibi cennetim dediğim dağ evinde mutluluk çoğaltıyorum. Huzur hep benimle oralarda, bulutlara yakın olduğumdan mı ne... Daha fazla gülümsüyorum artık hayata.



Geçen hafta yürüyüş sonrası topladığım bir avuç ahududu, 5-6 böğürtlen ve 3-5 çilek ile reçel kaynatıverdim dostlara... Mis gibi kokuya uyananlar soluğu alt katta aldı. Herkesin yüzünde çocukluğundan kalma sımsıcak bir tebessüm vardı. 



Kır papatyaları ise benim için toplanmış ve yerini almıştı... Balkona masa hazırlamak üzere çıktığımda, ilerideki mutlu günlerin habercisi gibi bir köşeden öylece bana bakıyorlardı. 

14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

04 Mart 2014

Ada Ekmeğinin Kokusu




Önce kokusu girdi içeri... Günlerdir özlemle beklenen sevgiliye kavuşmanın heyecanı ile aldım elime paketi. Mis gibi kokusunu çektim içime. Öylece çalışma masamın üzerine koydum ve bekledim akşam olmasını. 

Aslında bekleyemedim. Kutuyu hemen açtım. Bezlere sarılmış, çok aktif Bozcaada stili ekşi maya ile yapılmış ekmeklerimi aynı özenle elime aldım ve bir kez daha kokladım. Tam çavdarlı olan cevizliydi, diğeri tam buğday. Pencereden dışarı baktım, Bozcaadayı düşündüm. Bozcaada... Hayallerimin yıkıldığı bir yerdi seneler önce... Hayallerimi süsleyen bir yere dönüştü, bir ekmek sayesinde. 



Taş değirmenlerde öğütülmüş buğdayın uzun soluklu mayalanma süresince gelişimini sabırla, özveriyle ve aşkla izleyen, bekleyen ve bunu bir uğraş,  zamanı geçirmek için bir hobi olmaktan çıkarıp GERÇEK EKMEK DOSTLUĞU kurma amacına dönüştüren, emeğini ve bilgisini paylaşmak için sosyal medyayı kullanan güzel insan Ali şöyle diyor blogtaki yazılarından birinde;

İnanılmaz bir kabuk. Böyle bir kabuğu sadece sourdough/ekşi maya ile elde edebilirsiniz. Maya yaşlandıkça kuvvetleniyor ve adeta kabukta kendi karakterini ortaya koyan imzalar atıyor. Buna tanık olmak muazzam ve etkileyici bir deneyim. #bozcaada #adaekmeği

Ben Ali Beyi instagram da dolanırken tesadüfen keşfedenlerdenim, uzun yıllardır beyaz ekmek yemiyorum, ekşi mayalı ekmek yapan bir fırından ya da Gölyazı Köyünden gelen mayalı ekmekten alıyorum. Ada ekmeğini görünce ve okudukça yediğimiz çoğu şey gibi, ekmeklerimizin de "gerçek" olmadığını anlıyorum. Ticareti yapılan her şey "sunileşiyor". Kısa sürede çok üretmek, üretileni uzun süre depolayabilmek için içine türlü çeşit kimyasallar eklenen, tarlalardaki verimi artırmaya yönelik üretilen zehirden, genetiği ile oynanmış tohuma uzanan ticari yolun insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri dünyada tartışılıyor... Biz de ise ayakkabı kutularına sığdırılan bir gelecek ve eritilemeyen bir hırsın tartışmaları bile yapılamıyor.  

Oysa emeğin olduğu yerde "gerçek" var, biz bunu unutuyoruz. Bakın Ali bey bu emeği ne güzel anlatıyor;


Bu iş el hassasiyeti olmadan yapılacak iş değil. Bir de tam çavdar yapıyorsanız çok daha özenli davranmak gerekiyor hamura... Bazen ben bile bir offff çekiyorum... Her bir hamurun yüzeyi nazik fırça darbeleri ile zeytinyağlanıyor epey iş bu... Asıl olay son mayalanmada fırına atma aşamasında... Çok çok dikkatli ve ekstra özenle kalıpları fırına taşımak gerekiyor. Genel olarak artisan ekmekçilikte hamura herzaman çok nazik davranılmalı. Ayrıca benim kafayı taktığım %100 tam tahıllı ekmekler grubu ayrı bir dünya ve beyaz unla yapılan reçeteler ve hamur tekniklerinden çok daha aşamalı koşullar ve işçilik gerektiriyor. #adaekmegi #bozcaada #sourdough#realbread #ryebread #artisanbread #eksimaya#eksimayaliekmek #gercekekmek #islomania
Ada ekmeğine gösterilen sevgi unundan mayasına, pişirilmesinden gönderilmesine kadar özenle ve samimiyetle işleniyor; öyle ki o özen ve samimiyet duygusu gelen mail de bile kendini hissettiriyor. 


Kargoyla da ekmek mi gelirmiş demeyin... Geliyor inanın ve siz o ekmeği, benzer bir sabırla bekliyor, aynı özenle kesiyor, kırıntısını ziyan etmeden yiyor ve size sunulanın bir "nimet" olduğunu her yudumunuzda hissedebiliyorsunuz. 

Bu kadar uzun laflara ihtiyacı yok Ada Ekmeğinin... Adanın kokusunu, denizin vahşiliğini, emeğin içtenliğini, hayatın sertliğini hissedeceğiniz bu ekmeğin "sevgi" ile mayalandığını bilmek bile yetiyor aslında. Bir de "gerçek" olduğunu.

18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



20 Ocak 2014

Günlerden Bir Gün: Pazar

Pazarları oldum olası severim. Sabah güne erken başlamayı, günün içine onlarca güzellik sığdırmayı, severim. Geçtiğimiz pazar da böyle oldu. Burada bir ayrıntıya yer vermeliyim. Artık yeni bir kameram var ve yeni alınmış oyuncağı ile uyumak isteyen çocuklar gibi şenim: Samsungla yaşadığım ve yılan hikayesine dönen sıkıntıya rağmen, -yaşanan sorunun tamamen SamsungTürkiye ile alakalı olduğunu da bildiğimden- uzun zamandır istediğim Samsung NX 1000 kamerayı Brüksel gezisinde almıştım. 

Pazar günlerimin en keyifli kısmı olan "kendini at sokaklara" -hele de hava fotoğraf çekimi için paha biçilemez bir fırsat sunuyorsa- vazgeçilmezimdir. Bu pazar biraz farklıydı. Bir gün öncenin misafir ağırlama faslı, yaptığım kalamar dolma ile taçlanırken kendimi kaptırıp da onlarca mezeye imza atmaya kalkınca belimdeki ağrı "eee güzelim, bir de faturası var bu işin" dedi, haklı olarak. Telefon gelmese, kesin tembel bir pazar olacaktı ama geldi, iyi ki:)


Bay ve bayan S'ler Mudanya'da kahvaltı etme teklif ediyorlardı, üstelik onlar gidilecek yere varmıştı, henüz ben yatakta gazete keyfi yapıyordum ve üstelik pazar günü, güneşli bir ilk yaz havasında Mudanya inanılmaz kalabalık olurdu, ama ah o hazır masaya kurulma hali yok mu, işte ona hayır demek mümkün olmadı. Üstelik Bay H.yi de gaza getirmişlerdi, hem de Bay H. gelip beni evden alacaktı. E haliyle naz yapacak pek de bir şey kalmadı. Bay H, tahmin edileceği üzere güzel bir adamdır. 

Abartılı olmayan bir kahvaltı masasında gene de aradığın her şeyi bulmak mümkündü, çaylar içildi, kahveler de içildi, hatta sodalar bile içildi, anlaşıldı ki yürüyüş yapmadan yenilen onca şey kolay kolay erimeyecekti. Sahil kasabalarını oldum olası severim. O gün herkes kendini dışarı atmıştı. 

Çocuklar...


Martılar...


Kankiler...


Amcalar ve teyzeler...


Torunlarıyla gezenler...


Komşusuyla sohbet edenler...


Sevgilisiyle günü gün edenler...



Sokak yiyeceklerini oldum olası severim. Abur cuburdurlar ama en azından bir kere denenmelidirler. 

Çocukluğumun pamuk şekeri ve ballı macunu... 
Bursa'nın meşhur kestanesi... 
Rüzgarın oyun arkadaşı güller... 
Son zamanların popüler çöpleri; çubukta patates cipsi, bardakta mısıra karşı... 

Bir ara öyle kalabalık oldu ki... Ne satıcıları, ne kedileri, ne de çocukları seçemez oldum. Elinde mikrofon televizyon için çekim yapmaya çabalayan delikanlıya bir kadın laf attı, pek güldüm doğrusu:

Sor bakalım bu kadar kalabalıktan memnun mu Bursa'dan gelenler... 













Değildik elbet:)

Bu yüzden yönümüzü hızla Trilya ve oradan da sahil yolundan Karacabey'e çevirdik. Dedim ya Bay H, inanılmaz bir adamdır. Kuşların göç mevsimi başladı mı bilmem ama, önce sığırçık sürüsü, ardından karabataklar, adını bilmediğim beyaz su kuşları... Seyrine doyum olmaz bir senfoni görseli gibiydiler... 

Mevsiminden önce gelen bahar kokusu ve toprağın yeşili, 
çiğdemlerin sarısı ve daha nice güzellikle içinde geçip gitti gün, 
güneşi batırıncaya dek.








Bir pazar da böyle geçti işte... 
Aşkla... 
İyi ki...

Yolda bize zeytinle ilgili bilgi veren amcanın da dediği gibi;
övünmek ve abartmak dinimizce haramdır.
Bilin istedim. 
Yüreğinizden öperim.


25 Aralık 2013

Brükselde Bir Akşamüstü

Bundan on yıl kadar önceydi; bir hafta sonu için, daha çok bir kahve içimlik bir yere gider gibi bir gidişti. Sırt çantasına atılan bir polar üst ve kot, iki farklı tişört ve yedek iç çamaşırlarının ağırlığında çıkılan bir yolculuk. Tüm yolculuklar gibiydi, tüm yollar ve tüm dönüşler gibi. Bir akşamüstüydü. Yağmuru ile ünlü kent, 3 günlük mola vermişti. Nisanda bir başkaydı... Kasımda daha bir güzel.

Bu sene Nisan ayında bir hocamız Kasım ayında işin var mı dedi.  Kasım ayında bir işim yoktu. Benden haber bekle dedi. Sonraki aylardan birinde koridorda karşılaştık. Pasaportun süresi var dimi dedi. Bakarım dedim. Akşam eve gittiğimde baktım ki, süresi geçeli neredeyse 6 ay olmuş. Hemen ertesi gün pasaport bürosunda aldım soluğu. Randevulu sistemin gözünü "yiyim" dedim. İşlerimi yaklaşık yarım saat gibi bir sürede halledip aldım soluğu termal çamaşırcıda. Var olan termallerimin yedeklerini de alıp rahat ettim. Ne de olsa Kasım ayında, 10 gün gibi bir süre Orta Avrupa'nın yağmurları ile ünlü kentinde kalacaktım. 

Günler su gibi aktı, son hafta son hazırlıkları da tamamladık. Nerede ne yenilecek, hangi sokaklar gezilecek, nerede hangi biralar içilecek. Yakın şehirler hangileri ve ne kadar süre o şehirlere zaman ayrılabilecek... Christmas Markete yetişiyor muyuz? Akşam uçağı ile gidecektik, öğlen gibi çıktık yola salına salına. Orda bir çay molası burda bir manzara seyreyleyelim diye diye vardık İstanbul'a. 

Tren yolculuğu kadar olmasa da uçak yolculuklarını severim. Garip bir heyecan, anlamlı bir telaş sarar beni. Aşk gibidir her yolculuk... Koşar adım gider, ayaklarımı sürüye sürüye geri dönerim. 

Bir üniversite ziyareti için gidiyorduk bu sefer; Erasmus+  sağolsun 7 gün etkinlik, 2 gün de bizden ekledik ve 9 gün sürecek olan Brüksel macerasına kanat açtık küçük bir ekip. 

İlk gün Bruge... Masal diyar... Anlatmıştım. Sonraki haftanın tamamı Brüksel sokakları... Arada üniversitenin diğer bir kampüsünün bulunduğu Leuven ki o başka bir yazının ana konusu. Sonrası dönüş telaşı. 


10 yıl öncede var mıydı bilmiyorum, belki de bu işte Gürkan'ın tekeri vardır. Bisikletle dünya turuna çıkarak hem hayalimi gerçekleştirme konusunda heves hem de bisikletle ilgili bir farkındalık yarattı. Daha önce Amerika'da dikkatimi çeken, şimdi de Brüksel'de gördüğüm bisiklet parkları ve durakları "neden kampüste de olmasın" fikrini bir kez daha ışıklı bir tabelaya dönüştürdü, döner dönmez anladım ki, tabela olarak kalacak bir fikir benimkisi... 


Beraber gittiğim arkadaşım bisiklete binemediği için bolca yürüdük. Zaten onca yediğimiz waffle ve çikolata nasıl erirdi başka türlü bilmiyorum.  Önceden yaptığım sıkı çalışma sonunda Mer du Nord gidilmesi gereken bir yer olarak kayda geçmişti. Şefleri yemek yaparken izlemek kesinlikle iştah açıcıydı. Kabul etmek gerekir ki her genç kızın gönlünde yatan beyaz atlı prensin seksi bir şef olması hayali vardır. Yoksa bu hayal bir tek bana mı ait. 


Az ilerde görünen dönme dolap çocuk yanımı harekete geçirse de hevesimi bir kaç gün sonra kurulacak olan Noel pazarına bıraktım. Dönüş yolu üzerinde St. Gery meydanında yer alan Zebra Bar özellikle canlı müzik için önerilse de, gündüz vakti mola için de bence güzel bir mekan. Taze naneli çay;  soğukla haşır neşir olan bünyeye canlı bir enerji katıyor dediler, denedik. Doğrusu pek beğendik.


Günlerdir aradığım "tarte tatin" ki bilirsiniz şahını yaparım, yine de ilk adını duyduğum kente gelince olmazsa olmazımdı ki aramadığım yerde karşıma çıkıverdi... Tek tabak çift servis kuralı ile gün ortası neşesi olan tatlı, memlekete dönülünce bir kez daha yapılacak nidalarına eşlik etti. Bahara Allah kerim.


Avrupa kiliseler cenneti... Bir süre sonra gezmekten vazgeçseniz de gene de görülmeye değer olanları es geçemiyorsunuz, hele benim gibi her İstanbul'a gittiğinde St. Antuan gezen biri için daha önce gezdiğin ve beni derinden etkileyen Treurenberg Tepesi’nde yer alan Michael and St. Gudula Cathedral'i ki görebileceğiniz en sade Katolik katedralidir belki de, ismini alış hikayesi ise kesinlikle orta yolu bulma becerisi, bir kez daha ziyaret edilerek ruh dinlendirilmesi suretiyle teşekkür edilerek yollara düşüldü. Yol dediysem, bildiğiniz gibi değil, bildiğin aç susuz ve hatta molasız 4,5 saatlik bir maraton. Önde rehber arkasında yarrrrr diye devam eden şarkı misali; 24 kişilik heyet, yürüyerek Brüksel tarihi dinledik, dikkatinizi çekerim hava 2 dereceydi ve kar toplayan güneş bile yoktu. Ne saraylar, ne meydanlar, ne adalet sarayları, ne parklar, ne binalar gezdik bir bilseniz, ve hatta yönetim biçimini uzun uzun anlatan rehbere soru sormak gibi bir gaflet içine düşen beni cevaplamak için yaklaşık bir yarım saati daha heba edince ki girmeyin derim derin devlet meselelerine çıkamazsınız Brüksel'de, zaten uzun olan yollar daha da uzadı tabi gözümüzde.

Bir önceki gelişimde sevdiğim kiliselerden biri bir yüzü antika pazarının olduğu meydana, diğer yüzü 48 heykelle çevrili Square du Petit Sablon parkına bakan Notre-Dame du Sablon kilisesiydi ki başka bir günün keyifli, bol molalı, şehri keşfetmek istiyorsan sokaklarında kaybolacaksın düsturu ile kahveli, biralı ve hatta elde patatesli duraklarından biri oldu. 



Brüksel 1950lerdeki hızlı değişiminden nasibini almış, kentsel dönüşüm- bir yerden tanıdık geliyor mu?- bir yandan kentin ulaşım sorununa çözüm olurken bir yandan da tarihi yerleri yerle bir etmiş. Burada bir parantez açıp "tek hat metro ve tren ağından" bahsetmediğimi bilmenizi isterim; üç katlı ve onlarca hatta ilerleyen demir örümceklerden bahsediyorum. Tarihi bir yandan yok eden el, bir yandan "mış" gibi taklitlerini üretmiş. Bu nedenledir ki, tarihmiş gibi sonradan makyajla düzeltilen yapılar ve tarih iç içe geçmiş. Bildiğiniz gibi; bazen sahtesi de yok satabiliyor. 

  

Biraz da ne yenir ne içilir bölümü ekleyeyim: 
Grand Place yoğun kalabalığı ve uğultusuna rağmen gündüz ve gece mutlaka görülmesi gereken; Saint-Hubertus Royal Gallery ve pasaj içinde yer alan klasik bir Belçika kahvaltısının leziz örneklerinin yenebileceği, döndükten sonra İstanbul'da da bir şubesinin bulunduğunu öğrendiğim Le Pain Quotidien, Belçika'nın çeşitli efsanelerle anılan işeyen çocuğu Manneken Pis, 1400lü ve 1600lü yıllardan kalma farklı dönem binaları, çikolata müzesi, meydana açılan sokaklarında yer alan butik mağazaları, barları ve daha pek çok ayrıntıya takılarak zamanı unuttuğum bu meydan Brüksel'i benim için keyifli kılan yerlerden biri. 


Meydanda bir şubesi bulunan 1800lü yıllardan beri var olan Maison Dandoy waffle yemek için tek geçeceğim yerlerden biri. Hele de bisküvi sever biriyseniz buradakilerin tadına bakmadan dönmeyin derim. Nerede bu memleketin meşhur midyeleri diye soranlara da; inanın öyle farklı lezzetlerde kayboldum ki, midyeye yer bile kalmadı bu sefer demekle yetineceğim. 


Döndük dolaştık, gezdik gördük...
Elbet sonuna gelecektik. 
Dönüş;
 hüznün umutla buluştuğu bir an benim için. 
Dönüşleri severim, belki de yeni bir gidişin müjdecisi olduğundan...

Nisan gibi... 
Bir hayal... 
Gerçek olacak sanki... 
Bu sefer olacak gibi. 
Dua edin olsun.
Evrene olumlu mesaj gönderin yani.
Biliyorum siz de ederseniz olur, 
olsun n'olur.

Aşkla dolsun yeni yılınız...
Yol olsun, yolculuk olsun, yolcu olsun kaderiniz.
Sevginin eksik olmadığı bir dünya pek ala mümkün.
Ders almaz bir aşık, düş gücü sonsuz bir sevdalı, umutlu bir hayalperestim ben.

Aşkla kalın!





17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var!