HABERİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HABERİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

02 Mayıs 2018

Mayıs Yorgunluğu






Bahar yorgunuyum. Kolay mı? Doğdum Nisan 10'da. 20 günlük bile değildim 1 Mayıs için meydanlara çıktığımda. Kulağımda "Ciao Bella" sesleri boşuna değil benim. Büyütürken annem beni 72 yazında, ilk ninnimdi kaset çalardan duyduğum Ruhi Su sesinden "bilmem şu feleğin bende nesi var" türküsü. 


Büyüdüm ya şimdi, hani kaset çalar falan da yok ya. .. Tuhaf geliyor yorgunluğum. Saate bakıyorum. Henüz 17.30. Zaman geçiyor. Tik tak tik tak. Değişir mi dersin? Meydanlar dolar da hep bir ağızdan söyler miyiz? " okulda defterime, bembeyaz sayfalara yazarım adını" 

Yazar mıyız gerçekten özgürlüğü? Anlatabilir miyiz "cehalet ve özgürlük yanyana olmaz"ı. Okumak yazmak lazım özgür olmak için. Okumak yazmak!!! Anlamak da önemli kaybedilen onca değer için 90 küsür yıldır "dik duran" insanların değerini. Kıymetini bilmek "özgürlüğün" ve "özgürlük" için verilen emeğin. 
Yıllar sonra bölüp yönetenlere inat meydanlara çıkan "Cerrahpaşa"lının da dediği gibi "bi'şey oluyor"... Olmasın!


 *** bu sabah kaset çalardan türkü dinleyemedim.

1.Mayıs.2018

03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


12 Mart 2014

Hüzünlü Erguvan



12.Mart.2014

Oysa yüzümü güldürür erguvanlar... 
Mevsimi gelsin diye beklerim. 
Daha geçen hafta "ah İstanbul" demiştim sırf onların hatırına. 
Bu sabah yoluma çıktı erguvanlar, yan yatmış, çamura batmıştılar. 
Dikilmeyi bekleyen birer fidandılar. 
Ah dedim bu kez onları görünce...
İçimi yakan derin bi ah!








17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




03 Ekim 2013

Zaten



Sen yattığın yerden gülümsüyorsun değil mi çocuk
Ölüm yakışmıyorken yaşına
senden sonra yaşatılanlardan şaşkın,
                                            utanıyorsun değil mi çocuk.
Bu senin ayıbın değil çocuk, bu ayıp inan senin değil.

Beklemeyi öğreniyor insan zamanla. Sabretmeyi ve acısını dindirmeyi.
Bir otobüsü beklemek gibi değil elbet, bir sınav sonucunun heyecanı değil yaşanılan.
Bir evladı toprağı veremeyişin kahreden acısı ile beklemek...

Onu hiç kimse öğrenmesin çocuk.
Kimse bunu bi başkasına öğretmeye kalkmasın.

Sen sakin utanma çocuk.
İnsan olan, insanca yaşamı savunan herkes yeterince utanıyor zaten.



-----
Haber / Fotoğraf

22 Ocak 2013

Bu Ülkede Doğum Kontrolü İle...




Dün akşam mutfakta yemek hazırlığı yaparken kabaran kulağımın duyduğu cümleydi:

"Bu ülkede doğum kontrolüyle "kısırlaştırma hareketi" yaptılar..."

Güneydoğu şartlarına göre 3 çocuktan fazlası yapılmalıydı. Hatta -refah düzeyi ve okullaşma oranının ülkenin en yüksek değerlerine ulaştığı!- güneydoğuda daha fazlası yapılmalıydı. Eskiden amerikan bezi vardı şimdi iş kolaydı... -Bütün mesele boku temizlemekti.- Süt de anneden olunca çocuğu büyütmekte ne vardı...

Kulaklarım daha fazla bu sözlere maruz kalmayı reddetmiş olacak ki, avaz avaz şarkı söylerken kestim parmağımı... Acısı ile irkildim. Sustum ve geriye gittim:

Yıllar önce bir hastanede çalışırken gelmişti kapıma. Bir tişörtle altı bağlanmış bebeğini susturamıyordu ve parası olmadığı için kimse bebeğine bakmıyordu. Kucağıma aldım bebeğini, şaşırdı, üstün kirlenmesin dedi... Kirlensin, yıkarız temizlenir dedim. İlk defa o zaman gülümsedik birbirimize... Çocuk doktorlarına rica ettim, kırmadılar sağolsunlar, ne gerekiyorsa yaptılar. Uzunca bir süre kendi aramızda para toplayıp, süt, bez, kıyafet aldık bebeye... 

Gel git sohbetlerde öğrendim; henüz 24 yaşında olduğunu. O bebeden gayrı 4 tane daha çocuğu olduğunu ve terk edilmiş bir bahçede köpeklerle birlikte geceleri uyuduklarını. En büyük oğlunun 9 yaşında olduğunu, kocası olacak adam tarafından defalarca dayak yediğini, bayıldığını, çocuklarının önünde tecavüze uğrayıp, sabah döller üzerinde uyandığını... Sonunda dayanamayıp evi terk ettiğini, cemevinin ona sahip çıktığını, kontrol için gittiği sağlık ocağında ona spiral takıldığını, artık hamile kalmayacağı için ne kadar mutlu olduğunu, bir fabrikada bulaşıkçı olarak çalışmaya başladığını, bir göz odada çocukları ile yuva kurma hayalini, kocası olacak o adamın onun izini sürüp onun ve çocuklarının hayatını bir kez daha kararttığını, spiral kaydığı için kanamalarının arttığını, çıkarttırmak zorunda kaldığını ve ondan sonra iki kere daha hamile kaldığını, en sonunda kaçıp çöplerden beslenip sokaklarda uyumayı göze aldığını... En büyük oğlunun ayakkabı boyayıp para kazandığını, hırsızlığın günah olduğunu çöplerden insanların yemediklerini toplamanınsa bir erdem olduğunu anlattığı çocukları ile geceleri herkes uyuduktan sonra çöplerden topladıkları ile pişirdiklerini, köpeklerin getirdiği kuru ekmekleri ve daha nice ayrıntıyı dinledim ondan... 

Sonra bir gün iki gözü iki çeşme geldi odama... Büyük oğlu ve bebe yanındaydı... Susturmak için çabalamadım. Uzun süre ağladı. İçi kuruyana kadar derler ya... Sandım ki onun ki hiç kurumayacaktı.... 

"Çocuk esirgemeden geldiler; sadece ikisi yanımda kalabilirmiş, 3 taneyi onlara vermemi istediler... Ama hangi üçünden vazgeçebilirim ki ben... Büyük oğlum bebenin sana ihtiyacı var, kızı al yanına biz üç oğlan idare ederiz deyip duruyor. Sana danışmaya karar verdik." 

Bana...

Henüz 28 yaşında, hiç anne olmamış bana... Ne diyebilirdim ki... Dilim sustu... İçimin çığlıkları susmadı. Ne yaptı bilmem... Nasıl vazgeçti bilmem... Kalanlara ne anlattı bilmem... Gidenler oldu mu, onları bi daha görebildi mi bilmem... Kocası olacak o adam onu rahat bıraktı mı bilmem... O bütün bu olanlardan sonra rahat bir uyku uyayabildi mi bilmem... Bildiğim böyle durumlarda empati falan yapılmadığı... Böyle durumlara şahit olunmadıkça, karı boşamanın herkese kolay olduğu... 

Demem o ki... Bu ülkede doğum kontrolü bazı kadınlara ulaşamadı. Ve bazı anaların memeleri bırakın iki yılı iki kere emzirecek kadar bile süt dolmadı. 

Şartlara gelince... Bu ülkenin şartları ne yazık ki iki ucu boklu bir değnektir ve ne yazık ki bez dokuyacak bir tezgah bile kalmadığından, değnek elde dolaşıp duran işsizler ordusuna her geçen gün yeni bebeler eklenmektedir. 




Görsel için / deviantart

08 Mart 2012

YARIN YOK!



Bazılarımız için yarının bugünden bir farkı yok... 
 Bazı kadınlar içinse ne dün vardı, ne bugün olacak... 
 Ve bazıları yarını hiç yaşayamayacak!



20 Ekim 2011

24



bir anneydi kocatepeden el sallayarak oğlunu uğurlayan ve bir abiydi bağıran
BİZ VARIZ!
"Oğuz var, Yavuz var, Deniz var"

dimdik duruyorlardı ayakta... 
anneydi onlar babaydı, abiydi, ablaydı, kardeşti. 
nişanlıydı, eşti, çocuktu onlar.
ayakta dimdik durdular.

gözlerindeki yaşı, yüreklerine taş yapıp bağırdılar:
şehitler ölmez!

şehitler ölmezdi bu ülkede
sonsuza giderlerdi...
sonsuz acıyı yüreklere 
gömüp giderlerdi...

artık gitmesinler!
artık
oğullar, 
eşler, 
babalar 
abiler
kardeşler
ÖLMESİNLER

11 Eylül 2011

Eksik Kalsın



Sabahın erken saati. Bir taksi durağının önünde bekleyen iki kadından biriyim. O işten çıkmış belli, ben henüz yeni gidiyorum. İkimizde de kısa etek. İkimiz de makyajlı, onunki biraz akmış. Ben ona bakıp kendi göz altımı siliyorum. Bana bakıyor. Ona bakmama mı bozuldu bilemem ama bana bakıyor, gözleri kısık ve bir parça gergin. Gülümseyen bir bakışı, 'sana ne be' edasıyla omuzunun üzerinden gözlerimin içine bırakıyor. Ben bakışlarımı kaçırıyorum. Ürktüğümden falan değil, utandığımdan.

Üzerine hikaye yazmayı sevdiğim sokaklardan birinde, yağmurlu bir İstanbul sabahında, karşıya geçmeye hazırlanırken, gideceğim mesafelerin hesabında değilim. Tek istediğim, az önce bana bir gülümseme bırakıp giden kadının üzerine bir öyküyü yazabilmek:

Durağa yaklaşan taksinin ışığı almasa gözümü, dalıp gittiğim o otelden çıkasım yok... Taksiye bindim, her hangi bir sabahtan farkı yok bu sabahın benim için. Arka koltuğun, yağmurun neminden nasibini almış kokusu siniverdi üzerime. Yer: Gene o otel odası...  Hikaye: Her hangi bir kadına ait olabilir... Mesela; Aysev... Metruk bir beden gibi uzanıyor kadınlığı akşamdan kalma sarı lekelerin arasına. Odanın kokusu, az önce bitmiş bir adamdan kalanlarla kadının acılarının yoğrulması ile havaya karışmış, ağırlığı teni yakan asidik bir alkol. Kadının uzanan bedeninden damlayan kan mı? Uzağında kalıyorum. Delilleri bozmadan yazabilmeliyim bu öyküyü. Dağınık çarşafların arasında parlayan, ucu sivri metale takılıyor gözüm. Bir kaç adım atıp, yerdeki iç çamaşırlarına basmamaya özen göstererek eğiliyorum o parlaklığın üzerine. Bir bıçağın saplanırken kırılmış ucu gibi... Belki de gördüğüm bir yürek kırığı. Neresindeyim bu öykünün. Kahramanını nereden tanıyorum. Çocukluk arkadaşım olsun Aysev...
Çocukken hangimiz biliyor ki kaderini... Hangimiz alın yazısını biliyor... Hangimiz? Sence de böyle sonlar alın yazısı ile açıklanmamalı değil mi Aysev... Kaderi olmamalı kadınların okşanmak isteyen ellerce öldürülmek.
Adın ne güzeldi senin. Ya o buğday sarısı saçların. Bulutsuz günlerdeki ay gibiydi yüzün, nasıl da parlardın daha çocukken bile. Söylesene kimler boyadı saçlarını kızıla senin...Yokluğumu fırsat bilen polisin... "o yolun yolcusuymuş zaten" demesine patlayan öfkemle, yatağın başında duran komodinden düşen su bardağının tuzunda toparlanıyor ekip buzunda bir kez daha dağılıyor. Onlar otel odasını terk ederken Aysev'den kalan geceliğin duruşunda takılı kalıyor gözlerim. Üzerindeki lekenin şarabi tonu yakıyor boğazımı. Duvarlarındaki iri çiçekli desenli kağıtların kalkan uçlarında, sıvası dökülmüş bir duvar... Nasıl da özetliyor her şeyi diyorum, tek bir cümle: Zaten o yolun yolcusuymuş... Polisin demesi, 80 tane aşkım kayıtlıymış. Aşkım1... Aşkım2... Aşkım3... ve böyle uzayıp giden 80 AŞK!
Bütün kadınlar gibi tek bir aşkla yetinecekken, neydi seni 80 aşka iten... Nasıl büyüdün sen o elma ağacından düştükten sonra... Nasıl koştun o sokakları... Nasıl yürüdün kaldırımlarda, kimlerle karşılaştın okuyup da adam olamadığın sıralarda...
Aysev, çocukluğumun oyun arkadaşı. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuğu. Elimizde bebekler, onlara giydirilen mendil elbiseler ve bir eşi olmayan küpeler, bozulmuş kolye uçları ve boncuklar... Ne zaman büyüdük biz. Nasıl bu kadar acımasız bir dünyada karşılaştık yeniden.
 Neydi o durakta o kadınla beni karşı karşıya getiren... Ondan sana uzanan hikaye neydi Aysev... Neydi benim öykümü senden, seninkini benden farklı kılan. Evcilik oyunumuzun gülen yüzlü güzel komşu çocuklarıydık biz. Beni hayatın içinde bir kadın olarak var eden ve seni hayat kadını olmaya iten neydi Aysev.
Gazete haberlerinde okuduğum o otel odasında 'aşığı tarafından 8 bıçak darbesi alan hayat kadını' başlığının kırmızı neon ışıkları ile duvarına yazılan 'aşk yuvası'na takılı kalıyor gözüm... Sen her oyunda yuvanda bir anne olmayı dilerdin... İçi boşaltılmış bir sevdanın, kenara itilmiş bez bebeklerinden biri gibi, saçları dağılmış, üstü başı parçalanmış, gözleri oyulmuş bir halde hayatın ortasına bırakılmasaydın aşıklarından biri tarafından acımasızca sonlanır mı hikayen yine de... Ve ben o sabah, o kadında görmesem yüzünü, gözlerini ve bana; "sana ne be" deyişini... Sahiden Aysev... Dile gelip söylesene... Bize ne mi... Yoksa bize mi her şey. Anlatmak istediklerin aslında hep bize miydi senin ve senin gibi aşıkları tarafından öldürülmesi hak görülen o yolun yolcularının öyküleri hep bize miydi... Biz mi yazmayı bilemedik Aysev... Biz mi okuyamadık... Biz mi anlayamadık... Dile gelsen de söyleyebilsen keşke Aysev... Belki, belki bu sefer, belki de ilk defa anlardık ölümün diz çökmüşlüğünü... Belki acımaktan fazlasını yapardık. Belki bize dokunmayan yılanın başını ezerdik, senden farklı bir çocukluk yaşamadığımız için. Hem yaşasak ne fark ederdi ki Aysev... Bir zamanlar hepimiz sokaklarda evcilik oynayıp da anne olmayı kuran güzel yüzlü çocuklar değil miydik.

***



Bazı şeyler eksik kalsın isteriz. İsteriz ki, o hikayeyi okuyup geçip gidelim. Ama bir de gerçekler var... Üçüncü sayfa haberlerinin gerçeği. Çoğalıyorlar, artıyorlar, sanki dil birliği yapılmışcasına meşrulaştırılıyorlar... Bir öykü başlamışım sonu gelmemiş, üzerinde çalışamamışım. Arşivi karıştırırken buldum, 2009 yılında Ağustos ayında  düşmüş taslağa... Okuyunca,  Aydan Atlaya Kedi'nin yazısını hatırladım. Yorum olarak şunu yazmıştım:

nasıl da anlamsız kalıyor iyi dilekler... gün be gün artıyor şiddet ve sadece üzülmekle kalınıyor. temenni cümleleri havada asılı. kimse o cümlelere sahip çıkamıyor. geçen biri demişti; üzülme süremiz bile kısaldı öylesine sıradan artık ölümler.


Değişen olmamış... Kadınların sayısı artmış.. Bıçak darbeleri çoğalmış... Yorumda da yazdığım gibi azalan bir tek üzülme süremiz olmuş. Bir de bu öykü ile diğerlerini ayıran: Aysev bir hayat kadınıymış!


görsel / deviantart

28 Kasım 2010

Titreyen Yan/gın

Seneler önceydi, bir İstanbul akşamında Muhsin Ertuğrul'un sahne tozunu yutmaktan dönüyorduk. Ben Godot'un beklediği yerdeki ağacın bir dalıydım. Ne garip ki bu anı belleğimde sadece bir gece öncesi bir mat üzerinde sahnede uyumamla sınırlı. Ve provalarda ağaç dalı olmamla...

O gece o sahneden çıkıp -google sen çok yaşa- 1992 yılının ılık bir bahar akşamında gençliğimizin verdiği heyecanları alevlendirmeye gidişimizi, çok içtiğimizi, çok güldüğümüzü ve yola çıkarken herkesin biraz daha kalmak isteyişini hatırlıyorum. Bir iki gün sonra aldığımız kötü haberle sarsılmıştık hepimiz. Yanıyordu... O çok sevdiğimiz ve bir daha gidemeyeceğimiz köprü altı balıkçımız yanıyordu. İçimiz yandı. Ben bir daha o köprüden hiç geçmedim. Yeni yapılansa benim köprüm değildi. Altından akan suları da bir daha durup  seyretmedim.

Seneler önceydi. Gençliğimin deli dolu zamanlarında, kendimden bile bunalıp kaçmak istediğimde, gecenin birinde kalkan mavi trene binerdim. Ali Abi'den aldığım içi çıkartılmış acılı yarım köfte ekmek ve elde bir kitap ile düşerdim aşığı olduğum şehrin yollarına. Ah o Doğançay. Gecenin karanlığında bile akardı içime. Akıtırdı içimde ne varsa. Gün ağırmasına yakın duyardım martıların çığlık çığlığa kanat çırpınışlarını. Beni karşılayan hep o olurdu. Görkemli büyük yapısı, yüksek nefes alan tavanları ve eskimiş yüzüne rağmen gülen raylarıyla hep o... Güvercinleri besler bir sonraki seferle dönerdim eski şehrime, tekrar ona kavuşacağımı bilerek arınırdım hüznümden bir tutam huzur koyardım yanıma.

O yanıyor şimdi. İçimde bir yer yanıyor. Üzgün değilim anladığınız anlamda. Kırgın, kızgın ve öfkeli değilim. Onun kendi tarihi içinde benim kişisel tarihimin ayak sesleri var, yürüdüm ben o merdivenlerde ve çorba içtim gar lokantasında bir sabah vakti. Kimbilir kaç gözyaşını bırakmışımdır raylarında. O şimdi yanıyor. Daha bir kaç gün önce hiç planda yokken Karaköy'den Kadıköy'e vapurla geçmeye karar verdiğimde aklımda yoktu karşılaşacağımız. Bugün o karşılaşmamızdan elimde kalan titrek fotoğrafına bakıyorum. Görkemine ve yalnızlığına.  Titreyen bir yangın alıyor hüznümü. Gecemi boğuyor gözyaşlarım. Garip geliyor kulağa biliyorum ama vedalaşabildiğime seviniyorum.





24 Ekim 2010

Kimse Kusura Bakmasın



Dünden beri yazıp yazmama konusunda düşünceliyim aslında. Sebebi de şu ki; ben kişisel olarak giyim kuşama karışılmasının, tek tipleştirilmenin  -her anlamda- yaratıcılığı öldüreceğine, zenginliğin -maddi değil elbet- çeşitlilikten geleceğini savunmuşumdur. Bu şartlar altında bakıldığında başörtüsü bayrağının geldiği son noktada, Başbakan'ın ‘Kadının Güçlendirilmesi ve Beşeri Güvenliğin İnşası’ konulu forumda başı açıklara çıkışması konusunda, yani hak savunma konusunda iki çift laf söylemezsem -başı açık olarak, cevap hakkı doğuyor değil mi- kendime daha sonra çok kızacağım. 

Savunulması istenen söz konusu hak, bir bayrağa dönüştürülmek isteniyorsa, söz konusu hak, baskıya varan bir yapıyla mahallede huzursuzluk yaratıyorsa, durup düşünmek gerekmez mi? Neyin hakkı, kimin hakkı diye...

Başbakan Tayyip Erdoğan, kadınları, genç kızları, kılık kıyafetine göre, inancına, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakmanın, üniversitenin özgürlükçü niteliğini aşındıran ilkel ve gerici bir tutum olduğunu söyledi.(*)

Kimse kılık kıyafetine göre, inancına göre, aidiyetine veya aile yapısına göre üniversite eğitiminden mahrum bırakılmazdı, eğer o kılık kıyafet siyasete alet edilmese, bir bayrağa dönüştürülmese ve 'eğer taraf değilsen bertarafsın' ile sindirilmeye çalışılmasa. Gelinen noktada dini inancından dolayı mağdur olanlar vardır elbet, ama bunu gene o dini inancı bir kıyafet olarak üstüne giyip, o kıyafetin altında türlü ahlaksızlığı özgürlük olarak tanımlayanlar yaratmışlardır ki bu noktada onların hakkını savunamayacağım, kimse kusura bakmasın. Yozlaştırılan, içi boşaltılan bir inancın savunucusu olmayı kabul etmediğim için de kimse benim kişisel hak ve özgürlüklerin savunucusu olmadığım sonucunu çıkartmasın.

Dini inancını yerine getirmek konusunda bugün gelinen noktada bile, samimiyetini, saflığını ve dürüstlüğünü koruyanlardan da bu anlamda özür dilerim, onların da bu oyuna istemeden dahil olduğuna dair endişemin altını çizerek. Affetsinler, ben dini kıyafet olarak giyenlerin oyununa dahil olamayacağım. İnancımı, bana öğretildiği gibi, Allah'la kul arasında bırakacağım.



(*) İlgili haberden alıntı.

17 Ekim 2010

İmanın Şartı Kaçtır?

Bu sabah yine erkenden kalktım, hava biraz serin, bakkalın açılmasına zaman var. Evet, bizim hâlâ ayakta duran bir bakkal amcamız var. Hemen ilerisinde buraların bağrından kopmuş havlu marketler zincirine gitmektense bakkala gitmeyi seviyorum. O nedenle de az sonra çıkıp bir ekmek ve 2-3 gazeteden oluşan pazar sabahı ritüelimi gerçekleştireceğim. O zamana kadar olan vakite de, internet üzerinden 3-5 köşe yazarının yazılarını sıkıştırıyorum. Aslında, gazeteyi kokusunu duya duya okumayı sevenlerdenim. Beyaz ekranın soğukluğundan ve kokusuz oluşundan anlıyorum ki, ben duyularıma hitap etmeyen 'şeyleri' benimsemekte güçlük yaşıyorum. Teknoloji zamanla bunu da çözecek, inanıyorum. Ha, ben görür müyüm, bilmiyorum.

Soner Yalçın'ın Emir Kusturica Nâzım Hikmet’le akraba olabilir mi yazısını okudum. Yazının sonlarına doğru sorulan bir soru ve verilen cevap beni lise yıllarıma götürdü. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersimde başıma geleni anlatmıştım daha önce. Kısaca hatırlatayım: Ben dua ezberleyemem, dilim dönmez falan filan, teyzem hafız, her din dersi sınavı öncesi ağlayarak arıyorum teyzemi, teyzem her seferinde aynı şeyi söylüyor, önemli olan yürek güzelliği, duanı nasıl ettiğin, hangi dilde ettiğin değil diyor. Şükretmenin dili mi olurmuş diye de ekliyor. Ben din derslerinden Ahlak Bilgisi'nden de sorular geldiği için kıt kanaat ortalamanın altında zayıf sınırına yakın notlarla geçiyorum. Son sınav, tek soru: Ayet'el Kürs-i... Sınav başladı. Yanımdaki arkadaş kağıdına duayı yazdı, üzerine Evren yazıp benim kağıtla yer değiştirdi. Başladı kendi adına duayı bir kere daha yazmaya. Ben de oturup, onun bana yazdığı duayı silmeye. Ezberleyebildiğim bir kaç satırını yazıp uzattım öğretmenime. Ağlamaktan gözlerim aktı. Sınav sonuçları açıklandı. Ben geçer not almıştım, arkadaşımsa zayıf, itiraz etmek üzere elimi kaldırdığımda öğretmen bu ders aynı zamanda Ahlak Bilgisi dersidir, dedi. Hepimize de güzel bir ders verdi.

O zamanlarda meraklarım sonsuz olduğundan Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'i okumuştum. Aklımı karıştıran, kendimce sorularıma kendimce cevaplar bulamadığım zamanlardı. Okuyordum sürekli, merakla ve kaynak sınırlaması yapmadan. O dönemde kafama takılan bir konuydu, imanın şartı kaçtır sorusu. Bir İbn-i Sina, bir Ömer Hayyam, bir Farabi değilim belki ama en azından bu konuda kafamı kurcalayan hayır ve şer Allah’tan gelmez. Allah yarattıklarına niye eziyet etsin? (*) konusunda aynı paralelde durduğumuza seviniyorum. İyilik ve kötülük insanın içinde, O sadece bunu sana göstermek için önüne bir ayna tutuyor. Bakıp da görebiliyorsan ne ala...

Neden bu konuya pazar pazar değindin derseniz, din derslerinin bugün getirildiği noktadan duyduğum endişeden ve özellikle de inanç özgürlüğü altında artık baskısı -sağolsun CHP tarafından da körüklendi fazlaca- üzerimizde olan türban konusunu düşünüyorum da ondan diyebilirim. Oysa inanç özgürlüğünü konuşacaksak, tartışacaksak, türbanın ötesine geçip, kendi inancı ile örtüşmeyen tek bir din üzerinden öğretilmekte olan 'Din Dersi'nin ivedilikle 'Dinler Tarihi' gibi bir dersle yer değiştirmesi ve 'Ahlak Bilgisi' dersinin de apayrı bir ders olarak okutulması gerekliliği üzerine konuşmamız gerekmez mi? Buralarda bir yerlerde üzeri örtülen samimiyetsizlik konusunda ciddi rahatsızlıklarım var benim.

Şimdi yağmuru alıp üzerime, biraz nemli adımlarla düşüneceğim. Türkiye'nin en önemsiz sorunu nedir diye sormuş aysema... En önce en önemliyi bulup oradan bir sıralama yaparak ulaşmalıyım bu sorunun cevabına. Çünkü içimden bir ses, gündemin her bir dönemeçte gelip de oturduğu türban tartışmalarında bu tür anket sonuçlarının sağlıklı bir veri sunamayacağı kaygısını taşıyor.

Eklenti: Bu sabah yazısını yazarken henüz şu haberi okumamıştım. Kervanı yolda düzme hadisesine bir örnek daha eklenmiş oldu ve endişelerime bir tutam daha tuz biber ekildi, ne yazık ki...






Fotoğraf  / deviantART
Durga ve Saraswati

(*) İlgili yazıdan alınmıştır.

23 Eylül 2010

Yok Gücüyle Dayanmak



kocaman gözlerinde kocaman damlalar berivanın,
soyadı dayan
insanlar adlarıyla mı yaşar gerçekten?

12 yaşında yaşayarak öğreniyor terörü.
dayanıyor yok gücüyle; annesinin son gidişinde üzerinde kalan bakışlara ve uzanan ellere çocuk yüreğiyle...
söküp atamıyor,
söküp atamayacak!
ona sorulan sorular karşısında, o kocaman damlayı taşıyor kirpiğinin ucunda,
akıtmıyor, akmasına izin vermiyor.
annem, diyor... yardım, diye bağırdı... edemedim.
ağlamıyor, onun soyadı DAYAN.
yok gücüyle dayanıyor.

içimde bir yer kopuyor.
terörü lanetleyen yanım isyan ediyor.
kendimi bildim bileli o coğrafyanın çocuklarına ağladım,
o coğrafyanın çocuklarının kadersizliğine...

berivan, anneme sözüm var, diyor... çok çalışacağım, başarılı bir öğrenci olacağım.
sonra diyor iç sesim, ya sonra berivan....
sonrası yok berivanın.
sudenaz ve zeynep'in de...
onların sonrası da önceleri gibi;
koca koca kara kara sis bulutları yükselecek göğe,
gökyüzleri hep karanlık.

oysa, onlar daha çocuklar...
güneşli günlere gebe umutları.
güneş ısıtmazsa yüreklerini, umut nasıl yeşersin ki gök yüzlerinde...
yarınları aydınlık olmayan bir coğrafyada doğamadıkları için umutları kırık mı büyüyecekler?
ah berivan, ah sen dayanmakla taçlandırılmış olan küçük çocuk, senin gücün yeter miydi, ananın, yardım et çağrısına... gözleri hep gözlerinde asılı kalacak o son bakışa.

insan yüreğim sessiz kalıp susmalarıma küs biliyorum
doğunun kardelenlerine sahip çıkan Türkan'ın pencereden el sallayışı geliyor gözümün önüne;
bana, sana, bize o veda... günler sonra kırmızı bir minibüsün kan izinde anlıyorum.
emanetine bakamadık Ata'mızın.
emanetine bakamadık Türkan'ın.
acı büyüyor bu sabah yüreğimde...
susmak daha bir batıyor kendime.
iğne bu sabah bende, çuvaldız kimde hiç bilmiyorum.




Haber...
Fotoğraf...

04 Temmuz 2010

Üçü Bir Arada





Ne zaman normalleşti, evli bir adamın sevgilisinden bebek beklemesi.
Ne zaman!

Fotoğraf için buraya
Haber için şuraya, bakıverin.


Bir de tavsiye ederim yandaki listeye şöyle bir göz atıp, zaman ayırıp dinleyin.
Güzel bir pazar geçirmenize vesile olur belki.
Bugünlerde bu müziklerin tınısı dolanıyor içimde.



22 Haziran 2010

Dünya Giderek Cennetten Uzaklaşıyor

Biliyor musun İlhan Abi, sana hiç anlatma fırsatım olmadı, içinden sen geçen anılarımı. Geç mi kaldım dersin? Ben gene de başlamalıyım bir yerinden anlatmaya. Bu gece saatler 24ü vurmadan, vurmalıyım klavyemin tuşlarına.

Sen bilmezsin; matematik hep sevdiğim bir ders olmuştu. Analitik düşünebiliyorsam bugün, bunun sayesindedir. Matematik bölümünden mezun olmadım. Üstelik iki yıl okumuştum ve başarılıydım da, ama o cübbeli hoca ile yaptığım tartışmadan sonra, okumak istediğim okulun bu olmadığına karar verip, üniversite ve hatta bölüm değiştirmeye niyetlendiğimde aklımda tek bir yer vardı: Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, İletişim Sanatları Bölümü'nde okumak. Adı sonradan, Reklam ve Halkla İlişkiler olarak değiştirilse de, İletişim Sanatları mezunuyum ben. Bunu da bilmiyorsun değil mi? Hakkımda bilmediğin daha ne çok şey var bir bilsen... Ama önce okula giriş sınavımı anlatmalıyım sana.

Sınav üç bölümden oluşuyordu. Dil bilgisi ki; 30 soru için 25 dakika vardı ve kompozisyon; makale yazılacaktı ve en az yedi paragraf ve beş yüz kelime,  ve  son yazılı sınav, yaratıcılığın sınandığı; senaryo, haber ve reklam metinleri yazma. Bütün bunları başarırsan da mülakat.

Evimizin uzun süre tek gazetesi oldu Cumhuriyet, babamın yatılı okuldan Türk Dili öğretmeni ziyarete geldiğinde, senin bir yazını okutmuş ve ana fikrini söyle bana demişti. Bende iş olduğuna karar vermişti sonrasında yaptığımız tartışmada. O zamanlardan beri okurum seni ben. Yedi yaşındaydım galiba, bak Uzay doğmuş muydu hatırlamıyorum, doğmuşsa sekiz yaşındayım demektir. Bunu anneme sorup hatıramı netleştirmeliyim. Ne diyordum; işte o çocuk yaşlarımdan beri, kalemine hayran biriydim ben. Sınava girdiğimde, senden öylesine etkilendiğim bir dönemdi ki, düşün 20li yaşlarımdayım ve senle ve dostlarınla epeyce bir yoğrulmuşum, insana dair bir makale yazmamızı istediklerinde senin gibi yazmayı çok istediğimi hatırlıyorum.

Mülakat başladığında, dört bölümün de hocaları oradaydı. Bölüm başkanları karşısında güvenim tir tir titrese de, rahatlamamı sağlayan ilk soru, sinemadan geldi: Yer Demir Gök Bakır... Zülfü Livaneli... Sonrasında müzikler, kitaplar, yazarlar, şairler ve seçimler üzerine, hoş bir sohbete dönüştü sözlü sınav. Sanırsın, kır kahvesinde, dostlarla koyu bir sohbetin ortasındayım ben, öyle rahat, öyle samimiyim, samimiyim dedimse, ciddiyeti kenara koyan bir cıvıklık hali değil elbet. Neden matematiği bırakıp da iki yılımı heba ettiğimi sorduklarında yirmi yılımı kurtarmaya çalışıyorum demiştim. Sinema bölümü başkanı, Naci Hoca, kuvvetli bir kalemin var, gel halkla ilişkilerden vazgeç, ilk tercihini sinema olarak değiştir, demişti. (O dönemde yetenek sınavı ile öğrenci alınıyor ve 4 bölüm arasından üçünü tercih etmeniz gerekiyordu.) Bu her öğrenciye teklif edilen bir şey değildi. Kararsızlığımı fark edince, önerisini güçlendirecek ikinci bir argümanı daha koyuverdi önüme: üstelik, gözlem gücün çok kuvvetli... Düşünebiliyor musun, onca öğrenci arasından bir ben.

Düşünmem için süre verdiler vermesine de, yirmi dakika kadar sonra içeri tekrar girdiğimde, iletişim sanatlarında kararlıyım dedim. Sonraki yıllarda seçmeli derslerimin tamamını sinema programından alacağımdan henüz habersizdim. Öyle sevdim sinemayı, dilini, alt metinleri okumayı, yönetmenle bağ kurup satır aralarında sıkışıp kalan olası görüntüler üzerine, geceleri sabahlara bağlayan sohbetleri... Hâlâ zaman zaman düşünürüm, yönümü sinemaya dönsem bugün nerede olurdum diye. Bu sorumun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğimi bildiğim halde, kendimi o kuyuya illâ atarım. Kuyu derin, tahmin edeceğin gibi. Üstelik tek bilinmeyen o olsa, tek yol ayrımı, tek karar anı, tek bir seçim... Neyse, senin de kafanı şişirdim. Kaldığım yerden devam edeceğim ama yazmak tutkumu sana anlatmasam eksik kalır birşeyler.

Yazmak, o dönemden beri bir tutku içimde. Hep diyorum ya, hoş sen bilmezsin; hiç gelip okudun mu ki blogumu, güncemi, defterlerimi; nereden bileceksin, kendimi bildim bileli severim ben kelimeleri. Severim onlarla arkadaşlık etmeyi. Annem küçükken okuduğu öykülerde bazen kitap çabuk bitsin diye, atladığında sayfaları, kızarmışım okumadın bazı yerlerini diye. Kitaplarla arkadaşlığımı annem sayesinde kazandım ve okuduğum okulu büyük ölçüde senin sayende; o gün o makaleyi, senin gibi yazmaya çabalamasam ve etkinde kalmasam o kadar, belki bugünkü Evren olmazdım.

Matematik bölümünde okumak, analatik düşünce yapımı geliştirdi demiştim ya, iletişim sanatlarında okumak da insan yönümü geliştirdi. Çok şey kattı bana okul. Yirmi kişilik sınıflarda, sonsuz bir tartışma ortamında, kendi doğrusunu savunan ve başka doğrulara pencereler açan, kapılar aralayan bir avuç gençten biriydim ben. Bir Cumhuriyet çocuğuydum. Parlamaya hazır bir yıldız... Neden söndüğümü hiç sorma, uzun bir aşk hikayesiyle kesişir yolun ki, gecenin şu saati hiç çekilmez bilirim. Şimdilerde neler mi yapıyorum, rutin bir işleyişin içinde, kendime penceler açıyorum: şiir tadında, öykü tadında yazılar yazıyorum çokca. Şiir tadında bir yazım vardır adının geçtiği; Kaydımı Sildirdim Ben:

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında
Sen bir okuldun benim için. Bir ülkeyi düşünmektin. Bir yanlışın altını çizmektin. Bir düşünceyi eyleme dönüştümektin. Bir inancı yaşamaktın. Bir türküyü çığırmaktın ve solumaktın bir yasemini büyürken. Sen, ben büyürken pencerenden baktığım, baktığımda insan gördüğümdün. 

22 Aralık 2008 tarihli yazını şöyle bitirmiştin:

21’inci yüzyıla girdik, dünya bir türlü cennete dönüşemedi, barış bir hayal...
Anılar bu kapsamda bize ne öğretebilir?..
Hem anı Cahit Sıtkı Tarancı’nın vapur iskelesinde “teneffüs ettiği” yasemin kokusu gibidir; anımsayabilirsiniz; ama, soluyamazsınız...
Cennetlik insanlar teker teker aramızdan ayrılıyorlar. Bir çoğunu kendi ellerinle uğurladın... Barış artık çok uzak bir hayal. Üstelik dünya giderek cennetten uzaklaşıyor.  Yaşam, ölüme çok yakın duruyor bugünlerde. Ölüm ad değiştirdi:  şehit düşmek!

Şu fotoğraf karesinde olan bütün iyi adamlar cennete gittiler bir dünya vakti. Gencecik umutlar da şehit düşüp geliyorlar cennete. Seninle aynı masada oturur da, sorarlar mı, neden bir tek biz öldük diye. Sorarlar mı, onların çocukları değerli de, biz değersiz miyiz diye. Sormasınlar be abi; ölmesin çocuklar, şairin dediği gibi kapıları çalsınlar bir gece vakti: Barışı müjdelesinler. Çocuklar barışı müjdelesinler, ölüm uzak olsun onlardan bari!

Daha fazla yazamayacağım...
Güle güle İlhan Abi...
Cennetteki iyi adamlara benden de selam  götürmeyi unutma!


21.06.2010
Saat 23:43

03 Haziran 2010

Bütün İş Yürekte



Demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı geride kalanlara...
Yıllar var ki ter içinde
Taşıdım ben bu yükü
Bıraktım acının alkışlarına...
3 haziran 63'ü...
Uy anam anam
Haziranda ölmek zor
der; Hasan Hüseyin Korkmazgil, şairin ardından...





TAHİR İLE ZÜHRE
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
yani yürekte

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbuna keşfe giderken
mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?

Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Nazım Hikmet Ran ( 1902 - 1963 )


Küçücük bir çocuktum ilk duyduğumda mısralarını. Pazar mıydı ayrımına varamam ama babamla parktaydık. Güneşli bir gündü. Babam gökyüzüne baktı. "Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar" dedi. İçime işledi. Ne zaman bir sevda yaksa yüreğimi babamın sesi gelir kulağıma ve seslenir bana Nazım'ın yüreğinden:

"Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte,
yani yürekte..."



Ve 2010 yılında hâlâ...

Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne ve kapkara haykıran puntolarla
Bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor,
ağzı kulaklarında Amerikan Amirali 
Ameirka, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiziyiz, dedi Hikmet
Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ"

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, yurt severseniz
ben  yurt haniyim, ben vatan hayiniyim.
Vatan çiftliklerinizde,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın
Fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
Vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
Vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödenekleriniz, maaşlarınızsa vatan,
Vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
Vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
Ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
"Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor, hâlâ!" 



31 Mayıs 2010

Kaderde Varsa




insan inanamıyor kadere,
insan kadere inanmak istiyor oysa,
kaderde varsa ölmek, ölürüz elbet ama
kaderi olmamalı çalışıp da ekmek parasını kazanmaya çalışanın, ölmek!
kaderi olmamalı vatanını korumak için cepheye giden gençlerin, ölmek!
kaderi olmamalı yola çıkıp da kendinden uzaktakilere yardım elini uzatmaya çabalayanların, ölmek!
beyaz bayraklar çekilmeli gökyüzüne
böyle kadersiz
böyle hesapsız
ölümlerde
beyaz bayraklar yarıya çekilmeli
bugün
ve
kadersiz tüm ölümlerde




27 Nisan 2010

Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim

İşten planlamadığım bir şekilde erken çıkınca, biraz mutlu, biraz çoşkulu, biraz da hevesle eve geldim... Henüz soyunup dökünmeden telefona sarılıp, erken geldiğimin haberini vereyim istedim ama bu karşı tarafın pek de ilgisini çekmedi. Ben de geceyi (yine ve alışık olduğum gibi) yalnız geçireceğimi fark edince, mumları yakıp açtım bir müzik ve başladım gazetelerde dolanmaya... (Gazetelerde dolanıyorum, çünkü uzun bir zamandır bir gazetenin okuru değilim ve gazetemi arıyorum.)

Haşmet'i okurken, eski sevgilisi olan Ayşe'yi fark ettim, aynı gazetede yazarlarmış da haberim bile yokmuş... (Bu arada fark ettiniz değil mi, kadının eski sevgili olduğu bilgisine sahibim ki yanılıyor da olabilirim ama köşesi olduğundan bihaberim...) Bakayım bakalım ne tür yazılar yazıyor ki derken, İclal'ın bir yazısına düzdüğü metiye ile İclal'e yol aldım... Yazılara, merak edip bakınırsanız, geçtiğimiz aylarda olmuş bütün olaylar ve tabi olaya Tuna da dahil ama, onun köşesine gidecek mecalim kalmadığından bir solukluk oturuverdim bulduğum bir taşa. (Sonradan anladığım kadarı ile zaten Tuna'nın köşe değiştirmesine sebep de o yazıymış.)

Manzaram şahane... "Kadınları Aynı Kelimelerle Sevmekten Vazgeçin Kardeşim" üzerinden, bir sahil kasabasında, gün batımı seyrediyorum adeta... (Bu arada itiraf etmeliyim ki, şu köşe yazarı olma meselesi bana yanlış öğretilmiş vakti zamanında, bloglarda dolaşırken köşelere saf tutması gereken; güncele, hayata, siyasete, kadına, erkeğe, duyguya, çocuğa, yaşamaya dair onlarca güzel ifadelerle donatılmış yazıları ile, özelini bile dile getirirken tarzını ve tavrını koruyan blog yazarları var, hemen akla geliveren ve iki elin parmaklarının yetersiz kaldığı. Ha, onlar kalemini satar mı bilemem...) 

Konu sapmadan keçilerin toprak yollarına ben döneyim konuma; bugün yazıya başlamama sebep başlık buradan alındı... Yazdıran ise şu yazıymış. O yazının yazılmasına sebeplerden biri ise; “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesi imiş... İclal'in yazısını okurken, anlıyorsunuz; cümleye değil düzülen onca kelime... Özel hisssetme ve onun üzerinden yaşanmış olan hayal kırıklığına... Kadınları, adamlardan ayıran da bu olsa gerek diye düşünmeyen var mı? Kadınlar, kelimelere anlam yükler, bazen haddinden fazla... Tamam, kadınları, çoğu kadın diye düzeltmeliyim, farkındayım. Hemen, ben yüklemem ki  pervasızlığında silkmeyin omuzlarınızı... Ne diyordum, kelimeler ve yüklenen anlamlar...

Nedense İclal'ın duygusunu pek bir derinimde anladım ben. Kelimelerinden aşık olunası bir adamın bana yazdığı satırları, kendimi özel hissettiren ve mutlu kılan o kelimeleri daha önce gördüğümü hatırlamasam iyiydi de, ah hafıza diyorum bazen filinkini ödünç alıyor durduk yere, gördüğümü sandığım ve hatta içten içe emin olduğum o kelimelere ulaşmak zor olmadı. Kısa süreli bir kalp sıkışması, sessizlik, şaşkınlık, hadi canımlık, olamazlık ve, ve, ve... Kırgınlıkla, öfkenin birbirine karıştığı o duygumun tarifi var mıdır bilmem ama bıraktığı izi bilirim. İlk şoku atlatan kendim, hemen mantıksal bir açıklama buluverdi kendine: Seni Seviyorum...

Evet, seni seviyorum, onlarca kez söylediğimiz ve duyduğumuz halde, ondan duyduğumuzda ya da ona söylediğimizde nasıl da ilk defaymışcasına bir etki bırakıyorsa, aslında bir farkı yoktu “senin yanında iyi biri olmak istiyorum” cümlesinden. Nerede ve nasıl söylendiği önemliydi. Bu noktada taraf mıyım değil miyim belli olmayan bir yola girdi duygum farkındayım. Hani lahana turşusu ve perhiz meselesi, ama, evet, mutlaka bir ama vardır bu hallerde, inanırım ki, her ilişki, insanın içindekileri dışa vurur. Yani demem o ki, senin yanında iyi biri olmak istiyorum demişse bir adam veya kadın, bu mutlaka doğrudur, içtenlikle söylenmiştir... Şartlar değişir... Onun yanında istediği kadar iyi olamadığı için değil, hani tam da siz istediğiniz kadar plan kurun, hayat, karşınıza çıkandır misali, yollar ayrılır, sebebi önemli midir? Artık bu soruya şu cevabı verebilecek kadar yaşadım: Hayır. Önemli olan giderken götürdükleri ve bıraktıklarıdır. Yanında götüreceği kesin olan ise; kendisidir. Adamın ya da kadının sevdiğinin yanında iyi biri olma isteği değişmez, sevme halinin değişmeyeceği gibi. Herkes kendi gibi sever, kendi bildiğince, kendi inandığınca, kendi yüreğince... Zaman zaman, hassasiyetlerimi zorlasa da, hani beni aynı kelimelerle sevmekten vazgeç hali peydahlansa da yüreğimin bir köşesinde, duymak istediğim ve duyduğum; kelimelerin içtenliği ve samimiyeti oluyor (büyüyor muyum ne). Sanırım kelimelere değil de yaşananlara anlam yüklemeyi öğrenmekle de ilişkili bu durum.

Ezcümle derim ki;  kadınları aynı kelimelerle sevmekten vazgeçin kardeşim! ya da o kelimelere farklı anlamlar yüklemeyi öğrenin kardeşim! Ya da ve belki de en güzeli, ne söylediğinizin değil de ne yaşattığınızın önemini fark ediverin bir çabuk. Çünkü  bence, anılar kelimelerle değil, görüntülerle şekilleniyor çoğu zaman...



Fotoğraf

22 Nisan 2010

İKİ 100'LÜ NAMUS


ÜŞÜYORUM DEDİ İNCE TİTREK BİR SES

ve devam etti...

Adım Ünzile benim...
Dayaktan usandı tenim...
Kaç koyun ettiğimi bilmeden...
Daha ben bile dokunmadan, satıldı bedenim...

Kendi yüreğimce sevdalanamayacağımı,
Ayşe, töre cinayetine kurban gidince öğrendim...

Namustum ben
En iki 100'lüsünden
Sığındığım ellerde anlamını pekiştirdiğim...

Adım Ünzile benim...
Güneşin kızlarından biriyim...
Bir değil belki binlerceyim...

Siz bilmezsiniz belki;
Güneşin kolu kısa kalır ayaz vurdu mu yüze...
Üşür bir yürek adresini bile bilmediği bir evde...



 ______________________________________________________________________

*  Aysel Gürel'in sözlerinde Onno Tunç'un müziğinde içimize işledin sen 'Ünzile'.
* Bu yazıyı sığınma evlerinde yaşayan kadınlar için kaleme almıştım, dün korumaya alınan çocukların da çığlıklarının aynı olduğunun altını çizdi bir  HABER, bir kaç yeni ekleme ile özü değişmedi, hala bu ülkede bir yerlerde üşüyor, çocuklar, kadınlar, çocuk kadınlar...