SERZENİŞİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SERZENİŞİN TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2014

Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi

Marka bağımlılığı olan insanlardan değilimdir... Öyle illa şu marka olsun dediğim çok çok az şey vardır. İhtiyacım olduğunda şöyle bir çarşıyı pazarı kolaçan eder, param da yetiyorsa beğendiğim ürünü alırım. İnternetin bu denli yoğun kullanıldığı günümüzde, ürünü satın alanların yorumlarını da okur oldum. Dolayısıyla pazar araştırması için biraz daha fazla zaman ayırıyorum. Ama bundan 6-7 yıl önce başlayan hikayemin ne yazık ki böyle bir süreci olmadı. Ama öyle bir süreci oldu ki, üniversitede okuduğum -reklam halkla ilişkiler mezunuyum biliyorsunuz- teorik her bilgiyi, bunca yıldır gerek özel sektörde, gerekse üniversitede çalıştığım son 8 yıldır deneyimlediğim her bilgiyi alt üst etti. uzun soluklu bir hikaye oldu. Sabrınız yeter de yazıyı okuyabilirseniz, soruma bir cevap verin lütfen.... Şimdiden teşekkürler...

İstanbul'dan Bursa'ya taşınmıştım ve yepyeni bir hayata her şeyi yenileyerek başlıyordum. Küçük mutfak alanımın büyük işler başaran "şey"lere ihtiyacı vardı; gerektiğinde çalışma masası olabilen bir mutfak masasına ki mutfağım açık sistem olduğundan bu demekti ki bu masa yeri geldiğinde misafirlerin ağırlanacağı büyük bir masaya da dönüşebilsin. İki oda bir amerikan mutfaklı salonumdaki koltuk aynı zamanda yatak da olabilmeliydi mesela... Her şey, bir başka fonksiyonu varsa kıymetliydi benim için. Fırın ve mikrodalga bir aradaysa anlamıydı yani. Arayışım beni SAMSUNG markası ile karşılaştırdı. Daha önce bir Samsung telefonu çamaşır makinesinde yıkamışlığım vardı, oradan tanışırız aslında markayla. Muadillerine göre maaşımın neredeyse tamamını vererek edindiğim mikrodalga fırınımla harikalar yarattım. Hatta öylesine ki, çevremdeki herkese verdiğiniz paraya değiyor, mutlaka edinin bile dedim. Samsung'a bir kaç müşteri kazandırdığımı daha sonraki pişirme deneyimlerini paylaşmak istemelerinden dolayı biliyorum. 

Geçtiğimiz yıl fırınım bozuldu, elim ayağım... ah! Nasıl da çaresiz kaldı. Mikrodalga kısmında sorunsuz çalışan alet, fırın kısmında bir on dakika sonra acaip sesler çıkartmaya ve 20 dakika sonrada kendini sonsuza dek sürecekmişcesine çalışmaz bir konuma alıyordu. Fırını kapıp önce Bursa'da Garaj'da yer alan teknik servise götürdüm. Yaklaşık 3 hafta sonra üründe bir arıza tespit edilemediği söylendi. Servis parasını verip fırını geri aldım, alet aynı dertten hala mustaripti. Sonra sevineceğim bir gelişme oldu, telefonumda oluşan bir arıza için Garaj'a gitmek istemezken, Orhaneli yolu üzerinde bir Samsung Teknik Servis açıldığını gördüm. hem telefon arızası hem de şu fırınla ilgili derdimi anlattım. Fırını getirin bir de biz bakalım dediler... Sevindim elbet. Bir kaç hafta sonra fırını servise bıraktım. Bir kaç hafta sonra yedek parça değişikliği olacağını, parça bedelinin 150 TL olduğunu söylediler. Değiştirin dedim. Demez olaydım... Her şey bu noktadan sonra daha beter bir hal aldı. Fırın tamir oldu diye gelen telefonun ardında önce fırını almaya, sonra da balık alıp gelecek misafirlere sofra hazırlamaya diye evin yolunu tuttum. O gece balıkları pişirmek için tava kullanmak zorunda kaldık. Fırın gene yapmıştı yapacağını. Servis pazartesi günü arandı. Sorun anlatıldı. Güler yüzlü Ayşe Hanım, getirin bir kez daha bakalım dedi. Ürünü Ebru Hanım teslim aldı, ürün tamir edilemiyor, ürünü değişime sunacağız dediler. Ürün değişime sunuldu ancak iki gün sonra bir telefon daha geldi. Merkez değişim için garanti belgesi istiyor dediler. Faturayı buldum götürdüm. Zaten garanti kapsamı dışındaydı. Garantiyi başkası vermiş kabul olmaz dediler. Ben Samsung Marka bu fırını pazardan değil, bir Samsung Mağazasından aldım dedim. Olsun ihtalatı biz yapmamışız. Değişim uygun değil dediler. Teknik Servis Müdürü Gencay Bey olaya müdahil oldu, Evren Hanım bana biraz süre verin biz bu sorunu çözeceğiz dediler. Uzun süre beklendi, 3 ay sonunda bir telefon geldi, ürünü bir kez daha değişime sunduk ve kabul edildi dedi Arzu Hanım. 

Sonunda dedim, MARKASININ ARKASINDA DURMAYAN SAMSUNG, SAMSUNGUN ARKASINDA DURAN TEKNİK SERVİSE hak verdi. 

Bugün bir telefon geldi. Kemal beydi arayan, Samsung merkezden aradığını, ürün değişimini fark ödemem halinde kabul edebileceklerini belirtti. Anlayacağınız İŞİ YOKUŞA SÜRMEK ve müşteriyi MEMNUN ETMEMEK için ne varsa yapılmıştı. Son vuruş da buydu. İlle bizim markayı istiyorsan, bedelini defalarca ve fazlasıyla ödemek zorundasın. Hatta öyle ki 356 TL ile sahip olabileceğim bu ürün dışında bana fark ödemeden sunabilecekleri bir ürünleri bile depolarında yoktu. Kemal Bey telefonu kapatırken istemiyorsanız söyleyin dedi, ama bunu mümkün olduğunca sert ve benim cevabımın hemen arkasından "o zaman iade falan yapmıyoruz" diye bir cümle ile bitirmek ister gibiydi. Kemal Bey'e de söylediğim gibi;

"bana teklif ettiğiniz ürünü bilmiyorum, ayrıca bu kadar uzun süre bekledikten sonra bana teklif ettiğiniz değişim farkını ödemek içime sinmiyor, ben ki telefonundan, laptopuna, dvd oynatıcısından fotoğraf makinasına kadar "samsung markası" ile sıkı bir ilişki kurmuşken, bir markanın bu denli sadık bir tüketicisine böylesine "biz yapmış olalım da" diyerek teklifler sunulmasını hiç mi hiç içime sindiremiyorum, izin verirseniz fırını inceleyeceğim, size fikrimi söylerim, ancak siz de bana fark ödemeden sahip olabileceğim başka bir ürün sunabilirseniz sevinirim." 

İnternetin hızı sağolsun... Fırın aşağıda; alınabilecek rakamlar da belli... Pazartesi günü Kemal Bey'i arayıp bi cevap vermem gerekli, o nedenle soru şu: SİZCE BU KAZIĞI YEMELİ MİYİM? 2006 yılında 740 lira ödeyerek aldığım fırına 150 tl tamir olamama parası artı 350 tl yeni fırın farkı ile 450 liraya satılan ürüne 500 lira vermeli miyim?
Yoksa markasının arkasında duran bir firmadan gidip yeni bir fırın alarak bu saçma yolculuğa bir son mu vermeliyim. Mahkeme de bir seçenek elbet ama, bir ürün için bu kadar üzülmeli ve bu kadar sıkıntı çekmeli miyim? 



06 Kasım 2012

Sen Gitmeyi Kolay mı Sandın?



Bir kaç gündür kurtlandım gene... Bildiğin bir iç huzursuzluğu benimki. Çok oldu öğreneli böyle zamanlarda saçımı kestirmemeyi, rengini değiştirmemeyi... Elimin altında dünyam var ya, oh hayat bana güzel. Seç bir template yükle değişsin. HTML kodlarına gir oyna. Boz yap, yap boz...

Ama hayat öyle mi? Kolay mı öyle değiştirivermek istemediğini beğenmediğini. Bak ne güzel yazmış Zeynep; bırakıp gitmeyi... okudun mu? Okumadıysan bi tık oku gel. Sonra devam edersin okumaya benim serzenişimi.  Öyle kolaydı sıkıldım gidiyorum demek, hem nereye gideceksin... Aşık olduğun bir yer mi var senin. Yapmazsan öleceğim dediğin bir becerin mi var. Sen otur oturduğun yerde. İmren öyle gelene geçene. Ama sakın ha bir çaba gösterme. Gürkan dünyayı geziyormuş bisikletle... Cenk ne de güzel pastalar yapıyormuş özveriyle...  Aman da aman... mışmış, muşmuş... Oldu güzelim gel beraber gezelim. 

Yok blog! Sakın beni durdurmaya çalışma. Yazacağım bugün içimde ne varsa. Hem oturduğum yerden hayıflanayım hem de bi zahmet kolumu geçtim parmağımı bile kımıldatmayıp homur homur dolanayım. İnsan da biraz tutku olur, biraz bi merak olur. Dilimde benim yaşamayı seviyorumlar... Aldığım nefesin değerini biliyorumlar... Valla yalan, billa yalan... Ben kendimi bile sevmiyorum ki, geçtim bi de yaşamayı seviyormuşum. Laf-ü güzaf!

Değişim kolay mı, değil... Değişmeyi istemek kolay ama... Biri yürek işi, biri dil işi... Seviyorum demek dil işi, sevmek yürek işi... Bir işe yüreğini koyacaksın önce. Yüreğini koyacaksın ki, yüreğinden geçtiği gibi olsun her şey. Hem sen okudun mu Zeynep neler yazmış. Bak hala okumadıysan bu gün hayata karşı bir sıfır yeniksin benden söylemesi... 

Hem ne diyor şair bu gibi durumlarda;

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak…
Ucundan tutacaksın hayatı, bırakıp gitmen gerektiğinde arkanda bıraktığım sandıkların da gelecek seninle yüreğinin taaaa en derinlerinde... Sen gitmeyi kolay sanacaksın, gittim sanacaksın... En kötüsü de gitmeyi bir marifet bellediğinden olsa gerek, gittim diye mutlu bile olacaksın... Köklerin acıyacak salmaya çalıştığın her yerde. Öyle zamanların olacak ki... Bir kaç zaman önce bırakıp gitme sebebin olacak tutunduğun gerçek. Sen görmezden gelmek istesen de, hayat bu; ille bir ayna bulacak sana, tut kendine, gör gerçeğini diye... 

Sen bas bas bağırdığın o telefondaki cümlenle yaşamayı öğreneceksin; hani şu gitmene sebep... Ama bu sefer öylece bırakıp gidemeyeceksin. Sabırla bekleyecek, bekleyeceksin. Yarına ertelemek değil seninki bileceksin, bileceksin ki yaşadıklarından öğrenmek bu seferkisi...



Fotoğraf / deviantart

20 Eylül 2010

Hani Bilirsin Ya...


Hani bilirsin ya, söylenemeyendedir söz ve kurur nefes... Ve yutkunursun ya; boğazında bir düğüm... Yüreğinde bir sıkışma olur ya hani... Sen söylemeden o anlasın istersin ya... Yepyeni kelimelerle kırmak istemeden, ama bilerek en olmadık yerinden kıracaktır söz, konuşursun ya susa susa. Sığınırsın ya seni rahatlatacak olana; uykuya, içkiye, sokağa, kadına, adama, barlara, berduşlara... Sığındım sanırsın aslında... Sonra yine güneş doğar, hani bilirsin ya...Ve sözü söylemek için vakit gitgide daralır, daralır bir ip gibi sıkar ya... Sıkışan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Ve hiç olmadık bir zamanda, hiç olmadık bir kelimeyle söylenemeyeni kusarsın ya: işte o anda hiç olmadık bir yerden vurur hiç istemediğin halde kırarsın ya avucunda ürperen serçenin kanadını bağırta bağırta.

Onca zaman söylenemeyenin ağırlığıyla, bir sarkaçtır artık o söz akılda. Zaman içinde, hele bir de yıldız varsa koyusunda saklı gökyüzünün, bütün karalıklara inat parlıyorsa buradayım diye avaz avaza... Gözyaşı bu, tutamazsın. Bazı sözlerin, kendine verilmiş olsa bile, yerine getirilemeyeceğini bir kez daha anlar, yaranın kabuğundan bir parça koparırsın.
O susaşta saklıdır ilk yangının yükselen kızgın alevi... Karşılıklıdır artık susuşlar ve sessizlik delip geçer zamanı bir bıçak gibi ya da ne bileyim bir şiştir mesela, kızgın ateşte kor... Dağlanır yürek, o sessizliğin içine çöker bir akkor... Hep aşktan yanacak değil ya... Ayrılık da yakar yüreği, aşktan öte, aşk gibi, hani bilirsin ya.
Böyle geceler- uykusuz gözlerde yaş- kavuşmaz ya sabahlara... Söylenemeyenler gelir dilinin ucuna, kurudur nefes, çıkmaz ya bir ses. Kendi duvarlarında sıkışıp kalır ya yürek... Bir düğüm boğazında... Bir ip elinde... Sıkar da sıkarsın ya yüreğini atmayıncaya dek... Boğulan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Hani bilirsin ya dostların dilinde avuntu niyetine asılı kalır bir kaç söz, sanırsın ya zaman ilaç gibi gelecek. Ama bilmezsin; zaman durur tam da o anda inadına. Akrep küser yelkovana...

                                                                                      Durdu zaman, hem de hiç olmadık bir anda.
                                                                                                                Mayıs 2010 / Tut Ellerimi
Eylül 2010 / Evrenin Dünyası




18 Nisan 2010

TEK


Bildiğin bir dağ
Bildiğin bir gövde
Dalları taşmış dört bir yanına
Tek başına
Kendine kalabalık kökleri
Karma karışık

Çiçekleri de olmasa
Çekilmez ki hayatı
Bir ağaç için bile
Fazla gelir yalnızlık



22 Şubat 2010

İNSANA GEREK BİR YÜREK



Bazen uçsuz bucaksız bir ormanda otururum bir banka

Fısıldadığım kelimelerimdir...
Duyduğunuz kelimelerim...

Sonsuzluğa yazarım kelimelerimi
Yüreğimin sesi duyulsun isterim

***

18,110 kelimem kopyalanmış geçtiğimiz 24 saat içinde

Arşivi kaldırdım olmadı
Açtım olmadı
Sakladım olmadı
Sakındım olmadı

***

SÖZÜM SİZE
Ey! Bir teşekkür etmeye üşenen
 ama kopyalama konusunda canını dişine takanlar

Utanmadınız
Utanmadınız kelimelerimi alıp
Kelimeleriniz etmeye

Neden anlamak istemiyorsunuz
Çalıntı kelimelerle siz ancak HİÇ olursunuz
Neden kendi dilinizin, yüreğinizin döndüğünce yazmazsınız

Anladım
Ne yüreğiniz ne diliniz yetmiyor hissettiklerinize
Benim de olur
Ben de kelimesiz, hecesiz, hissiz kalırım ara ara
Dolanırım kelimeler diyarında

Ama  çok mu zor be,

Çok mu zor
 Yazabilsem bunları demek isterdim demek
Çok mu zor
Yüreğine sağlık, kullanabilir miyim demek
Çok mu zor
Beğendim blogumda yayınlıyorum demek

Bunu bile diyemiyor mu diliniz
Bu bile geçmiyor mu yüreğinizden

Kesin dilinizi
Çıkarıp atın yüreğinizi
Zaten onlar sadece
İNSANSANIZ
 gerek

Sadece
İNSANA
gerek

________________________________________

Fotoğraf / Leszek Bujnowski

24 Aralık 2009

HAYAT MÜTEŞEKKİRİM SANA




Hayat tokat atarken...
Yaşam acıyan yerlerinizi pamuklara sarar...






Siz yaşamın kollarına bırakırsınız içinizdeki oynak kadını
Hayat...
Hayat durup dururken bir tokat atar...

Hak etmediğinizi düşüne durun
Yaşam bağırır yüksek sesle isminizi
Tam da dönecekken mutluluğa yüzünüzü
Hayat duyunca nefesinizi bir tokat da diğer yanağınıza atar...








___________________________________________


Yediğim tokatlardan hafızamı yitirmeden önce bir teşekkürüm var hayatın ta kendisine...
Öğrenmiştim daha önce; yürek, hiç dokunmasa ve hatta hiç öpmese de; sözüyle, gözüyle koruduğundan yanadır aslında...

Altını çizdiğin iyi oldu be hayat bunca yıl sonra, valla bak... İnan müteşekkirim sana... Tüm kalbimle... İstersen al senin olsun, ha biraz kırık ama olsun varsın, attığın tokatlara sayarsın...


____________________________________________________________

Görsel / devianART

25 Kasım 2009

KAYDIMI SİLDİRMİŞTİM BEN





Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim ilkokulu
Herkes kitaplardan öğrenirken a-b-c-yi
Ben İlhan Selçuk okurdum mesela
Ablalar ağabeyler oynarlarken birbirdir ve saklambaç
Ben kaybolurdum hayat denen sinemanın ışığında

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim liseyi
Herkesin bir sevgilisi vardı öptüğü
Ben Denizleri öptüm bir dar ağacında
Ablalar ağabeyler tüylerini dökerken aşk bahçelerine
Ben kaybolurdum hayat denen karanlıkta

Biliyor musun ben dışarıdan bitirdim üniversiteyi
Herkes bir rol kapma heyecanıyla otururken sıralarda
Ben Tutanamayanları okuyordum ısrarla
Ablalar ağabeyler içli içli gülerken akşamdan kalma sevişmelerine
Ben kaybolurdum hayat denen yalnızlıkta

Biliyor musun ben gene dışarıdan bitiriyorum hayatı

Kaydımı aldırdım bu sabah okuldan
Herkes pis oyunlarını oynarken içi boş canımlarla
Ben ağlıyordum yüreğe ve inanmışlığa
Ablalar ağabeyler akşamdan kalma aşk naralarını atarken şehrin en afilli orospusuna

Ben kayboldum hayatta…




________________________________________

İlk Yayın Tarihi / Şubat 2009
Fotoğraf / 1x.com

19 Kasım 2009

LÜTFEN!.. LÜTFEN YETER

Oturmuş koltukta hayıflanıyorum bir günün daha bitişine... Oysa güzel bir gündü, keyifli... Anlatacağım başka bir yazımda. Balkondayım Beklerim adıyla... Ama içimden gelmedi o yazıyı düzenlemek, resimler koymak, süslemek... Oturdum evin köşesindeki koltuğa, kırdım dizlerimi, açtım bir Norah Jones, yumuşak yumuşak dinliyorum. İçimdeki tarifi olmayan - üstelik malzemesi bile belli değil - sıkıntıyı atmaya çabalıyorum. Atılmıyor. Balkona çıkıyorum. Sevdiğim, gülümseten bloglarda geziyorum. Dağılmıyor. Giderek boğuluyorum.


Kendimin en kuytusuna gidip oturuyorum. İçimde bir sıkıntı. Bugün aldığım haberden belki. Belki kendime dokunan ucundan. Belki hayatı sorgularken takılıp kaldığım bir andan... Sebebi çok, sebebi yok hallerimdeyim.

Tarifi olmayan mutlu anların sonrasındaki amansız, yola gelmez, söz dinlemez hüzün çeşmesinin başında durmuşum da kırılan testilere bakıyorum sanki.

Güvenimi aldı benden, geceleri rahat uyumalarımı ve sabahlara mutlu uyanışlarımı

diye haykırıyordu, kendisine tecavüz eden adamla mahkemede karşılaştığında. Dizinin senaryosunu yazan daha önce tecavüze uğramadıysa nasıl olur da yazabilirdi tecavüze uğrayan bir kadının haykırışlarını diye düşünürken yüreğime edilen tecavüzün sonrasında benzer kelimelerle boğuştuğumu fark ettim.

Uzun zaman oldu. Tedavisine geç kalınmış bir hastalık şimdi bendeki... Oysa tedavi oldum sanıyorsun. Hazırım diyorsun. Çevrendekileri kandırıyorsun bir süre. Seni tanıyan dost arıyor, mutsuz, temkinli, kızgınlığını gizlemeye çalıştığı düşük tonlu sesi ile...

Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edeceksin. Daha ne kadar onarmadan ruhunu dayanabileceksin. Daha ne kadar yüreğini acıtabileceksin. Daha ne kadar acını saklayabileceksin. Daha ne kadar yaralı yüreğini onaracak birini arayacaksın. Gönüllü olur mu sanıyorsun sana biri...

demiyor da sen o telefonu kapattıktan sonra sorularla kalıyorsun başbaşa. Oysa dostun sadece "lütfen diyor lütfen yeter..."

________________________________________________________

Gün geliyor, yetiyor, geçmişi arkanda bırakıp, bir kapının aralığından ileriye bakıyorsun, içinde garip bir heyecan ve bir telaş, yüreğin sıkışıyor ama bu sefer mutluluktan... İleriye bakıyorsun, endişe gelip tutuyor omuzundan, endişen aslında; gelecekle ilgili değil, geçmişin omuzlarında bıraktığı gri bir toz... Elinin tersi ile alıyorsun omuzlarındaki tozu, üflüyorsun boşluğa, kapıdan geçip koşar adım devam ediyorsun ileriye, mürdüm eriklerinin hemen altında seni bir ömür bekleyen, güzel bakan güzel gören güzel gözlere: Dalıyorsun yepyeni düşlere...

Yeniden güveniyorsun,
 geceleri rahat uyuyor ve sabahlara mutlu uyanıyorsun...
Bu bir mucize desen de artık sihirli lambalara inanıyorsun...


_____________________________________________________
İlk Yayın Tarihi : Mayıs 2009Okuyucuya Not: Balkondaki o keyif henüz yayınlanmadı. Duıruyor taslaklarda... Belki bir gün...
Fotoğraf / 1x.com

17 Ekim 2009

Kendimi Dinledim ya da 133 / 93


Bugünlerde ne çok karşılaşıyoruz seninle... Bir cumartesi gecesinde, ya da ne fark eder cumayı ertesine bağlayan gecede, ya da her hangi bir gecede... Gece de olması şart değil aslında, gün içinde ve hatta günün en erkeninde, çıkıyorsun karşıma. Gelebilir miyim demek yok, dilinde sadece bir geldim ben... Başımın üstüne de demiyorum ama gelip kuruluyorsun. Öyle de ağırsın ki, tarif et deseler beton derim; soğuk, kesin ve sancılı bir dille... Yakışmadın sen cumartesi gecesine...

Bir cumartesi sevmiştim seni, bir cumartesi akıp gitti elimden hayat... Başka bir cumartesi sen çıktın karşıma, daha başkasında aşk... Cumartesi... Cuma ertesi... Kaç cumartesiyi beraber geçirdik, daha kaç cumartesi var üzerine hayaller kurulan. Bir cumartesi var mesela aklımda, ortancaları eve getirişimiz, biri mavi biri pembe, biri sen biri ben... Söylemiş miydim, geçtiğimiz cumartesinlerden birinde kuruyup gitti mavi olanı. Pembe olan geçen cumartesi filizlendi yeniden... İmgelere anlamlar yüklemeye kalksan, sen öldün ben yeşerdim yeniden.

Sen öldün, evet, evet öldün, ölmesen, yani göçüp gitmesen benden, rüyalarıma gelmezdin. Gelmezdin değil mi? Sen öldün, evet, evet öldün. Bir perşembeydi öldüğünde, hatırlıyorum. Ben cenazene gelememiştim. Haberim var mıydı, bak ondan da emin değilim. Perşembe... Hatırlıyor musun o son perşembeyi... Yemekteydik, iki bira söyledin. Geri gönderip, şarap açtırdın. Gözyaşlarımın sonu yoktu. Akıyordu, istemsiz ve sağanak... Parçalı bulutlu bir geçmişin, son akşam yemeğinde, elimde kadeh kan kırmızı, gözlerim ton sür ton, bakıyordum sana... Ağzımdan dökülüverdi kelimeler: Hayatımın en büyük aşkını yaşatan adamla, en derin mutsuzluğunu yaratan adamın aynı bedende buluşması ne acı...

Acı bir pazardı; fişini çekmiş, hemşireler koşup yetiştiler ama kurtaramadık dediklerinde muhtemelen saçlarımı boyatmak üzere yeni oturmuştum aynanın karşısına. Boyam hazırlanmış, şarap kızılı saçlarıma 3-4 fırça darbesi değmiş değmemişti çok emin değilim. Telefonum çaldı: Annemi kaybettik... Telefon kapandı. Saçımı yıkattım yola çıktım. Yaklaşık 2 saat süren yol neredeyse 20 saat olmasına rağmen henüz bitmemişti. Pazar ertesi uçağım vardı. Annenin oğuluna gidecektim. Annesinden öpücükler ve iyi dilekler götürecektim. Tek yapabildiğim, bekliyoruz seni diyebilmek oldu. Salı günü uçağı indiğinde, sarıldı sımsıkı. Onun yanında olduğun için teşekkür ederim dedi. Değildim dedim, başka bir şehirde sana gelmek üzere hazırlanıyordum ve daha o sabah konuşmuştuk; yarın uçuyorum demiştim, o da yüreğim rahat artık, sarıl gidince ve oğluma iyi bak. Sana emanet diyebilmişti sadece...

Emanete ihanet olmazdı, ben de ona emanettim ama o bu sözü daha önce duymamıştı. Bir cuma sabahı, o balıkçıya değil de etçiye gittiğimizde, anlamalıydım. Anladım da... Ama aşıktım... Çişi gelmiş de son dakikaya kadar tutmuş çoçuk gibiydim. Önce bir iki sıktım kendimi, sonra bacaklarımı çapraz yaptım. Kaçınılmazı öteliyordum, biliyordum ama bir iki de zıpladım yerimde... Çişimi altıma etmeye ramak kala, koştum tuvalete. İlişkilerin bitişine dikkat ettiniz mi hiç... Sanki biraz çişin en uca gelme hali gibi... Son dakkaya kadar türlü çeşit tutmaya çabalama ve sonra rahatlama...

Çarşambayı sel mi almış benim hayatımda... Hiç anı kalmamış sanki o günden bana... Zaten günler üzerine değilki bu yazı... Karışık ortaya gibi olmuş... Biraz senden, biraz benden, biraz ondan var...Başlığa yerleşen ve ilk paragrafta yer alan tansiyona ne demeli. Gidip bir daha ölçmeli, şakası yok, çişe benzemez. Bir pıhtı attı mı, ölsem dersin... Ölsem... Ölmek üzerine konuştuklarımızı hatırladın mı? Anlaşmamı, şimdi daha uzun olsun istiyorum hayat... İçine onlarca cumartesi sığsın... Onlarca tren yolculuğu, farklı şehirlerin sokak araları, farklı sahillerin yakamozları, farklı simitçi fırınından alınmış sıcağı tüten simitler, farklı onlarca düşün tek tek gerçeğe dönüşmeleri ve daha niceleri bir kahve kokusunun tanıklığında gerçekleşsin istiyorum.... Kafam karışsa da, aklım türlü oyunlarla bana çelme taksa da, tansiyonum damarlarımı sonuna kadar zorlasa da; ne istediğimi biliyorum ve neyi istemediğimi... Bir cumartesi gecesi, hayat öğrettirdi gene... Galiba seviyorum bu cumartesileri... Aslında bütün günleri seviyorum, ya da şöyle demeli; hayatı seviyorum... Evet, ben hayatı seviyorum ve bana sunduklarını da... Şanslıyım galiba... Karışsada herşey, ayrılıyor sonunda... Sen sen oluyorsun, ben ben, hayatsa senli benli bir an... Ama ne an...

14 Ekim 2009

Yargı Sürecinde Bir Kaç Soru


Sen vazgeçmiyorsun ya hayattaki duruşundan ve sonunda yalan söylemek zorunda kalıyorsun ya benim yüzümden bana... Şimdi soru şu:

Yalan söyleyebilecek kadar değişiyorsa hayattaki duruşun,
kapıyı kapatmak da bir seçenek olabilir o zaman değil mi?

Ya da şöyle sorayım, vicdanın hangisinde daha az sızlar söylesene?
Dur cevap verme, vicdan değerden yana sızlardı, sen öğretmiştin daha önce...
Ve bana yalan söyleyebildiğine göre, değerimi anladım, daha fazla zahmet etme...

_________________________________________________

Yukarıdaki satırlar bir yargı üzerine kurulmuş cümleler...

Yargı şu: Beni kırmak pahasına vazgeçmeyecek misin bildiğinden üzerine yapılan bir tartışmada taraflardan biri şunu der: O zaman bundan sonra bana bu konuda tek bir kelime bile etme... Ben eminim ki - yargı cümlesi işte tam da burada kuruluyor - sen zaten bildiğini yapacaksın.

Gelinen son tahlilde, bildiğini okuyan taraf, bir gün yalan söyler... (Kaçınılmazdır, ne yapsın ki, doğruyu söylese karşı tarafın yeter deyip gitme ihtimali kuvvetli... Eeee bir de uyarı almış; bu konuda tek bir kelime etme diye... Bak şimdi, bu arada bir soru daha takıldı kafama: Herhangi bir şey söylemeyip, yaptıklatının üstü örtüldüğünde ve bu bir şekilde öğrenildiğinde, bildiğini okuyan taraf yalan söylemiş olmuyor değil mi?)








Ah ah... Soru soruyu doğuruyor farkındayım;
Şimdiki soru şu:

Şimdiye kadar söylediğin hangi doğruya inanayım?







__________________________________________

Fotoğraf / deviantART

12 Eylül 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___5


Elimi bırakmayacağını bilsem de...

Diğer elindekini bırakamayacağın bir an gelecek mutlaka... Çünkü bazen tek elle kurtaramayacağın kadar zorlu bir noktada olabilir elindeki ve sen iki elinle birden sarılmak isteyebilirsin, kurtarmak adına...

Sakın merak etme, bir seçim yapman gerekmez böyle bir durumda...
Ben anlar ve kayarım ellerinden sessizce
Sen durduğun yerden vazgeçme diye...
Sevmek bazen vazgeçmektir ya, kendinden bile...

11 Eylül 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___4


sözcükler düğümlenip kalır ya boğazına,
hani çıkmaz ya yüreğinden kelimeler.
dizilmezler ya sırasıyla,
sadece saçılırlar,
sadece dağılırlar,
sadece kırılırlar ya param parça...

sen şimdi cümlemi yeniden kurmak isteyeceksin
kuramasan da canın sağolsun
ben kurabildiğin cümle ile yetinmesini bilirim
fazlasında gözüm olmadı benim







SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___3


Yanılsam...
Acımasam...
Acıtmasam yüreğimi daha fazla...
Sadece gidebilsem...
Bir şey sormasan...
Çok şey anlasan...
Ben sadece ağlasam...

NEREDE, NE ZAMAN BİLEMEDİM...


Şaşırıyor insan; bir doğa felaketini içilen içkilerle bağdaştıranlar olunca ve bir başkasını dini vecibelerin yerine getirilmeyişine bağladığında ama insan en çok insanlığın nerede ve ne zaman kaybedildiği sorusuna cevap ararken şaşırıyor galiba...




Dün akşam iftara gittik. Ben oruç tutmadığım için gelmiyeyim dedim, illa gel dediler. Gittim elbet, davete icabet etmek gerekirdi; öyle öğrendik. Herkesle birlikte bekledim: Sosyalleşmenin keyfini sürdüm. Herkes birbirine, Allah kabul etisn dedi ve hurmalar, zeytinlerle iftariyelik tabağını silip süpürdü. Yemeğin sonlarına gelmemiştik ki, yanımda oturan arkadaşımız "soğuk soğuk terliyorum, başım ağrıyor" dedi. Bir ağrı kesici attı ağzına. 3 günde 10 tane ağrı kesici içmişti. Sıkıntıları vardı, aynı yollardan geçmiştim evvel zaman önce, bilirdim; durup dururken basardı, darlanırdı insan. Ablası, onu matenetli olmamakla suçluyor, sabırsız olduğu için kızıyor ve her zaman uyumsuz olduğuna dem vuruyordu. Evet, nazlı büyütülmüştü ve evet, evin en küçüğü olduğu için de şımartılmıştı ama sonuçta şu anda, yolunda gitmeyen birşeyler vardı. Sigara içmek için gitti, döndüğünde rengi gitmişti. Boncuk boncuk terler boşalıyordu alnından. Geçen hafta küçük tansiyonumun sürekli oynak olması ve yükselmesi bende de aynı etkiyi yarattığından, tansiyon üzerine konuştuk bir süre. Ayaklandık gitmek üzere, o da kalktı bizle, kapıdan çıktık beraber ama 5. adımda "bana birşey oluyor, nefes alamıyorum" dedi ve yığıldı olduğu yere. Sokak ortasında bir büfe önünde bir sandalye bulduk ve oturttuk onu, en az 10 kişi yardıma geldi. Su getiren, kolonya bulan, ambulansı arayan derken durum daha da ciddileşince hastanede aldık soluğu.

Acil servisin önünde bir kalabalık. Tansiyonu fırlayan, şekeri yükselen acilde almış soluğu iftar sonrası... Ben derin düşüncelerde... Bizimkinde tansiyon 8/4... Tansiyon düşünce, boğulma hissi oluşurmuş, öğrenmiş oldum. Hemen bir izotonik bağladılar; müşaade altına alındı ve kısa bir süre sonra kendine gelmeye başladı. Espriler başladı kendi aramızda, neşemiz yerine geldi; O'nun da rengi...

Akşam eve dönerken, bir bayılma anında yardıma koşan insanımızı düşündüm, bir de felaket anında yağmalayan insanımızı... Biz nerede, ne zaman unutmuştuk insan olduğumuzu bilemedim....





16 Ağustos 2009

ARDINDAN SESLENDİM KENDİMİN

Bunu kendine yapma...
Bir hayalin peşinden koşma...

Koştun daha önce, yoruldun...


Dur dinlen...
Dur dinle...

Dur gitme!
Yorulursun...





Yetmedi diye ağlıyordun,
Bak kalmadı saatler...
Sen koşarken,
Düştü cebinden birer birer...
Şimdi geri dön topla dakikaları...
Belki bir araya gelip,
Bir saat ederler...
Ağlama boşuna,
Ardımdan seslendim ben kendimin;
Tam bir saat boyunca...

Bunu kendine yapma...
Bir hayalin peşinden koşma...
Yorulursun...
Duymadı kendim beni,
Yordu kalbini
Durdu atışı,
Dondu bakışı,
Sustu haykırışı,
Kaldı yine, yeniden tek başına.
Çekildi ebedi sessizliğine,
Dua edeni olur mu bilinmez ama
Güleni çok oldu gibi geldi bu duruma...
Ağladı anıra anıra...
Eşşekti ne de olsa,
Yoksa kanar mıydı kendine,
Düşer miydi yollara...
Bu saatten sonra bir sözüm yok kendime...
Ee bebeğime eee den başka
İyi uykular bu saatte okuyan varsa...
Bari sen anla laftan da koşma bir hayalin peşinden dimi ama...
Dur dinle dur dinlen
Otur bir soluklan kaldırımda
Yak bir sigara...
Düşme bildiğin yollara aşk adına
Yorulursun
Anlasana...
Anladın mı?
Hiç sanmam...
Benim umudum yok senden yana...
Sen düşersin gene yollara...
Aşk çok gerekli sanki sana...
Evet, sana söylüyorum sana...
Hatta alın üstüne...
Düşün...
Taşın...
Gerekirse yak bir sigara daha...
Aşk neydi...
Koşman mı gerekliydi...
Durup beklesen, gelmez miydi...
Sahi, aşk neydi...




_________________________________
Fotoğraf / devianART
'Aşk Neydi?' sorusu için Cache'ye teşekkürler...

İÇİMDEKİ HÜZÜN




Hey heylerin üstünde galiba senin dedin ve gittin ya...
Anlamadın ya se/n/s/sizliğimi
ve hatta sormadın ya...
Dile getiremedim ya ardından...
Sustum kaldım ya kendime...
Konuşamadım ya günlerce kimseyle...
Hani bakmadı ya gözlerim sevdiğin gibi hayata bir daha...
Ağladım ya sabahlara kadar...
İçim çığlık çığlık, yüreğim göz göz oldu ya vedandan sonra...
Dönüp bakmadın ya köşeden...
'Kadın var ya...' bile diyemedi ya dilin...
Kulağımda gidişinin melodisi, döndüm köşeyi...

Keşke;

Bilmeseydi gözlerim onu öpüşünü...


O zaman;

Kaplamazdı, dile gelmeyen hüzün içimi...





Farid Farjad - Aamad Amma








________________________________________



Fotoğraf / deviantART
Müzik için Efsa'ya teşekkür...

15 Ağustos 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___2


Gözlerimin her an ağlamaya hazır hallerinden galiba dünyaya pırıl pırıl bakışım...
Ya da ben elimde mendil dolaşıyorum diye bu vedalar...




_____________________

Fotoğraf / 1x.com

07 Ağustos 2009

SEBEBİ BELLİ SIKINTILAR___1



İstemedi canım bir şey yazmak...
Öylece oturmak istedim...
Akıl sesim sustu yürek konuştu...
Yürek sustu akıl başladı.


Bırakın diye haykırdım...
Bırakın beni bu gece...
Daha fazla sıkıntı büyütmeyin içimde...






16 Temmuz 2009

PARÇA


Parça parça olunca

Bütün olur mu bir daha...?








Ayo - Help is coming

___________________________________

GÜNCELLEME

Sevgili Y.'nin yorum olarak yazıdığını aktarmak istedim olur da yorumlardan kaçıran olursa diye.. Yukraıdaki satırlar bir durum üzerineydi ve bu durum bir yürekle ilgili değildi... Ama aşağıda okuduğum satırlardan kendime kalan şu oldu: Her parçalanmada bir bütünlük hali vardır, bu parçalanmışlık halinde önemli olan, her parçana kattığın anlamdır.

Bütün bunları düşünürken bir dosta yazdığım Testi hikayesi geldi aklıma... Bazen bir parça kalır elimizde, paramparçalanmışlığın ortasında öyle bir yere aittir ki siz o parçanızı sunduğunuz da bütünüzü bulursunuz o da bunca zaman ki eksiğini...

"Bana getirilmişti. Kırdım.- Nasıl oldu bilmiyorum: galiba sallantılı, dengesiz bir yere koymuşum, yeterince dikkat etmeden; sonra ters bir hareket etmişim - düştü, kırıldı... Yeterince düşünmemiştim üstünde, demek. Elimdeki, artık, birkaç iri parça ile birsürü ufacığıydı; bazısı, neredeyse, kırıntı, kıymık - öyle dağılmış duruyordu... Tek tek bir yere topladım hepsini: Yokolmamalıydı. Gittim, uygun bir zamk aldım. Geldim, hepsini bir kağıt üzerinde düzenleyerek, biraraya getirmeğe başladım: şu parça, buna uyuyor - mu; ya, bu, şuna... Zamanla, parçaların kopma noktalarındaki dokularının; ve zamkın, tutma ve yapıştırma niteliklerini, öğrendim. Bazı parçalarsa yapıştıralamayacak kadar ufaktı; onların bulunmaları gereken yerlerde boşluklar oluştu. Tek tek yapıştırdım, yapıştırabildiklerimi. Çok uğraştım. Sonunda ortaya aslının eğri-büğrü bir simgesi gibi birşey çıktı - ve, şu tümce:

Dikkatsizlik ederek düşürüp kırdığın - sevdiğin kişinin izlerini taşıyan; senin için değerli- bir nesneyi, parçalarını tek tek toplayıp, dikkatle -saatlerce uğraşarak- özel olarak aldığın bir zamkla yapıştırıp onardığında, ortaya, orası burası eksik-gedik, yamru-yumru birşey çıkar - ama eskisinden de daha değerlidir artık; çünkü, şimdi, senin izlerini de taşıyordur. Başka bir şey yapamazdım."

23 Haziran 2009

AĞLAMAK İÇERİME


Neden huzursuzluk gelir çöreklenir yüreğine hiç düşündün mü?
Nedir o anda olan?
Nedir başlatan....
Bir söz müdür?
Bir bakış?
Bir duruş?

Nedir söylesene...

Nedir ağlamaya hazır hale getiren seni...
Sabahtan akşama değişen nedir durup dururken?

Ağlamak içerime
Nasıl birşeydir sen bilmezsin.
Bilemezsin bazen susmak acıtır, bazen konuşmak...
Bazen soru acıtır bazen cevap...
Bazen gelmek acıtır bazen gitmek...

Nicedir kabarmamıştı yüreğim kahve fincanının dibinde...
Nicedir karanlık çıkmıyordu içim... Sıkılmamıştı böylesine...
Nicedir bir yolu özlemle beklemekteydim ben divane...

Yarın hatırlat da bir fincan kahve içeyim.
Belli mi olur falımda çıkar yarın ertesi düşlerim,
Belki de düşüşlerim...
Sana kapılıp gidişlerim...

Ama sevmek herşey değil dimi?
Aşk da öyle...
Bazen yenik düşer biri yek diğerine...
Bazen küçüğüm, sevmek herşeydir.
Öğrenirsin yaşın yaşıma erişince...

Yollarına mürdüm eriklerinin çiçeklerini döşedim geleceksin diye
Bekliyorum sonsuz yeşilliklerin tam ortasında
Yerini husursuz kılma bende...
Yerin sevda senin
Yerin sevda
Senin...





Sting Shape Of My Heart


_____________________

Fotoğraf