15 Eylül 2020

Öyle ya da Böyle



Sıradan bir günü unutulmaz bir anıya dönüştürmek mümkün

Mümkün durup dururken hüzünlenip beş dakika sonra kahkahalarla gülmek

Eline batınca gülün dikeni sövmek mümkün, aynı gülü çok sevmek de

Mümkün yani yaşamak öyle ya da böyle















20 Ağustos 2020

İnsanın Acımasızlığı Üzerine...



Bayramla birleşen bir tatil planı yapmıştık. Pandemi nedeniyle çekincelerimiz de yok değildi. Hiç olmadı döneriz geri bile demiştik. Gün evvelden hazırlanan konserveler de yerlerini alınca, büyük bütçeli yatırımımız #dometic buzdolabımıza rakılar, biralar, soğuk sular ve elbet yeterli miktarda peynir  çeşidi ki beyaz için takviye Ezine'den yapılacak, neredeyse "full dolu" tedarikimiz ile yola çıkmaya hazırdık. 

Bayram süresince Kadırga Koyunun en son kısmında bulunan daha önce de gittiğimiz Minta ve Ahmet çiftinin babadan kalma pansiyon bahçesine tek ve bağımsız karavan olma lüksümüz ile deniz gören dut ağacı altına haklı bir gururla #y2ymavis ve elbet tüm heybetimizle kuruluyoruz. Bu bayramın kendinden telaşesi nedeniyle nispeten kalabalıktan uzak geçen ilk iki gününü sabah 6'da başlayan ve 11.30 gibi sonlandırdığımız rutininde bisiklet-yürüyüş-yüzme-güneşlenme serisi ile keyfi katmerleyip, sıcağın etkisiyle dut ağacının ve hemen önündeki incir ağacının gölgesi ile köşe kapmaca oynayarak bünyeyi dinlendiriyor, okunan kitaplar ve oynanan kelime oyunları ile yelkovan ve akrebe zaman kazandırıyor saat 16.30 itibarıyla, sabahın erkeninde anlaşması imzalanmış plajın en son iki şezlonguna uzanıp, günü batırmak için bira-patates, bira-sigara böreği, bira-fıstık ikililerinden birine selam edip akşamı karşılıyorduk.  Bir tek 3. gün bu rutini öğleden sonra denizde parmak sokacak bile yer kalmadığını fark ettiğimizde bozduk. O günü de öğle uykusu denen şeyin kemiklerimize kadar ısıtan güneşin altında olduğunda nasıl da çekilmez bir çileye dönüşebileceği gerçeği ile yüzleşmemiz gereken bir an olarak kayda alıp, ertesi gün kaldığımız yerden bize mutluluk veren rutinimize döndük. Bayram bitmişti anlaşılan... 

Bu bayramda bir çocuğun gülüşüne katkı koyduğumuz, hayallerinin kapısını araladığımız bir an vardı ki... Sanırım tüm tatilin kucaklaşmayı hak eden  tek anıydı. Ah pandemi, gözler ve sözler hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. 

Saroz Körfez Rotası


Saroz Körfezi bizim için keşfedilmeyi bekleyen güzellikleri ile heyecan duyduğumuz bir rotaydı. Bayramı takip eden Salı sabahı erkenden çıktık yola. Gökçeada ilk hedefti, araba kuyruğunu görüp de 4 ila 6 saat beklemeli bir yolculuğu tabi ki tercih etmedik, üstelik herkesin adası geldiyse, bizim için doğru tercih orası olamazdı, erteledik başka bir bahara... 




Kömür Limanı biraz da instagramın  etkisi ile işaretlediğimiz ve heyecanlandığımız bir nokta. İkinci haftanın ilk durağı olacak. Yol kötü, telefonla yapılan ön görüşmeden anladığımız sezonluk çadır ve karavancılara öncelik verildiği, ama bir gece konaklama için onay alıyoruz. Toz toprak yollardan, meşakkatlı bir çaba ile Kömür limanını tepeden görüyoruz. Gel de aşık olma. İnstagram fotoğrafları da çekilince tıngır mıngır yuvarlan sallan iniyoruz limana. İmnez mi olsaydık acaba? Görmezden gelmekk için bahaneler uydurduğumuz çöp dağını da aşar aşmaz kamp alanına geliyoruz. Doğa muhteşem, deniz tarifsiz, çöpler ve pislik ve dağınıklık ve ucubelik tarifsiz... Arabadan inmeden onca yolu geri dönmeye karar veriyoruz. Tepeden bir kez daha bakıyoruz ki, aklımızda sadece o muhteşem manzara kalsın. 

Yönümüzü kuzeye dönüyoruz, elimiz yine boş. Önce bir gece iki günlük Bolayır ziyareti: Abi'ye selam edip kaçmak olmazdı. Masalar kuruldu, rakılara mezeler eşlik etti, sabah sporuna deniz derken... Daha önce oraları avcunun içi gibi gezen abiden bir tiyo geldi: Kalabalık ve çöp canınızı sıkabilir!

Yine de çıktık yola, keşfetmekten her zaman mutluluk duyduk, zamanla gördüklerimizi ve insanımızı da kabullenme noktasına geldik. Bir nevi bile bile ladesti bizimkisi. 

İkinci haftamızın kalış noktaları kafamızda net değildi, nerede akşam orada sabah fikri bizi heyecalandırsa da,  Gökçetepe Tabiat Parkı'nda bulduğumuz seyir tepesi bizim 3 günlük yuvamız olacaktı. Bu konuda iyiydik... Üstüne üstlük şanslıydık da!

Gökçetepe Tabiat Parkı'nda güzel bir düzenleme yapılmış, heyecanlanıyoruz. Karavan alanı, çadır alanı, piknik alanı, pandemi nedeniyle alınan tedbirler... Ve insanlar: kural tanımaz, çevresini korumaz, doğayı sevmez insanlar. Çoklar... Her yerdeler ve eğitilemezler... Böylesine özel alanlar için daha sert denetleme ve ceza mekanizması getirilmeli, başka türlüsü bizim ülkemizde işlemiyor. 




Gün doğumları muh-te-şem! Her sabah kendiliğinden 6 gibi uyanıp bu muazzam renklere ilkmişcesine hayran kalıyoruz. Günün kalanında bize kapatılmış, küçük kayalıklardan denize girme hayalimiz ve çabamız deniz ayakkabılarımıza rağmen benim kestane korkum yüzünden daha ilk günden yarım kalıyor. Avuntumuz hazır: bir hafta muhteşem bir deniz tatili yaptık zaten, bu da dağ, orman, yürüyüş ve bisiklet tatili olsun. Kendimizi mutlu etmek noktasında tam bir sihirbazız.  İki günlük bisiklet, deniz, okuma, durma halinden çevremizi tanıyalım, gezelim, coşalım kısmına çabuk geçiyoruz, Enez'e kadar koy koy gezmek, beğenirsek oralarda kalmak, olmazsa da geri dönmek üzere mavişi toparlıyoruz.  

Yol ara ara üzecek bizi, henüz bilmiyoruz. İşaretli noktaları birleştire birleştire gidiyoruz. Orman yolları, toprak yollar, belki de turkuaz mavi ve yeşilin bu kadar güzel olduğu başka bir yeryüzü olmamasına rağmen 49 yıllığına taş ocaklarına kiralalanan tozdan bembeyaz olmuş yollardan geçerken yine üzülüyoruz... Talan edilen ormanlar, dağlar, değerler üzerinden sohbet hep daha koyulaşıyor. En çok da çöp dağlarına, ağaçların dallarından sarkan, torba, maske, gofret, çerez paketleri vb, parlak, yakıcı, uçucu çöplere, birikip yol kenarları, ağaç boyları, kuytu köşede tepecikler oluşturan pet şişe, cam şişe, çocuk bezi, tek ayakkabı, terlik, yırtık kot, tişört parçası vb. yapışıcı çöplere üzülüyoruz. Sohbet her seferinde daha da koyulaşıyor. Mıntıka temizliği ile baş edilemeyecek çedirdek kabukları ve izmaritler! Çok ama çok üzülüyoruz. Bazı yerlerde bu karmaşa ve pisliğin içinde kendine buraları köy edinmiş farelerle yüz göz olmaya ramak kala arabamıza atladığımız gibi oralardan uzaklaşıyoruz. Öyle ki, bu altın rengi kumsallar ve mavi turkuaz denizlerde yüzmeye bile cesaret edemiyoruz. İnsanın acımasızlığı üzerine daha da derinleşen sohbetin rengi kara, dili küfürlü! Konular konuları açıyor. Yüzümüz ve enerjimiz her bir işaretlenen yerde bir parça daha düşüyor. Ne ummuştuk ne bulduk derken, kurtarıcımıza sığınıyoruz: Müzik! Birden enerjiler boyut değiştirse de yüzlerdeki ifadenin yukarı evrilmesi için biraz zamana ihtiyaç duyuyoruz. Neyse ki, köy yolları nispeten içimizde umut yeşertiyor. 

Nihayet, günün yorgunluğunu atmak için mola vereceğimiz ve akşam yemeği için güzel bir tiyo aldığımız Enez'e varıyoruz. Enez bizi şaşırtıyor, komşuya yakınlığından mıdır nedir, Ege havası seziyoruz. Yüzümüzü güldürüyor Enez, günün geri kalanında yaşadığımız hüzün penceresini kapatıyor, yepyeni umutlu bir pencere açılıyor önümüzde, üstelik filomingolar ile karşılaşmak da ödülümüz oluyor. 


Ada balık, limandaki diğer salaş mekanlardan bir tık bakımlı... Garson bizi üst katta limana nazır bir masaya alıyor. Yüzümüz, gördüğümüz manzara sonrasında tüm gün neredeyse ilk defa tasasız gülümsüyor. Balıklar tazecik, olta ile tutulmuş, kalamar keza...Yemelere doyamıyoruz. Ne kontrol ama! Alkışlanası, ikincilere yol vermiyoruz. Birer buz gibi bira istihkakımızı da günü batırmaktan yana kullanıyoruz. Kadehler kalkarken, tam da aynı vakitlerde, 6 yıl önceki soru bir kez daha yineleniyor;  cevap gecikmiyor: "evet hem de noktasına virgülüne dokunmadan" oluyor. 

Dönüş yolumuz otobandan, neyse ki, seyir tepemize kimseler gelmemiş, baş başayız! Kutlamalar devam etsin öyleyse deyip birer bira daha açıyoruz... 

Geceye not: Gökyüzünü çizsen ancak böyle çizersin... Ay dolunay, sessiz gecede... Mırıldanıyorum elimde değil. Yakamoz, hafif bir esinti, güvendiğin kollar sarmış bedenimi... Mutluluk çizilse, Abidin çizse yani, bizi çizerdi, hamakta uzanmış bir adam ve bir kadın, çam ağaçlarının karaltısında, gökte dolunay, denizde yakamoz, yüzlerde mutluluktan, huzurdan coşmuş kocaman dolu dolu bir gülümseme, dilde ardı ardına sıralanan "iyi ki" ler,yürek sevgiyle harman. Ah gece! Ah dolunay! 

Ah o çöpler! Hülyalara dalan bedene çimdik gibi ;)








21 Temmuz 2020

Bir Tabiat Parkının Çığlığı Olsam - Poyrazlar



Poyrazlar Gölü Tabiat Parkı

Sakarya'ya doğru yola çıkıyoruz. İlk durak İznik gölü kenarı, sabah kahvaltısını orada yapacağız. Gölün etrafında çöpsüz bir nokta yok. Üstelik günlerden cumartesi. Moralimiz bozuluyor. Zaten ne vakit yola çıksak bu ülkenin güzelliğine sahip çıkmayı bilmeyen her alandaki derin cehaletle yüzleşmekten hep yorgunuz. 

***

İşimizi halledemedik... Yaylara mı gitsek Poyrazlar Gölü etrafında mı konaklasak ikileminde yakınlık kriteri ağır basıyor ve yönümüzü şehre 15 dakika uzaklıkta yer alan 2.310 dekarlık alana yayılan, özel işletmeye devredilmiş tabiat parkına çeviriyoruz. Giriş ücretli. Daha önceki deneyimimizden tecrübeli olarak pazar günü günübirlikçi istilası ile gürültünün ve kirliliğin maksimum seviyeye ulaşacağından haberdarız, kapıdaki görevlinin nazik uyarısı için teşekkür ediyoruz. Çay bahçeleri ve lunaparklardan uzak nispeten gürültü ve kalabalıktan sıyrılabileceğimiz bir bölge arayışı ile parkın Poyrazlar Köyü çıkışına doğru ilerliyoruz. Geçtiğimiz yıl bir tane olan lunapark 3'e çıkmış, çay bahçelerinin sayısı artmış. Tabiat parkı olmuş sana kaos park. 

***
Çıkış kapısına kadar gidip, geçerken tespit ettiğimiz göl kenarındaki yere geri dönmeye karar veriyoruz. Bingo! Doğru nokta seçimi. Gürültü neredeyse yok denecek seviyede, dikkat kesilmen lazım ki, o kadar dikkat kesilecek şey varken yok sayılabilir durumda. Bir kere manzara doyumsuz. En yakın piknik masası bizden gözün göremeyeceği uzaklıkta. ve diğerleri sırtımızda. Keyfimize diyecek yok. Enim konum yerleşiyoruz sarı erik ağacının altına. Yolun ve hayal kırıklığının yorgunluğu için birer birayı hakettik. Mahallede top oynayan çocukların yanına gitmek için izin kopartmış çocuk heyecanıyla bekliyoruz akşamı. Tam karşımızda şahıs arazisine yapılan üç evden gölü cephe alan üzerine konuşmaya başlıyoruz. Hayaller yine tüp kuyruğunda. 

***

Akşam güneşi için bisikletleri hazır ediyoruz. Hedef köye gidip dönmek, sonra belki parkın içinde bir tur. Plan tıkır tıkır işliyor. Beli kırık, yaralı bir köpek ile denk geliyoruz su başında. Biraz seviyorum, inliyor, belli acısı büyük, derin, çözümsüz... Yarın yine karşılaşmayı umut ediyorum. Yol iki tarafı orman olan, tek arabanın geçebileceği darlıkta. Şansımıza araba geçmiyor. Köye yaklaştıkça, trafik ve evler başlıyor. Selamlaşıyoruz her biriyle. Yaşlı bir amca takılıyor: "Elektrikli olanında alın rahat edersiniz" Az sonra bizi sollayacak gülümseyerek.

Dönüş yolunda orman tarafına devam edip tepeden gölü seyretmek hayaline kapılıyoruz. Orman düşündüğümüzden sık ağaçlarla kaplı. Yine de yer yer görüyoruz gölü. Kıyısında olmak başka bir zevk. Üstelik sinek de yok ki dere, göl kenarı için beklenmedik bir durum. Sonraki gün anlayacağız sebebini... 



Gün batımı fotoğrafları ile turu sonlandırıp, hak edilmiş akşam rakısı için sofrayı kuruyoruz. Gün evvel yol için hazırlığı tamamlanmış bol sarımsaklı sirkeli domates sosa bulanmış kızartma ve boncuk fasülye ki "efsane olmuş" nidalarıyla yendiğini not düşmeliyim şuracığa.

Uzaklardan gelen mangal kokuları yanında bizim fakirhanenin "konsept" biraz hafif kalıyor. Halimizden memnunuz. İkişer dubleyi uzun uzadıya bir sohbete katık ediyoruz. Anda kalmak dedikleri bu olsa gerek... Esinti ürpertiyor, minik tüyler hep havada. 

***

Sabah 05.25... Serinliğin verdiği huşu bedenimi okşuyorken açıyorum kapıları. Bu sabahlara uyanmak değil miydi hayalim gene gerçeğim oldu diyorum. Yüzümdeki gülümseme görülmeye, hatta öpülmeye değer. Gölün üzerinde salınan ördeklerin sesine, kurbağalar eşlik ediyor, biri az ilerden suya atlıyor. Ses yankılanıyor... Doğa uyanıyor, yalnız zevkine varmak olmaz. Kolları ile sarıp sarmalıyor beni sevdiğim, o gülümsemeyi kaçırmamış, anlıyorum. Huzur mu dedi biri? Tarif verebilirdim ta ki o kara sinek beni kendime getirinceye kadar, bugün esinti yok. Dün kendilerinden haber alınamayan tüm sinekler birer birer ziyaretimize geliyor. Durgun havanın hediyesi de onlar oluyor. Kafaya takmıyoruz. Dedim ya manzara muazzam, üstelik "çıt" diye bir ses varsa da doğaya ait. 

Güne erken başlayanlarla ilgili tespitim giderek güçleniyor. Hayat bize güzel... Diyecek lafım yok. Kelebeklerin biri gidiyor biri geliyor. Sarı olan çizgili, beyaz olan benekli. Sazlığın hemen önündeki nilüferlerden göle atlayan kurbağalar biraz gürültücü ama insanoğlunun yanında yine de sönük kalıyor. Niyet 11 gibi, sürü gelmeden yola koyulmak, kalan dar zamanda sessizliğin tadını çıkartıyoruz. Ah bir de kara sinekler olmasa. Mükemmel diye bir şey yoktur Evren! Sessizliğin içindeki sesleri, mesela bir arının kanar çırpmasını, kelebeğin nefesini falan duyuyoruz. Bir balıkçının sessiz motoru ile uzaktan süzülerek gelişini, oltayı atışını ve bekleyişini seyrediyoruz. Yansımalar değişiyor, suyun rengi ve sesler... Bir bütünün parçası, küçük ve önemsiz bir parçası olduğumuzun farkındayız. Bireysel çabalarımızın kendimizce bizi önemli hissettiren hallerine gülümsüyoruz. 

Hazır kimsecikler yokken, kısa bir yürüyüş hayal dünyasından gerçeğe geçişi hızlandırıyor. Filmlerdeki gibi kızgın kumlardan soğuk sulara atlıyoruz. Yürüyüşe çıktığımızdan beri karşılaştığımız çöp dağları yüzünden bir tabiat parkının çığlığı olmak istiyoruz. Bu güzelliğe bu çirkinliği yapan insanoğlunun acımasızlığı karşısında donup kalıyoruz. Neyse ki Suriye'li çocuklar imdat çığlığını duyuyor. "Abla çöp" diyor "var " diyoruz. Sesleri birbirine karışarak parkı dolanıyorlar, yanlarında bir traktörle çöple. Belli ki, her sabah 7'de kaosa ucuz bir hazırlık. 

Bir daha yolumuz buralara düşerse hafta arası gelmenin bizi biraz daha iyi hissettireceğinden neredeyse eminiz. İnsanı az doğası çok günlerin, ruhumuza kattıklarının farkındayız. Dönüş için toparlanıp yola revan olunca bir gün önce gördüğümüz  canı unutmuyoruz. Yanımızdaki bir kap mamanın ona ilaç olmasını umuyoruz. 











17 Temmuz 2020

Hayat Bize Güzel

Tarlada keyif


Günün özeti: güne erken başlarsan "hayat size güzel" cümlesini daha sık duyabilirsin.


***

İlanı kendinden meçhul gün bize bir günlük tatil demek. Sabahın erkeni, "güneş yüzüne öyle tatlı vuruyordu ki, seyrettim" diyen bir çift mutlu göz. Seviyorum bu adamı. İçim coşkun ırmaklar gibi. Mavişin koltuğu dönecek bugün ki, biri erken yatıp diğeri de içeride oturmak isterse konfor alanı artsın. Tahmin edileceği üzere içeride oturmak isteyen ben, bahanem hep hazır: serin mi ne? 

***

Kahvaltı için bir şey tasarlanmamış, sanayide çorba fena fikir değil nasılsa... Ustayla sözleştiğimiz saatte kapısındayız. Mahcup bir gülümseme. "Akşam üzeri gelirseniz iyi olur. " Sıkılıyoruz duruma yalan değil. Durumu  uzatıp da tadımızı da kaçırmaya niyetli değiliz. Yapılacak diğer işler için yola koyuluyoruz. İstikamet İkea... Kamp için bulduğum bir tabak var ki, evladiyelik, tepe tepe kullanmalık. Sanayi kahvaltısı da hayal olduğuna göre, birer omlet neden olmasın diye düşünüyoruz. Kahvaltı sırasında " biz bu işi yarına erteleyelim, hem de bugünü heba etmeyelim" fikri  ile "seviyorum bu adamı" halime bir haller oluyor. Mutluluk ve muz kabuğu... Denk gelse, ancak bu kadar denk gelir. 

***

Hızlıca pazara uğrayıp, asma yaprağında sardalye için fantastik hayaller kuruyoruz. Evden salata malzemelerini, kavunu, az beyaz peyniri ve elbette rakıyı kapıyoruz, soğuk suyu unutmuyoruz. Buzdolabına duyduğumuz hayranlık öylesine büyük ki; kendimizi bir kere daha kutluyoruz. Evden alınanlar buzdolabına yerleştirilip, bisikletler de yerini alınca... İstikamet: Tarlada gün batımı.

***

Bugün ben torpilliyim, uzanıyorum şezlonga alıyorum elime kahvemi ve kitabımı... Hayat bana güzel! Derken, tarla boyu temizliğini yapan işten yılmaz kardeşler halk oyunları ekibinden canım adam önce kosanın sapını kırıyor, sonra elini yaralıyor... Zorunlu mola! Yoksa o boy temizlenmeden zor görürdüm ben onun o gülen yüzünü. Uzanıyor yanıma, kahve, sohbet derken... Hamak kuruyoruz, benim yatmamla kalkmam bir oluyor. Gelen telefon 10 dönüm tarlada 10 tur atmama sebep... Sakinleşmem zaman alıyor. Bulutlar gökyüzünde yağmur bulutu olmak için dolarken, benim de yüreğim sıkıntıyla boğuşuyor. Karardım mı ne? Ne oldu sabahın erkeni turuncuma... Renklerim karışıyor birbirine. Öfkem hırçın dalgalar gibi, kıyıma kim yanaşsa alacak nasibini. 

***

Bu adamı sevmeyeyim de ne yapayım... Bisiklet diye tutturdu yıllarca, bir kere aldı, binmedim hediye ettik, geçen yıl gene aldı bu sefer pembe... Gönlü bende belli. 

Bisiklet için hazırlıkları yapıp, göl kenarına kadar 6 km. bisiklet biniyoruz. Rüzgara karışan öfkem dağılıyor. Gün yerini güzel mi güzel bir kızıllığa bırakıyor. Hayat devam ediyor. Bulutlar geliyor, gidiyor, güneş doğuyor, batıyor, mevsimler değişiyor. Ruhum gibi... Sakinleşiyorum. Neredeyse, bir duble rakı eşliğinde yenen asma yaprağında sardalye kıvamındayım. Tadımda belki az biraz tuz eksik... Onu da bizim Cano ekliyor sağolsun. Gelmiş gene bizim oğlan. Kokumuzu mu duyuyor bilmiyorum. İlk önce onun yemeğini veriyorum. Uzanıp yatıyor arabanın önünde. Bu gece 3-5 nöbeti onda. Mangalcı çoktan yerini almış, yıkanan asma yapraklarına tek tek sarıyorum tazecik balıkları... Salatayı hazırlıyorum bir yandan. Dilimde bir nağme, mırıl mırıl mırıldanıyorum. Eser yok grimden, resmen sımsıcak bir turuncu oluyorum gene. 

***

Akşam güneşine karşı soframız kurulu. Huzurumuz yerinde. Sohbet kıvamında. İlk kadeh ikimize... Ne iyi ettik de bulduk birbirimizi. Ne iyi ettik de güne erken başladık... Ne iyi ettik de günün kalanını kurtarıp bir mola verdik koşuşturmaya... "Ne iyi ettik"lere eklenecek onca cümleye ara verip, neyi daha iyi edelim diye hayaller kuruyoruz. 

*** 

Hayat bize güzel...


Tanıdık tanımadık kim varsa benzer cümleler kuruyor bize: "hayat size güzel"
Güzel kılmak için çaba harcıyoruz, dönüşüyoruz, kendimizi iyileştirecek "şey"lere tutunuyoruz.
Onları hayatımızın bir parçası haline getiriyoruz. Çaba harcıyoruz. Birlikte... İnanarak, güvenerek, değişerek... En çok bu iyi geliyor bize.

***

Hayatın güzel olması için bir kaç püf noktası var bence. Başlıcası ve belki de en önemlisi rüzgara direnip kırılmak yerine, esnek kalıp, değişime açık olup, sert rüzgarları bile bertaraf edebilmek. 
Şimdilerde, 50'ye de merdiven dayamışken, bunu unutmamayı, akışa selam edip, her şeyin geldiği gibi gideceği fikrinden uzaklaşmadan, içimi bana iyi gelenle doldurmak niyetindeyim. 

***

Velhasıl, hayat aslında bozuk bir saat misali, ille güzele denk gelir bir iki kere... 




14 Temmuz 2020

Yaptım Bir Delilik - Gitmek Üzerine


İg'de dolanıyorum. Kafa dergisinin bir gönderisinde "gitmek" temalı bir yazı veya fotoğraf gönderin diyor. Emir telaki ettiğimden değil de, heves işte. Daha önce bir ara yazmaktan keyif aldığım "Kazara Yazar" blogumdaki yazı düşüyor aklıma. Hemen otorite kabul ettiğim sevgili Buraneros'a mail atıyorum. Bir şeye benziyorsa göndereyim diyorum. Bilmem artık yazı bir şeye benzediğinden mi yoksa beni sevdiğinden mi? Gönder diyor.

Gönderiyorum. Bu arada İg'deki gönderide bir ayrıntı dikkatimden kaçmış. 1200 vuruş olacakmış. Benim gönderdiğim 3500 boşluklu haliyle... Kafadan ret yerim yani. 

Ama olsun. Sabahki heyecanı yetti bana. İçimde kelebekler uçtu.

***

#yolda2yolcu olma halidir bu fotoğraf... yolda olmanın, yolcu olmanın simgesidir bir nevi


Gitmek üzerine kendimle sessizce...

Yaşamak gitmektir demişti. Durdun mu yaşam biter. Gidiyorum. Nereye, ne kadar yol kat ederek gideceğim önemli mi? Belki senin için önemlidir. Ama benim için önemli olan gitmek. Oysa kök salmayı da severim ben. Bir adamın yüreğinde kök salmayı ne çok diledim ömrüm boyunca. Saldım mı? Bilmem... Çünkü ben giderim. Hep gittim. Huy değil benimki, bir tercih. Şairin dediği gibi kalan terk ettiği için mi bilmem de bildiğim bir kere gittin mi, bir kere kök salmayı düşleyip de salamadan her toprakta yeşerip yeşerip soldun mu, gidersin işte. Gidiyorum ben de. Elimde sırt çantamdan fazlası. Yüreğim ilk aşk heyecanlarından hallice. Uykularım bölük pörçük, düşlerim hep yarına gebe. Şimdimi sorma, söyleyemem. Öylece duruyorum işte. Dururken nefes almaz insan. Ölümdür durmak, solmak, toprağa karışmak. Durmak, kök salmak olsa tek başına, yani başlı başına ve tek başına kök salabilse insan durup dururken...

Sana bir sır vereyim mi? Ben senden sonra çözdüm galiba hayatın anlamını. Kökünü kendi toprağına salacaksın yaşamaya karar vermişken, yani yüreğine, kendine yani. Başka topraklara karışmak kolay, zor olan başka topraklarda kök salmaya çalışmak. Şart mıdır diyorsun? Ben her nefes alışımda başkasının bahçesinde kırmızı bir sardunya olayım istedim, sarı bir mimoza, ya da ne bileyim, en asisinden yabani bir beyaz papatya olmaya da razıydım. Şart olduğundan değil elbet, istediğimden. Öyle olursa her mevsim çiçek açan yediveren gibi olmaz mıydı insan? Kendi bahçemi geç fark edenlerdenim ben. Zamanla anladım; kendi bahçemde hem her çiçek bendim, hem de hiç biriydim. Belki de bunu bilmek özgür kıldı beni, senin kurak toprağında solunca anladım belki de. Yeşilim sararıp, dallarım toprağa erince, çiçeklerim canlılığını kaybedince, kim bilir gitmek de o vakit düştü belki de aklıma... İşte o zamanlar fark ettim, ıslah edilmemiş bir bahçeydim ben baştan sona. 

Gidiyorum. Nereye, ne kadar yol kat ederek gideceğim önemli mi? Belki senin için önemlidir. Ama benim için değil. Artık değil! Ben gidiyorum. Çantama onlarca şeyi doldurdum. Seni de koydum bir torbaya. Seninle kurulan hayalleri. Hayaller geçerken bir bir yüreğimden, fark ettim, ben ne zaman sana varsam, toprağına kök salmak istiyorum. Koparıyorum kendi toprağımdan köklerimi. Oysa sende ne su var ne de güneş, üstüne üstlük verimsiz topraklar gibi çatlamış bir yürek. Nice sonra gözlerimin feri sönünce anladım, kurumaya mahkum ediyorum çiçeklerimi, senin kuraklığına teslim ediyorum nefesimi. Kaç zamandır açmadan solması bu nedenleymiş diyorum. Susuyorum duyuyor musun? Kendi toprağımda kana kana içtiğim yaşamı, senin topraklarında yitirmekten yorgunum, öyle susuyorum işte yaşamaya sana her vardığımda.

Çantam ağır... Çantam çok ağır.

Açıyorum çantamı, ne kadar anı varsa bırakıyorum onları sundurmada ve kapı eşiğine koyuyorum birkaç parça şarkıyı da, beraber dinlerken kelimeler vardı saklanmış kulaklarıma, özenle çıkartıyorum ve bırakıyorum onları da sokağın köşe başında. Gidiyorum dedim ya sevgili, gidiyorum, bir öğle vakti kuşlarla kanat çırpmaya, renk renk çiçek olup arılarla konuşmaya, kelebeklerle bağıra çağıra şarkı söyleyip, yaşamaktan sarhoş olmaya... Köklerim mi? Köklerim artık yüreğimde. Anlayacağın, bundan böyle ben nereye onlar oraya. Ah sevgili emin ol gül yüzüm kolay kolay solmaz bir daha. Anladım artık güneş de benim, su da. Gidiyorum yabanda renk renk, desen desen çiçek açmaya. İster sardunya olurum, ister mimoza, belli mi olur belki yabanda bembeyaz bir papatya.

***

Üniversitede bir dersimiz vardı. Onu hatırladım bu 1200 vuruş meselesi üzerine. Önce bir konuda makale yazmamızı isterdi hocamız, 7000 vuruş. Kolay değil yazmak öyle bir avazda 7000 vuruş. Bir hafta sonra onu kısaltıp 3000 vuruş olarak bir daha isterdi. Sonra 1000 vuruş.

Denedim aynı yöntemi, 1213 de kaldım. İnmedi daha aşağıya


*** 

Gitmek üzerine kendimle sessizce...
Yaşamak gitmektir demişti. Oysa kök salmayı severim ben. Bir adamın yüreğinde kök salmayı ne çok diledim ömrüm boyunca. Bir kere kök salmayı düşleyip de salamadan her toprakta yeşerip yeşerip soldun mu, gidersin işte. Kapının önündeyim. Elimde sırt çantamdan fazlası. Yüreğim ilk aşk heyecanlarından hallice. Gitmeden önce sana bir sır vereyim mi? Kökünü kendi toprağına salacaksın yaşamaya karar vermişken, yani yüreğine, kendine yani. Kendi bahçesini geç fark edenlerdenim ben. Başkasının bahçesinde kırmızı bir sardunya olayım istedim, sarı bir mimoza, ya da ne bileyim, beyaz bir papatya olmaya da razıydım. Şart olduğundan değil elbet, istediğimden. Her adımda çantam ağırlaşıyor. Son bir kez açıyorum çantamı, ne kadar anı varsa bırakıyorum onları sundurmada, kapı eşiğine koyuyorum birkaç parça şarkıyı, beraber dinlerken kelimeler vardı saklanmış kulaklarıma, özenle çıkartıyorum ve bırakıyorum onları da sokağın köşe başında. Gidiyorum, bir öğle vakti kuşlarla kanat çırpmaya, renk renk çiçek olup arılarla konuşmaya, kelebeklerle bağıra çağıra şarkı söyleyip, yaşamaktan sarhoş olmaya. Anladım artık güneş de benim, su da. Gidiyorum kendi yabanımda renk renk, desen desen çiçek açmaya. İster sardunya olurum, ister mimoza, belli mi olur belki de bembeyaz bir papatya. 

06 Temmuz 2020

Kör Gözün Sessizlikle İmtihanı

Güzele vuran akşam güneşi



Rüzgarın uğultusuna karışıyordu düşünceler. 
Gidip gelmelere değil de savrulmalara yenik düştüler. 
Düşünceler!
Birbirinden kopuk, parçalanmış, hor görülmüş, dikkate alınmamış, itilmiş bir köşeye... 
Çıkıyorlar teker teker: anlaşılmak tek dertleri... 
Rüzgar! Ahhhh deli rüzgar, kalbim gibisin, çarptıkça sertleşiyor kabuklarım. 
Kabuğu çatlayan bir ceviz misali, düşüyor yere düşünceler,
üstelik içi kurtlu, kara kuru bir nüve. 
Kabuklaşan düşünceler... Rüzgarda savrulur durur, başka da bir işe yaramazlar zaten. 


***

Niyetleniyorum, tam bir instgramer olacağım, içimin "kazara yazarı" susmak bilmiyor. #evrencekaralama iyi  bir etiket oldu bu anlamda, aklıma geleni, fotoğraf ile ilgisi olmasa bile, not ediyor gibi oluyorum, böylece bir gün yeniden "blogger" olmaya niyetlendiğimde elimde onlarca notum olacak yazıya dönüşecek diye de kendime bir teselli ikramiyesi vermekten geri kalmıyorum. 

Disiplin ve düzen isteyen işlerden elimi çektim şu aralar. Kafa nereye biz oraya bir hayatın içinde #yolda2yolcu olarak yolları, uzak ya da yakın olsun fark etmez, kapı komşusu etmeye niyetliyiz. Herkes "siz ne güzel oldunuz" diyor, olacağız tabi, birimiz 60'a birimiz 50'ye merdivenleri dayadık, üstelik maviş ile hayalimize göbekten de ciddi bir  şekilde bağlandık. Biz olmayalım da kim olsun? Şu yaşlarına kadar ömründe çadır bile kurmamış bir ikili olarak son 3 yılda cebimizden  çıkarttığımız karavancılık ile gezgin olarak halimizden çok ama çok memnunuz. Çevremizdeki herkes "bayılıyoruz size" diyor. Versen mavişi 3 gün, 3 saat sonra geri dönecek olanları evleri bile geri almaz. 

Her görünenin bir zorluğu var hayatta. Karavan hayali kuran erkeklere söylenen klişe bir laf var "eşin istemiyorsa hayal bile kurma" diye. Biz de tam tersi oldu, benim derdim gücüm, yollarda olmak, sevdiğim adam; mahalline yan oturmuş bıçkın delikanlı edasıyla "ben de uzun yol şoförüyüm, yaparız bi güzellik" deyince samanlık seyran oldu haliyle. 

***

İnsan dilediğince yaşar mı gerçekten de hayatı? 
"Gerçekler hayallerden ilham alır" lafını ettiğimden beridir ki, inanırım yürekten, hayal etmekten vazgeçmediğim şeyler için hep minnet duyuyorum şu yaşımda. 

***


Biri 10 günlük yurtiçi (Marmaris ve Datça Yarımadası), diğeri 2 haftalık 7 ülkeyi kapsayan tur ki Viyana (hem "west" olanda hem de "neue donau" olanda konakladık) ve Veliko Tırnova gönlümüzde taht kuran iki kamp alanı olmuştu, 3 yıla onlarca kamp deneyimi sığdırdık. 

Türkiye'de ilk ikimiz ise kesinlikle; Aktur ve Altınkamp. Ne yazık ki geçen sene sezon sonu olduğu için Aktur'da kalma fırsatı bulamadık, onun yerine Çubucak Orman Kampında kaldık ki, Ekim sonu nedeniyle harika anılarla döndük oradan da. Bu yıl ki planlar bambaşkaydı. Pandemi gelip dünyaya "he canım he, siz hayaller kurun ben yıkmasını bilirim" diyene kadar. 

Kafamız iki elimiz arasında, dağa mı vursak kendimizi, denizler mi aşsak diye düşünüp dururken, "vişne" zamanı geldi çattı. İlk defa "vişne mevsimi" - ne güzel bir film adı olur ya da kitap - buralarda olunca kaçırmayalım bari dedik. 

***

Ve kaçırmadık, eee reçelin sultanı annem Çeşme'de olunca da, fırsat bu fırsat deyip, Bursa'nın zeytin, vişne ve kayısı yetiştiriciliğinde bir efsane olma yolunda ilerleyen Doğru Çiftlik, Zeytincilik, Yaş Meyve Sebze Ltd. Şti.'den topladığımız üç beş sepet meyve ile düştük yollara. 

İlk durak Çeşme... Vişne suları, reçelleri, kayısı marmelatları, kompostaları derken... Yaş getirdiklerimizi, şişelenmiş olarak alıp düştük yollara... 

İkinci durak Altın Kamp... 

Sevdiğimiz bir yer Altın Kamp; temel felsefesini kurucusu Tahir Altın'ın ekolojik felsefesinden alan, kalıcı bir doğa koruma projesi olarak sürdürülebilir ekolojik turizmin yaygınlaşması arzusu ile 1963'de temelleri atılmış bir aile işletmesi. Her yıl sezon dışı uğradığımız kamp alanı bisiklet tutkumuz için de ideal bir sürüş parkuru sunuyor. Sırtım orman önüm deniz hayaliminse resmedilmiş hali gibi. Ören; terlemeden yaz tatili yapılabilecek nadir yerlerden... Nasıl güzel bir esinti... Denizi soğuk diyorlar... Onlar kesin henüz annemlerin yazlıktaki berrak, içilesi ama dondurucu suları ile tanışmadı. 

Sabahın erkeni, instagramer olmaya ramak kalmıştı.
***

Neden bu yazının başlığı "kör gözün sessizlikle imtihanı" oldu, almayanlar için gelelim skincare - silence bilmecesine.

Gözler 50'ye merdiven dayamış yaşımın da verdiği hallerden dolayı, yakını uzaklaştırarak görebildiğinden beri, gözlükler gri kısacık saçlarımı vurgulayan bir aksesuar olarak günlük hayatımın vazgeçilmez bir parçası oldu haliyle. Beni tanıyanların tahmin edeceği üzere; sürekli bir gözlük unutmaca ve bulamamaca durumu ile karşı karşıyayım. Çoğu zaman "amannnnnn boşver görür benim gözüm deyip" oluruna bırakıyorum hayatı. 

Yine öyle bir gün. Uyanmışım, mis gibi bir havaya vermişim selamların en güzelini. Oturmuşum, salon salomanje bahçe katımda günlük meseleleri takip ediyorum. Sabahın serini ile rüzgarın dallarla birlik olup yarattığı muazzam senfoniye kendimi kaptırmışım. Huşu bu olsa gerek. Ani bir dönüşle, hemen arkamda yer alan manzaranın muazzam büyüsüne çekiliyorum. Tembel bir "instagramer" olarak yerimden bile kalkmadan, basit ve uğraşsız bir hamle ile görüntüyü yakalayıp, üstüne bir de efekt buluyorum... Oh mis.

Ben o anın huşusu içinde yitip gitmişken ekranda silence yazdığını düşündüğüm efekti uygulayıp bir güzel  instagramın "story" kısmına şahane anımı kaydettim: Sessizliğin içindeki huzur... Anlatılmaz yaşanır!

Gün içinde "cilt bakımı nedir ayol, spa merkezinde falan mısın" sorusu ile gelen mesajla kör gözüme sevgilerimi ilettim.  Benim "s" ile başladığı için "silence" olabileceğine kanaat getirdiğim kelime küllüm saçma bir noktaya varıp "skincare" olarak yerini almış ölümsüzleştirdiğim anımla da zerre ilgisi olmamış. Durumu "güneşe çıkmıyorum ya, bir nevi cilt bakımı için çam gölgesinde oturuyorum" diye kurtarsam da; kör gözüm bu imtihandan ne yazık ki geçer not alamadı. 








19 Haziran 2020

Kimseler Tutmasın Beni

Ya da tutsun ya... 

Merkür retrosu başlamış. Geçmişin anıları serpiliyor dört bir taraftan, yaz yağmuru gibi; sağanak ama güneşli, bulutlu ama sıcak... Yer yer gök gürültülü ama alabildiğine ışıltılı... 

Anılar havuzu...

Derinliği önceden belirtilmemiş... Ayağımın ucuyla bir bakayım diyorsun, o an için hani suyun sıcaklığına bakmak gibi bir hal seninki. Ilığı, sevgilinin sırtına üflemesi gibi, tenini canlandırana karşı koymak ne mümkün; yüzerken usul usul, biraz korkak ve elbet tedirgin... Girdap! Bilir misin? Kapılmak gibi. 

Bir arkadaşa bakmak gibi... Polis mekanı basmış da sen "ama ama ama" diye gevelerken, azıcık da mıçtık der gibi... 

Anlatamadım değil mi? 

Dalıp gitmek gibi, bir anının içinde kaybolmuşken, bir ağaç altı gölgesinde hayallerin tebessümü yüzündeyken, hayal et: alabildiğine mavi bir gökyüzü; elmanın kırmızısı, ağacın yeşili sarmış tüm benliğini, toprağın kokusu burnunda, ezilmiş çimenin kokusuyla yarışıyor... Şimdi al tebessümü yüzünün ortasına, yanaklar muzip bir pembe tonunda... Dudaklar ıslak... Yok yok kayma başka diyarlara. Kal orada. O masum hayal dünyasında. Hah! İşte tam da o anda olgun bir elmanın başına düşmesi gibi. O kafaya o taş gibi elma gelecekti de zamanı mıydı yani?

Anlatamadım değil mi?

Dinyeyicisi olmadığın arabesk bir şarkının sadece bir iki sözcüğünü hatırlamak gibi... Anılarrrrrr.... Şimdi gözümde canlandılar... sözlerini banyoda tek başınayken ciğerden okumak gibi... Ve hatta nikah masasına beni de çağır sevgilim der gibi... Gözlerde yaş damla damla akarken, zihninin "ne diyorsun oğlum sen" dediği o boktan an gibi... 

Anlatamadım değil mi?

Onca saat ve anı sonrasında, savrulurken 10 yıl öncesinden 20 yıl öncesine, geçen yıldan, dünden, iki binli yılların başlarına, bir saat öncesine ve hatta parklara, bahçelere, ortancalara... Sırf onun da var diye bahçene renk renk diktiğin ve bugünkü hallerinden her gördüğünde mutlu olduğun... Ama artık bakarken hiç ama hiç o bahçede olmayı hayal etmediğin, hadi itiraf et; kısacık zamanlarda ve hatta o bahçede olup bitene zaman zaman tanıklık ederken, kimsenin duyamayacağı bir iç sesle satır aralarına "acaba"lar eklediğin o hallerden çıkmak için birden bire ve aniden ama derinden çok derinden sarsılarak Turgut Uyar şiiri Denge'yi hatırlamak gibi;

Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Tanrınız büyük amenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama sokaklar şöyleymiş
Ağaçlar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle dövüşemem
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
***


Bu yazıyı yazarken fonda çalan müzik; 

16 Haziran 2020

Hayat Üzerine Aforizmalar




"Hayat süre giden bir macera, 
sen seyirci olmayı umursa" dese bir şair, yerinde olurmuş.
Ama sensin!
Durduk yere kırılan kalbini onaran, hiç de beklemediğin anda gelen o cümleyi anımsa!
Öyle derin bir yerde, kuytunda, en gizli odanda bulmuştu ki seni...
Tanrı misafiri deyip buyur ettin. Hep edersin.
Cümlenin sahibi seneler evvel çıkmamış mıydı karşına, üstelik gene beklenmedik bir anda.
Gülümsemen 5 saniye sürdü anımsa!
Bir ömür kederi boğdu bir güzel söz daracık zamanda ya da sen öyle olmasını umdun amansızca.
Bir şairin muazzam bir betimlemesinde kavradın, 
Tanrı var!
Ve sen bazen, tıpkı adını ilk kez duyduğun o şair gibi gönül koyabiliyorsun olana.
Ah yüreği sonsuz sevgi ile donatılmış adıyla yaşayan evrenim, 
sen ki öfkesini ezik yüreğinde saklayan inatçı keçim, 
hak senin teslimiyetinde değil anlasana! 
Talep edenle veren arasında bir el olsan, yen içinde kalırsın.
Kırılır da kızılcık içtim der, hata payını, yaşanmışlıklara yama yaparsın.
Ne olur bu sefer unutma sen seyirci olmayı umursa, hayat ne de olsa süre giden bir macera.

#evrencekaralama

07 Nisan 2020

Havam 1500... Kocam bana Bük Kapatmış!



Ören'den Akbük'e kadar olan mavi yeşil yol, kıvrıla kıvrıla giderken "aşağıdaki koyu gördün mü"  sorusu ile "sen bakma" uyarısı peş peşe geliyor sıklıkla. Çünkü arabayı kullanan ben olmayınca seyre doyum yok, ama bir yanım Halim'e haksızlık ettiğimi söylediği için de onun da bu güzelliklerin keyfini en az benim kadar çıkarabilmesini de istiyorum. Bir yanım endişeli bir yanım heyecanlı. Kapışıp duruyorlar. Yaptığımız plana göre, gün batmadan oradayız ki, yakalarsak... Değmeyin keyfimize. Yol bitip de Akbük'e doğru kıvrılınca, Maviş'in camından bir fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafı çekerken, ineceğimiz koyun sadece bize özel olacağını düşünemiyoruz bile.


Akbük koyunda deniz kenarında orman içinde bir kamp alanı var. Oraya gideceğiz aslında. Sık orman içinden kıvrılarak koya inilen yol kenarlarında ara ara neredeyse orman sıklığında kaybolan ahşap evlere ve hatta TLC'nin küçük evleri ile yarışacak kadar cazibeli konteyner evlere denk geldikçe, hayaller şaha kalkıyor.  Sahile iner inmez göze çarpan menengiç ağaçlı koy, tarifsiz bir cennet köşesi vaadi ve koya demirlemiş 2 rüya yelkenli ile baş döndürdü bile. Sessizlik ve kimsesizlik hakim. Az ilerideki araç üstü çadırların yarattığı dost sohbete biz de dahil olacağız ama hava kararmadan bükün en sonunda yer alan ormana doğru ilerliyoruz. Güneşle ilgili tahminimiz bizi ya da beni yanıltıyor. Gün dağlara doğru batacak. Halim her zaman ki gibi benimle dalga geçiyor. Bir gün bana yönleri öğreteceği konusunda kendinden emin. Araba ile ormana doğru ilerlerken bir kaç lüks yata ve onların arasından süzülen denize takılıyor gözüm. Yansımalar muhteşem ki bu şu demek, sabaha bin muhteşemliğe uyanmak söz konusu. 

Ferdi selamlıyor bizi. Biz Ferdi'nin oraların muhtar yardımcısı olduğundan henüz habersisiz. Biz, bize verilen koordinatlar ve bilgiler doğrultusunda Muhtar Mustafa'nın mekanına doğru ilerliyoruz. Mekan salaş, sezon sonu dağılmış, parçalanmış, bakımsız ve pis haliyle hiç de katlanılası değil. Oysa kim bilir bir kaç hafta önce nasıl da baştan çıkarıcı  bir çekiciliği vardı. Vazgeçiyoruz. Menengiç ağaçlarının altındaki 2 araca yakın ama görece uzak bir mesafeye konuşlandırıyoruz Mavişi. Üstelik bir de korumamız var. Ona bir iyilik maması veriyoruz.  Kıvrılıveriyor yanı başımıza. Bu gece burada kalırız diyor Halim. Ah benim doğuştan "ourdoor" sevgilim. Tuvalet, duş???? diyorum.


Ferdi geliyor. "Abi hoşgeldiniz. Ferdi Tayfur'u bilir misiniz? " Kafamızı sallıyoruz. "Heh işte ben Ferdi'yim" diyor elini uzatırken, tokalaşma esnasında kendini öyle tanıtmasının sebebinin altını çiziyor. " Artık hayatta unutmazsınız." Haklı çıkıyor. Unutmuyoruz Ferdi'yi. Halim planından bahsediyor. "Akşam burada kalalım diyoruz" der demez, abi kalın 29 Ekim kutlaması için mekana da beklerim" diyor Ferdi. Üzerinde deniz şortu ve tişörtü ile henüz sezonu kapatmadığını der gibi bir hali var. Halim, "tuvalet ve duş ne olacak" derken, "Açtırıyorum abi." cevabı hızlıca gelip içimi ferahlatıyor.  Evren sorumu duymuş olmalı. :)

Tamam diyorum zaten iki kampçı daha var. Kalırız. 

Ferdi çocuğu gönderiyor. Ayak bastı parası 15 tl ödüyoruz bir fiş karşılığı. Tuvaletler açılıyor, duş temiz. Sıra geldi kumsala masa kurup yakamozlu geceye kadehleri kaldırmaya. Tam başlıyoruz hazırlıklara Halim ortada yok. Gecikmiyor gençlerle geri dönmesi. Merak etmişler Mavişi, onların da hayaliymiş. Araç üstünün de avantajları falan derken sohbet uzuyor. Biz onlara onlar bize deneyimlerini aktarıyor. Buzdolabı ve tuvaletten 10 puanı kapıyoruz. Dile kolay şu ikisine yaptığımız yatırım ile doğan görünümlü şahin alan var memlekette. 

Çocuklar ayrılıyor yanımızdan üstelik vedalaşarak. Onlar da araç üstü çadırlar nedeniyle birbirlerini bulmuşlar, biri güneye biri İzmir'e dönüş yapıyorlar. Kaldık mı baş başa? Neyse ki, Ferdi'nin mekan yürüme mesafesinde, üstelik 29 Ekim kutlamalarına da davetliyiz. 

Dertlenmiyoruz. Gecenin keyfini çıkarıp bir iki duble sonrası mekanda insanlarla kaynaşırız nasılsa. Soframızı kurup, sohbeti koyulaştırınca sessizlik içinde yitip gidiyor saatler. Gecenin serinliği hissedilir şekilde ısırınca sırtları, hem yemek sonrası yürüyüş, hem de kutlamalara katılma fikri ağır basıyor. Işıkları uzaktan ayırt edilen mekana yaklaştıkça marşlar içimizi coşturuyor.  Kumsalda 4 masa, kandili yerel üretim, bayrakları dalgalanan mekana varıyoruz. Ferdi, bangır bangır marş çalıp viski içiyor. Tek başına! 

Nasıl yani? Nerede insanlar, kutlama programı... Şaşkınlığımız yüzümüzden okunuyor o karanlıkta. "Abim valla çok mutlu oldum, buyrun, buyrun, size deniz kenarını hazırladım." Bayramlaşıyoruz. Kandili nasıl yaptığını anlatıyor. Denizin hemen kenarına koyduğu masada ille bir şey ikram edeceğim deyince Halim, kahve alayım diyor. Sade. 

Kahve geliyor, Ferdi'yi buyur ediyor Halim. Olurdu olmazdı derken, Ferdi de geliyor masaya. Akbük'ü anlatıyor, nasıl talan edildiğini, kendisinin bu çarklıdaki en kilit dişli olduğunu, 38 tane kızım var diyor, az sonra onları beslemeye kalkınca orada o kadar kedi olduğuna şaşırıyoruz. Bir ikisini görmüştük de geri kalan Ferdi'yi hissettiler mi bilinmez, mama dağıtımı yapılan alana doluşuyorlar ıssız koyun her bir ağaç, sandal, çatı, çöp bidonları ve daha göremediğim bir çok korunaklı noktasında. Alanda onlarca kedi var artık.

Dönüş yolunda Ferdi'nin anlattıklarını kafamızda oturtmaya çalışıyoruz. Talan edilen bu bakirliği bir sonra ki yıl gelince böyle bulur muyuz endişesi ikimizin de gözlerinden okunuyor.

Maviş tüm sıcaklığı ile bizi karşılıyor, dişler fırçalanıyor, pijamalar giyiliyor, biraz yaramaz bir iyi uykular öpücüğü ile gecenin sessizliğinde derin bir uykuya dalıyoruz. O anı hatırlıyorum, uykuya dalmadan hemen önceki 5 saniyeyi; sonsuzluk hissinin nasıl da bedenimi ele geçirdiğini, sabahı telaşla bekleyen tedirginliğimi. Ya uyanamazsam... Beden saati muhteşem iki çift olarak zamanında tam iki dakika önce açıyoruz gözlerimizi. O iki dakikada pijamaların üstüne birer polar alıp iniyoruz. Önce ben! 


Çıplak ayağıma giydiğim sabo terliklerin ile bedenimi saran kollarımla içimi ürperten o ışığa doğru kontrolsüzce ama  minik adımlarla ilerliyorum. Terlikleri çıkarım uyuyan denizi parmak uçlarımla uyandırıyorum. Serinlik, diz kapaklarıma, baldırlarıma ve bedenime yavaş yavaş yayılıyor.  Tarifsiz bir güzelliğin orta yerindeyim. Birden bir çift kol sarmalıyor bedenimi. Güven duyuyorum, sırtımı dayıyorum göğsüne ve derin bir nefes alıyorum. Huzuru ciğerlerime öyle bir çekiyorum ki... bir daha kolay kolay nefes verir miyim bilmiyorum.

Sabah yürüyüşünü tamamlıyoruz. Ferdi'ye günaydın demeyi ihmal etmiyoruz. Ormana doğru toprak yolu takip ediyor, iyice açlık bastırınca da dönüşe geçiyoruz. Güneş yükseldi. Ekim sonu için iyi bir sıcaklık var. İçimiz ısınıyor. Yüzen birini görünce hevesleniyorum. İki tekne de hala burada. Yüzen de bir balık adammış sonradan fark ediyorum. Belli ki akşama muhtemel bir rakı masası için balık niyetinde. Biz soframızı kuruyoruz.   Zeytinden, peynire, yumurtaya, cevize, bala, reçele... eksiksiz bir şehir kahvaltısı. Kahvaltı günün vazgeçilmezi. Hele de manzaramız deniz, sırtımız ormansa. Üstelik biz dışında kimse yok karada. Anlayacağınız havam o yüzden 1500. Halim'le gözgöze geliyoruz. Manzaradan ayrılan gözlerimiz şükranla, aşkla ve huzurla bakıyor, karışıyor birbirine. Bir süre öylece kalıyoruz, ta ki Ferdi; ablaaaaa hadi kızları beslemeye gel diyor. Masayı toplamak konusunda epeyce pratik kazandığımızdan 5 dakikada hazır hale geliyoruz. Bulaşıklar  bir sonraki durağa ulaşıncaya kadar kontrol altında. Uzaktan Ferdi'yi görüyoruz, çevresinde onlarca kedi, başlamış mamaları bölgelere göre serpmeye. Üçerli beşerli gruplar halinde yiyorlar. Bu Kezban diyor Ferdi, kimseyle paylaşmaz yemeğini, bu da Recai... Kezbanı uzaktan sevmiyorsa naberdim diyor.  Birbirinden farklı renkleri tavırları olan kızları besliyoruz, seviyoruz, öpüp, kokluyoruz. Kızlar diyoruz, çünkü Ferdi, onları kendi kızını sever gibi seviyor, o yüzden dişi, erkek fark etmiyor, hepsine kızlarım diyor Ferdi. Yılda iki kere görüştüğü kızana bir özlem onunkisi. Önceki gece bizde saklı kalacağını bildiğinden belki anlatıyor bütün öyküsünü.

Ferdi ile vedalaşıyor, Maviş'i yola hazırlanıp, son bir bakışla ayrılıyoruz koydan. Bir sonraki sene gene gelmeyi, Ferdi'yi ve kızları sağ salim görmeyi umarak...



Arkası yarın tadında: Hedef Çubuçak Orman Kampı mı?