ŞARKININ TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ŞARKININ TADI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2016

Yüreğin Kadar Kork Benden




Aslında bir kuş gibi özgürdük, kanadımız incinmeden önce. 
Sonra tutunmayı öğrettiler bize, dikili bir ağaç sanıp kendimizi, saldık köklerimizi toprağa.
Oysa çırpınmak var doğamızda. 
Böyle kırıldı tek kanadımız, yani boşuna! boşu boşuna çırpındıkça. 


Kulağımda kuş sesleri, doğudan batıya...
Düşüncelerim derin, köklerim boyunca.

Kanatlarımda bir sızı
Kanatlarımda bir ağırlık
Kanatlarım
Kanadıkça
Köklerimden kopup
Eğiliyorum toprağa
Şefkatin kadar sev beni
Yüreğin kadar kork benden

Uçuyorum ben sessizliğin girdabında
Uçuyorum ben sensizliğin girdabında



17 Ağustos 2015

Bulut Geçer Gözyaşları Kalır Çimende*

Bugün sanki biraz maviyim. Daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden ama... Bir tartışma ortamında, lila rengi iddiasında bir büyük kaybetmeyi göze alacak kadar. Anlatamıyorum değil mi? Zaten ne zaman içimde kelimeler birikse, anlatamam. Bugün öyle bir gün: anlatamadığım, maviye çalan lila rengi bir gün. 

Oysa sen beni anlardın biliyorum. Sadece sussam, gözlerine baksam ve hapşırsam... Gülümserdin biliyorum, içinden taştılar gördün mü derdin, sanki bir kaç kelimeyi de avucunla yakalamış gibi, sol elini  havada yumruk yaparak. Bakışında gizli bir cevap olurdu, ben daha sorumu sormadan beliren. Galiba en çok onu özlüyorum. Nasıl oluyor da en mavi hissettiğim günde bile sana varıyor kelimelerim. Oysa sen turuncusun. Hala öyle misin? Gün batımında hafif pembe kızıl bir gökyüzü belirir uzakta, pusludur hani. Sorsan en romantik andır kimileri için. Yaşamayan bilmez öncesini, onun bir öncesi vardır, bilmezler, düşünmezler, görmezler... Güneş turuncu bir top gibidir, sen tam da o turuncunun en kor, en yakıcı halisin. Ateşine düşmedilerse seni tarif bile edemezler. Sen! Hala öyle misin gerçekten?

Yaraları saran zaman, sen söz konusu olduğunda ucu sivri keskin bir bıçağa döner; kanatır yarayı; kabuğu mavi, ama lilaya çalan cinsinden; üstelik irini turuncu biriken. Bir toplu iğne başı gibidir kelimeler bazen, zamanla işbirliği yapıp en beklemediğin zamanda gelir o yarayı bulur, kanatır en derininden, sanırsın ki akacak irin, düşecek kabuk ve güneşin battığı yerden doğacak ay... Bakışların ufka sabitlenmiş beklersin, sanki göğe bakma durağında* yanlışlıkla inmişsin de, gelip seni oradan alacaklarmış gibi umutla gülümseyerek beklersin. Beklerken ağırlaşır göz kapakların, günlerin uykusuzluğu vurur gözbebeklerine, küçülürler... Gözlerini kısarsın, ha uyudun ha uyuyacaksındır... Kafanı çevirecek gücün bile kalmaz.   Kafanı çevirmeyi akıl etmezsen yeni doğan ayı göremezsin, gökyüzünün griye çalan maviliğinde kaybolur tutunduğun turuncu da aniden. Bakarken görmek için daha da uzağını, belki ardını güneşin, ateş basar seni inceden inceden. Uyku misali, gelip geçer aşk; ne zamanıdır, ne de yeri, gelip alacaklar ya seni, açarsın gözlerini açabildiğin kadar. Kapanmasın istersin göz kapakların bir perde misali, duraktasın ya, yüreğinin penceresini ardına kadar açar, uzun uzun göğe bakarsın. Yıldızlar çıka gelir dağılır geceye sere serpe sen gökyüzünde dolunayı ararken. 

Usuldan usuldan bir esinti başlar, durağın kuytusuna çekilirsin, ellerini ceplerine sokar bir türkü tutturursun. Oysa yıldızlara uzatmalısın elini, yıldızlara elini uzatmayı denemezsen, bilemezsin, insan nasıl da özgürleşir ve kurtulur kafasını kemiren düşüncelerden. Bugün günlerden turuncu ve ben alabildiğine maviyim, daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden! 


30 Ocak 2014

Akustik Hikayeler


Akustik var, hikaye yok diye başladı iki eski dostun sohbeti... 
Lezzet vardı sohbetlerinde, lezzet vardı sözlerinde, lezzeti kaldı yüreklerimizde.


Rüzgarlığı anlat bana dedi Şeşen
Bir rüzgar girdi içeri usul usul 

İyi ki geldik bu konsere diye takıldılar birbirlerine
Onlar sustu, gitarları sustu
Haykırdı seyirci

"Beni bu dertten kurtar"




Sakman aldı sözü seyirciden, rüzgar oldu sesi 
usul usul söyledi şarkısını

"Çünkü ayrılık da sevdaya dahil 
Çünkü ayrılanlar hala sevgili"

Sonrası hep bir ağızdan
Sonrası hep bir yürekten
Sonrası akla ziyan
Sonrası hep bi keşke...







Sonra selamladı iki büyük yorumcu birbirini,
seyirciyi de elbet...

Geri geldiler bir kez daha
"neler oluyor" dediler
Olan budur dedi seyirci
Bıraktı yüreğini

Onlar alıp gitti gitarlarını
Rakıyı içmek seyirciye kaldı












07 Haziran 2013

Light in Babylon ya da Kala Kalmak Bir Akşam Vakti




Günlerdir süren gezi direnişi, bir gece vakti yapılan konuşma ile yeniden alevlenecek gibi... Oysa kütüphanesi, aş evi, bale gösterileri, caz korolarının şarkıları, namaz kılan gençleri ve çöp toplayanları ile ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntıda ip uçları veriyor... Tabi ki anlayana!

Amacım bir arkadaşıma -daha önce sahnede izleme fırsatı bulduğum ve yine bu blogta ver verdiğim grubun  yani- Boğaziçi Caz Korosunun videosunu izletmek... Videoyu izlerken yanda sıralanmış videolar arasında donuk bir görüntü ile ekranda beliren kız tanıdık geliyor bana... Evet! Bu o kız... Şu aylar önce Beyoğlu'nun soğuk bir kış akşamında sesine hayran olup da sokak ortasında kalakaldığım kız... İbranice yanık bir ezgiyi... Vura vura ama aşkla kendinden geçmişcesine söyleyen, dinlerken içimde bir yerde bir şeylerin uzun ve soluksuzca cızzzzzz etmesine sebep olan o kız!

Siz sokakta dinleyin... Ama lütfen ne yapıp edin ve sokakta dinleyin. Bak lütfen siz gidip o kızı sokakta dinleyin. O ortamda... O atmosferde... Seslerin, renklerin, dillerin ve dinlerin birbirine karıştığı ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntının gizli ip uçlarının olduğu o sokakta dinleyin... Hani hemen şu gezi parkının yakınında binlerce insanın gelip geçtiği o sokak aralarında dinleyin. İnanın pişman olmayacaksınız. İnanın kala kalacaksınız. İnanın bir gün bu dünyada bir yerde herkesin tüm farklılıklarına rağmen bir arada ama mutlu, ama gülümseyen, ama salt sevgiye ve insanca yaşamaya inanan insanların çok, düşündüğünüzden pek çok olduklarına ikna olacaksınız.





05 Haziran 2013

Bu Kent Nazım'ı Sevdi




Tam da zamanı gibiydi... Tesadüfün böylesi başka nasıl açıklanırdı bilmem ama memleket sevdalısı memleketinde bir ağaç için başlayan direnişe ölümünden 50 yıl sonra destek verdi:

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

Nazım Hikmet Kültürevi'nde açılan 'Alnımın Çizgilerindesin Memleketim' adlı sergide Nazım'ın resimleri yer alıyordu, attığınız her adımda Nazım usulcacık sırtınızı sıvazlıyordu. Öyle usul, öylesine aşkla...

Sonra konser başladı. Güleç  ve aydınlık yüzleri ile sahnede yerlerini aldılar: Nedim Yıldız, Erkoç Torun ve Ali Seçkiner Alıcı... Yani Üç Anadolu Topluluğu...

Sonra sesler karıştı yüreklere, yürekler karıştı birbirine... Umudun sıcaklığı, sevginin merhameti yayıldı konser salonuna... Soluksuzdu herkes. O sırada karıştı tava tencere sesleri ıslıklara... Coşkusu yükselen bir çift gözdü gördüğüm. AŞKLA...

Yunus Emre oldu herkes, Nesimi oldu, Muzaffet İlhan Erdost oldu sonra... Sonrası Rüştü Asyalı sesinden bir Nazım şöleni... Geri planda Nedim Yıldız besteleri... Şiirler söz oldu, şarkılar marş... Coşkusu yükselen bir yürek gördüm... Olanlar oldu... Tencere tava sesleri karıştı ıslıklara... Umut ışık, ışık sahne, eller ses oldu... Sesler bağırdı ardı ardına... Karıştı ağaçlar ormana...

"Yaşamaktı o gece olan biten... Yaşamak insan gibi, direnmekti insanca... Yani akrep gibi yaşamanın ne anlamı vardı değil mi ama..."

Güzel oldu... İyimserim Dostlar diye bitti konser... Islıkla karıştı havaya... Tencereler tavalar sonrasında... 

Sanki o anda durdu zaman, sanki iyimserdi bütün bir dünya...
Sonra yürüdük bir uzun yol boyunca... 
Sonrası alkışlar, 
sonrası aydınlık, 
sonrası yarınlar... 

Sonrası Moskova'da bir kış günü

Yüzüne yılbaşı ağacının telli pullu
aydınlığı vuran çocuk,
belli, bilmiyorum neden, ama belli
yaşayacak benden iki kere çok.
Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.
Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü :
tek insan milletini pırıl pırıl.
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi...




13 Şubat 2013

Yine O Şarkı


Günün koşuşturmasında, 
aklın tilki oyunlarında,
dilin kavga ortasındayken 
zaman durur mu?





"Bütün bunlara rağmen, 
ben hala 
ne zaman 
“Ain't no sunshine when she's gone" çalsa, 
senin o şarkıyı dinlediğin 
ve bana dinlettiğin günü hatırlayıp ağlıyorum."





04 Haziran 2012

Eskikaraağaç, Moğallar, Leylekler ve DİÇ - Selvi Boylum



Cumartesi akşamı, günün yorgunluğunu bile üzerimden atamadan Leylek Şenliğine gitme vakti geldi. Öncesinde bahçeye uğrayıp dalından dut yemek de ayrı bir keyifti. Bu yılın konuğu Moğallardı. Köyün bir - iki hafta önceki yalnızlığını da bildiğimden gördüğüm kalabalık karşısında biraz ürkmedim desem yalan olur. Ufak tefek aksaklıklarına rağmen, organizasyon için harcanan çabayı görmemek imkansızdı... Konserin estirdiği rüzgara kapılıp giden bir avuç orta yaş üzeri insana bakıp, nereden nereye diye iç geçiren bir tek ben değildim. Gözlemeci, çiğ börekçi teyzeler, macuncu ve çıtır helvacı amcalar, çocukluğumda bir kere katıldığım Manyas Panayırının çocuk hallerini anımsattı... Ama galiba beni en çok etkileyen ve gecenin unutulmaz anlar listesine eklenmesine sebep: Cahit Berkay'ın film müzikleri çalarken burnumun ucunu sızlatan anlara varınca baktığım aynada gülümseyen yüzümü görmekti ki, pek sevdim.  O filmi onlarca kez seyrettim, o şarkıyı onlarca kez dinledim, o adama, o kadına, o sevgiye... her seferinde ağladım.








görsel / buradan

27 Nisan 2011

Aşk Üzerine*



hiç duymamıştım sesini... hiç bilmiyordum adını. blog yazmayı bu yüzden seviyorum. öyle zenginleştirdi ki dünyamı. sevdiğim adam da sevince kadını, işte belki de herşey o zaman başladı. bütün albümleri hediye geldi önce, sonra dinlendi defalarca. defalarca ezberi yapıldı tınıların, köpükleri alındı kabaran duyguların... dün gece konserdeydim. ve eğer merak ederseniz, buradan buyrun ve okuyun bir geceden geriye nasıl olup da bir tek aşk kaldığını.



* yasmin levy konseri sonrası bende kalanlar üzerine...

04 Kasım 2010

Sonu Yağmur Olsa Da...


Oturdum sahilde bir taşın üstüne...
Uzaklara, gözümün alabildiği yüreğimin varabildiği son noktaya bakıyorum...
Ardımda bıraktığım çakıl taşlarından bir kule yaptım kendime...
Sırtımı sağlama dayadım...
Yanı kendime...

Es rüzgar!
Yağ yağmur!
Çak şimşek!

Yıkılmam demiyorum...
Ama artık daha çok dayanırım biliyorum...




__________________________________________________

Fotoğraf /  Soon@Neslihan Öncel
İlk Yayın Tarihi : Ekim 2009 

03 Ağustos 2010

Karmaşık, Çapraşık, Düzensiz, Eğri


Sabah ezanı okunduğunda,  son kadeh de yerini aldı masada.
Rakıya buz kalmadıydı... Geceye uyku o anda.

Sımsıcak ayın gölgesinde,
Yumuşak bir rüzgar; sarının soğukluğunda; esti, geçti.
Koyu turuncu havada,
 ağırlığınca asılı koca lacivert bulutların gölgesinde
akılda kalacak, bir öpüştü; biraz nemli.

Yağmur yağsa yeşil mesela, şu saatten sonra ne yazar,
kalem hüzünden başka, diye düşündü kadın.

Bulutun ardına saklanmış güneş, ay henüz çekilmemiş kuytusuna,
garip bir düello öncesinde güneş ve ay.
Kırmızı bir sevda dönüp ardını kıyılara, uzaklaşıyorken, ağır, aksak;
yürekte bir iz bıraktı: damla damla .
Güneş de ay da kalakaldı kendi tenhalığında.
Sessizce terk etti biri diğerine göğü.
Saygıyla.

Kangren olurdu yaşam, sırası gelen sahnede yerini almasa.
Diğeri bırakmasa! 


Bir ayrılık en çok ne zaman can yakar bilir misin?
diye sordu adam; cevabı bakışlarında :

gece hasretle sabahına kavuştuğu o ilk anda,
ay ışığını kaybettiği, güneş kendini ifade edemediği o yarı aydınlığın ortasında.
Ay içinde saklanmış ne varsa, bir ipin ucundan tutar ve gelir gerisi,
çorabın sökülmesi gibi.
Güneş, yakar turuncu bir kibritle, ayın oltasında takılı kalan gerçeği.
Bir yangın çıkar yürekte, külün en gri tonunda
yağar an içine içine, ağlamak dersin sen buna.

Ne çok sevdim seni ben...  Hatırlar mısın?
Ne çok dedi adam, koyu kahverengi sesi
yankılandı bir baykuşun kanat seslerinde, çığlık çığlığa.

Yeniden çizip geçmeseydik yaralarımızın üstünden,
yeniden acıtmasaydık avuçlarımızdaki çıplak yürekleri
rakıya buz da bulunurdu, geceye uyku da, dedi kadın
belli belirsizdi adamın yüreğine değdiğinde sesi.
Bir kumrunun bakışına saklanmış hüznü, karşı çatıların üzerinden sessizce uçup geçti.









Farkındayım, ağır, aksak, damlayan bir yazı bu. Derdini anlatmaktan çok, kusan.... Sıralı değil sözleri, belki kelimelerin yeri bile yalan yanlış. Kafası karışmış bir çocuk gibi... Ağzından çıkanı duymayan bir yetişkin gibi... Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri...

Belki bir mektuptur aslında sana yazılan, bir vedanın kendini değişik kelimelerle resmedişidir, kimbilir: Bir tuvalde hiç görülmemiş bir renk, balta girmemiş ormanlarda tesadüfen keşfedilmiş yepyeni bir canlı, yüzyıllar öncesinden gelen toprakla kaplı bir sarnıç.

Okudukça için burkuluyorsa, duyguların karışıyorsa mesela, belki de amacına ulaşmış bir yazıdır bu.  Şiir ya da mektup olması neyi değiştirir ki...  Ne olduğu gibi görünüyor ki, ne olması gerektiği gibi oluyor söylesene.  Şekil midir, belirleyici...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, kafan giderek karışıyorsa, kafamın yansımasıdır belki de gördüklerin.  Netleşiyordur yani herşey, yansımada... İçim yansıyordur içine, hiç düşündün mü?

Çıplaklık, tensel midir? Ya tinsel çıplaklığımı sözlerinin önüne sermekse soyunmaktaki amacım; kelime kelime, hece hece, cümle cümle soyunup, çırılçıplak bırakmaksa inançsızlığımı aklının yargısında. Sevda inançta saklı tutar ya gizemini, hani karalığını bulur ya o gizemin derinlerinde... Yoksa sevdanın karalığını belirleyen karşılığındaki aklık mıdır? Kara bir sevdaya tutuşsa yürek, yangınında mı bulur anlamını, yoksa külünde mi? Bir yangının külünü yeniden yakıp geçecek kadar güçlü değilse anlar, yaşanan aşk mıdır? Bir soru nasıl da soruları doğuruyor kendi içimde, bir batında dokuz yavru doğuran dişi bir köpeğin sancıları kıvrandırıyor beni. Sere serpe bir doğum sancısı bu: kıvranıyorum, sürenerek yüreğimin içinde. Ölü bir doğumsa beklenen, yırtar göğü çığlıklarım, duyduğun vakit sakın korkma.

Yoksa aşk gibi gözüken bir düş müdür üzerine yazılan herşey. Çıplak bir aşkın gerçekliğiyse yürekleri yakan, içindeki olmazlarsa, dışındaki olurlara inat, savaşmaksa içindekilerle, çıkan yangını söndürmek yerine, körüklemekse ne varsa elde avuçta... Yoksa düş gibi gözüken bir aşk mıdır üzerine yazılan herşey. Kurulmuş bir düşün hayalciliğiyse yüreği yakan, kurgusundaki olurlarsa, gerçekliğindeki olmazlara inat, tutunmaksa ya olursalara inatla, yüzleşmek istemekse gerçekle, çıkan yangını söndürmekse aklın ilk sözünde...

Karmaşık, çapraşık, düzensiz, eğri duruyorsa herşey, yüreğin giderek karışıyorsa, yüreğimin yansımasıdır belki de anladıkların. Netleşiyordur yani herşey, yansımada... Yüreğim yansıyordur yüreğine, hiç düşündün mü?

Bunlar da nereden çıktı şimdi deme, giderken bıraktığın; ağır, aksak, damlayan ve kül kokan kelimelerinden, ancak bunları yazabildi yüreğim, yangının ortasından çekip de çıkarttığım sevdanın üzerine, kustu belki de...  



22 Temmuz 2010

Yitik Zamanlara Ait Bir Şarkısın Sen

Notes About Life



Yitik zamanların kahırlı türküsüydü dilimdeki, kelimelerin kanatırken yüreğimi, sus söyleme derdim, şarkılardaki gibi. Oysa bir sevdayı dillendirirken, seyretmeyi severdim kendimi gökyüzündeki yıldızlarda ki; bir tanesi hep kuzeyin soğuğunu yüklerdi sırtıma böyle zamanlarda. Sırtımın ürperdiği anlarda sar beni isterdim; sarıp sarmala yüreğinin kuytularında. Ah be sevgili nerden bilirdim, sevenler  ağlarmış şarkılarca. Şimdi gülümsüyorum kaderime, sensiz İstanbul'a düşman olmuşum, üstelik bile isteye. Aşk oyunu mu diyorlar buna, hani bir küsüp bir barışmalı olunca hayatla.

Sen hatalarımdan biriydin yalnızca ve ben hayat güzelmiş diye dolaştım yanyana yürüyemediğimiz sokaklarda. Ben böyleyim dedim, ben böyleyim üzgünüm acı geliyorsa sözlerim. O zamanlar afilli bir yalnızlıktı benimkisi, yanarım, yanarım tutuşur kavurur ateşim, seni de beni de belalım diye naralar atardım, surların altındaki ayyaşlarla.  

Hatırlar mısın bilmem son gecemizi; kır zincirlerini bu gece, bu gece son, bu gece son olsun dokunduğun tenimdeki titreme demiştim sana. Yeter ki sen sev beni istemiştim, gözünün içine baktığım günler artık çok geride, anlıyorsun değil mi? Seviyorum kahretsin ki, silemezler gönlümden ne aşkını ne seni, sana diyorum be sevgili duyuyor musun beni yazmıştım son mektubumun son satırında.

Deli gönül sevdasını ben bilirim, yardan ayrı kalmasını da yazmıştım bir başka seferinde, 24.05.2006 tarihli ajanda sayfasına. Keskin bir bıçak şimdi geçmişin anıları elimde, haberin yok ölüyorum ben. Bakma bana öyle derin.  Ya da ne olur bak bana biraz... da yazmıştım bir seferinde, tarihini hatırlayamadığım bir günde sararmış ajanda yapraklarından birine. Artık gül pembe olsa da yüzüm, gözlerimde geçmiş zamanlardan kalma bir hüzün. Vazgeçtim ellerinden, vazgeçtim gözlerinden dediğim her seferinde anladım ki ben kendimden vazgeçmişim.Her seferinde, belki alışman lazım diyordum kendime. Acı hatıralar dolaşırdı o zamanlar hep aklımın köşelerinde. Neler oluyor bize demeye bile fırsat tanımadıydı ya zaman aşkımıza. Olsun be sevgili, bu şarkılar da olmasa, hislerimi yazacak halim de yoktu aslında. Ama söylemek istediğim bir şey var şimdilerde sana: Hani kırılırsın, üzülürsün diye, incelikler yüzünden yani kısaca, hep sustum ya ben sevdamın ortasında, geç olsa da anlamıştım, kuru dallardan yapma köprüden geçiyordu aşkımız ve güllerimiz solmuştu kaldırımlarda. 

Artık yaşamak için kendime başka bir anlam bulmalıyım yarınlarda dediğim gece seni gördüm rüyamda. Nerdeysen,  ama nerdeysen, kimleysen, her nerdeysen, mühim değil, artık senden hareket vaktiydi biliyordum. Herşeyi yak, beni yak, kendini yak diyordu yüreğim. Bir defa sevmek bin defa ölmek demekmiş, giderken dilime pelesenk etmiştim. Ne senden öncesi, ne senden sonrasıydı düşündüğüm. Verme, akıl verme dedim kapıyı kaparken, duyuldu mu bilmem, vereceksen huzur ver şu saatten sonra dedim merdivenleri inerken.

Seneler alıp gidiyormuş ne var ne yoksa herşeyi. Hani tutamazda kendini her ayrılık sonrasında, bir ümitle ya olursa dersin ya hep, bile bile herşeyin bittiğini, ben demem şu saatten sonra bir daha. Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım senden sonra.

Sen yetinmeyi bilir misin, ben çoktan öğrendim. O nedenle; senden geri geri giden ayaklarımı geri almaya geldim. Nereye böyle dersen, yeni bir sevdaya yelken açan yüzümde görürsün gamze gamze gülüşümü. yani anlayacağın sevgili, ikinci bahar yaşıyor şimdi ömrüm.

Ha bir de unutmadan, yitik zamanlara ait bir şarkısın sen, uzun zamandır dinlemediğim. Hoşçakal sevgilim, artık gidebilirsin,  yüreğimi özgür bırakarak, arkanı dön ve çık. İstenmiyorsun artık!



06 Temmuz 2010

DİÇ / Uzun İnce Bir Yoldayım



 
Haberdarsınız mutlaka ama, ben kendime de bir ödev olması için koymak istedim dünyama...
İnsanların; inandıkları, savundukları ve sahip çıktıkları adına attıkları somut adımları kendime bir anlamda ayna gibi tutmak istedim.

Ben bu türküyü de çok severim...
Daha önce de, Divane Aşıklar'ı çalmışlardı ki,
onun yeri bambaşkadır yüreğimde...


Şimdi bir kere de siz DOĞA İÇİN ÇALın derim...
İnanın pişman olmayacaksınız...




Doga icin Cal 2 / Uzun ince bir yoldayim 

04 Temmuz 2010

Üçü Bir Arada





Ne zaman normalleşti, evli bir adamın sevgilisinden bebek beklemesi.
Ne zaman!

Fotoğraf için buraya
Haber için şuraya, bakıverin.


Bir de tavsiye ederim yandaki listeye şöyle bir göz atıp, zaman ayırıp dinleyin.
Güzel bir pazar geçirmenize vesile olur belki.
Bugünlerde bu müziklerin tınısı dolanıyor içimde.



03 Temmuz 2010

İşte O An / Bir Konser Üzerine




lara fabian - adagio



Mucize günler öncesinde, biraz meraklı biraz da telaşlı bir 'iyi ol' cümlesi ile başladı. 'nasıl düzelecek bir bilsem' diye geldi karşılığı. 'dilerim zaman çabuk geçer ve çözülür herşey' temennisi miydi bilmem aklına; 'gitmek istersen davetiyelerimi sana ulaştırabilirim' cümlesini getiren ve benim de büyük bir heyecanla bu teklifi kabul etmem.

Onu kelimelerinden tanıyorum sadece; o bekriya benim için, pilli, herşeyin öylece ortada bırakılıp dağınık kalmasının müsebbibi. Dağınıktı yazıları, 'Dağılmış onca şeyden geriye kalan bir tek yazılar, bırak dağınık kalsın o halde !!!' diyordu, dağınık olmayı kelimelerden kendi dünyasına ne ara taşıdığı ise hiç anlaşılamıyordu. Bilmem; belki de bu nedenle dağılıp duruyordu son günlerde yüreği ve yüreğinin sesini dinleyen kendisi... Belli ki mottosunu değiştirmeliydi. O nedenle 'iyi ol' demiştim ona, ve 'iyi davran kendine'. O unutulmaz bir akşamın, bir ömür boyu unutulmayacak bir yüreğin sahibiydi ve dün akşam kendinden öte birini mutlu etmeyi tercih etti.

Bu mailleşme trafiğinden sonra, üç günlük raporun ardından kendimi işe kaptırmış ve dünyevi zevkleri unutmuştum bile. Toplantının orta yerinde, kapısı çalındı odamın. 'Sarı tişörtlü kargo adam' giriverdi içeri, elindeki zarf ile. Herkes şaşkın bakarken, gülümseyen bir tek ben, haliyle bana doğru uzatıverdi imza formunu. Nasıl da heyecan sarmıştı birden bire dört yanımı. Toplantı biter bitmez baktım biletlerime. Kiminle gitmeliydim ki bu konsere...

Konser günü gelip çattığında, bir gün öncesinden belli dozlarla alınmış Lara Fabian müzikleri, ruhuma işlemeye devam ederken ince ince, abimi götürmek geldi aklıma. Gerek çapraz bağ ameliyatına bağlı sakatlığı gerekse istediği gibi gitmeyen aşk hayatına ilaç gibi geleceğinden emindim ki, zaten aynen de dediğim gibi oldu.

Yerimiz güzeldi, sağdan soldan sürekli tanıdık yüzler ve sesler geçiyordu. Selamlaşmalar havada uçuşuyordu. Bir ara, bizi tanıyan bir abimiz, protokolde boş kalan yere geçmemizi söyledi. Önce bir tereddüt ettiysek de, ikinci sıranın tam ortasındaki boş üç koltuğu görünce, teşekkür edip geçiverdik en öne. Gökyüzü, kuşların göç yoluydu, yoğunlaşan seslerine kafamı kaldırınca gördüm onu: İşte gene oradaydı. Ben hep buradayım diyen haliyle, ışıl ışıl tek başına parlıyordu.  O arada aradım işte, tam zamanıydı; sesini duymak bile yetmişti, bu konser yine de onunla dinlenecekti.

Hava karardığında ve ışıklar söndüğünde, yumuşacık bir ses duyuldu biraz uzaktan. Saygıyla selamlayıp seyircisini, intronun hemen ardından söylemeye başladı ilk sarsıcı sözlerini... Duru bir güzellik, abartısız bir kıyafet, saç ve makyajı ile gülümseyen gözleri, şarkıyı söyler gibi değil de anlatır gibiydi bir sese ait  en usul tonda. Konserin ortasına doğru üç kadından söz etti; onu etkileyen, bugün burada olmasını onlara borçlu olduğunu söylediği üç kadından.. Her parçadan önce, onlara adanmış onlarca kelimeye sığdırmaya çalıştı hayranlığını. Diana Ross şarkısını, Bette Midler'in bir şarkısı ile devam ettirdi. Ve son olarak City of Angels film müziğinden bir şarkı ile konserine devam etti. Ben kadın yorumcuları seviyorum dedi, aslında kadınları seviyorum, cesaretli oluşlarını, yüreklerini; hem kim sevmez ki dedi. Ortada boy bir leğen büyüklüğündeki çinko kap içine doldurulmuş suda çalınan ahşaptan bir salata kabına eşlik eden gitarı, onların çıkarttığı sesleri hayranlıkla seven bir tonda söyledi sondan bir önceki şarkısını ve bis için geri geldiğinde, piyanoya eşlik etti gürleyen sesi: Üstelik, Kanadalı bir şarkıcının bestesini yorumlamaya çalışıyorum diyecek kadar da mütevaziydi.

Bütün konseri yüzümde bir tebessümle seyrederken, yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm. Sahneyi tarifle başlardı cümlelerine, sahnenin tam ortasında duran koyu kırmızı iki kişilik koltuk ve üç şamdanın yarattığı o romantizm duygusunu dökerdi kelimelere. Sadece bir piyano, bir gitar ve vurmalılardan oluşan, o dev orkestraya mutlaka bir methiye düzerdi en içtenlikli cümlelerle. Ve Lara'ya, ve an'a, ve o gökyüzündeki yıldız'a, ve kuşlar'a, ve kimbilir evren'e dair ne güzel duyguları yoğururdu yüreğinde de dönüştürüverirdi an'ı, düş bir gecede geçen gerçek bir hikayeye. Mutlaka, Lara'nın ilk sahneye çıktığında miktofon ayağını, bir el hareketiyle bulunduğu yerden iki adım öteye taşıyışını yakalar ve o anın, o elin zarafetini çizerdi size, üstelik sadece kelimelerle yapardı bunu. Biliyorum, benden güzel yazardı adam bu konseri, biliyorum, çünkü; kelimelerine aşık olmuştum ilk önce.  En basitinden, o mutlaka piyanoda kim var bilirdi. Ve şarkıların adlarını da... Sizi bilgilendirirken, öyle bir büyülenirdiniz ki, konseri dinlemiş kadar olurdunuz. Olurdunuz diyorum ve bu kadar eminim, çünkü; ben onun konser yazılarını ne zaman okusam, ya da bir opera yazısını mesela, akıp giderim o anların içinde. O anda, yani okurken ben onu, bilmem belki de çok sevdiğimden, duyarım yaylıların vurgusunu ve hissederim üflemelilerin uğultusunu ve korkutur vurmalıların çıkarttığı ses, eğer aniden yükseliverirse akıp giden zamanın orta yerinde, güm diye... O yüzden dedim ya, bütün konseri yüzümde bir tebessüm ile seyrederken yüreğimdeki adamın bu konser üzerine yazacağı yazının ne kadar muhteşem olabileceğini düşündüm, diye.

Je t'aime, B.
01:43


***

'güzel bir düş getirsin sana bu gece' temennisi ile bitti gece. Öyle oldu, düşümde gördüm onu. Büyük bahçesi olan büyük beyaz bir eve girerken, bilmem o beni fark etti mi, içimden taşan özlemimin koşarak ona sarıldığını hissetti mi... Sabah karşı camlara vuran güneşin turuncusunda, yüzümde bir gülümseme ile uyandım güne: düşüm gerçeğim olmuştu, bir kelebek olup dudağıma konmuştu. Güzeldi...

S. V. A. K.
06:27



01 Temmuz 2010

Bir Konserin Öncesi






 

Biliyorsun değil mi sevgili,
ne çok istedim kollarında ağlayarak je t'aime di(nle)yebilmeyi...






 


26 Haziran 2010

3 Nokta 1 Soru İşareti


Burn It Blue




Bir gülümseme yayılıyor yüzüme, basket sahasını görünce...
Aşk biraz da göze alıp üç sayılık bir atış yapmayı istemek değil mi?









Yürüyorum tek başına, biraz ürkek, biraz duraksar gibi...
Aşk biraz da korkmak değil mi?










Düşünüyorum sanarken, düş kurar buluyorum kendimi...
Aşk biraz da düşmek değil mi?











Kafamı kaldırıp  gökyüzüne bakıyorum, bulutlar pare pare...
Aşk biraz da yara almak değil mi?









Bir hatmigül çıkıyor yoluma...
Aşk biraz da şaşmak değil mi?









Penceresinde saksılar olan ev takılıyor gözüme...
Aşk biraz da farkına varmak değil mi?






Denizler geliyor gözümün önüne, hırçın ve dalgalı denizler...
Aşk biraz da durulmak değil mi?









Yağmur yağdı az önce...
Aşk biraz da teslim olup akıp gitmek değil mi?









Bir mutfak penceresinden duyuyorum çilek reçelinin kokusunu...
Aşk biraz da hasretlik değil mi?






Yanan mumların alevinde tir tir titriyor gece...
Aşk biraz da portakal rengi düşler kurmak değil mi?






Gece bir yıldızı nöbetçi kılmış kendine...
Aşk biraz da korumak değil mi?







Parlarken gözbebekleri insanın, nasıl da güzel oluyor...
Aşk biraz da parmak uçlarıyla gözyaşını silmek değil mi?








Duvarlar örüyor insan aklı, kendini korumak adına...
Aşk biraz da karanlık bir koridordan geçmek değil mi?









Işığı göremediği zamanları olur ya insanın...
Aşk biraz da elinden tutmak değil mi?






Kulağımda bir şarkı uykuya gebe gözlerim kapanıyor usul usul...
Aşk biraz da yitip gitmek değil mi?







Bazen ne kadar sonsuz mavi ve sonsuz yeşil baktığımız yerler...
Aşk biraz da bir çift yürek olabilmek değil mi?










Bir yılı geride bıraktık anlara yepyeni anlamlar yükleyerek...
Aşk çoğunlukla kahkahalarla gülebilmekti.
Güldük.
Seni seviyorum.


Fotoğraflar / photo.net



18 Haziran 2010

Yanık Bir Hasretsin Sen, Kokusu Burnumda Tüten


Ben seni, eski türk filmleri aşkları tadında sevdim.
Ben, seni çok sevdim. *







Bir sabah, sesini hep duyduğunuz ama adını bilmediğiniz bir kadın karşılar sizi; uzun zamandır gitmediğiniz bir yolun köşe başında: Yüreğinizden geçendir karşınıza çıkıveren. Siz, o sesin peşine takılır, kendi yoluna çevirirsiniz yüreğinizi, yüreğiniz, sızlar. O yolda, bir yüreğin öylece sızım sızım sızlayarak ilerlemesi ancak bir aşkla açıklanabilir. Ancak; aşkla atan bir yürek anlar o sızıyı, ancak o zaman dönüşür yanık bir hasrete, ve ancak o zaman burnunuzda tüter kokusu.


Gelecektin gelmez oldun
Halimi hiç sormaz oldun
Yaralarımı sarmaz oldun
Yokluğunla soldu gönlüm

Dilerim bu haftasonu güller açsın gönüllerinizde, geleceklerinizin de yolu açık olsun dilerim. Dilerim ki, sarılacak yaralarınız kalmasın ve halinizi hatrınızı soranlarınız çok olsun.

Beni soracak olursanız, iyiyim. Haber geldi, dağın başını duman almış, bir gidip bakayım. Gelirim gene. Sevgi büyütün bu haftasonu da yüreklerinizde; aşk dolsun hücrelerinize.



* Buradaki sevmek hali, geçmiş bir zamanı değil, zamansızlığı ifade etmektedir. Sevmenin, sonsuzluğuna inandığımdan, zamansız da olduğuna inanırım. 'Sevdim', 'hep seveceğim' diye karşılık bulur benim yüreğimde. ve  hep sever yüreğim, ilk günkü gibi; heyecanla, çoşkuyla... İlk defa sever, ilk defa sevilirmiş gibi...



05 Haziran 2010

Tembel Cumartesi




cafe del mar-volume 9-11- trio mafu


Uzun zamandır ilk defa bir cumartesi çalışmıyorum, yapılacak işler listem boş ve ben sadece tembellik yapıp, öylece ayaklarımı uzatıp, belki bir film izleyip, çokça kitap okuyup, biraz gazeteleri karıştırıp, az biraz bloglara bakıp, öylece, tembel tembel bir cumartesi geçirecektim sözün ona... O kim? İnanın bilmiyorum... Sözümona, sözde yani, bir fentâzi (okunduğu gibi yazılır), bir güya hali...  Sözde kalışını şu saate kadar bizzat yaşayarak öğrendim.  (Saat 12 sularında yazılmaya başlandı da bu yazı...)

Sabah deliler öptü beni, gene her sabahki gibi; saat 6 ve benim gözler ferfecir. Dedim ki kendime, ulan kadın uyusana, ne işin var sabahın köründe. İşte o ölümcül soru ve aklıma o anda üşüşen düşünceler:

  • Annenin evinde çiçekler sulanacak. Görev başarı ile tamamlandı ama balkon kapısı açık mı unutuldu kuruntusu giderilsin diye, yarın bir daha eve uğranacak.

  • Pazara çıkılacak. Pazara çıkıldı, meyve ve salata alındı, özenildiği için enginar ve barbunya alındı, bir de şimdi onlar pişirilecek iyi mi?

  • Çerçeveciye fotoğraflar verilecek. Verilmedi, ve sanırım bir süre daha verilemeyecek.

  • Market alışverişi yapılacak. Yapıldı, yapılmasına ama liste evde unutulduğundan bir kere daha çıkılacak. Ha bu arada unutmadan, listedekilerden sadece birini alıp, elimde 5 torba eve dönüşümün mantıklı bir açıklamasın yapacak biri aranmaktadır, bilginize.

  • Renkliler yıkanacak. Yıkandı, asıldı, kurudular, toplandılar. Ütü için sıraya konuldular, lar ekinden de anlaşılacağı üzere pek çoklar...

  •  Beyazlar ütülenecek. Lazım oldukça ütülenme fikirlerine giderek ısınıyorum, nasıl olsa haftaya Ayşe geliyor.

  • Eczaneye uğranılacak ve ilaçlar alınacak. Uğranıldı, reçete unutulduğu için ilaçlar alındı, reçete için bir kere daha uğranılacak.

  • Balkonlar yıkanacak ki arka balkona çamaşırları asasın, ön balkonda oturup keyif yapasın. Günün en keyifli, en ıslak ve serin anlarıydı, gene olsa gene yaparım.

  • Kendi evinin çiçekleri çeşme suyuyla ve annenin orkidesi içme suyu ile sulunacak. Bol bol sulandı, sonra da yağmur yağdı.

  • Yardımcı aranacak, hem kendi evin hem de annenin evi için günler programlanacak. Bu konuda üstüme yok doğrusu.

  • Dün akşam, günbatımını ve gölün uykusunu çekemediğin için bugün bir posta daha hayıflanılacak. Bu konuda sayfalarca hayıflanabilirim, kendime çok kızdım çünkü. Öyle güzeldi ki... Gene gidilecek, bu sefer sevgili ile elde soğuk biralar, kulaklarda nağmeler, gün batırılıp, fotoğraflar çekilecek. Kim elini çabuk tutarsa o; akıp giden zamanda anı edebileştirecek.
Neyse ki öğlene kadar bütün işlerimi bitirdim de, tembellik edecek zamanı da kendime ayırmış oldum. Gazetelerde haberler malum, hızla değişen gündemi takip edebilen var mı bilmiyorum ama gazeteciler bile bu anlamda beter durumdalar, hayır tam yazılarını yayına hazırlıyorlar, pat! gündem değişiyor ve işin kötü yanı bir de 'eskiyor' yazı, bir gün içinde. Hatta neredeyse saatle ölçülür oldu gündem artık. (Bu konuda genç kalemlerden mussano'nun şu yazına bir göz atın derim. Analizler doğru, saptamalar yerinde...)

Bloglarda dolaşırken fark ettim ki, 'yeterki belden aşağı olsun herşey satar' klişesi hala çalışıyor. Şu yazımı hatırlatmak istedim size de. Ve altına düştüğüm açıklamayı da bir kez daha taşımak istedim buraya.


sevgili dostlar;

kabul etmek gerekiyor ki; başlık sattırıyor... başlık kadın olunca satışlar iki katı; seks, sevişme gibi mahreme kaçan kelimelerle süslenince neredeyse 10 katına çıkabiliyor... hal böyle olunca az önceki sevişmemin :) rüzgarı bugün kü ziyaretlerimi de olumlu yönde etkiliyor... istatistiksel olaraksa sonuçlar şöyle;

bugüne kadar ki tekil ziyaretçi ortalaması 94, sayfa dolaşım toplamındaki tıklanma sayısı 238...

ve dünkü sonuçlar...

tekil ziyaretçi sayısı 786, sayfa tıklanma sayısı 1250...

az önce seviştim de linkini verdiğim öyküme de nezaketen buraya kadar geldik bir göz atalım diyen sayısı; sıkı durun sadece 28 :)))

bu durumda derdimiz çok satmaksa yapacak bir şey yok, tarzımızı değiştireceğiz... ya da bildiğimiz yoldan vazgeçmeyecek ve içimizden geldiği gibi yazacağız ve azla yetineceğiz ne de olsa ne demişler: önemli olan ulaşmak istediğin hedef kitle ve ben kelimelerle sevişen ve yan komşunun sadece kelimelerini merak eden dostlarımla mutlu mesut yazın hayatıma devam edeyim diyorum...

hepinize sevgiler...
Bloglarda gezintim bitince, L koltuğuma uzanıp, Brida'yı okumaya devam ettim. Bitmek üzere... Paulo Coelho'nun kitaplarından en çok; Zahir ve Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım etkilemiştir beni. Bu kitabını okumayı düşününler olursa diye, kitap arkasından bir alıntıyı iliştirivereyim, bir parmak bal niyetine...
"Ruh-eşimi nasıl tanıyacağım?"
Wicca Brida'ya "riske girerek" dedi.
"Başarısızlık, hayal kırıklığı risklerini göze alacaksın, ama aşk arayışından hiç vazgeçmeyeceksin. Arayışına devam ettiğin sürece sonunda zafere ulaşacaksın."
Kitabıma ara verdiğimde, televizyon kanallarında dolaşıyordum ve film kanallarından birinde izlemediğim 1993 yapımı bir filme denk geldim, Kalifornia.  Film; katil kimdir sorusuna cevap arayan bir yol filmi aslında. Zaman zaman temposu düşse de, belli klişelerle donatılmış olsa da, belki de izlediğim zamanlamayla da alakalı hani güncel siyasetin içinde, katil, suçlu kavramları da kafamızın içini bu kadar işgal ederken, iyi bir seyirlik oldu benim için diyebilirim.

Filmin bitişinden bir beş dakika sonra tembellik modundan uyku moduna geçmek üzere olan bedenim, kapının ısrarlı, kararlı ve azimle çalınışına daha fazla direnemedi. Gelenler; Körler Derneğinden dergi satışı yapan iki kadındı. Onlara; bu tür kapıdan yardımlara sıcak bakmadığımı, inandığım ve bildiğim derneklere zaten yardım ettiğimi belirten cümlemi kurmuştum ki, bitmeden, arkalarını dönüp gitmeleri, bende bir güvensizlik yarattı ama balkonlara çıkıp da ne halt ediyorlar diye bakacak mecalimi, az önce uzandığım koltukta bıraktığımdan, çabalamadım ve hayatı kendi akışına bıraktım. Zaten oldum olası, şu kapıdan satış, bağış ve benzeri girişimlere mesafeli durmuşumdur.

Salona döndüm, gördüğüm rüyaya - yok o henüz rüya değildi, ama rüya zemini için güzel bir hayaldi - sonunu kaçırmadan ulaşayım istediğimden, hiç de üşenmeden uzanıverdim koltuğuma, açtım bir en yumuşağından jazz, nasıl da gidiyorum yavaş yavaş... Derken, kapı gene çaldı. Arkadaş, toplandınız da bütün mahalle Evren'e uyku yok eylemi mi yapıyorsunuz. Neyse, kalktım tabi gene, su tanıtıcısı... İstemem kardeşim, ben suyumdan memnunum, dedim mi demedim mi, pek emin değilim ama kapıyı açmamla kapatmamın bir an meselesi olduğunu anımsıyorum.

Kaçan uykumu kovalayan kuzular baktım çitlerden çokkkk uzaklaşmışlar, bari dedim kek yapayım. Bu nasıl bir ikame duygusudur, anlayan beri gelsin. Günlerdir aklımda havuçlu kek. Hazır vakit varken, aldım elime tarifi, girdim mutfağa. Yaklaşık bir saat sonra yapacağım balkon keyfine, havuçlu kekim hazır, hazır olmasına da, yağmur ha yağdı ha yağacak ve ben temizlediğim bal dök yala balkonum, pişmeye beş kala  kekim ve demlenmeye iki durak var çayımla, kalacağım gibi ortada. İnadım inat masayı iyice yaklaştırıyorum balkon camlarına ve yağmura karşı keyfimi katlıyorum, mis gibi havuçlu kekim, bergamut kokulu çayım ve hüzün efektli havamla...

Gün güzel, alabildiğine tembel geçti, 
az sonra açacağım buz gibi bira,
 yağmur sonrası sokak ve çimen kokusu
 ve mumlarım ve müziğimin ahengi ile
daha da tembelleşeceğim. 

Pazar İçin Mesaj İçerikli Dilek!

İnsanoğluyuz, hepimiz risklerimizi, inandığımız doğrular uğruna alıyoruz.
Kimimiz aşka inanıyoruz, kimimiz sevdaya.
Kimimiz müslümanız, kimimiz hristiyan.
Kimimiz yoksuluz, kimimiz fakir.
Kimimiz afrikalıyız, kimimiz amerikan.
Kimimiz karayız, kimimiz beyaz.
Kimimiz Çince konuşuyoruz, kimimiz unutulmaya yüz tutan bir dilde.
Hepimiz insan olduğumuz gerçeğini unutmadan yaşayabilsek keşke.
Yani ölünce, sonuçta bir avuç toprak, ya da kül olacağız değil mi?
Eğer biraz şanslıysak, belki yepyeni bir hayat olacağız biririn gözlerinde, ciğerinde, ya da yüreğinde...
İyi pazarlar dilerim hepinize,
Sevgiyle...



Fotoğraf / LayZ's

31 Mayıs 2010

UYANIŞ

Esbjorn Svensson Trio /  Spam-Boo-Limbo


henüz yataktan bile çıkmamışız
bembeyaz çarşaflar

ve kocaman camlardan gözüken bahçede,
çalan müziğe eşlik eden kuş sesleri

ben sana uyanmışım
sen bana
gözlerimizde aşk
neden bu kadar geç kalmışız ki

öylece omzundayım
kolunu atmışsın ve hatta bir bacağını üzerime
tenin tenimde
uyanıyoruz yeni bir güne
 
mutluyuz,
belki de hiç olmadığımız kadar
ve özgürüz
kanatlanıp uçacak kadar
 
 
bazen insan kendi kanadını kendi kırar
ve küser kendine bile
ve bir sabah uyanır yeni bir güne
biraz daha büyüyerek
kendinden kaçmaktan vazgeçer
ve kendiyle barışarak
ve hatta affederek kendini
başlar yepyeni bir güne
 
 
 










sen büyütüyorsun beni
ve ben sırf bunun için bile
daha da çok sevebilirim seni
 
 

12 Mayıs 2010

Islanmak Seninle...




özletiyor bu çılgın sağanak seni
sırılsıklam özletiyor biliyor musun (*)




şimdi sağanak halinde akıyor gözyaşlarım ve ben içime akan her bir damlada eritiyorum bendeki varlığını isteye isteye

artık yok yarınlar
bir umut
bir yıldız 
bir geceyken
ve parlıyorken
ve aydınlatıyorken yolları
yarınlar yine karanlık bir labirent
çıkışı gören var mı



Ben içimin acısını akıtırken kelimelere, Teoman soundcheck yapıyor dışarıda, bir parça çalalım diyor, benim için diyorum... Parça başlıyor, Teoman henüz sigara ile kalınlaştımadığı sesi ile 'suç yok, suçlu yok' diyor... Dilim mırıldanıyor şarkıyı bildiği kadarıyla, ve ikincisi bizim olsun diyorum... 'Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden, bir sahne var aklımda, oyuncular sanki biziz, mutsuzuz, ikimiz; kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden...'

Herşey karışıyor birbirine... Dün güne, yarın şimdiye... Sözler sözlere...

Sevmeye yeteneksiz hayat böyle
İki yabancı anladım
Birlikte ama yalnız aşk yok artık
İki yabancıyız yok ama
Hani o güneşin batışı zamanla alıştım
Bizi tanrıya inandırışı senle ben hep böyle
Şu an o akşam aklımda kalacağız
Ama çok zaman önceydi, yaralarımız ağır değildi gitgide eriyip
Yine de bağışladım ben hepsini yok olacağız
Hem seni, hem de kendimi yavaş
O kadar yoktun ki yavaş
Yazdan kalma bir günden, ya da "Çölde Çay " filminden sorma neden
Benim de sahneler aklımda, seninkilerden farklı ama niçin
N'olur kendini kandırma herşey yalnızlıktan
Yoktur üstüne senin, güzeli çirkin yapmakta bak güzel bir gün
Suçuysa dünyaya atmakta ölmek için
Neyin bildin ki değerini düş yok, gerçek yok
Benimkini mi bileceksin? bak sonunda anladım
Bunu da tabii mahvedeceksin
yaz yok
kış yok
artık zamanı
karıştırdım

'Güzel bir gün  ölmek için' diyor ya Teoman...   Tesadüf diye birşey yoktu değil mi? Güzel bir gün ölmek için! öyleyse...

Eski bir yazıdan kalanları buluyorum arşivde dolanırken, tane tane okuyorum yazdıklarımı. Tarih atmamışım şaşıyorum. Tarihsiz bir yazı, zamansız gibi, ne zaman okunsa o an'a ait gibi... Bugüne ait gibi... Dünden kalma gibi, yarın her an kaleme alınıverecekmiş gibi...

Dünkü lodos, durmaksızın yağan yağmura bıraktı yerini... Senli benli bir hayatın ortasına yağıyor şimdi gökgürültüsüne katık edilen korkular... Her şimşek çaktığında bir gerçek bir hayalle kapışıyor... Yeneni, yenile olmayan bir dövüşün tarafları gibi ringin ortasında duruyorlar... Hatıralar... Hayaller... Biliyor musun diyor, hatıralarımla, hayallerimin birbirine karıştığını, sanki ispatı zor olmasa hangisi hayal hangisi hatıra bilemeyeceğim, Allahtan o anlardan bazılarını yaşadıklarım hala hayatta da sorabiliyorum, yaşamış mıydık biz... Yoksa ben sadece hayal mı kuruyorum...

Hayaller... Hatıralar... Yaşanmışlıklar... Yaşanması düşlenenler... Yaş alıp başını gidince, hatıralarına sarılırmış insanlar, yaşam asıl o zaman bitermiş, geleceğe dair bir hayali yoksa insanın, hatıralarından besleniyorsa sadece, hayat dururmuş; in denirmiş trenden, beklendiğin istasyona geldin. İnsan bazen inmeli bir istasyonda, garın lokantasında bir çorba içmeli...
Yazım biter bitmez, bir ses geliyor uzaktan, biraz içli, biraz ağlatan... Belli ki yarım bir yazı bu, bir sona bağlanmayan. Bir hikayesi olmayan, meramını anlatamayan. Belki de bu nedenle yarım kalmış bir yazı bu. Hani illa bir sona bağlanacaksa diyorum ki, bir garın lokantasında bir çorba içmeli, en azından senede bir gün, çıkılamayan tren yolculuklarının hatırına, orada oturup, hayalini kurmalı. Yoksa hatıraları mı canlandırmalı... Karıştı işte, yazla kış, karıştı dün bugün, yok artık bir gelecek, bekleme, soğutmadan iç çorbanı...


Candan Ercetin Senede Bir Gun



Belli bu gece uzun olacak, belki de Teoman haklı çıkacak...
Güzel bir gün ölmek için!


________________________________________________________________

(*) Ahmet Telli / Özletiyor Bu Yağmurlar Seni... Tamamı İçin
(**) Fotoğraf / deviantART