29 Temmuz 2022

Bensiz Ben Yolumu Bulamam


20'li yaşlarım. Sezenli yıllar. 

Nerede dert, tasa, elem ben de bir Sezen şarkısı, nerede aşk, coşku, umut, bende yine bir Sezen şarkısı. 

Günlerden bir gün... Tanışıyoruz, çok seviyorum.

Yollarım hep kendimden öteye çıkarken ve sanıyorken kurtuluş O'nda 

ve üstelik

O değişiyorken her tutunduğumda!

Ben her onsuz kalışımda haykırıyordum avaz avaza: 

Sensiz ben yolumu bulamam!

 


Düşe kalka, tökezleye, ağlaya... Buluyorum. 

Gözyaşlarımda boğuluyorum. 

Her sabaha suskun uyanıp, her geceye konuşmaktan yorgun düşüp sızarak devam ediyorum. 

Yolculuğum uzun sürüyor. 

1 evlilik ve iki aşktan sonra O'nsuz değil, bensiz yolumu bulamayacağımı fark ediyor, 

Ve yolculuğumun yol arkadaşını buluyorum. 

Sevgiyle başlayıp aşkla devam ederken,

Artık biliyorum,

Bensiz ben yolumu bulamam.


Bana beni gösteren, anlatan, bu yolculuğumda bana eşlik edenlere teşekkürlerimle...





26 Temmuz 2022

Kaşıkçı Elması Gölde Yüzüyor



Günlerden Perşembe 5 Mayıs

Neyse ki gecenin stresi göle karışmış herkesin yüzü gülüyor, sıkı bir kahvaltı ile güne güle oynaya başlıyoruz. Bugün kültür turundayız, önce kale içi, sonra adadayız.

İçinde bir de adası olan gölün adı; Pamvotida. Avrupa’nın en eski ikinci doğal gölü ve kelimenin tam anlamıyla tabiat harikası, şehri çevreleyen çınar ağaçları ile tablo gibi bir güzellik. E haliyle dilimizde hep bir "burada yaşanır". Kale içi, hem Osmanlı döneminin harem ve camilerinin hem de Bizans Döneminin kiliselerinin korunduğu, tarih açısından zengin bir keşif vaad ediyor. Durur muyuz bir önceki gece yapılan kısa turdaki tespitler yolda4yolcu için günün rotasını oluşturmada kolaylık sağlıyor.

Evimizin sırt kısmında yer alan içinde Fethiye Cami, türbe, müze, kilise ve Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgeye gidiyoruz. Yanya’da gün batımı için en iyi yerlerinden biri olan Hisar Kalesi'ndeyiz. Kale, iç kale anlamına geliyor ve göle bakan bir tepenin üzerinde yer alıyor, ana kapıdan ilerleyen ve sizi içeriye mıknatıs gibi çeken manzaradan hemen önce  bir muhafız kulübesi, Ali Paşa’nın ordusu tarafından mühimmat depolamak için kullanılan bir depo ve bir Bizans tahkimatının bulunduğu arkeolojik alan ilk göze çarpan yerler. Daha girişteki bu etkileyicilik, hemen solda yer alan mekanla adeta taçlanıyor. Kahve molası için göz kırpan mekana pas vermiyoruz, evden çıkalı 5 dakika olmadı henüz. Fethiye Camii, Başmelek Mikail ve Cebrail'e adanmış 13. yüzyılın başlarında Bizans kilisesinin kalıntılarının yakınında, göle nazır bir manzarada ve elbette tepede konumlanarak 1430'da Osmanlılar tarafından kentin iç kalesine inşa edilmiş.  Hemen önünde yer alan türbe ferforje bir kafes gibi burada meşhur Yanyalı ya da bilinen adıyla Tepedenli Ali Paşa'nın bedeni var sadece, kesilen başının mezar taşının ise İstanbul Zeytinburnu Ayvalık Mezarlığı’nda yer aldığı biliniyor. Hikayesi ise oldukça ilginç. 


Aynı bölgede yer alan müzeyi de gezdikten sonra, göl tarafından da girişi olan ve ilgimizi çeken ve mutlaka görülmesi gerekenler listemizin başında
 yer alan bir diğer müzeye; Silversmithing Museum'a doğru kalıntılar yanından ilerleyerek varıyoruz. Zamanında Avrupa’da gümüşçülüğün başkenti olan Yanya’da yer alan, gümüş işlemeciliğinin ilginç tarihini detaylı ve öğretici bir şekilde sunan, dönemsel olarak atölyelere, eğitimlere, kurslara ev sahipliği yapan müze olmanın yanı sıra bir kültür ve eğitim merkezi olarak kurulan müze, kalenin yemekhane bölümü restore edilerek yapıldığından dışarıdan bile görüldüğünde etkileyici. 







Dönüşü girdiğimiz kapıdan yapıyoruz, kale kapısına varmadan batı tarafından görünen adaya uzaktan bakıyor öğleden sonraki gezi için biraz daha heyecanlanıyoruz. Küçük motorlar ile varılan ada için kalkış noktasını tepeden görüyor, gece yürüyüşü için geçtiğimiz yolları bir kez de kuş bakışı seyre dalıyoruz, girişteki mekan çıkışta bir kez daha göz kırpıyor, hele de o güllü taş duvar. Fotoğrafını çektiğime çok emin olduğum duvar kardeşimin deyimi ile galiba yüreğimi kazınmış durumda, çünkü kimsenin makinasından öyle bir fotoğraf çıkmıyor. 

Eski kentin içindeki dar sokakları geçerek vardığımız kent surları içinde yer alan  ve Yunanistan’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Aslan Paşa Camii ve Külliyesi'ni geziyoruz. 




Tesadüfün böylesi, önümüzde ilerleyen resmi giyimli telaşlı grup meğerse bir heyetmiş. Yaşları epeyce genç.- olan gurubun içinden görece diğerlerinden genç olan biri yanımıza geliyor. "Türksünüz değil mi?" diyor. "Evet" diyoruz, "Vaktiniz varsa Atina-Pire Başkonsolosumuz Mustafa Somuncu bey resmi ziyaretteler, sizlere merhaba demek istiyorlar."  Memnuniyetle kabul ediyoruz. Sohbet kısa ama verimli, meraklı sorulara verilen cevaplar ile de şaşırtıcı oluyor. Konsolosumuz en çok da burayı nereden bildiğimizi merak ediyor, açıklıyoruz. Kökenleri Yanya'ya dayanan Bursa'nın ve kesinlikle bölgenin en iyi balık yapan mekanı sahibi "Balıkçı Rıza'dan öğrendiğimizi belirtiyor ve Bursa'ya yolu düşerse de mutlaka orada bir balık yemesini tavsiye ediyoruz, o da bizim Makedonya'ya devam edeceğimizi öğrenince mutlaka Kosova'ya devam etmemiz gerektiği önerisini paylaşıyor. Hatıra fotoğrafı çektirip, ayrılıyoruz. 



Bu noktadan göl  manzarası daha bir güzel geliyor bize. Bir lise grubunun gezisi ile kalabalıklaşan, bahçede bir ağaç gölgesinde soluklanıyoruz. İslami eğitimin merkezi konumunda olan ve mimarisi ile dikkat çeken camii ve külliyenin bu kadar iyi durumda olması ve korunmasını ise kıskanıyor ve sohbetin ana konusunu Türkiye'deki aslına uygun restorasyon ve korunan doğal güzellikler üzerine kuruyoruz. Neredeyse günü yarılıyoruz, bir kaç güzel hatıra fotoğrafı ile turumuzu tamamlıyor, ada turu ve Ali Paşa Müzesi öncesinde yorgunluğumuzu atmak için eve dönüp bir şeyler yiyip, biraz soluklanmaya karar veriyoruz. Bu kararın ne kadar yerinde olduğunu asla tahmin bile edemezsiniz. 



Eve vardığımızda yan inşaatta bulunan usta başının bize el kol hareketi yapması tuhafımıza gidiyor, ortak bir dil konuşmadığımızdan, el kol hareketleri ile anlatmak istediğini de anlatamadığından, eşimi kolundan tuttuğu gibi arabanın yanına götürüp bir şeyler gösteriyor. Arabanın plakasının olmadığını fark ettiğimiz anda kaynar sular beynimizden aşağı akmaya başlıyor. Daha önce defalarca okuduğum yanlış yere park edilmesinin cezasının plaka sökümü ve yüklü bir para cezası olmasının, ev sahibimizin bize verdiği "serbest park" kartı nedeniyle başımıza gelmeyecek bir "talihsizlik" olacağı varsayımım kendini çürütüyor. Elde kağıt geri dönen eşimin yüzünde hatrı sayılır bir karalar bağlama hali var ki, kaynar sular fırsat verse de bir şey diyebilsem duygum, başımıza gelenleri bertaraf etmemizi kolaylaştırmıyor. Kısa bir şok dalgasından sonra toparlanıyor, eve gidiyor, ev sahibimiz Vasilis'e elimdeki ceza kağıdı ile birlikte bir mesaj atıyor, çok stresli ve demoralize olduğumuzu söylüyor ve beklemeye başlıyorum. Saniyeler saat gibi, geçmiyor. Eşim sokağı dolaşıp geliyor, "şikayet oldu herhalde diyor, çünkü her arabada aracın kendi plakası yazılı -izin kağıdı- var, "bir tek bizim plaka tutmuyor" meseleyi anlıyor ama gelmeyen cevapla birlikte içimizde büyüyen sıkıntıya söz anlatamıyoruz. 

Annemle babamı dün gördükleri tavukçuya gitmeye ikna etmişken "blink" sesi ile telefona koşuyorum, ev sahibimiz çeviri programı aracılığı ile iletişim kurduğu için kısa bir mesaj atıyor. "Her şeyi çözeceğim, çok üzgünüm, kızım geliyor, telaş yok".

Kızı geliyor, "telaş yok, plakalar yarın polis merkezinden teslim alınacak. Bugün vermiyorlar, ama sabah 9'da teslim alacağız." 45 euro ceza meselesini ev sahibimiz halledecek. Vasilis  sürekli üzgün olduğunu belirten mesajlar atıyor. Sakinleşiyoruz. Karnımız zil çalıyor, midemizin "hadi yemeğe" mesajını dikkate alıyoruz. Çarşı içinde bir gün önce babamın "burası harika" dediği yere karar kılıyoruz. Tam karşısındaki peynirciden, etler ve yerel peynirler alma fırsatı böylece kendiliğinden tıkır tıkır plana dahil oluyor. 


Kebapçıya oturuyoruz. Sipariş için sıramızı beklerken, peynir dükkanından çıkan "Eleferia", bize gülümseyerek yaklaşıyor. Dükkan onunmuş, 4 kuşaktır peynir üretiyorlarmış, abisi çiftliği yönetiyormuş, bak sen bizim ev sahibimize.... Hikâyesinde neler varmış. İyi bir tercih yaptığımızı belirtip, "şiş" konusunda ısrarcı davranıyor. Hakkını teslim ediyoruz, bu kadar sulu, lezzetli ve doyurucu bir şiş uzun zamandır yememiştik. Biranın serinletici etkisi kaynar suları unutturuyor. Dükkana uğrayıp, ada dönüşü mutlaka geleceğimi belirtiyorum. Tavsiyesi için teşekkür etmeyi unutmuyorum. 



Göle doğru, kale duvarının karşı caddesinde yer alan turisttik eşya satan sıralı dükkanları geze geze iniyoruz. Kooperatif tarafından işletilen motorlardan birine binip, kalkış zamanını bekliyoruz. Karnımız tok, sırtımız pek, aklımız yeniden başımıza gelmişken, gülümseyen "gevrek" anımızı bir fotoğraf ile ölümsüzleştiriyoruz.


Tepedelenli Ali Paşa’nın şahsi eşyalarının sergilendiği "Ali Pasha Museum" için Pamvotida Gölü’nde bulunan isimsiz adaya  on dakikalık bir motor seyahati ile ulaşılıyor.  Yanya daha önce gezdiğimiz  Meteora ve Athos Dağı manastırları gibi önemli bir merkez. Arnavut kaldırımlı dar sokakları takip ederek adada yer alan yedi Bizans manastırını görmek mümkün ki bu vesileyle adanın etrafında tam tur da atmış oluyorsunuz. Bence asıl cazip olan gölün karşı kıyısında eşsiz bir güzellik sunan çınarlarla çevrili eski kent ve kale manzarasının keyfini çıkarmak. 


Adaya henüz ayak basmadan, uzaktan görünen taş evleri ve önünde park halinde duran rengârenk tekneler ile beni kalbimden vuruyor. "Taş ev mi onlar, valla taş ev..." Kalbim öyle hızla çarpıyor ki, burada yaşarım ben duygusu gene beni benden alıyor. Bir gün olacak biliyorum, suya yakın bir taş ev, bahçesinde ben. 


Köyün meydanı bildik bir his uyandırıyor, kilise, meydan, kafeler, yemek yenecek mekanlar, çınarlar ve huzur. Adayı önce sol koldan müzeyi görmek üzere adımlıyoruz, Yanya’da yapılacak en iyi şeylerden biri tekne ile geçilen bu adada vakit geçirmek, Ali Paşa Müzesi aynı zamanda, 19. yüzyıldaki Yunan devrimci döneminden kalma kalıntılara ve Osmanlı lideri Ali Paşa’nın 1788-1822 dönemine ait bir koleksiyona ev sahipliği yapıyormuş. Keşke bir de tuvalete ev sahipliği yapsaydı. Nasılsa müzeye gidiyoruz diye yolsa girmediğim tuvalet bana dert oluyor. Ali Paşanın kişisel eşyalarının sergilendiği evi (sarayı da deniyor) ve Hristiyanlıktan vazgeçmeyen eşine yaptırdığı kilisenin yanı sıra bir de sergi salonu olarak kullanılan bir yapı ile pek de saray çağrışımı yapmayan "saray müzenin", bahçesindeki dev çınarın gölgesinde soluklanmak üzere, hemen göl kenarına konmuş banklara oturup, hikayeyi bir rehber edasıyla bizimkilere okuyorum. 

 
Evi gezdikten sonra giriş katı sağ duvarında, merdiven taşına konmuş, paşanın başının kesilişinin resmedildiği o görselde fazlaca takılı kalıyorum. 


Evin üst katında ve sol alt katında yer alan daimi sergilerde, Ali Paşa'nın ünlü altın kaplama tüfeği -ki bir hayırsever tarafından sokak satıcısından bulunduğu ve müzeye bağışlandığı söyleniyor - ve elbette eşi, Kyra-Vassiliki'nin hakiki ipek elbisesi -ki halen nasıl korunabilmiş ve bu kadar kusursuz bir parlaklık ve güzellikle saklanabilmiş olmasına inanamıyor insan- gibi parçalar ile onlarca tablo yer alıyor.

Müzeden çıkarken solda yer alan mağaralar dikkatimi çekiyor, 700 yaşında olduğu söylenen çınarın gölgesinden midir, yoksa sağdaki gölün sunduğu manzaranın etkisinden midir, başım dönüyor. Taş merdivenlere oturup, düşünüyorum, insanın ömrü, yaşamak ve hırslar üzerine.

Eşim de gelince, bahçe merdivenlerinden yukarı çıkıp, mağaralara doğru yürüyoruz, bilgi notunda,15.yy'da rahip-keşişlerin yaşadığı ve hatta Meteora'da Varlaam Manastırı'nı - gezmiştik hatırlarsanız- kuran Apsarades'in de bu mağarada keşiş olarak yaşadığını öğreniyoruz.  Mağaranın bir diğer önemi de, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya'nın hava saldırılarına karşı kendilerini korumak için 1940 yılında ada sakinlerinin bu mağaralarda saklanması. Öyle güzel dekora edilip, ses efektleri ile donatılmış ki, az sonra uçakların hava saldırısına uğrayacakmışsınız gibi bir his ile oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz. 

Gelelim Ali Paşa'nın hikayesine ve gölde yüzen Kaşıkçı Elmasına... Elmas tabi ki gölde yüzmüyor, bildiğiniz üzere Topkapı Sarayı'nda sergileniyor, ama önce Ali Paşa ve dillere destan, müzayedelere para olan aşkına. 

Ali Paşa, Arnavutluk'a yerleşmiş Kütahya kökenli bir aileden, hüküm sürdüğü yıllarda Yanya'nın ticari ve ekonomik bir merkez olmasının yanısıra manevi bir merkez haline  de gelmesini sağlayan güçlü bir yönetici. Trajik ölümüyle  de Yanya için önemli. 

İlk başta bir çete reisi iken, Osmanlı'da çıkan isyanları bastırmasından mütevellit, vali olarak Yanya'ya atanıyor, 32 yıl hüküm sürdüğü topraklarda Osmanlı'dan ayrılıp yeni bir devlet kurma hayali kuracak kadar güçlenmesinde Yunanlılardan aldığı destek yadsınamaz. Bu hayal onun trajik bir ölüme uzanan bir öykünün kahramanı olmasına da sebep oluyor.  Bir de  tabi efsanevi Kyra-Vassiliki Kontaksi var ki,  14 yaşındaki bu dilbere ona olan tutkusu tablolara konu olmuş, büyük paralar karşılığında kolleksiyonerlerce alınmış, hatta bir köye isim olarak verilmiş. 

İkinci evliliğini, yaşlılığında, üzerinde mutlak kontrolü olduğu bilinen 14 yaşındaki Hristiyan Vassiliki ile yapıyor. Gönlünü öyle kaptırıyor ki, genç karısı ondan vazgeçmesin diye adaya bir kilise yaptırıyor,  Sonrasında bölgesinde düzinelerce kilise inşa ettirmesine rağmen hiç cami yaptırmıyor.  Ali Paşa hüküm sürdüğü yıllarda sorumlu olduğu bölgede,  bataklıkları kurutup, madenler açtıran, sayısız köprüler ve yollar yaptıran güçlü bir yöneticiyken Osmanlı'ya karşı gelmesi ve isyan çıkaracak olması nedeniyle, kafası kesilerek öldürülmesiyle cezalandırılacak trajik bir sonla karşılaşıyor. 

İşte bu noktada Kaşıkçı Elması devreye giriyor. Elmasın Osmanlı hazinesine girmesi ile ilgili anlatılan hikâyelerden biri de,  elmasın Napolyon'un annesinden satın alındığına dair. Uzun bir süre Napolyon'un annesinde kalan elmas, Napolyon'un sürgüne gönderilmesinden sonra annesi tarafından satılığa çıkarılıyor. Elması, Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı satın alır ve elması Paşa'ya getiriyor. Paşa elması Vassiliki'ye düğün hediyesi olarak veriyor. Tepedelenli Ali Paşa'nın, II. Mahmut zamanındaki trajik ölümü sonrasında başıyla birlikte el konulan ve bulunabilen tüm taşınabilir mal varlığı İstanbul'a getiriliyor. Böylece   "Kaşıkçı Elması" hazinedeki yerini alıyor. 

İlginçtir ki "Kaşıkçı Elması" hikayesini gezi sonrasında notları toparlarken buldum, ne müzede gezerken ne de öncesinde okuduğum bilgilerde elmasa rastlamamıştım. 


Müzeden ayrılınca, dar sokakları takip ederek  isimsiz adada bulunan yedi manastırdan en etkileyicisi olan ve 1204 yıllarından günümüze ayakta kalan Hayırseverler Manastırı’na doğru gidiyoruz. Kilisenin içinde birbirinden güzel tablolar  ve mozaikler olduğunu okumuştum ancak ziyarete  o esnada açık olmayan kiliseyi dışarıdan görmekle yetiniyor, tüm adayı tam tur dolaşmayı tamamlayarak yeniden motorların bizi bıraktığı noktaya geliyoruz. Motorun kalkması gereken süreye biraz vaktimiz olduğundan, birer soda alıp, gölü seyre dalıyoruz.  


 
Dönüş yolunda kalabalık olmayan motorumuzdan yüz bin milyoncuk balonlar kıvamında fotoğraf çekiyor, tepe noktada tüm ihtişamı ile bizi karşılayan eteğinde ulu çınarları ile dimdik ayakta duran Fethiye Cami'ye hayran oluyoruz.


Ana karaya dönmemiz ile yorgunluğumuzu iyiden iyiye hissediyoruz, biraz soluklanmak için bir bankta oturuyoruz, annemle eve biz ise çarşısına gitmek istiyoruz, zaten akşam için plan öğlenden belliydi, on dakikalık mola sonunda annemler hemen güney kapıdan eve gidip şarabı soğutmak üzere eve doğru hareket ederken, biz de kaleye doğu kapısından girmek üzere gölü sırtımızda bırakarak yukarıya çarşıya gidiyoruz, bir atasözü der ki, peynir beklemez! Plan basit, akşama ayakları uzatıp, serinletilmiş Merlot ile günü değerlendireceğiz ki bence gezilerin en güzel sohbeti de o anlarda oluyor.  

Peynirler, etler derken bir torba lezzet ile dönüyoruz eve, günün kaynar suyunu unutmuştuk ne güzel,  ama hemen evin önünde duran maviş kel kör haliyle bizi karşılayınca birbirimize bakıyoruz, ikimizin de içinden geçen belli, gözler "yarın ola hayrola" diye bakıyor. 

Sesler dışa vuruyor:

"Olur di mi?"

"Olur olur :)"


21 Temmuz 2022

Sen Yola Çıkarsın, Bahtın da!

Günlerden Çarşamba 4 Mayıs

İnanılmaz bir yağmura uyanıyoruz o kadar feci bir yağmur var ki hemen kapımızın yanında duran Mavişe tam tekmil kıyafet giymek zorunda kalıyorum. Eşyaları taşımak için gönüllü olan ben, bu kararımdan pişman olmak üzereyken, babam sırasıyla herkesin çantalarını arabaya getiriyor, ben yerleştiriyorum. İşler imece usulü kolaylıkla tamamlanıyor. Yağmur o kadar göz açtırmıyor ki bir ara kayrak taşının üstünde hafifçe kayıyorum. O anda gökyüzü ile göz göze geliyoruz bulutlar dağılmak üzere yani hala umut var aslında. Bu sabah büyük Meteora'yı gezeceğiz plan bu ama çok geçmeden çok sevdiğimiz yerlerde yaptığımız bir şeyi yapıp orayı bir sonraki geziye bırakmaya karar veriyoruz, böylece bahanesi hazır nur topu gibi bir gezi planımız daha oluyor, belki seneye belki ondan sonraki seneye ama ille bir gün geleceğiz yeniden bu güzellikleri görmeye. 

Yağmur dinmek üzereyken ve bulutlar rengini koyu griden açık griye ve yer yer pembeye döndürmüşken, Yanya için yola çıkmak üzere tüm hazırlıkları tamamlıyoruz.




Önce bulutların ve sis perdesinin arkasında kalan Kalambaka şehrine ve manzara tepesinden görebileceğimiz o sonsuz güzelliğe bir kez daha bakmaya karar veriyoruz. Yol kıvrılırken, sanki ilk kez görmüşüz gibi hayranlıkla bakıyoruz kayalara.




Şehir ve kasaba o griliğin altında bile insanı hayaller kurduracak kadar muazzam bir görsel şölen sunarken, hepimiz birer kere daha fotoğraf çekiyor ve birbirimize sürekli 1000 tane fotoğraf çektik gene de buranın güzelliğini ve mistik havasını hissettirebilecek miyiz emin değiliz diyoruz. Çünkü Meteora, anlatılmaz yaşanır bir mistisizm vadediyor.




Kalambaka şehir merkezinde kısa bir mola vermeye karar veriyoruz şehirde şöyle bir yürüyüş yapıp çiseleyen yağmur altında kenti tanımaya çalışıyoruz evet evet bir kez daha gelmek için elimizde birçok sebep var artık, yavaş yavaş dönüşe geçerken, fısıldanan planlar evrene saçılıyor.

Dağ yolu ile otoban arasında kararsızız. Hangisi kısa, hangisi zahmetli derken otoban sapağını kaçırıyoruz, yaklaşık 1 saat dağ yollarından gideceğiz, sevdiğimiz için hiç tasalanmıyoruz, bir ara geri dönmeye niyetleniyor, bir benzinlikte duruyor, o durduğumuz benzinlikte lastiğimizin indiğini fark ediyoruz, lastiği şişirip yola devam ediyoruz, yaklaşık 15 dakika sonra lastiğimiz yeniden sinyal vermeye başlıyor.  Dağ başında en derin vadilerin yer aldığı yol üstünde 12 volt şarjdan çalışan el pompamızla lastiğimizi şişiriyor ve yola devam ediyoruz, bir 10 dakika sonra bir sinyal daha geliyor, bu sefer lastik tamamen inik durumda. Bir kez daha şişirip ilerlemeye devam ediyoruz, çok temkinli ve tedirginiz, umuyoruz ki yol üstündeki köylerden birinde lastik tamir edebilecek bir yere varalım. 


Yol bizi üzmüyor yaklaşık 5 kilometre sonra bir köy girişinde yer alan benzinlikte bir adam imdadımıza yetişip lastiğimizi tamir ediyor, içimiz rahatlamış bir şekilde iyi ki otobana girmedik otobana girseydik her şey çok daha ters gidecekti diyerek, başımıza gelene her şeyde bir hayır vardır lafını hatırlayarak, iyi ki o sapağı kaçırmışız diyoruz. Yol boyu gördüğümüz köyler ve mevsimindeki erguvanlar baş döndürücü hayaller kurdursa da, imkansızı istemek gibi bir huyumuz yok. Elimizdeki ile mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz, elbet var bir hayalimiz, yoksa gerçekler nereden ilham alır değil m?



Yanya'daki bir gece hariç Pazartesi gününe kadar plansız ilerleyeceğiz, nerede kalmak istersek orada, nereden dönmek istersek oradan dönüp devam edeceğiz. Tamir olmuş lastiğimiz ile dağların keyfini sürerken uzaktan otoban inişini gözüyoruz. Otobandan ilerlerken kısa bir süre sonra  Yanya gözüküyor, göl içinde yer alan ada ve gölün etrafından konumlanan şehir davetkar. Sol yanımız karlı dağlar, sağ tarafımızda Yanya ve göl manzarası eşliğinde, tüm aksiliklere rağmen gün ortasında varıyoruz Yanya şehrine. 


Eski kale içinde yer alan evimiz bir evin giriş katı, kale boyunca ilerleyip, önce gölün kenarına kadar iniyor daha sonra eski kente giriş yapıyor, arabamızı tam park etmek üzereyken, park etmeyi planladığımız yere park eden kırmızı arabaya biraz gıcıklanmış gülümserken içeriden inen kadının da bize gülümsediğini fark ediyor ve anlıyoruz ki ev sahibimiz bizi karşılamak üzere tam zamanında apartmanın önündeymiş meğerse. Neyse ki arabamızı park edecek uygun bir yer buluyor, ev sahibine buranın uygun yer olup olmadığını teyit ettiriyor, ondan aldığımız evrakı arabanın ön camına dışarıdan görünecek şekilde yerleştiriyor ve eşyaları alıp evimize doğru yol alıyoruz.


Ev sahibimizin kendi halinden edindiğimiz ip uçları bizi yanıltmıyor, evimiz pek süslü. Eşyaları bir yere koyduktan hemen sonra o süsleri kendime göre yeniden yerleştiriyor ve geldiğimiz hızla evden ayrılıyoruz. Akşam için sulu yemekleriyle pek ünlü olan restorana doğru eski kale içinden yürüyoruz, bu yürüyüş eski kentlerle olan bağımızı güçlendiriyor.



Belli ki Yahya'yı seveceğiz, ama bir gece burası için yeterli gelmeyecek, yolda ev sahibini arıyor, kaldığımız ev için ikinci gece opsiyonunu soruyor, hayır cevabını alıyoruz, ev sahibi bizi çok seviyor, normalde 2 kişilik olan diğer daireyi ek yatak koyarak rezervasyon yaptırabileceğimizi söylüyor, pek sevinçle bir sonraki gece için oraya rezervasyon yaptırıyorum. Lastiğin geçici tamiratı yola devam etmek için güvenli gelmiyor eşime, lastik tamiratı için yaklaşık 2 saatimiz var, bu nedenle önce yemek sonra tamirat deyip, kalışımızı da iki geceye çıkarttığımızdan içimiz rahat bir şekilde yemeğimizi yemek üzere puanı çok yüksek olan ama lezzeti bakımından bize asla tatmin etmeyen ev yemekleri yapan yere varıyoruz.



Kale çıkışında çarşı içinde babam tavuk şiş yapan bir yer görüp, "yarın kesin burada yiyelim" diyor, "ah ah keşke akşam da orada yeseymişiz" diyeceğimizi henüz bilmiyoruz. Türk oluğumuzu konuşmalardan anlayan restoran sahibi, hayranlığını ve sevgisini defalarca dile getiriyor. Birlikte bir foto çektirmek, bir nevi teşekkür demek oluyor. Yemekten sonra oradan aldığımız tüyo ile lastiği tamir ettirmek üzere annemlerden ayrılıp, google haritalar yardımı ile kolayca mekanı buluyoruz. Annemleri göl kenarında keşif için eski kentte bırakıyoruz. 


Şuraya harika gezginler yolda2yolcu ile gezmekten mutlu bir anne baba bırakalım. 




Neyse ki işimiz rast gidiyor, 10 Euro'ya lastiği çok profesyonel bir yerde tamir ettiriyoruz. Prensipte eşimle hem fikir olduğumuz üzere yolda bizi dertlendiren aküye yine yolda bulduğumuz çözümle idare edeceğiz, ne oluyorsa lastik tamircisinden çıkarken oluyor ve lastiğin tamirini yapan çocuğa bildiği iyi bir oto elektrikçisi olup olmadığını soruyorum, güdümlenmiş gibi verdiği adrese doğru yol alıyoruz. Orijinal parça bulmazsak asla yaptırmayacağız hem fikiriz. Oto elektrikçi güven vermiyor. Ama dedim ya güdümlü gibiyiz, üstelik dil problemine rağmen el kol hareketleri ile sorunu anlatıyor ve adamın "okey, okey" sesleri arasında atölyenin arka kısmında akünün 12 volt girişine bir parçayı japon yapıştırıcısı ile yapıştırmasını hayretler içinde seyre dalıp orijinalliği bozulan parçaya ağlamak üzereyken resmen şimşek çakmış gibi aniden ayılıyoruz, ne yaşadık biz!

Eve kadar neden, nasıl, niye soruları ile boğuşuyorum. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Sorun şimdilik çözüldü" diyor, "üzülme alırız orijinal parçayı" diyor. Ben kendime öyle öfkeliyim ki, eve varınca arabayı ev sahibinin gösterdiği yere park edip, eve girmeden önce kale dışına çıkıp, merkezde şöyle bir tur atıyor, çarşısında geziyor, daha sonra gölün kenarına iniyor, akşam için güzel bir şarap açıp böylece az da olsa yorgunluk ve gerilimi azaltmaya karar veriyoruz. Şarap kesinlikle iyi bir fikir oluyor. Ama belli ki bugün benim sinirlerde bir bozukluk var. Bir anda tansiyon yükseliyor, annemle anlamsız bir konu üzerinden tartışıyoruz. Eşim her zamanki gibi ara bulucu rolünü üstlenip, gece yürüyüşü için beni ikna ediyor.



Babam da katılıyor yürüyüşe, gecesi ayrı güzel Yanya'da göl kenarında sakinleşmek için yürüyoruz. Yok! Bendeki ruh hali geçecek gibi değil. Belli ki stres boşalması falan yaşıyorum. Babam bir süre sonra dönmeye karar veriyor. Barların yer aldığı tarafa geçip, içinden bir tanesinde bahçe kısmında göle nazır bir iki kadeh daha bir şeyler içmek için eşimle oturuyoruz, ben bol bol ağlıyorum. Arınma seansım sırasında eşim destek hizmetleri genel müdürü olarak tüm yetkisini kullanıp, ben susana kadar sabırla sırtımı sıvazlıyor. 


Omzunda döktüğüm onca göz yaşından sonra,  gecenin ıssızlığında ve ağlama seansımın nihayetinde vardığım sessizliğimde kaleyi dıştan yürüyerek tavaf ediyoruz.


Sabah güzel bir gün olacak, stres, sıkıntı, nazar, göz ne varsa göle karıştı.

Sabah ola hayrola deyip uykuya dalmaya çalışıyorum. Bu gece stres yaşadığımı sanıyor, atlattığım için içimdeki huzuru parlatıyor ancak henüz yarının getireceği stresten habersiz olduğumdan, uykuya tasasız bir şekilde dalıyorum.