Yanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Aralık 2022

Ne Geziydi Ama!!!

 


31 Mayıs tarihinde, Bir Parmak Bal ile başladığım gezi-yazı-fotoğraf dizisini yıl bitmeden bitireceğim hedefini tutturup, nihayet dün bitirdim. 

Pandemi sonrası normale dönüşümüz ise, yıllardır "Ohrid'e bir kere daha gitsek" diyen babamın lafını dinleyip, 1 Mayıs - 19 Mayıs tarihleri arasında Yunanistan ve Makedonya'yı kapsayan bir rota ile kelimenin tam anlamıyla, "muhteşem" oldu. 

sözleri ile başladığım gezi notları-anılar-fotoğraflar dizisini, sırasıyla;


    başlıları altında toplamayı başardım. Unutulmaz anılarla dolu, her anı rüya gibi geçen bu seyahat enler arasında yerini aldı. Maviş bize hayalini kurduğumuzdan çok daha keyifli bir yol arkadaşı oldu. 2023 yılında yenilenen yüzüyle, bizimle yepyeni maceralara yol alacağını bildiğimiz, Mavişli yollarda yolculuklarımızın devam ettiği, yollarımızın, yüzümüzü güldüren anılara dönüştüğü, öğrendiğimiz, eğlendiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiğimiz, sarıldığımız onca anı biriktirdiğimiz harika bir yıl diliyorum. 

İnsan bazen hayal kuruyor, vazgeçiyor, kırıyor, kırılıyor o uğurda ama niyet temizse, güzelse, kötülük içermiyorsa, gerçekleşiyor, buna hep inandım, rahmetli teyzemin, sen yüreğini kötüye açma dediği gibi. 2023 dilerim, herkesin gönlündekini gerçek kılan harika anılarla dolu, geleni geldiği gibi kabul edip, sabırla öğrenmeyi becerdiği, sonunda huzurlu, sağlıklı, bol kahkahalı anıları sandığına kaldırdığı, şahane bir yıl olur, dilerim yüreklerimizin kapıları hep ve daima sevgiye ve iyiliklere açılsın... 

24 Ağustos 2022

Muhteşem Yüzyıl'da Pargalı Olmak



Günlerden Perşembe 5 Mayıs

Gece saat 9.30 civarında kapı çalıyor tedirgin birbirimize bakıyoruz ne de olsa sabah kaptırdığımız plakalar hala aklımızda, kapıyı açtığımda karşımda yaklaşık 14 yaşlarında güleç yüzlü bir genç kız, elinde kocaman bir tepsi, çat pat İngilizcesi ile "annem size geleneksel bir börek yaptı" diyor, umarım! karşılıklı gülümsüyoruz, ister istemez beden dili öne çıkıyor, karşılıklı eğile büküle o tepsiyi uzatıyor, ben tepsiyi alıyorum, fırından yeni çıkmış, nasıl bir koku... anlatılmaz içe içe çekilir. Yaşadığımız günü telafi etmek için işten gelir gelmez, börek yapmış. Çok geçmeden bir mesaj geliyor, böreği umarım sevdiniz diye... Sevdik bence, yoksa gecenin o saatinde çay yapıp börek yemeyiz, ama yiyoruz vallahi çünkü öyle güzel bir kokusu var ki, akılda kalacağına midede klasın, bir kere el açması üstelik otlu peynirli bir börek, sabaha bırakıp o sıcak sıcak tadını kaybetsin istemiyoruz, börek ağlar, inanıyoruz ki çok ağlar. Teşekkür mesajını atıp çayımdan bir yudum daha alıyorum. 

Günlerden Cuma 6 Mayıs

Sabah erkenden uyanıyoruz telaşe göbek adımız, eşim aramızdaki tek sakin - bize rağmen üstelik - bir yandan toplanıyoruz bir yandan arabayı yerleştiriyoruz bir yandan da  Vasilis'den  gelecek olan telefonu bekliyoruz, saat 9 civarı mesaj kutuma bir mesaj düşüyor,  "bana ruhsatını ve ehliyetinin fotoğrafını gönderir misin, polis karakolunayım" hemen gönderiyorum net çıkmamış olacak ki, fotoğrafları bir kez daha çekmem gerektiği mesajını bu sefer kızı gönderiyor, daha net göndermen gerekiyormuş çünkü ben gitmeden işlemi tamamlamak istiyorlarmış,   bir kez daha fotoğraf çekiyorum, bu sefer net olmasına, her şeyin görünür olmasına özen gösteriyorum,  yaklaşık 10 gibi kapı çalıyor, elinde plakalarla Vasili geliyor, yüzünde kocaman bir gülümseme,  "hallettim, sizi de geç bırakmadım" yazısını telefonundan burnuma sokmak üzere, sonra uzun uzun  konuşuyor elindeki telefon uygulamasına, sonra ben konuşuyorum, sonra o konuşuyor, böyle böyle tüm hikayeyi dinliyorum ondan. Bu evi Airbnb uygulaması üzerinden kiralayabilmek için belediyeye bir vergi ödüyorum, o vergiye bir araçlık yer ücreti ve vergisi da dahil, polise onlara yanlış işlem yapmaktan dolayı dava açacağını, üstelik gazetelere ve televizyonlara haber vereceğini, belediyeye suç duyurusunda bulunup, ödediği verginin karşılığını alamadığı için cezai yaptırım uygulatacak tüm yollara başvuracağını, Turizm Bakanlığı ile görüşüp turistlere bu şekilde davranıldığı için ülke hakkında edinecekleri izlenimlere ilişkin cezai yaptırım uygulaması için şikayetçi olacağını, basın açıklamasında Yanya polisinin bu tür yanlış uygulamalar ile şehre zarar verdiğini anlatacağını uzun uzun ve arada kah gülerek kah sinirlenerek anlatıyor.  Polis merkezindeki en yetkili kişi işlemi yapan memurlarla ilgili özür dileyip, ben gelemden bu işlemi çözmeyi teklif ediyor böylece ben evraklarımı gönderince işler tatlıya bağlanıyor ve bizim plakalar olması gereken yere takılıyor. Ceza ne mi oluyor, tabi ki iptal ediliyor. 



Niyetimiz, Arta, Menidi, Katergaki, Vonitsi üzerinden Preveze'ye gitmek. Böylece Arta Körfezi'ni de görmüş olmak. Öyle olmuyor, Arta eski şehrinin neredeyse tamamı aynı anda restore edildiğinden, zevksiz ve yorucu bir durak oluyor. Eski kentteki kısa turu kapalı pazarından yolda yemek üzere şeftalilerimizi ve eksik etmediğimiz yeşilliklerimizi tamamlayarak sonlandırıyor, kentten ayrılmadan önce Osmanlı'nın önemli miraslarından biri Narda Köprüsü'nü görüp, rotayı yeniden oluşturup, direk Preveze'ye gidiyoruz. Kimsenin gönlü 2 saatlik  uzayacak yola razı değil. Kuzeyden şehre giriyor, limana gidiyor ve  limanda bir yemek yiyip, dinleniyoruz. 



Yol manzaralarımız yine doyumsuz, fotoğraf ve çay kahve molaları ile yolu bir nebze rahatlatıyoruz. Parga'ya çok geç kalmak istemiyoruz. Gün batmadan orada olmak niyetinde küçük bir kaçamak gizli. 


Preveze deniz savaşlarını geride bırakıp, Muhteşem Yüzyıl ile hayatımıza giren, Pargalı İbrahim'in şehrine doğru yol alıyoruz. 1 saatlik yolculuk sırasında B ve C planlarına bakıyorum, B planı halen çok cazip, biz karavan parkta kalacağız annemler otelde, diğer plan yine bir ev kiralamak. Valtos Beach'i o nedenle ilk ziyaret noktası olarak haritalar uygulamasına giriyorum. Parga'yı geçiyoruz, tepeden Valtos Beach'in göründüğü noktaya geldiğimizde kararımız kesin, biz yolda2yolcu ne olursa olsun karavan parktayız, iki gece garanti...


Valtos Beach'e inerken, yollarda asfalt çalışması olduğunu fark ediyoruz, üstelik yeni döküldüğü için keskin bir zift kokusu bizi karşılıyor, bu gezide genel olarak sezon açılmadığı için hemen hemen geçtiğimiz her yerde hummalı bir tadilat tamirat yenileme düzenleme çalışması olduğundan aslında çok da alışık olmadığımız bir görüntü değil bu neyse ki işaretlediğim kamping yolun hemen ilerisinde deniz kenarında. Annemleri, henüz sadece iki masa ve barı ile kısmen açık olan, plajı yüksekten gören bardabir bira ısmarlayarak bırakıyoruz.

Ben sahilden, kumların üstünden bata çıka ilerlemeye çalışıyorum. Eşim ziftli yoldan, kamyonun kenarından geçmeye karar veriyor. Kamping ikinci sırada kalıyormuş, kumsal tarafından ilerlerken  her bir parçası "lüks" fışkıran çarpıcı güzel bir otelin içinden yürümek zorunda kalıyorum, annemlere fiyat sormak için lobiden içeri girdiğimdeki kokuyu çekebildiğim kadar içime çekip, iki gece için fiyat soruyorum, duyduğum rakamla çınlayan kulağımı tutarak oradan hızlı uzaklaşıp kamp alanına doğru giderken, bir kez daha zift kamyonu ve ziftli yol ile burun buruna geliyorum. Kamyon tam olarak kamp alanının önünde, yol o kadar der ki kamyonun sağından ya da solundan yürümem mümkün değil, üstelik asfalt yeni döküldüğü için duman tütüyorken, kamyonun yanında yer olsa da geçmek mümkün değil , karşıya geçebileceğim tek noktadan kendimi karşı kaldırıma atıyorum, bir evin bahçesindeyim. 

Eşim kamp alanından bana sesleniyor, buradan geçemezsin geri dön diye, kim demiş geçemem, geçerim ben, çitleri gözüme kestirip, izinsiz girdiğim bahçedeki kuyunun üzerine tırmanmak için nazikçe izin isteyip, kendimi çitlerin üzerinden atmak için hazırlığımı yapıyorum.... Ta taaaaa! Tam inecekken fark ediyorum ki kot farkından dolayı bu tarafta 50 cm olan yükseklik diğer tarafta nerdeyse 1,5 metre, aşağıya atlamam lazım ki atlarım ben, atlarım değil mi? Göze kestirip demir çitin ayağımı koyabileceğim tek yerine sağ ayağımı koyuyorum, kuyu taşının üzerinden diğer ayağımı kaldırmamla, eşim koşarak geri dön buraya atlayamazsın diyerek bana doğru geliyor, iyi ki! O sırada tişörtün bir yerleri sivri demirlere takılıyor, beklenen macera tam olarak bu değil, neyse ki kamp alanından üç kişi koşup yetişiyor ve ben tişörtü, onlar beni kurtarıyor. Kamp yerine olaylı girişimiz sayesinde herkesler bize gülümseyerek ve tanıdık bir bakış atıyor; az önceki şaşkın kadın değil mi bu? Evet benim, ne olmuş, koca totomu çitlere kaptırmak üzereysem, toto benim, macera benim diyerek edalı bir yürüyüş ile, daha önce hiç görmediğim yükseklikteki zeytin ağaçları ve elbette ki ulu çınarlarla gölgelenmiş kamp alanını gezmeye. Bungalovlar sezon açılmadığı için tadilatta, annemlere otel şart olacak. 2 gece konuşlanmak için bir yeri işaret ediyoruz, kamp görevlisi eyvallah diyor. Geldiğimizden daha az maceralı, bol ziftli yoldan annemlere ulaşıp hadi size otel bulalım diyoruz, ön çalışmamda 3 otel var. İkisi yanyana, biri Parga'da merkezde. Hemen tepede yer alan otellere gidiyoruz, manzara bizi büyülüyor, hemen odayı tutup annemleri otele yerleştiriyoruz, diğerlerine bakmaya bile geerek yok, burası annemler için muhşetem, onları ve eşyalarını otele bırakıp, kampa otağımızı kurmaya dönüyoruz. 


Gece dinleneceğiz, sabah onlar bizim yanımıza yürüyüş yaparak gelecek. Böylece sabah kahveleri ve deniz keyfi bizim orada olacak. Öğleden sonra bir taksi ile Parga. Parga'da iki yer işaretledim, İtalyan takılacağız. Şarap, pizza, bruschetta ve belki biraz peynir... 

Küçük kaçamak için hazırız, geceyi bir şarap açarak kutsuyoruz,  neşeli ve heyecanlı anları sohbete konu ediyor,  uzun soluklu gezimizde kazasız belasız devam edişimize teşekkürleri sıralıyoruz. Yolda2yolcu olmayı çok ama çok seviyoruz. 


Yarın tatil... Keyfini çıkartmak için, erkenden yatıyoruz, başımızda ulu zeytinler ve çınarlar... Keyfimiz İbrahim Paşa'da yok. Bu yüzyılda Parga'da turist olmak bize iyi gelecek daha şimdiden anlıyoruz. 

Günlerden Cumartesi 7 Mayıs

Sabah uyanıyoruz, o kahve kokusu yok mu? Beni güneşten sonra şarj edebilen ikinci şey... Oooo sıralamamı düzeltmeliyim, eşimle uyanmak ilk şey, güneş iki, kahve üç... Evet bu daha doğru bir sıralama oldu. Her sabaha gülümseyen bir yüzle uyanıyorum, kendimi bildim bileli böyle. Hasta falan değilsem tabi... Enerjisi bol uyanışım sonrasına bir kahve kesinlikle tamamlayıcı oluyor. Kahveyi demliyorum, eşim sabah serinliğinde biraz daha uyumak istiyor, kitap okumak için bundan daha güzel saatler olamaz, 9 gibi annemler gelecek. Çoktan yürüyüşe çıktıklarına eminim, gene de bir mesaj atıp beklediğimizi söylüyorum, tahminim o ki onlar çoktan otelden ayrılmış, çünkü cevap gelmiyor. Neyse ki asfaltlama işi bizim orada bitmiş, koku da dağılmış, gün güzel, deniz gören, ulu bir zeytin ağacına sırtımı dayayıp, sessiz bir köşeye oturup, hayatın bana bahşettiği güzelliklerin keyfini çıkarabilirim. Çok geçmeden eşim uyanıyor, kahve kokusunun onun yüzündeki ifadesi de görülmeye değer, mutlu bakan bir çift gözden daha seksi çok az şey var bence. O...oo! Konumuz bu değil... 

Saat 9'u geçiyor. Bizimkilerden haber yok, 9.30 oluyor... Halen haber yok... 10 gibi telaşlanmaya başlıyorum, kaybolmalarına ihtimal yok, yol tek ve neredeyse çıkmaz sokak gibi. Çok geçmeden kahkahalar atan babam ve belli ki sinirden yorgun düşmüş annem gözüküyor. 





Sabah 8 gibi gelmişler, babam anneme sen kapıda bekle ben onları bulayım demiş, babam nasıl olmuşsa bizi görememiş, hatta arabayı bile... Anneme dönüp burada yoklar demiş. Başlamışlar bir aşağı bir yukarı kıyıda yürümeye, başka bir karavan park aramışlar, annem her yer kapalı olduğu için bir taş tepesinde babamı beklemiş... Olaylar olaylar... Sonra annem bizi bırakıp gitmezler bir de beraber bakalım şu kampa olmadı kapıdaki görevliye soralım bir not bırakmışlar mı deyince, bize buluyorlar. Gün başlamadan yorgun düşen ikiliyi otağımızda ağırlıyoruz. Sinirler yatışıyor, Türk kahveleri içiliyor, babam filtre içemediği için ona mutlaka Türk kahvesi taşıyorum, her seferinde şaşırıp mutlu oluyor.

Kahveleri içip havanın serinliğini bahane ediyor ve Parga'yı sabah programına alıyoruz, taksiyi çağırıp, yürüyerek 2 km, arabayla 4 km uzaklıktaki Parga'ya gidiyoruz. Annemin dizindeki ağrı nedeniyle hatrı sayılır yokuşu çıkmaması için onlar varken bu mesafeyi yürümeme kararımız baki. 

Taksi merkez durağına geldiğinde tercihlerimizin doğruluğuna seviniyoruz. Evet güzel ama bir Valtos Beach değil buralar. Bizi karşılayan dar sokaktaki sağlı sollu hediyelik dükkanlardan bir kaçına giriyor, el yapımı seramiklerin olduğu bir kaç dükkandaki ateş pahası fiyatları görünce hızla limana yöneliyoruz. 





Limana varınca kalesinin önünde biraz da İtalya'nın Pasitano'nu andıran yamaç beni bende alıyor. Saat 12'yi geçince nerede yiyeceğiz soruları sıklaşmaya başlıyor, ama önce bu küçük kenti alt üst etmeye karar veriyoruz. Sahil çok güzel, o küçük adalar insanı denize atlayıp yüzerek oraya varmaya çağırıyor. 


Arka sokaklardan birinde, mis kokulu bir fırın bulup, ekmek alıyor, oradaki tatlılara ve dondurmaya dayanamayıp soluklanıyor ve tekrar sahile inip, manzaranın keyfini de sürebileceğimiz, İtalyan Restoranına gidiyoruz. Diğer pizzacı akam 6'da servise başlıyormuş, aklım onda kalmıyor değil, sahibi İtalyandı çünkü... Başka bahara... Geleceğiz çünkü... Biliyorum. 

Yerimizi alıyoruz, masamız manzaraya nazır, Parga'yı çok seviyoruz, Yunanistan da değil de sanki İtalya'dayız. Tipik Yunan adaları ya da sahilleri gibi değil Parga. Aslında sezon açılmış olsa, gideceğimiz iki ada var ama... Ah ah... Dedim ya başka bahara. 





Yemeklerimizi ve elbette ki soğutulmuş beyazımızı istiyoruz. Keyfini çıkartmak için mekanı kapattık desem yalan olmaz... Belli ki buralarda da yemek saatleri bizim saatlerle örtüşmüyor, kimse yok oysa saat neredeyse öğleden sonra üç. 


Yemek sonrası çarşıda bir yürüyüş daha yapıyor, bolca fotoğraf çekiyor ve kaleyi gezme işini ertesi sabaha bıkarak Parga'dan ayrılıyoruz.

Sezonu açmak için hazırız, deniz kenarında yerimizi alıyoruz, hava serin, haliyle deniz de ama kim tutar Çeşme sularında yedi ay bir fiil yüzen gençleri ve genç kalanları. Annem gene de temkinli, biz 3 delikanlı paşalar gibi yüzüyoruz. Sezon bu sene fiilen İyon denizinde açılmış oluyor. 



Deniz sonrası herkes mola istiyor. 2 saatlik bir mola bizim pirelere fazla geliyor. Gün batımını yakalar mıyız? sorusu gözlerde, bence yakalarız bizi harekete geçiren cümle oluyor. Annemlerin oteleni hemen altından denizin kenarından bir yol gözüküyor, annemleri arıyoruz, planı açıklayacağız ama o gülüş beni işkillendiriyor, annem baklayı ağzından bile isteye kaçırıyor, kaleye gitmişler hem de yürüyerek, çok kolay oldu diyor, otelin arkasında yamaca bakan patika bir yoldan iniverdik kaleye. Durur mu yolda2yolcu, otelin altından sahil tarafından görünen başka patika yol dikkatimizi çekiyor, sahil yolundan Parga'ya doğru yürüyüşe geçiyoruz. 

Gün batımı için öyle hazırız ki... 




Kaleye varıyoruz, kapalı haliyle, ama manzara "iyi ki" dedirtiyor. Sabaha bıraksak belki bu ışığı yakalayamayacaktık. Seviniyoruz. Kalenin yanından merdivenlerce uzayan yollardan aşağıya dizlere yük bindire bindire inişe geçiyoruz, Harika barlar keşfediyor, bazılarında kalbimizi bırakıyoruz. 





Parga'nın gecesini de seviyoruz, birer içki alıp taşların üzerinde oturup, manzaranın ve hayatın bize sunduklarına hayranlıkla bakıyoruz. Yarın Üsküp'e doğru çıkacağımız yol çok uzağımızda, biz Parga gibi küçük bir yerde yaşlanmanın hayalini coşturuyoruz. Köpüklü bir şampanyanın bardaktan taşan kısmını durmurmuyoruz, hayallerimizi İyon denizine bırakıyoruz. 



Günlerden Pazar 8 Mayıs

Sabah nispeten kapalı bir havada Parga'ya veda edip, Doyran'a doğru yola çıkıyoruz. 








26 Temmuz 2022

Kaşıkçı Elması Gölde Yüzüyor



Günlerden Perşembe 5 Mayıs

Neyse ki gecenin stresi göle karışmış herkesin yüzü gülüyor, sıkı bir kahvaltı ile güne güle oynaya başlıyoruz. Bugün kültür turundayız, önce kale içi, sonra adadayız.

İçinde bir de adası olan gölün adı; Pamvotida. Avrupa’nın en eski ikinci doğal gölü ve kelimenin tam anlamıyla tabiat harikası, şehri çevreleyen çınar ağaçları ile tablo gibi bir güzellik. E haliyle dilimizde hep bir "burada yaşanır". Kale içi, hem Osmanlı döneminin harem ve camilerinin hem de Bizans Döneminin kiliselerinin korunduğu, tarih açısından zengin bir keşif vaad ediyor. Durur muyuz bir önceki gece yapılan kısa turdaki tespitler yolda4yolcu için günün rotasını oluşturmada kolaylık sağlıyor.

Evimizin sırt kısmında yer alan içinde Fethiye Cami, türbe, müze, kilise ve Bizans kalıntılarının bulunduğu bölgeye gidiyoruz. Yanya’da gün batımı için en iyi yerlerinden biri olan Hisar Kalesi'ndeyiz. Kale, iç kale anlamına geliyor ve göle bakan bir tepenin üzerinde yer alıyor, ana kapıdan ilerleyen ve sizi içeriye mıknatıs gibi çeken manzaradan hemen önce  bir muhafız kulübesi, Ali Paşa’nın ordusu tarafından mühimmat depolamak için kullanılan bir depo ve bir Bizans tahkimatının bulunduğu arkeolojik alan ilk göze çarpan yerler. Daha girişteki bu etkileyicilik, hemen solda yer alan mekanla adeta taçlanıyor. Kahve molası için göz kırpan mekana pas vermiyoruz, evden çıkalı 5 dakika olmadı henüz. Fethiye Camii, Başmelek Mikail ve Cebrail'e adanmış 13. yüzyılın başlarında Bizans kilisesinin kalıntılarının yakınında, göle nazır bir manzarada ve elbette tepede konumlanarak 1430'da Osmanlılar tarafından kentin iç kalesine inşa edilmiş.  Hemen önünde yer alan türbe ferforje bir kafes gibi burada meşhur Yanyalı ya da bilinen adıyla Tepedenli Ali Paşa'nın bedeni var sadece, kesilen başının mezar taşının ise İstanbul Zeytinburnu Ayvalık Mezarlığı’nda yer aldığı biliniyor. Hikayesi ise oldukça ilginç. 


Aynı bölgede yer alan müzeyi de gezdikten sonra, göl tarafından da girişi olan ve ilgimizi çeken ve mutlaka görülmesi gerekenler listemizin başında
 yer alan bir diğer müzeye; Silversmithing Museum'a doğru kalıntılar yanından ilerleyerek varıyoruz. Zamanında Avrupa’da gümüşçülüğün başkenti olan Yanya’da yer alan, gümüş işlemeciliğinin ilginç tarihini detaylı ve öğretici bir şekilde sunan, dönemsel olarak atölyelere, eğitimlere, kurslara ev sahipliği yapan müze olmanın yanı sıra bir kültür ve eğitim merkezi olarak kurulan müze, kalenin yemekhane bölümü restore edilerek yapıldığından dışarıdan bile görüldüğünde etkileyici. 







Dönüşü girdiğimiz kapıdan yapıyoruz, kale kapısına varmadan batı tarafından görünen adaya uzaktan bakıyor öğleden sonraki gezi için biraz daha heyecanlanıyoruz. Küçük motorlar ile varılan ada için kalkış noktasını tepeden görüyor, gece yürüyüşü için geçtiğimiz yolları bir kez de kuş bakışı seyre dalıyoruz, girişteki mekan çıkışta bir kez daha göz kırpıyor, hele de o güllü taş duvar. Fotoğrafını çektiğime çok emin olduğum duvar kardeşimin deyimi ile galiba yüreğimi kazınmış durumda, çünkü kimsenin makinasından öyle bir fotoğraf çıkmıyor. 

Eski kentin içindeki dar sokakları geçerek vardığımız kent surları içinde yer alan  ve Yunanistan’daki Türk mimarisinin en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen Aslan Paşa Camii ve Külliyesi'ni geziyoruz. 




Tesadüfün böylesi, önümüzde ilerleyen resmi giyimli telaşlı grup meğerse bir heyetmiş. Yaşları epeyce genç.- olan gurubun içinden görece diğerlerinden genç olan biri yanımıza geliyor. "Türksünüz değil mi?" diyor. "Evet" diyoruz, "Vaktiniz varsa Atina-Pire Başkonsolosumuz Mustafa Somuncu bey resmi ziyaretteler, sizlere merhaba demek istiyorlar."  Memnuniyetle kabul ediyoruz. Sohbet kısa ama verimli, meraklı sorulara verilen cevaplar ile de şaşırtıcı oluyor. Konsolosumuz en çok da burayı nereden bildiğimizi merak ediyor, açıklıyoruz. Kökenleri Yanya'ya dayanan Bursa'nın ve kesinlikle bölgenin en iyi balık yapan mekanı sahibi "Balıkçı Rıza'dan öğrendiğimizi belirtiyor ve Bursa'ya yolu düşerse de mutlaka orada bir balık yemesini tavsiye ediyoruz, o da bizim Makedonya'ya devam edeceğimizi öğrenince mutlaka Kosova'ya devam etmemiz gerektiği önerisini paylaşıyor. Hatıra fotoğrafı çektirip, ayrılıyoruz. 



Bu noktadan göl  manzarası daha bir güzel geliyor bize. Bir lise grubunun gezisi ile kalabalıklaşan, bahçede bir ağaç gölgesinde soluklanıyoruz. İslami eğitimin merkezi konumunda olan ve mimarisi ile dikkat çeken camii ve külliyenin bu kadar iyi durumda olması ve korunmasını ise kıskanıyor ve sohbetin ana konusunu Türkiye'deki aslına uygun restorasyon ve korunan doğal güzellikler üzerine kuruyoruz. Neredeyse günü yarılıyoruz, bir kaç güzel hatıra fotoğrafı ile turumuzu tamamlıyor, ada turu ve Ali Paşa Müzesi öncesinde yorgunluğumuzu atmak için eve dönüp bir şeyler yiyip, biraz soluklanmaya karar veriyoruz. Bu kararın ne kadar yerinde olduğunu asla tahmin bile edemezsiniz. 



Eve vardığımızda yan inşaatta bulunan usta başının bize el kol hareketi yapması tuhafımıza gidiyor, ortak bir dil konuşmadığımızdan, el kol hareketleri ile anlatmak istediğini de anlatamadığından, eşimi kolundan tuttuğu gibi arabanın yanına götürüp bir şeyler gösteriyor. Arabanın plakasının olmadığını fark ettiğimiz anda kaynar sular beynimizden aşağı akmaya başlıyor. Daha önce defalarca okuduğum yanlış yere park edilmesinin cezasının plaka sökümü ve yüklü bir para cezası olmasının, ev sahibimizin bize verdiği "serbest park" kartı nedeniyle başımıza gelmeyecek bir "talihsizlik" olacağı varsayımım kendini çürütüyor. Elde kağıt geri dönen eşimin yüzünde hatrı sayılır bir karalar bağlama hali var ki, kaynar sular fırsat verse de bir şey diyebilsem duygum, başımıza gelenleri bertaraf etmemizi kolaylaştırmıyor. Kısa bir şok dalgasından sonra toparlanıyor, eve gidiyor, ev sahibimiz Vasilis'e elimdeki ceza kağıdı ile birlikte bir mesaj atıyor, çok stresli ve demoralize olduğumuzu söylüyor ve beklemeye başlıyorum. Saniyeler saat gibi, geçmiyor. Eşim sokağı dolaşıp geliyor, "şikayet oldu herhalde diyor, çünkü her arabada aracın kendi plakası yazılı -izin kağıdı- var, "bir tek bizim plaka tutmuyor" meseleyi anlıyor ama gelmeyen cevapla birlikte içimizde büyüyen sıkıntıya söz anlatamıyoruz. 

Annemle babamı dün gördükleri tavukçuya gitmeye ikna etmişken "blink" sesi ile telefona koşuyorum, ev sahibimiz çeviri programı aracılığı ile iletişim kurduğu için kısa bir mesaj atıyor. "Her şeyi çözeceğim, çok üzgünüm, kızım geliyor, telaş yok".

Kızı geliyor, "telaş yok, plakalar yarın polis merkezinden teslim alınacak. Bugün vermiyorlar, ama sabah 9'da teslim alacağız." 45 euro ceza meselesini ev sahibimiz halledecek. Vasilis  sürekli üzgün olduğunu belirten mesajlar atıyor. Sakinleşiyoruz. Karnımız zil çalıyor, midemizin "hadi yemeğe" mesajını dikkate alıyoruz. Çarşı içinde bir gün önce babamın "burası harika" dediği yere karar kılıyoruz. Tam karşısındaki peynirciden, etler ve yerel peynirler alma fırsatı böylece kendiliğinden tıkır tıkır plana dahil oluyor. 


Kebapçıya oturuyoruz. Sipariş için sıramızı beklerken, peynir dükkanından çıkan "Eleferia", bize gülümseyerek yaklaşıyor. Dükkan onunmuş, 4 kuşaktır peynir üretiyorlarmış, abisi çiftliği yönetiyormuş, bak sen bizim ev sahibimize.... Hikâyesinde neler varmış. İyi bir tercih yaptığımızı belirtip, "şiş" konusunda ısrarcı davranıyor. Hakkını teslim ediyoruz, bu kadar sulu, lezzetli ve doyurucu bir şiş uzun zamandır yememiştik. Biranın serinletici etkisi kaynar suları unutturuyor. Dükkana uğrayıp, ada dönüşü mutlaka geleceğimi belirtiyorum. Tavsiyesi için teşekkür etmeyi unutmuyorum. 



Göle doğru, kale duvarının karşı caddesinde yer alan turisttik eşya satan sıralı dükkanları geze geze iniyoruz. Kooperatif tarafından işletilen motorlardan birine binip, kalkış zamanını bekliyoruz. Karnımız tok, sırtımız pek, aklımız yeniden başımıza gelmişken, gülümseyen "gevrek" anımızı bir fotoğraf ile ölümsüzleştiriyoruz.


Tepedelenli Ali Paşa’nın şahsi eşyalarının sergilendiği "Ali Pasha Museum" için Pamvotida Gölü’nde bulunan isimsiz adaya  on dakikalık bir motor seyahati ile ulaşılıyor.  Yanya daha önce gezdiğimiz  Meteora ve Athos Dağı manastırları gibi önemli bir merkez. Arnavut kaldırımlı dar sokakları takip ederek adada yer alan yedi Bizans manastırını görmek mümkün ki bu vesileyle adanın etrafında tam tur da atmış oluyorsunuz. Bence asıl cazip olan gölün karşı kıyısında eşsiz bir güzellik sunan çınarlarla çevrili eski kent ve kale manzarasının keyfini çıkarmak. 


Adaya henüz ayak basmadan, uzaktan görünen taş evleri ve önünde park halinde duran rengârenk tekneler ile beni kalbimden vuruyor. "Taş ev mi onlar, valla taş ev..." Kalbim öyle hızla çarpıyor ki, burada yaşarım ben duygusu gene beni benden alıyor. Bir gün olacak biliyorum, suya yakın bir taş ev, bahçesinde ben. 


Köyün meydanı bildik bir his uyandırıyor, kilise, meydan, kafeler, yemek yenecek mekanlar, çınarlar ve huzur. Adayı önce sol koldan müzeyi görmek üzere adımlıyoruz, Yanya’da yapılacak en iyi şeylerden biri tekne ile geçilen bu adada vakit geçirmek, Ali Paşa Müzesi aynı zamanda, 19. yüzyıldaki Yunan devrimci döneminden kalma kalıntılara ve Osmanlı lideri Ali Paşa’nın 1788-1822 dönemine ait bir koleksiyona ev sahipliği yapıyormuş. Keşke bir de tuvalete ev sahipliği yapsaydı. Nasılsa müzeye gidiyoruz diye yolsa girmediğim tuvalet bana dert oluyor. Ali Paşanın kişisel eşyalarının sergilendiği evi (sarayı da deniyor) ve Hristiyanlıktan vazgeçmeyen eşine yaptırdığı kilisenin yanı sıra bir de sergi salonu olarak kullanılan bir yapı ile pek de saray çağrışımı yapmayan "saray müzenin", bahçesindeki dev çınarın gölgesinde soluklanmak üzere, hemen göl kenarına konmuş banklara oturup, hikayeyi bir rehber edasıyla bizimkilere okuyorum. 

 
Evi gezdikten sonra giriş katı sağ duvarında, merdiven taşına konmuş, paşanın başının kesilişinin resmedildiği o görselde fazlaca takılı kalıyorum. 


Evin üst katında ve sol alt katında yer alan daimi sergilerde, Ali Paşa'nın ünlü altın kaplama tüfeği -ki bir hayırsever tarafından sokak satıcısından bulunduğu ve müzeye bağışlandığı söyleniyor - ve elbette eşi, Kyra-Vassiliki'nin hakiki ipek elbisesi -ki halen nasıl korunabilmiş ve bu kadar kusursuz bir parlaklık ve güzellikle saklanabilmiş olmasına inanamıyor insan- gibi parçalar ile onlarca tablo yer alıyor.

Müzeden çıkarken solda yer alan mağaralar dikkatimi çekiyor, 700 yaşında olduğu söylenen çınarın gölgesinden midir, yoksa sağdaki gölün sunduğu manzaranın etkisinden midir, başım dönüyor. Taş merdivenlere oturup, düşünüyorum, insanın ömrü, yaşamak ve hırslar üzerine.

Eşim de gelince, bahçe merdivenlerinden yukarı çıkıp, mağaralara doğru yürüyoruz, bilgi notunda,15.yy'da rahip-keşişlerin yaşadığı ve hatta Meteora'da Varlaam Manastırı'nı - gezmiştik hatırlarsanız- kuran Apsarades'in de bu mağarada keşiş olarak yaşadığını öğreniyoruz.  Mağaranın bir diğer önemi de, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalya'nın hava saldırılarına karşı kendilerini korumak için 1940 yılında ada sakinlerinin bu mağaralarda saklanması. Öyle güzel dekora edilip, ses efektleri ile donatılmış ki, az sonra uçakların hava saldırısına uğrayacakmışsınız gibi bir his ile oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz. 

Gelelim Ali Paşa'nın hikayesine ve gölde yüzen Kaşıkçı Elmasına... Elmas tabi ki gölde yüzmüyor, bildiğiniz üzere Topkapı Sarayı'nda sergileniyor, ama önce Ali Paşa ve dillere destan, müzayedelere para olan aşkına. 

Ali Paşa, Arnavutluk'a yerleşmiş Kütahya kökenli bir aileden, hüküm sürdüğü yıllarda Yanya'nın ticari ve ekonomik bir merkez olmasının yanısıra manevi bir merkez haline  de gelmesini sağlayan güçlü bir yönetici. Trajik ölümüyle  de Yanya için önemli. 

İlk başta bir çete reisi iken, Osmanlı'da çıkan isyanları bastırmasından mütevellit, vali olarak Yanya'ya atanıyor, 32 yıl hüküm sürdüğü topraklarda Osmanlı'dan ayrılıp yeni bir devlet kurma hayali kuracak kadar güçlenmesinde Yunanlılardan aldığı destek yadsınamaz. Bu hayal onun trajik bir ölüme uzanan bir öykünün kahramanı olmasına da sebep oluyor.  Bir de  tabi efsanevi Kyra-Vassiliki Kontaksi var ki,  14 yaşındaki bu dilbere ona olan tutkusu tablolara konu olmuş, büyük paralar karşılığında kolleksiyonerlerce alınmış, hatta bir köye isim olarak verilmiş. 

İkinci evliliğini, yaşlılığında, üzerinde mutlak kontrolü olduğu bilinen 14 yaşındaki Hristiyan Vassiliki ile yapıyor. Gönlünü öyle kaptırıyor ki, genç karısı ondan vazgeçmesin diye adaya bir kilise yaptırıyor,  Sonrasında bölgesinde düzinelerce kilise inşa ettirmesine rağmen hiç cami yaptırmıyor.  Ali Paşa hüküm sürdüğü yıllarda sorumlu olduğu bölgede,  bataklıkları kurutup, madenler açtıran, sayısız köprüler ve yollar yaptıran güçlü bir yöneticiyken Osmanlı'ya karşı gelmesi ve isyan çıkaracak olması nedeniyle, kafası kesilerek öldürülmesiyle cezalandırılacak trajik bir sonla karşılaşıyor. 

İşte bu noktada Kaşıkçı Elması devreye giriyor. Elmasın Osmanlı hazinesine girmesi ile ilgili anlatılan hikâyelerden biri de,  elmasın Napolyon'un annesinden satın alındığına dair. Uzun bir süre Napolyon'un annesinde kalan elmas, Napolyon'un sürgüne gönderilmesinden sonra annesi tarafından satılığa çıkarılıyor. Elması, Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı satın alır ve elması Paşa'ya getiriyor. Paşa elması Vassiliki'ye düğün hediyesi olarak veriyor. Tepedelenli Ali Paşa'nın, II. Mahmut zamanındaki trajik ölümü sonrasında başıyla birlikte el konulan ve bulunabilen tüm taşınabilir mal varlığı İstanbul'a getiriliyor. Böylece   "Kaşıkçı Elması" hazinedeki yerini alıyor. 

İlginçtir ki "Kaşıkçı Elması" hikayesini gezi sonrasında notları toparlarken buldum, ne müzede gezerken ne de öncesinde okuduğum bilgilerde elmasa rastlamamıştım. 


Müzeden ayrılınca, dar sokakları takip ederek  isimsiz adada bulunan yedi manastırdan en etkileyicisi olan ve 1204 yıllarından günümüze ayakta kalan Hayırseverler Manastırı’na doğru gidiyoruz. Kilisenin içinde birbirinden güzel tablolar  ve mozaikler olduğunu okumuştum ancak ziyarete  o esnada açık olmayan kiliseyi dışarıdan görmekle yetiniyor, tüm adayı tam tur dolaşmayı tamamlayarak yeniden motorların bizi bıraktığı noktaya geliyoruz. Motorun kalkması gereken süreye biraz vaktimiz olduğundan, birer soda alıp, gölü seyre dalıyoruz.  


 
Dönüş yolunda kalabalık olmayan motorumuzdan yüz bin milyoncuk balonlar kıvamında fotoğraf çekiyor, tepe noktada tüm ihtişamı ile bizi karşılayan eteğinde ulu çınarları ile dimdik ayakta duran Fethiye Cami'ye hayran oluyoruz.


Ana karaya dönmemiz ile yorgunluğumuzu iyiden iyiye hissediyoruz, biraz soluklanmak için bir bankta oturuyoruz, annemle eve biz ise çarşısına gitmek istiyoruz, zaten akşam için plan öğlenden belliydi, on dakikalık mola sonunda annemler hemen güney kapıdan eve gidip şarabı soğutmak üzere eve doğru hareket ederken, biz de kaleye doğu kapısından girmek üzere gölü sırtımızda bırakarak yukarıya çarşıya gidiyoruz, bir atasözü der ki, peynir beklemez! Plan basit, akşama ayakları uzatıp, serinletilmiş Merlot ile günü değerlendireceğiz ki bence gezilerin en güzel sohbeti de o anlarda oluyor.  

Peynirler, etler derken bir torba lezzet ile dönüyoruz eve, günün kaynar suyunu unutmuştuk ne güzel,  ama hemen evin önünde duran maviş kel kör haliyle bizi karşılayınca birbirimize bakıyoruz, ikimizin de içinden geçen belli, gözler "yarın ola hayrola" diye bakıyor. 

Sesler dışa vuruyor:

"Olur di mi?"

"Olur olur :)"


21 Temmuz 2022

Sen Yola Çıkarsın, Bahtın da!

Günlerden Çarşamba 4 Mayıs

İnanılmaz bir yağmura uyanıyoruz o kadar feci bir yağmur var ki hemen kapımızın yanında duran Mavişe tam tekmil kıyafet giymek zorunda kalıyorum. Eşyaları taşımak için gönüllü olan ben, bu kararımdan pişman olmak üzereyken, babam sırasıyla herkesin çantalarını arabaya getiriyor, ben yerleştiriyorum. İşler imece usulü kolaylıkla tamamlanıyor. Yağmur o kadar göz açtırmıyor ki bir ara kayrak taşının üstünde hafifçe kayıyorum. O anda gökyüzü ile göz göze geliyoruz bulutlar dağılmak üzere yani hala umut var aslında. Bu sabah büyük Meteora'yı gezeceğiz plan bu ama çok geçmeden çok sevdiğimiz yerlerde yaptığımız bir şeyi yapıp orayı bir sonraki geziye bırakmaya karar veriyoruz, böylece bahanesi hazır nur topu gibi bir gezi planımız daha oluyor, belki seneye belki ondan sonraki seneye ama ille bir gün geleceğiz yeniden bu güzellikleri görmeye. 

Yağmur dinmek üzereyken ve bulutlar rengini koyu griden açık griye ve yer yer pembeye döndürmüşken, Yanya için yola çıkmak üzere tüm hazırlıkları tamamlıyoruz.




Önce bulutların ve sis perdesinin arkasında kalan Kalambaka şehrine ve manzara tepesinden görebileceğimiz o sonsuz güzelliğe bir kez daha bakmaya karar veriyoruz. Yol kıvrılırken, sanki ilk kez görmüşüz gibi hayranlıkla bakıyoruz kayalara.




Şehir ve kasaba o griliğin altında bile insanı hayaller kurduracak kadar muazzam bir görsel şölen sunarken, hepimiz birer kere daha fotoğraf çekiyor ve birbirimize sürekli 1000 tane fotoğraf çektik gene de buranın güzelliğini ve mistik havasını hissettirebilecek miyiz emin değiliz diyoruz. Çünkü Meteora, anlatılmaz yaşanır bir mistisizm vadediyor.




Kalambaka şehir merkezinde kısa bir mola vermeye karar veriyoruz şehirde şöyle bir yürüyüş yapıp çiseleyen yağmur altında kenti tanımaya çalışıyoruz evet evet bir kez daha gelmek için elimizde birçok sebep var artık, yavaş yavaş dönüşe geçerken, fısıldanan planlar evrene saçılıyor.

Dağ yolu ile otoban arasında kararsızız. Hangisi kısa, hangisi zahmetli derken otoban sapağını kaçırıyoruz, yaklaşık 1 saat dağ yollarından gideceğiz, sevdiğimiz için hiç tasalanmıyoruz, bir ara geri dönmeye niyetleniyor, bir benzinlikte duruyor, o durduğumuz benzinlikte lastiğimizin indiğini fark ediyoruz, lastiği şişirip yola devam ediyoruz, yaklaşık 15 dakika sonra lastiğimiz yeniden sinyal vermeye başlıyor.  Dağ başında en derin vadilerin yer aldığı yol üstünde 12 volt şarjdan çalışan el pompamızla lastiğimizi şişiriyor ve yola devam ediyoruz, bir 10 dakika sonra bir sinyal daha geliyor, bu sefer lastik tamamen inik durumda. Bir kez daha şişirip ilerlemeye devam ediyoruz, çok temkinli ve tedirginiz, umuyoruz ki yol üstündeki köylerden birinde lastik tamir edebilecek bir yere varalım. 


Yol bizi üzmüyor yaklaşık 5 kilometre sonra bir köy girişinde yer alan benzinlikte bir adam imdadımıza yetişip lastiğimizi tamir ediyor, içimiz rahatlamış bir şekilde iyi ki otobana girmedik otobana girseydik her şey çok daha ters gidecekti diyerek, başımıza gelene her şeyde bir hayır vardır lafını hatırlayarak, iyi ki o sapağı kaçırmışız diyoruz. Yol boyu gördüğümüz köyler ve mevsimindeki erguvanlar baş döndürücü hayaller kurdursa da, imkansızı istemek gibi bir huyumuz yok. Elimizdeki ile mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz, elbet var bir hayalimiz, yoksa gerçekler nereden ilham alır değil m?



Yanya'daki bir gece hariç Pazartesi gününe kadar plansız ilerleyeceğiz, nerede kalmak istersek orada, nereden dönmek istersek oradan dönüp devam edeceğiz. Tamir olmuş lastiğimiz ile dağların keyfini sürerken uzaktan otoban inişini gözüyoruz. Otobandan ilerlerken kısa bir süre sonra  Yanya gözüküyor, göl içinde yer alan ada ve gölün etrafından konumlanan şehir davetkar. Sol yanımız karlı dağlar, sağ tarafımızda Yanya ve göl manzarası eşliğinde, tüm aksiliklere rağmen gün ortasında varıyoruz Yanya şehrine. 


Eski kale içinde yer alan evimiz bir evin giriş katı, kale boyunca ilerleyip, önce gölün kenarına kadar iniyor daha sonra eski kente giriş yapıyor, arabamızı tam park etmek üzereyken, park etmeyi planladığımız yere park eden kırmızı arabaya biraz gıcıklanmış gülümserken içeriden inen kadının da bize gülümsediğini fark ediyor ve anlıyoruz ki ev sahibimiz bizi karşılamak üzere tam zamanında apartmanın önündeymiş meğerse. Neyse ki arabamızı park edecek uygun bir yer buluyor, ev sahibine buranın uygun yer olup olmadığını teyit ettiriyor, ondan aldığımız evrakı arabanın ön camına dışarıdan görünecek şekilde yerleştiriyor ve eşyaları alıp evimize doğru yol alıyoruz.


Ev sahibimizin kendi halinden edindiğimiz ip uçları bizi yanıltmıyor, evimiz pek süslü. Eşyaları bir yere koyduktan hemen sonra o süsleri kendime göre yeniden yerleştiriyor ve geldiğimiz hızla evden ayrılıyoruz. Akşam için sulu yemekleriyle pek ünlü olan restorana doğru eski kale içinden yürüyoruz, bu yürüyüş eski kentlerle olan bağımızı güçlendiriyor.



Belli ki Yahya'yı seveceğiz, ama bir gece burası için yeterli gelmeyecek, yolda ev sahibini arıyor, kaldığımız ev için ikinci gece opsiyonunu soruyor, hayır cevabını alıyoruz, ev sahibi bizi çok seviyor, normalde 2 kişilik olan diğer daireyi ek yatak koyarak rezervasyon yaptırabileceğimizi söylüyor, pek sevinçle bir sonraki gece için oraya rezervasyon yaptırıyorum. Lastiğin geçici tamiratı yola devam etmek için güvenli gelmiyor eşime, lastik tamiratı için yaklaşık 2 saatimiz var, bu nedenle önce yemek sonra tamirat deyip, kalışımızı da iki geceye çıkarttığımızdan içimiz rahat bir şekilde yemeğimizi yemek üzere puanı çok yüksek olan ama lezzeti bakımından bize asla tatmin etmeyen ev yemekleri yapan yere varıyoruz.



Kale çıkışında çarşı içinde babam tavuk şiş yapan bir yer görüp, "yarın kesin burada yiyelim" diyor, "ah ah keşke akşam da orada yeseymişiz" diyeceğimizi henüz bilmiyoruz. Türk oluğumuzu konuşmalardan anlayan restoran sahibi, hayranlığını ve sevgisini defalarca dile getiriyor. Birlikte bir foto çektirmek, bir nevi teşekkür demek oluyor. Yemekten sonra oradan aldığımız tüyo ile lastiği tamir ettirmek üzere annemlerden ayrılıp, google haritalar yardımı ile kolayca mekanı buluyoruz. Annemleri göl kenarında keşif için eski kentte bırakıyoruz. 


Şuraya harika gezginler yolda2yolcu ile gezmekten mutlu bir anne baba bırakalım. 




Neyse ki işimiz rast gidiyor, 10 Euro'ya lastiği çok profesyonel bir yerde tamir ettiriyoruz. Prensipte eşimle hem fikir olduğumuz üzere yolda bizi dertlendiren aküye yine yolda bulduğumuz çözümle idare edeceğiz, ne oluyorsa lastik tamircisinden çıkarken oluyor ve lastiğin tamirini yapan çocuğa bildiği iyi bir oto elektrikçisi olup olmadığını soruyorum, güdümlenmiş gibi verdiği adrese doğru yol alıyoruz. Orijinal parça bulmazsak asla yaptırmayacağız hem fikiriz. Oto elektrikçi güven vermiyor. Ama dedim ya güdümlü gibiyiz, üstelik dil problemine rağmen el kol hareketleri ile sorunu anlatıyor ve adamın "okey, okey" sesleri arasında atölyenin arka kısmında akünün 12 volt girişine bir parçayı japon yapıştırıcısı ile yapıştırmasını hayretler içinde seyre dalıp orijinalliği bozulan parçaya ağlamak üzereyken resmen şimşek çakmış gibi aniden ayılıyoruz, ne yaşadık biz!

Eve kadar neden, nasıl, niye soruları ile boğuşuyorum. Eşim beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Sorun şimdilik çözüldü" diyor, "üzülme alırız orijinal parçayı" diyor. Ben kendime öyle öfkeliyim ki, eve varınca arabayı ev sahibinin gösterdiği yere park edip, eve girmeden önce kale dışına çıkıp, merkezde şöyle bir tur atıyor, çarşısında geziyor, daha sonra gölün kenarına iniyor, akşam için güzel bir şarap açıp böylece az da olsa yorgunluk ve gerilimi azaltmaya karar veriyoruz. Şarap kesinlikle iyi bir fikir oluyor. Ama belli ki bugün benim sinirlerde bir bozukluk var. Bir anda tansiyon yükseliyor, annemle anlamsız bir konu üzerinden tartışıyoruz. Eşim her zamanki gibi ara bulucu rolünü üstlenip, gece yürüyüşü için beni ikna ediyor.



Babam da katılıyor yürüyüşe, gecesi ayrı güzel Yanya'da göl kenarında sakinleşmek için yürüyoruz. Yok! Bendeki ruh hali geçecek gibi değil. Belli ki stres boşalması falan yaşıyorum. Babam bir süre sonra dönmeye karar veriyor. Barların yer aldığı tarafa geçip, içinden bir tanesinde bahçe kısmında göle nazır bir iki kadeh daha bir şeyler içmek için eşimle oturuyoruz, ben bol bol ağlıyorum. Arınma seansım sırasında eşim destek hizmetleri genel müdürü olarak tüm yetkisini kullanıp, ben susana kadar sabırla sırtımı sıvazlıyor. 


Omzunda döktüğüm onca göz yaşından sonra,  gecenin ıssızlığında ve ağlama seansımın nihayetinde vardığım sessizliğimde kaleyi dıştan yürüyerek tavaf ediyoruz.


Sabah güzel bir gün olacak, stres, sıkıntı, nazar, göz ne varsa göle karıştı.

Sabah ola hayrola deyip uykuya dalmaya çalışıyorum. Bu gece stres yaşadığımı sanıyor, atlattığım için içimdeki huzuru parlatıyor ancak henüz yarının getireceği stresten habersiz olduğumdan, uykuya tasasız bir şekilde dalıyorum.