30 Mart 2009

MERAK ETTİM ?


  • Hayatınızda kalmasını istediğiniz bir arkadaşınız bir gece önce kötüyüm çok diye mesaj atsa ve o an uygun olmasanız, en geç ne zaman ararsınız?

  • İşler ters gittiğinde ilk ne yaparsınız?

  • Biri sizi çok kızdırsa ama çok, öfkenize yenilmemek için nasıl bir yol izlersiniz?

  • Biri sizden borç alsa ve zamanında geri ödemese, ona borcunu nasıl hatırlatırsanız?

  • Aşkından ölmek üzere olduğunuz adamı eve geldiğinizde bir kadınla sevişiyor görseniz, çığlık mı atarsınız yoksa tokat mı?

  • En yakın arkadaşınızı aradınız 3 kere üst üste ve telefonuna cevap vermedi, ilk aklınıza gelen ne olur?

  • Yolda yürürken tanıdığınız birini gördünüz ama kafasını çevirdi, ne yaparsınız?

  • Bir tiyatro oyununda telefonunuz çaldı, telefonu kapatmanız kaç saniyenizi alır?

  • Otobüs durağında sıra beklerken, sizden sonra gelen biri sıranın önüne geçti, insan evladına nasıl bir tepki verirsiniz?

  • Sevdiğiniz bir arkadaşınız sizi arayıp, aramıyorsun hayırdır dediğinde ona verdiğiniz cevapta ne kadar dürüst olursunuz?

  • Söylediğiniz yalanı unuttuğunuzu fark ettiğinizde durumu kurtarmak için yeni bir yalan mı söylersiniz yoksa durumu açıklığa mı kavuşturursunuz?

  • Aşık olduğunuzu fark etmeniz ile söylemeniz arasında geçen süre ne kadardır?

  • Artık aşık olmadığınızı ve hatta birlikte yaşamak bile istemediğinizi fark ettiğiniz ve söylemeniz arasında geçen süre ne kadardır?

  • Bir çocuğu mutlu etmek adına, bilerek ve isteyerek en son ne zaman bir oyunda yenildiniz?

  • Birini sinir etmek adına belki de hile yaparak en son ne zaman birini yendiniz?

  • Okeyde taş çalıp sonra da itiraf eder misiniz?

  • Ortak bir projede yan gelip yattığınız oldu mu?

  • Ortak bir projede hiç çalışmayan birini patrona ispiyonladığınız oldu mu?

  • Hiç kabahati olmadığı halde ağlattığınız biri olduğunda gönlünü almak için pasta mı alırsınız yoksa sarılır mısınız?

  • Arkadaşınız evdeyim uğra dedi, kapıyı çaldınız açan olmadı kaç saat kapı eşiğinde arkadaşınızı beklersiniz?

  • En son ne zaman ağlayan bir çocuk gördüğünüzde gözleriniz dolu dolu oldu?

  • Anne/Babanızı anımsayınca şükrediyor musunuz?

  • Abla/kardeşinize en son ne zaman hiç nedensiz sarılıp, iyi ki varsın dediniz?

  • Pazarcının aldığınız çileğin alt tarafını çürükleri ile doldurduğunu fark edince, ne yapalım bunları da birine satması gerekiyordu gibi bir yaklaşım sergiler misiniz?

  • Üst komşunuz gecenin bir yarısı müziği sonuna kadar açsa ve bir de tepine tepine dans etse, kaç şarkılık sabrınız vardır?

  • Çaldığı müzikler tarzısınız ile uyuşsa kalkıp dans eder misiniz?

  • Kül tablasını içtiğiniz sigaralarla birlikte salonda bıraksanız ve koca/karınız sabah kalktığında söylense, ertesi gece özen gösterir misiniz?

  • En son ne zaman sevdiğiniz birini yaptığınız süprizle ağlattınız ve o ağladığı için ona sarılıp ağladınız?

  • En son ne zaman deniz kenarına gidip iyotu içinize çektiniz?

  • Alışveriş yaptığınız marketten çıktınız ve fazla para üstü aldığınızı fark ettiniz, parayı geri mi ödersiniz, o parayı bir sokak çocuğu için süt almak için mi kullanırsınız?

  • Sabah uyanınca açan papatyaya, öten kuşa ya da gökyüzünün maviliğine hayran kaldığınız oldu mu?

Bu liste uzayıp gider aslında... Merak ettiğim ne çok şey var ilk defa tanımaya çalıştığım insanlarda. Ömrüm yetmez bazı sorularımın cevaplarını bulmaya...

Öyle ilişkiler var ki çevremde adam kadının en sevdiği yemekten bir haber, kadın adamın tuttuğu futbol takımından. Ama bakıyorum gül gibi geçinip gidiyorlar. Galiba fazla merak iyi değil? Bazı soruların cevabı olmasa da olur sanki...

Ben bazılarına 'evet', bazılarına 'hayır', bazılarına 'duruma göre değişir' ve bazılarına 'her zaman', bir kısmına 'asla' ve bir kaçına 'böyle yapan olur mu', bir kaçına da 'hadi canım' dedim...

Cevaplarımı merak etme, dedim ya fazla merak iyi değildir.

Bu cümlemden sonra aklından bildik cümleyi geçirme.

Hadi geçirdin diyelim, gülümseme.

Hadi gülümsedin, bari bana belli etme...





_________________________________________________________

29 Mart 2009

GEÇ KALMAMAK


Bir yanlışlık var yaşanmışlıklarımda...
Bir yanlışlık var anlara yüklediğim anlamlarda,
İnsanlara yüklediğim duygularda...
Bir yanlışlık var yüreğimin sızısında...

Nedenini bildiğim bir soru var bende.
Cevabı kayıp hazine haritalarında...
Yakalanmamak gerek korsanlara.

Yorgunum aslında gecelerden
Cümleler kurmaya sebep hecelerden
Bir kuşun kanadını çırpışından yorulup,
süzülüşü vardır ya havada...
Süzülmek istiyorum hayata.
Hiç kanat çırpmadan,
Bu gece uzak kalmak kelimelerden.
Dalında kuruyan bir yaprak gibi
Rüzgarın esintisi,
Yağmurun damla darbesi ile
Düşmek istiyorum olduğum yere

Bir yanlışlık var yaşanmışlıklarımda
Bir yanlışlık var anlara yüklediğim anlamlarda,
Bir yanlışlık var yüreğimin sızısında...

Nedenli sorularımın cevaplarını bulmak gerek

Geç kalmamak sabaha



Geç kalmamak sabaha



Geç kalmamak hayata




__________________________________

ETKİLEYENİ BULMAK

Kitabın görselini ararken ulaştığım bilgi ile başlayayım Sevgili Bekriya’nın kitap mimine…

AĞLA SEVGİLİ YURDUM / Alan PATON

Ağla Sevgili Yurdum, Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki ırk sorununu yalın bir biçimde, zekice ve tutkulu bir içtenlikle ele alan bir roman, okuyanı sarsan bir yapıt. Kendisi de Güney Afrikalı olan Alan Paton, bu romanında, olaylara yansız bir tutumla yaklaşır ve yüreğini de okurlarına alabildiğine açar. Ama sonuçta bir tartışmadan, bir duygusallıktan çok ötelerde oluşmuş bir sanat yapıtı çıkar ortaya.


Ağla Sevgili Yurdum, sıradan bir Zulu rahibinin, katil oğlunu, Johannesburg girdabında arayışının öyküsüdür. Dilinin İncil'i çağrıştıran yalınlığıyla çarpıcıdır, ırk sorununu yansız ele alışıyla da gerçekçi bir romandır. Bu roman 1984 yılında yayımlanmış, daha sonra oyunlaştırılıp sahneye de konmuş, filme de çekilmiştir. Etkili anlatımıyla, bu roman, dünyanın dört bir yanında büyük yankılar uyandırmış, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde hala sürmekte olan siyah-beyaz çatışmasını ilk kez gözler önüne sermiştir.
______________________________

Öğretmen bir anne babanın çocuğu olmanın güzel tarafları vardır, oyuncaklarınız kadar kitaplarınız da olur ve hatta kitaplarınız oyuncaklarınızdan daha çoktur. Annem Can Yayınlarının tüm çocuk serisini almıştı bana. Bir de akıl çantası vardı, çeşitli akıl oyunlarının içinde bulunduğu… Güzel bir çocukluk geçirdim ben. Dolu dolu… Bugünkü aklımı o günlere borçluyum kısaca…

Bekriya, etkileyen kitap deyince, işler karıştı tabi. Her dönem etkileyen birden fazla kitap olmuştur beni ve bu mim sadece bir kitap diyordu. Aldı beni bir telaş… Güncelleri aklımdan geçirdim. Üniversite yıllarına gittim oradan lise, ilkokul derken okul öncesi… Yok çok gittim dedim, ilkokula geri döndüm. Küçük Kara Balığı buldum, Martı Jonathan mı acaba dedim… Küçük Prens vardı bir de aşkı ve yaşamı öğrendiğim… Of ne zordu etkileyen bir kitap seçmek… Nedense ilklerden biri olsun diye tutturmuştum, ne de olsa sonrakiler onun gölgesinde uzananlar ya da yan kolları olacaktı zaman içinde…

Sonunda karar verdim. Çocukluğumun hayallerini süsleyen ve hayata bakış açımı şekillendiren, insan olmayı anlatan ve din, dil, ırk ayırmadan insan sevmemi sağlayan; Güney Afrika’da, hayaller kurup sokaklarında gezdiğim Johannesburg’da geçen kitabı seçtim. Küçük zenci çocuk, arkadaşım olmuştu o dönemde. En yakın arkadaşın kim deseler, onu anlatabilirdim sizlere. Neden beyazım, neden kötüyüm diye isyan ettiğim olmuştur. Teninin renginden utanır mı insan, utanır işte… Bugün teninin renginden, dininden, dilinden, görüşünden, görünüşünden dolayı ezen, sömüren, hor gören kim varsa; Aias’ın Habercisinin cümleleri yankılansın kulaklarında…

"Özgüven yitimi yaşamaya başlayan birey, sadece kendi kaderini ve kurtuluşunu düşünmeye başlar. İşte hata da tam bu anda oluşur. Kaçınılmaz son bu anda oluşur. Kaçınılmaz son büyük cezadır. Tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi cezamız sadece bu hayatta çekmekle yükümlü olduğumuz değil, tüm hayatlarımızdaki acıdır.

Biri, insan tabiatıyla doğar da, insan gibi düşünmezse, işte bu insanlığın hudutlarını aşan düşüncesiz mahlûklar tanrılar tarafından ağır cezalara çarptırılırlar ”

Kitabın görselini ararken keşfettiğim bir de blogger oldu: Aysema, geçen yılki bir yazısında hem kitaptan alıntı yapmış - s.104-105-106 - hem de Alan Paton’un bir konuşmasında bu kitabıyla ilgili söylediklerine yer vermiş. Ben yazımda sadece konuşmaya yer vereceğim, alıntıyı buradan okuyabilirsiniz.

"Benim inancım odur ki: Korkunun gücüne karşı koyacak tek güç sevgi gücüdür. Eğer bu anlayış ve sevgi yitirilirse insanlık korku ve mutsuzluğa mahkûm edilecek, yaşam da dayanılmaz bir köleliğe dönüşecektir."
_______________________________

Merak ediyorum Yalnızlık Okulunun Sevgili Müdürü okuduğu hangi kitaptan etkilendi acaba? (Biliyorum yoğunsun ama ne zaman vaktin olursa o zaman yaz, senin kaleminden okumak zevkli olur.)

ZORU BAŞARMAK


İktidar bugün her yerde diye başladı cümlelerine...
Giydiğiniz eteğin boyunda... Bindiğiniz otobüste...Aldığınız ekmekte...İçtiğiniz çayda...Okuduğunuz kitaplarda... Seyrettiğiniz filmlerde...İçtiğiniz suda...İktidar bugün her yerde...


İktidar bir tek aşkda ve şiirde yoktur bilir misiniz? Çünkü aşk ve şiir karşı dururlar. Eşiklik bir tek aşkda ve şiirde bulur kendini. Aşk ve şiir sınır tanımaz. Taraf olmaz aşk da, şiirde de öyle... 65 yaşımda, hala ve inatla aşka ve şiire tutunmam bundandır. Dilerim ve isterim ki, aşık olun, şiir yazın, şiir okuyun... İktidara rağmen, karşısında ve dimdik ayakda durun.

Bu sözler Ahmet Telli'ye ait. Üniversitede devam eden Aydınlarla Yüzyüze Söyleşileri etkinlikleri kapsamında yaptığı konuşmanın bende kalan kısmını aktarmaya çalıştım size. Ahmet Telli, şiirlerini güzel okuyabilen nadir şairlerden... Sesiyle, tonlamasıyla saatlerce şiir dinleyebilirsiniz kendisinden ya da şöyle söyleyeyim ben dinlerdim o gün... Söyleşi tamamlanıp şiir okumaya başladı, ilki çocuksun sen oldu...


Çocuksun Sen


1


Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte

Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum

Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa


Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan

Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil


2


Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya

Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm

Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte

Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan

Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su

Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç

Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle

Çocuksun sen, çocuğumsun

Ahmet Telli

____________________________________


Evet iktidar bugün heryerde ve ne yazık ki gençlerin geleceğinde... Geleceği değiştirmek için karşı durmak gerek. Zoru başarmak için elele vermek gerek... Bugün hava güzel, gün güneşli, yarınlar da öyle olsunu düşünerek oy vermek gerek... Bugün iktidara karşı durmak gerek...

28 Mart 2009

KENDİNİ ANLAMA SORUNSALI


SERİM
Sevgili Yalnızlık Okulu varoluş sebebi gereği, ne deniyordu yönetim sistemleri litaratüründe: Misyon, evet misyonu gereği, yalnızlık sorunsalını incelemiş. Ve yazısını şu cümle ile bitirmiş ki, bence konunun mihenk taşı olmuş cümlesi:

Sonunun ne olacağını bilmediğimiz bir hayatın koynunda uyanmaktır yalnızlık…

Yazıyı iki kere okudum aslında. İlk kez dün akşam okudum ve şu yorumu yazdım:

Altı çizilesi bir cümle olmuş bitirişin yalnızlık sorunsalını. Meseleyi hayatın koynunda uyanmak boyutuna getirmişsin ya, sormak istedim sana, en çok sevdiğine, hiç gitmesin istediğine, dönsün diye geceler boyu içtiğine "hayatım" demez mi insan? Hayatın koynunda uyanmak bir parça sevdiğinin kollarında uyanmak değil midir zaten ve sevgiliye uyanmak aslında dönüp dolaşıp yalnızlığa uyanmak değil midir?

Soru sordum ya blog sahibine, bu sabah kalkınca merak ettim cevap yazmış mı diye... Nostatic yorum eklemiş yorumuma:

offf! evren n'aptın yaa :)

Ben de cevap verdim ona...

soru sordum nostatic ama yalnızlık beni dikkate almadı baksana :)

DÜĞÜM
Bu cevabı yazdıktan sonra yazıyı bir kez daha okudum. Ve merak ettim, bir çok blog yazarının merak ettiği gibi. Neden yazıyoruz? Neden yorum bırakıyoruz.? Neden cevap yazıyoruz? Tabii bu soruların hepsinin bir de olumsuz olanlarını eklemek gerek mutlaka...

Bir mim tadında oldu sanki... Ama bir mim değil. Kendini anlama sorunsalı...

Orta okuldaydım, edebiyat öğretmenim beni ve annemi nerede, ne zaman görse "Evren, gazeteci olsun hoca hanım - annem de öğretmendi - derdi. Üniversiteyi kazandığımda - İletişim Fakültesi o zaman özel yetenek sınavı ile alıyordu - sözlü mülakatta Sinema Televizyon Bölüm Başkanı, kalemin çok kuvvetli, bırak İletişim Sanatları diye tutturmayı, Sinema Televizyon' a alalım seni dedi. Babam ve annem yazdıklarımı okurlar ve desteklerler her zaman ve yazmaya devam derler. Arkadaşlarım da öyle...

Bunlar etki miydi, sonuç mu bilmem ama başlangıç olmadıkları kesin. İlk ne zaman yazmaya başladım diye düşündüğümde ki, çocukluk anılarımda bulursunuz detayını, hani şu küçüktüm annemin fırçasını alıp şarkı söylerdim tadında bir cevap verebilirim aslında size. Ama ben ilk ne zaman yazdığımı çok net hatırlıyorum. İlk yazdığım kişiyi de...

Ben genellikle içimde kalsıysa yazıyorum, kızdığımda, mutlu olduğumda, hüzünlendiğimde, aşık olduğumda, sahip olamadığımda, aslında karşımdakine a derken z demek istediğim anlarda... Ama ben o anları değil de, o anda bende kalanı yazıyorum daha çok. Karşımdakine geçmeyeni, geçmediğini düşündüğümü, geçmesin istediğimi... Ben kendimi anlattığım kelimelerle ve o kelimelerin sonucunda yazıyorum aslında:

Adam ve kadın hikâyeleri yazıyorum, geçmişe, geleceğe ve ana dair. Yüreğimden geçen en çok onlar… Yaşama dair notlarım da var aralarda hayata çivi niyetine çaktığım. Çiviler batar bazen ayağıma bir serzeniş olur kelimelerim. Zaman zaman merak edip kim ne demiş diye bakarım, izi kalanı paylaşırım satır aralarında. Hayat bir oyundur kuralını bilmediğim, bazen kazanırım bazen kaybederim. Kendime seslenirim, kendime kızarım, kendimi severim ama senden çok daha fazla değil inan. Anlatmak istediğin olursa, seni de dinlerim söyleyecek sözün varsa...

Söyleyecek sözü olanı dinliyorum ve aslında söyleyecek sözü olana benim de bir sözüm oluyor. Paylaşmak bu değil mi zaten.... Blog yazarlarının bazılarını düzenli okuyorum, hani şu anlam bulduklarımı ve tabi bir de merak ettiklerim var ki, o noktada daha çok başlık dikkatimi çekiyor, merak ediyorum ve mutlaka okuyorum.

Yorum bırakma konusundaysa mesele gene aynı aslında, söylenecek sözün olması... Her seferinde kelimelere kelime eklemek mümkün olmuyor ama bazı yazılar var ki, alkışı, takdiri, teşekkürü ve bazen sadece "... " hak ediyor ve aslında blog sahibine çok şey katıyor, en azından bana.

Bloga bırakılan yorumlara cevap yazma konusunu ise nezaketle bağdaştırıyorum. Hani kapınıza kadar gelen birine kapı açmak gibi... Ama evde yoksanız yapacak bir şey de yok tabi ya da ruh haliniz misafir kabul etmeye uygun değilse... O zama nda saygı duymak lazım blog sahibine. Ama ukalaca, sen gel yorum bırak beni çok da ilgilendirmiyor senin dediğin diyen blog yazarlarına denk geliyorum ki o noktada onların dedikleri de beni ilgilendirmiyor, okumuyorum bir daha.

ÇÖZÜM
Ve buradan blog yazma konusunda kendimi anlama sorunsalıma şu sonucu çıkarıyorum, ben paylaşmak için yazıyorum.

Nereden nereye geldim gene sabah sabah. Fazla uyudum, arpam bol geldi. Önce delerimi, sonra milerimi ve en sonunda da kilerimi kontrol edeyim de Şaşkınımı sinirlendirmeyeyim dimi?

Bu yazının yazılma amacı "hey yalnızlık neden cevap yazmıyorsun" falan değil. Lütfen yanlış anlaşılmasın, tam da aksine Nostatice verdiğim cevap yazdırdı bu yazıyı bana. Yorum bırakınca cevap beklemem ve ukala bir tavırla bir de dönüp hesap sormam yani. Yoksa yorum bırakmak da, bırakılan yoruma cevap verip vermemek de kişinin kendi kararı sonunda.

Bir arkadaşım ki çok severim kendisini ve yeri gelmişken belirtmeliyim ki, çok farklı bir anlam katmıştır hayatıma, bir mesaj attı geçenlerde bana, bana derken beni kast etmediğini belirteyim, içinde bulunduğu durumu özetlemek istemişti. Komik olan şudur ki; bu sabah aynı mesajı ben de kendisine ilettim.

Sadece ilgilendiğim kadar ilgilenilmek, sevdiğim kadar sevilmek istiyorum...

Hangimiz bundan farklı bir şey istiyor ki hayatta? (Farkındayım bu noktada bir kez daha oldum düğüm.Telaşa gerek yok, başka bir yazıda da bu düğümü çözerim.)


____________________________________________________

Not1: Yalnızlık; her hissettiğinizde, sırtınıza çantanızı alıp hayata tekrar, sil baştan başlamaktır aslında...
Not2: Şuşum bir de unutmuşsun ben ekleyeyim istedim, zarf olarak yazılan "tabii" çift "i" ile yazılır.

27 Mart 2009

GURURLU, COŞKULU TİYATRO

Uludağ Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne Sanatları Bölümü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’ne yakışır bir kutlama programı hazırlamışlardı. Üniversite yıllarımdan bu yana, tutkuları, gözlerindeki parıltıları bambaşka olan geleceğin sanatçılarını, genç oyuncularını seyretmemiştim sahnede.

Fuaye programında, öğrenciler seslerinde coşkularının
yansımaları ve yüzlerinde inanılmaz bir mutlulukla, müzikallerden ve şarkılardan seçkilerle karşıladılar konuklarını. Augusto BOAL’un, 2009 yılı için hazırladığı, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Bildirisi ile başladılar programlarına… İlk bölüm, Oyunculuk Anasanat Dalı Lisans I Öğrencileri tarafından hazırlanmıştı.

Kahramanlar ve Metaforlar – Yazgıya Bozgu

Yaşam da ölüm de anlatılıyordu sahnede, hüzün de coşku da…
Sevda da anlatılıyordu, nefret de…

Seçtikleri müziklerin üzerine sadece oyunculuk güçlerini ekleyip ölümü sergilediler bize. “İnsan-yaşam-eylem-yazgı-bozgu” dizgesi bağlamında, eylemlerini en uygun anlatabilecekleri bir metafor-obje ve müzik eşliğinde 12 trajik kahramanın öykülerini çığlıkları, gözleri, yüzleri, elleri, vücutları, yürekleri ile aktardılar bize. Kanımın donduğu, tüylerimin diken diken olduğu anlar oldu. Özlemişim sahneyi, özlemişim insanın insana değmesini, özlemişim yüreklerin tek olup atmasını.

Burada detaylarını bulacağınız karakterlerin 4-6 satırda anlatılan hikayelerini yaklaşık 5 dakikalık performanslarıyla anlattılar ki seyretmenizi çok isterdim.

Aiskilos’un Prometheus’u, Sophokles’in Aias’ı, Sophokles’in Kral Oidipus’u, Sophokles’in Antigone’si, Turan Oflazoğlu’nun Genç Osman’ı, Sophokles’in Medeia’sı, William Shakespeare’in III. Richard’ı, William Shakespeare’in Lady Macbeth’i, William Shakespeare’in Hamlet’i, Murathan Mungan’ın Yezida’sı, William Shakespeare’in İago’su, ve Federico Garcia Lorca’nın Yerma’sı, birer birer ölürken sahnede, siz şaşırıyorsunuz ölüm neden ve nasıl buluyor bir şekilde insanı diye… Ve belki de daha da şaşırıyorsunuz ölümün bir tercih olabildiği anlara…

Oyunculuk Anasanat Dalı Lisans II Öğrencileri tarafından oluşturulan 2. bölümde ise Cehennemlik Gölgeler projesini sundular ki; daha açılış sahnesinde, Haberci'nin sözleri bir tokat gibi patladı yüzlerimizde:

Özgüven yitimi yaşamaya başlayan birey, sadece kendi kaderini ve kurtuluşunu düşünmeye başlar. İşte hata da tam bu anda oluşur. Kaçınılmaz son bu anda oluşur. Kaçınılmaz son büyük cezadır. Tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi cezamız sadece bu hayatta çekmekle yükümlü olduğumuz değil, tüm hayatlarımızdaki acıdır.

“Biri, insan tabiatıyla doğar da, insan gibi düşünmezse, işte bu insanlığın hudutlarını aşan düşüncesiz mahlûklar tanrılar tarafından ağır cezalara çarptırılırlar ”

Aias - Haberci

Aias - Cehennem Kapıcısı, Prometheus, Antigone, Medea, Klyteimestra, Hamlet; Ophelia, Edmund, Juliet, III. Richard, Lady Anne, Kraliçe Margaret, Prolog Anlatıcısı, Hekate, Haberciler; kendi cümleleriyle anlattılar öykülerini.

Perde kapandığı anda yüzlerinde kendilerinden duydukları gurur bile onları ayakta alkışlamaya değerdi.

26 Mart 2009

YASTIK



Bej üzerine kırmızı, lacivert çizgilerim var benim. Dar diktörtgenim. Kırmızı büyükçe kare olana yaslarım sırtımı. Tamamlarız birbirimizi onunla. Dururuz L koltuğun bir köşesinde. Sırtına destek olurum evin hanımının. Bazen başını yaslar bana. Korktuğunda kollarının arasına alıp sıkıştırır beni göğsünde. Eğer bir kavga varsa şakadan ya da siniriendirdiyse bir arkadaşı, alır fırtatır beni hiç düşünmeden. Nadiren yıkar beni, sökmek zor gelir iplerimi. Olmaz demeyin, özellikle sehpada oynanan bir oyun varsa, teklifsiz benim üstüme oturur arkadaşları, evin hanımı kıyamaz da kırmızı olanlara, yastık var mıydı diyene, beni uzatır gözümün yaşına bakmaz bile o anda. Nedense ben hep hor görülenimdir. Misal; laptop bacaklarını ısıtmasın diye beni koyar bacaklarının üzerine ya da kolunun altına koyar destek olayım diye, verir tüm ağırlığını, düşünmez taşır mıyım, ezilir kalır mıyım diye. Kırmızı kadifeler narin ya, benim pamuksu dokum tepe tepe kullanılı çok amaçlı. Misafir gelir eve, yastıkları kaz tüyü hanımım misafirlere bir de beni verir üstüme hiç yakışmayan yeni kıyafetlerle. Ne diyorlardı ona: kılıf.... Sabahları özenle düzeltir hepimizi. Boy boyuz hepimiz. bazılarımız tek yumurta ikizi. İkişerli takımlar gibi diziliriz koltuklara. Düzeltir özenle her birimizi. Havalandırır. Kabartır koltuklarımızı her gece, olmadı sabahına mutlaka. Herkes kendi köşesine çekilince bakar uzaktan şöyle bir. Gülümser bize. Yerli yerinde bırakır bizi. Özenlidir hanımım, sevmez öyle dağınık ortalıkta duralım. Bilmez ki, o gelene kadar biz evde parti havasında... Her gece karşılarız bir kendisini askeri bir düzen içinde huzurla yayılsın tek kişilik L koltuğuna, dinlesin müziklerini, dalsın aşk kokan rüyalara... Her şeye katlanırım da dayanamam bir yaptığına: O her gece beyaz kılıflı yastığını alır koynuna... Bağırırım arka odaya giderken, duymaz beni bilirim, ama ben gene de söverim içimden hayata: Söyle! Adaletin bu mu dünya?


_______________________________________

TIK TIK

Resmin üzerine tıklarsanız yazıyı okuma şansınız oluyor



Öğle saatlerinde iki mail aldım.
İki ayrı kişiden. Okudum ikisini de dikkatlice.
Birinde;
"anı yaşa" dedim kendime,
Diğerinde;
"vermeyi vaad etmediklerine kırılmak aptallık olur sadece" diyebildim kendisine...

Kısa günün karı saydım her iki cümlemi de...
Paylaşmak istedim beni sevenlerle.

25 Mart 2009

İSTEDİM



bil istedim
hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden
oku istedim
kötüyüm
anla istedim geçmedim senden
gör istedim içimi


duy istedim çığlığını
ağla istedim yalnızlığına
gör yanlışlarını
anla doğrularımı


kapadın kapını bir akşam üstü bana
fesleğen kokusu yayıldı pencerenden
fırından yeni çıkmış taze patatesin kokusu geldi burnuma
yanında bira içiyordun besbelli
ağlıyor muydun acaba...


bil istedim
sen beni bil istedim
frezyalar evin her yerinde gittiğinden beri
ve sadece 2 mum yanıyor bir köşede, biri sana biri bana
bir müzik ancak sesi yükselirse duyuluyor
ya da sessizlik iyiden iyiye çökerse evin içine
bil istedim kötüyüm gecelerde


yazdım sana sayfalarca gittiğinde
anla istedim uyanmam bir daha güneşe
duy istedim martının açlığa çığlığını
karda uyuyan çocuğun üşümesini hisset içinde


kapadın kapılarını yüreğine
kapat
daha da sıkı kapat kapılarını
ben nasılsa açarım yine


bir yusufçuk çırpar kanatlarını bir yerde
ben duyarım
bilirim
ağlarım bize
nasıl bırakıp gittiğine
hangi yüzle geri döndüğüne
ağlarım ben ikimize

ben bu gece
duy
ağla
gör
anla
bu gece
bize ağla istedim
istedim
istemedim diyemem ki...
bir de
bil istedim yağmur yağıyor bu gece üzerime

________________________________________


ÖRSELENMEK - İLK - 6


ÖNCESİ... Uykuya yatmıştı da yatmasına, tutmamıştı uyku onu gene... Sabah ezanı okunurken kalktı yatağından...

Kadın hiç uyumamıştı... Kafası çok karışıktı. Neden yarın olmuyor diye düşündü. Sabah ezanını dinledi. Severdi. 5 vakit okunan ezan içinde en çok sabah ezanını severdi. Ezan okuyan bir arkadaşı, makamı farklıdır belki ondan dedi. Anlamazdı öyle makam falan... Dinlerdi ve severdi. O sabah tam da ezan bittiğinde telefonuna bir mesaj düştü.

Neden uyumuyorsun sen bu saatte...

Okudu... Gülümsedi... Yarın olmasını bekliyorum dedi içinden.


GÜNE UYANMAK dedi, böyle keyifli olmalı aslında. Sonra durdu düşündü, yarın da nerden çıktı dedi. Yarın bugün değil miydi... Güleç yüzlü adamla bugün yemek yiyeceklerdi. Kafası karıştı. Ajandasına baktı, evet dedi bugünün tarihini atmıştı.

20:00 Yemek, ANNELERİ DE GELİYOR...

Bu mesaj da nereden çıkmıştı. Hiç güleç yüzlü adama göre değildi. Anlam veremedi. Neyse ney dedi ve başladı hazırlanmaya. Akşam nasıl da sinirlendim dedi, sinirimden bütün adamlar öküzdür diye nasıl da bağırdım avazım çıktığı kadar. Güldü kahkahalarla, bazıları değildir canım dedi içinden. Ne de olsa tanımıştı bir iki tane öküz olmayan...

Çok değil 2-3 dakika sonra çaldı telefonu. Karşısındaki kahkahalar atıyordu. O da attı. Neden kahkaha attıklarını bilmiyorlardı. Yoksa biliyorlar mıydı? Sessizlik oldu, önce adam bozdu sessizliği...
"Nasıl da biliyordum dedi uyumadığını..." Sahi nerden biliyordu uyumadığını...
Sabah sabah olanları anlattı kadın. Adam dinledi. "Senin sorunun" dedi, "kızıyorsun aptal insanlara sen. Bırak onlar da aptallıkları ile yaşasınlar bu hayatta..."

Tanımıyordu sesi, ama bildikdi gülüşü. Demek ki dedi mesaj güleç yüzlü adamdan değil. İyi de kimdi ki bu adam...

Telefonu kapattı. Kafası karışmıştı. Telefonuna düşen mesajın kime ait olduğunu anlamak için, çağrı merkezine mesaj attı. 1-2 dakika sonra böyle bir numaranın kayıtlı olmadığı bilgisi geldi. Yüzü olmayan tanıdık sesin kime ait olduğunu çıkartamadı. Biraz daha oyalansa geç kalacaktı. Evden telaşla çıktı. Günlük proramının yoğunluğu içinde koşuşturacaktı. Bir de üstelik kuaföre gidecekti ve üstüne üstlük eve uğrayıp kıyafet değiştirip, geceye hazırlanacaktı. Bunları düşünürken telaşlandı. Bir yere yetişmediği ya da geç kaldığı görülmemişti ama her seferinde telaşlanırdı.

Öğlene doğru çaldı telefonu. Güleç yüzlü adam arıyordu. Programında bir değişkilik olmuştu. Haftaya ertelenmişti bütün program. Sesi küçüçüldü kadının. Adam yapma böyle dedi. Küçülmesin sesin. İnan elimde olmayan bir program değişikliği bu. Kadın konuşamıyordu. her seferinde inanıp, bekleyip, herşeyn yarım kalmasından çok ama çok yorulmuştu. Çıkmadı sesi. Adam anlattı durdu. Çıkmadı kadının sesi uzun bir süre. Adam kapatmak zorundayım dedi. Ve bir kez daha yineledi: Küçülmesin sesin.
Kadın kapattı telefonu. Oturdu masasının başına. Her yıkıldığında yaptığı gibi yazmaya başladı yüreğindekileri; adam bir av köpeği kadın da bir av kuşu gibiydi sanki.
Döküldükçe kelimeler peşi sıra bir şiir çıktı ortaya: EPANYOL BRETON VE ÇULLUK
...
...
...
düşündü kadınne hissettiğini biliyordu da
dillendirmek zordu
üzerine alınmak istemiyordu
o yokluk hissini
o çiğnenmişliği
o yutulmuşluğu
o üzerine bir bardak soğuk su içme halini
...
...
...

Koydu AN DEFTERİnin sararmış yapraklarının arasına... Kırılmıştı bir kez daha, inanmıştı bir kez daha. Kafasının içinde dolaşırken umutsuzluk, sabah ki mesaja takıldı. Kimsin ki sen dedi. Kimsin bu kadar tanıdık bu kadar uzak... Nasıl bir anlam katacaksın hayatıma...Yoksa yok etmeye mi geldi kalanımı...

Devam Edecek... ___________________________________________________ Devam Etti...

BU GECE ANISINA


Gecenin karanlığına karışıyor sesin.
Martı Jonhattan eşlik ediyor sana,
küçük kara balık yanında...
Sözler senin değil, ses mekanik
Çocukluğumdan çıkıp gelmiş gibisin
Ne güzel olur yanımda kalsan...
Bir hayal bile olsan...


Herşey tıpkı bu gece gibi olur gelsen
Şiirler okuruz geçmişimizden
Şarkılar yazarız geceleğimize

Sen gelirsen
Geceler yetmez bize
Vakit kalmaz sevişmelere

Sen gelirsen
Herşey tıpkı bu gece gibi olur
Sen kendi gecene uyursun, ben kendi geceme


___________________________________________


24 Mart 2009

YAZILANI YORDUM - 1


kadının geçmişi an gelir çıkar karşına,
bu güne kadar sevdiğini zannettiğin herşeyi silip götürür senden...
geçmişi şimdisidir ve geleceği senin değildir...
sen bırakmasan da, o geçmişini ve geleceğini alıp gider bir gün.
sen arkasından bakakalırsın.
ama dersin ama ben bir ömürlük sevgi biriktiriyorum senin gözlerinin içine baktığım her an. o da, şimdi de arkamda bıraktığım kederleri topla, bir ömürlük acı olsun yüreğine der.
sen, acıyı çok tattım ben, sen de öğrendim sevgiyi dersin.
o, yanlıştı herşey ilk başladığında hatırlasana, nasıl da herkes karşı çıkmıştı aşkımıza der.
sen herşeye rağmen sevdim dersin, o herşeye rağmen gider...
sen herşeye rağmen yanlışını görmezsin
sen kederler içinde söversin hayata
sen bir gece ansızın bir kadının koynunda bulursun kendini
sen kentin gri sokaklarında bir berduş
sen yaralı bir yüreksin
sen sevdasın dillerde destan
sen bir kadının en kuytusunda pervasızca dolaşan
sen bir gece ansızın, bir patlama sesi
sen bir gece ansızın, kafana sıktığın bir kurşunla duvarlara akan kan
sen bir kadının kalbindeki sızı
sen ananın yüreğini dağlayansın
sen kurda kuşa yem olansın
sen bir avuç toprak
sen seni terk eden kadının evindeki saksıdasın
sen kadının gözyaşları ile suladığı, herşeye rağmen ona açan bir çiçek
sen herkese herşeye rağmen sevensin
oysa sen
herşeye rağmen sevilmeyensin


________________________




_______________________


23 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 5


ÖNCESİ... Kadın iki tekila gold shut attı. Eski günlere girmişti aklı. Güleç yüzlü adama kendini teslim edişine, her kapıyı çaldığında açışına, her kapıyı kapatıp gittiğinde arkasında kalakaldığına kızıyordu. Ama en çok, herşeye rağmen bekleyişine kızıyordu. Kitaba konsantrasyonunu kaybetmişti artık. Tek bir şeyi düşünüyordu. Bu kitap, bu öykü, bu yazarla nasıl bir bağı vardı. Yazarını internette araştırmıştı. Yok gibiydi kadın, hiç olmamış gibiydi. Kitabın çıktığı yayınevinden yapılan açıklama dışında, kadın hiç yaşamamış gibiydi. Üstelikte nasıl oluyordu da çok satanlar listesindeydi? Neydi onları bu kadar biraraya getiren? Nasıl bu kadar paralel olabilirdi, benzerlikler yaşanabilirdi ki; tamam kendisi de inanırdı hayatın paralellikler gösterdiğine de bu kadarı da fazla değil miydi? Kitabı aldı sehpanın üzerinden, ayracının püskülü takıldı gözüne. Kadının okuduğu kitabı araştıracaktı internette bir de adamın okuduğu kitabı. Nasıl olmuştu da ikisinden de haberdar değildi. Yoksa o kitaplar yazarın ileri de yazmayı planladığı kitaplara gönderme miydi? Belki de dedi...


Shutlar etkisini göstermeye başladı. Sakinleşiyordu. Belki de şöminenin sıcaklığıydı kadını sakinleştiren. Sallalan koltuğunda bir ileri bir geri gidiyordu. Uykusu gelmişti. Kitabı kucağındaydı. Bıraksa biri alacakmış gibi sıkı sıkı sarılmıştı. Kırmızı püsküllü ayracı, üzerindeki pijamanın paçalarındaki kırmızı biritler ile uyumluydu. Uyuya kaldı bir süre sonra. Şöminenin ateşi geçmek üzereydi. Üzerine aldığı battaniye İskoç deseniyle tamamlıyordu kareyi. Kadın huzurluydu, yüzünde bir tebessüm, elinde kitabı, "eee bebeğime eee eee" diyen anne sesi ile sallalan bir beşikteydi sanki.

Uykusu derinleştikçe bir rüyaya daldı.

Denizde ilerleyen bir vapurun yan tarafında oturmuş, sigrasını içerken, bir martı konmuştu yanındaki adamın koluna. Adam besledi martıyı, elindeki simiti çaya batırıp yumuşatarak. Kadın baktı adama; ne hassasiyet dedi. Yaşlı bir kadın geldi oturdu adamın yanına. Martı korktu kadının çirkinliğinden, başladı çığlık atmaya. Onun çığlığını duyan başka martılar gelip saldırdılar çirkin kadına. Adam sinirlendi yaşlı kadına, kalktı ayağa. Attı kadını denize. Kadın şaşıp kaldı adamın acımazsızlığına. Atladı kadının ardından vapurun köpüklerinin arasına. Kadını bulamadı, daldı derine. Bir martı ölüsüne denk geldi. Martıyı eline aldı. Hayat öpücüğü verdi. Martı bir çığlık attı hayata. Vapurdan çığlıklar yükseldi o anda. Dönüp bir baktı yukarıya, yaşlı çirkin kadın güvertedeydi aslında. Kadın yüzmeye başladı vapurun peşi sıra. Martılara yem veren adam, bir can simidi attı kadına. Kadın yakalamaya çalışınca fark etti, alevler çıkıyordu simidin kenarlarından. Tutamadı adamın attığı can simidini korkusundan. Adam kendi atladı suya. Köpüklerde kayboldular martıların çığlıkları arasında.

Kadın uyandı martıların çığlığına... Sönmüştü şömine ve düşmüştü kitabı... Kalktı koltuğundan, sarındı battaniyesine. Aldı kitabı yerden. Battaniyesini yerlerde sürüye sürüye gitti yatak odasna. Rüyayı anlamdırmayı sabaha bıraktı. O, geceye dalmak istedi bir kez daha. Düşlemek istedi güleç yüzlü adamı. Rüyasındaki adamın güleç yüzlü adam olduğunu bilmeden, uykuya daldı elinde kitabı.

Oysa güleç yüzlü adam kadının hayatındaki çirkinlikleri yok etmeye çabalıyordu. Ama kadın o çirkinkiklerin peşi sıra gidiyordu. Her martı bir çığlıktı hayata, lokmasını paylaşacak kadar çok seviyordu kadını. Güleç yüzlü adam ne zaman elini uzatsa kadın alevler çıkan can simidi gibi davranırdı adama. Adam yılmazdı, gene de atlardı kadının arkasından köpüklerin arasına; "biz"i kaybetme pahasına... Kadın bilmeden yattı, uykuya. Uyanınca da fark etmeyecekti zaten.

Devam edecek... _________________________________ Devam Etti...

ÖRSELENMEK - İLK - 4


ÖNCESİ...

Ella
Boston, 15 Haziran 2008
Bir önceki mesajında demişsin ki, "Romanını ili kez okuduktan ve Şems ile aranda bunca benzerlik gördükten sonra hayat hikayeni merak etmeye başladım. Bana nasıl Sufi olduğunu anlatır mısın?" Geçmişi konuşmaktan pek hoşlanmıyorum Ella, yine de sana anlatacağım...

Kitabı almasıyla, kapılıp gitmesi bir olmuştu. Kelimeler birbirini kovalıyordu ve o kitabı elinden bırakmak istemiyordu. 1 saatten fazladır o çay bahçesinde oturuyordu ve etrafdaki giderek artan kalabalık onun dikkatini dağıtamıyordu. Ta ki, bir kadının "Aşkım neden ısrarla o çay bahçesinde oturmak istiyorsun ki... Bak bu tarafdaki çay bahçesinin masa örtüleri daha güzel, hem koltukları da daha rahat" demesi üzerine adamın verdiği cevabı duyana kadar, "rahatlık değil ki beni çeken, baktığımda göreceklerimdir beni rahata erdiren" Kadın bu kelimeleri biliyordu, tanıdıkdı ses ve bildikdi cümle...

Kırmızı püsküllü ayracını dikkatle yerleştirdi, kapattı kitabın kapağını... Daldı derinlere. Baktı gözün görebildiği en uzak noktaya:

Genç adamı gördü. Arnavutköy'deki çay bahçesinde oturuyorlardı. Yan tarafdaki çaybahçesinin minderli koltukları daha rahat gibi dedi kadın, bu çaybahçesinin manzarası daha güzel dedi adam ve ekledi, insanı rahat ettiren nedir biliyor musun, gördükleridir. Balıkçıları seyrettiler beraber ve sohbet ettiler uzun uzun, ilk kez bir araya geliyorlardı ve adam kadını yakından tanımak istiyordu. Geçmişi anlat bana demişti ve kadın sevmem ama anlatacağım diye cevaplamıştı. Anılar anıları kovalarken, adam ilk kez o anda düşmekten korkma sakın, ben hep yanında olacağım demişti. Dönüp öpmüştü bir de yanağıyla dudağı arasında bir noktadan. Adama kanan kendini, en ihtiyaç duyduğu cümle bir çırpıda kulaklarına çarptığında parıldayan gözlerini gördü kadın. O günden sonra bir daha hiç göz göze gelmediler. Telefon ve maillerle sürdürdüler ilişkilerini. Nasıl tanımamıştı adam kadını. Bozulmuştu aslında ama belli etmemişti. Bir de tuhaf gelmişti, 2 gece önce konuştukları halde adamın onu tanımaması...

Genç kadın adamın arkasından bir iki daha seslendi. Adam kararlı adımlarla geldi çay bahçesine, biraz ileride bir masada denize yüzünü dönerek oturdu. Arkasından gelmedi kadın. Adam tek başına kaldı çay bahçesinde. Garip bir rahatlık vardı üzerinde. Umursamadı sanki kadının gelmeyişini. Hatta biraz zorlasan mutlu bile olduğunu çıkarabilirdin gözlerindeki gülümsemeden.

Neden sonra adam çay istemek için arkasını döndüğünde, kadını fark etti. Gülümsedi. Kadın da karşılık verdi. Adam ani bir hareketle yerinden kalktı. Kadın doğru geliyordu. Kadın nefesini tuttu. Tanımış olabilir miydi... Yok yok pek de tanımış gibi değildi yüzündeki ifade. Kadının masasına kadar geldi.

- Dün de karşılaşmıştık sizinle... Söylemeden geçemeyeceğim. Yüzünüzdeki ifade o kadar tanıdık ki...
- Dilerim sevdiğiniz birine benzettiniz...
- Daha çok aşık olduğum diyelim... Haftasonu için mi geldiniz.
- Kalacağım bir kaç gün daha.
- Elif Şafak okuyorsunuz. Sizin yaşınızda biri kendi romanını yazar herhalde. Yanlış anlamayın ve bozulmayın söylediğime, sadece yüzünüzdeki ifade, yarı yaşınızdaki bir kadından daha fazla bir hazineye sahip olduğunuzu söylüyor insana. Bir de tabi bakışlarınız. Haddimi aştım galiba. Ama elimde değil, vapurda gördüğüm ilk seferde de aynı duyguya kapılmıştım. Öyle iyi tanıyorum ki sizi. Keyfinizi bölmedim inşallah. Bakmayın benim densizliğime. Güzel günler dilerim, adada kaldığınız sürece...

Sonra dönüp oturdu aynı masaya adam. Bir sigara yaktı. Bir kitap açtı okumaya başladı. İnanamadı kadın kitabı fark edince. İki gece önce konuştuklarında önerdiği kitabı okuyordu adam. İçi sıkıldı iyiden iyiye. Nasıl olur dedi. Nasıl olur da tanımaz beni.

Telefon çaldı o sıra. Oysa nasıl da kaptırmıştı kendini kitaba. Kızdı telefonu sessize almayışına. Kırmızı püsküllü ayracını aldı, özenle kitabı kapattı. Telefonuna baktı. Güleç yüzlü adamdı. İyi ki sessize almamıştı telefonun...

- Söylemeyi unuttum, sevmezsin sen süprizleri kızarsın sonra, annemlerde gelecekler yemeğe.
- Neden?
- Neden mi? Hep beraber olalım diye.
- Tamam, iyi oldu haber verdiğin.

Telefonu kapattığında sinirinden ne yapacağını bilemedi. Şarabı bir dikişte içti. Kadehini bir kez daha doldurdu. Bir kez daha bir dikişte içti. Hep böyle yapardı. Garip halleri ne yorucu olurdu. Ne alakası vardı, anne babası ile yemek yemelerine ne gerek vardı. Şarap şişesini eline aldı. Dibinde kalanı kafasına dikti. Sakinleşemiyordu. Geçmişe gitti. Sinirlendi. Şömineye küfretti. Neden sıcaktı ki hem bu oda bu kadar. Balkon kapısını açtı. Soğuk yüzüne çarptı. Mutfağa geçti. Bir sigara yaktı. Neden açtım telefonunu sanki dedi. Neden kabul ettim yemek yemeği. Neden diye bağırdı. Zaten tatlı şarap doğru bir seçim de değildi. Okuduğu kitapdaki adama sinirlendi. Öküz dedi. Ne demişti bir arkadaşı. Her kadın hayatında en az bir kez bir öküze tapar. Bu da tapmıştı işte. Hem bu yazar ne garipti. Ne diye aralarında 10 yaş olan adamla kadını bir aşk hikayesinde anlatıyordu. Ne demekti ayrıca bir kez yüz yüze gelmek 10 yıl boyunca hep telefonla, emaille görüşmek. Hiç gerçekçi değildi. Zaten neden okuyordu ki kitabı. Güleç yüzlü adam da öküzdü. Kitaptaki adam da öküzdü. Bütün adamlar öküzdü.

Devam Edecek... __________________________ Devam Etti...

22 Mart 2009

TAZELENMEK

Kalakaldım ekranımın karşısında... Aslında Örselenmek serisine devam edecektim. Bu gece planladığım üzere şarabımı açmış, keyifle yudumluyordum. Aklıma üşüştü kelimeler, hikayenin devamını yazmak an'ıydı an. Ama öyle olmdı. Laptop'u açtım. Sevdiğim bir blogger yeni bir post girmiş, ona göz attım. Cassandra Wilson - Fragile söylüyor bir Sting bestesi aslında. Nasıl yumuşacık bir ses. Keyfime diyecek yok. Uzaktaki bir adamı düşünüyorum. O da bu gece şarabını yudumluyor mudur ki diye... Neyi dinliyordur acaba...

O anda dikkatimi bir blog çekiyor. Onun da bir dünyası olduğundan, merak ediyorum. Bayılıyorum böyle tek tıkla varılan dünyalara. Ne süprizler bekliyor insanı, ne güzel duygularla karşılıyorlar insanı bloggerlar. Bazılarıyla üzülüyor, bazılarıyla kahkaha atıyorsunuz, bazılarıyla düşünüyor, sevdalanıyor hatta zaman geliyor dost oluyorsunuz.

Bu blog ise beni kaçtığım, arkama dönüp bir daha bakmak istemediğim zaman dilimine taşıdı. Ama okudukça kaçtığım şeyden aldığım keyfi fark ettim. Aslında bütün sıkıntı ve üzüntülerine rağmen, sevdiğim anlar olduğunu, hatta bazılarını içten içe özlediğimi. Tanıdık sokaklar gördüm ve tanıdık yüzler. Sevdiğim mekanlarda dolaştım bir süre, böcek yedim doyasıya ve gülümsedim. Evet, gülümsedim. Bir gün o zaman dilimine gidip de, hatırlayınca gülümseyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama evet gülümsedim.

Francis Bacon'ın şu satırları hatrıma geldi. Döküldü diliimden.

Güzel anıları saklamanın en iyi yolu, onları yenileri ile tazelemektir.

Galiba geçen onca zamanda olan buydu. Yepyeni bir yaşamda, yeni bir aşkla tazelenmek gülümsetiyormuş insanı...

21 Mart 2009

ÖRSELENMEK - İLK - 3


ÖNCESİ... Pazartesinin yorgunluğu ile döndü eve. Üzerini değişti. İçi rahat etmedi. Duşa girdi. Ilık bir duş yorgunluğunu alırdı. Ne yiyeceğim diye düşündü. Buzdolabına baktı. Buzluğu açtı. Gene mi şarap gecesi yapsam dedi. Şarap dolabını açtı. Şirince’den aldığı şaraplardan birini mi denesem dedi. Kararsız kaldı. Buzdolabına yöneldi. Saç havlusu yere düştü. Islak saçları omuzlarına değdi. Ürperdi. Havluyu yerden aldı. Buzluğu tekrar açtı. Patatesleri gördü, fırınlasam dedi. Aklına yattı. Mikrodalganın fanlı kısmını ayarladı. Isınınca patatesleri fırına verdi. Şarap içmeye karar verdi. Şarap dolabına yöneldi. Eli her zaman ki gibi shiraza gitti. Şirince şaraplarındaydı aklı. Biraz soğutsa, şömine karşısında dömi sek bir şarap içse bu gece daha güzel gelecekti. Ama kararını ahududulu şaraptan yana kullandı. 1-2 derece daha soğuması için dolaba koydu. Fırındaki patatesler olmak üzereydi. Mozarella peyniri koydu üstlerine. 2-3 dakika yetecekti erimelerine. Şarabı da soğurdu bu arada. Kadehlerin olduğu dolabı açtı. Kadehlerine baktı. Neden müzik yok ki dedi. R & B albümlerinden karışık olan bir tane seçti. Müziğin ritminde salınarak mutfağa geri gitti. Fırının uyarı sesi ile patateslerine baktı, tam sevdiği gibi olmuştu. Şarabına baktı, evet o da tam istediği soğukluğa ulaşmıştı. Kadeh dolabını açtı. Önce beyaz şarap kadehini aldı, şampanya kadehleri daha hoş gözüktü bu gece için gözüne. Uzandı bir üst raftan pembe uzun ayaklı şampanya kadehini seçti. Ahududulu bir şarap için uygun dedi. Hazırdı geceye. Şömine karşısındaki sallanan koltuğuna oturdu. Kadehini ve kitabını aldı eline. Müziği değiştirmeye karar verdi. The Best Smooth Jazz albümünü buldu. Daha uygun gecenin devamı için dedi.

Koltukta salınırken, telefonu çaldı. Açmak istemedi önce... Ayıp olur dedi. Güleç yüzlü adam arıyordu. Şaşırdı görünce.

- Dün akşam aklımdan geçtin. Hayırdır.
- Yarın oralardaysan sana uğrayacağım. Akşam da bir yemek yeriz. Ne dersin.
- Programım yoğun demek isterdim ama tanırsın ki sen beni. Uygunum tabi. Harika olur.
- O zaman 8 gibi alırım seni.
- Nereye gideriz...
- İlla bilmek istersin.
- Uygun giyinmek isterim...
- Sen ne giysen uygun olur.
- Tamam. Görüşürüz yarın akşam.

Kapattı telefonu. Yüzündeki anlamsız gülümsemeyi sevmemişti ama uzun süre silemedi ifadeyi. Peggy Lee - As time goes by çalıyordu. Duruma ne kadar uygun dedi. Mırıldandı şarkıyı. Sallandı bir yandan ve bir yudum aldı şarabından. Şarap gibi gelmezdi meyveli beyaz şaraplar ona. Belki de şampanya kadehini tercih etmek bu sebeptendi diye düşündü. Ucu kırmızı püsküllü kitap ayracının olduğu yeri açtı. Kaldığı son bölümdeki bir kaç satırı bir kez daha okudu.

Kendini nasıl da kapıp koy vermişti bu adama. Nasıl aldanmıştı onca deneyimine rağmen. iyi ki dedi, iyi ki izin vermişim kendime. Kapattı ışığı. Uyuyamadı bir süre...

Sabah uyandığında güneş aralık perdenin arasından yüzüne gülümsüyordu. Ne şanslıyım dedi. Kahvaltı için hazırlandı. Üzerine ince bir mont aldı. Kahvaltıda, portakal suyu ve sarısı pişmemiş bir yumurta ile kızarmış ekmek istedi. Yumurta tam istediği gibi geldi. Beyaz masa örtüleri, küçük kavuniçi vazolardeki sarı krizentemler ile dekore edilmişti. Yumurta beyaz kare bir tabakta gelmişti ve portakal suyu uzun ince bir bardakta, kenarında bir dilim portakal ve nane ile servis edilmişti. Güne güzel başlamak böyle bir şey dedi içinden. Garson tekrar masaya yöneldi. Gazete isteyip istemediğini sordu. Gazetesi kahvaltısı bitmeden gelmişti. Garson gazeteyi uzatırken, bir isteği daha olup olmadığını sordu. Gülümseyerek uzaklaştı. Otel küçük butik bir oteldi ve kalabalık değildi. Sabah deniz otobüsü yaklaşmak üzereydi. Dalgaların köpüklerinde kaybolmak istedi. Gazetesini okumaya devam etti.

Odasına çıkarken, resepsiyondaki bakımlı genç kız, gecesinin nasıl geçtiği sordu. Adıyla hitap etmiş olması çok hoşuna gitti. O da kıza adıyla hitap ederek, çok rahat uyuduğunu belitti. Yüzü gülümsüyordu. Kusursuz bir mutlulukla çevrelenmiş gibiysi. Adaya gelmeyeli ne çok olmuş, unutmuşum bu kadar keyfi verdiğini dedi. Çantasını ve kitabını alarak limandaki çay bahçelerine gitmeye karar verdi. Bir fayton istedi. Faytonu beklerken, dünkü karşılaşmaları aklına geldi. Ya bir kez daha karşılaşıksak diye aklından geçirdi. Fayton hareket etmek üzereydi ki, kara bir kedi koşarak önlerinden geçti.

Limana geldiğinde, kararsız kaldı. Sola yöneldi. Böylece dedi, deniz otobüslerinin köpüklerini görebilirim. Bir çay söyledi çok açık olsun dedi. Kırmızı püsküllü ayracı ile kitabında kaldığı sayfayı okumaya başladı.

Kadın şaşırdı bu benzerliğe. Ayracının püskülüne baktı. Şarabından bir yudum daha aldı. Müziğe kulak kabarttı. Şömineden gelen odun çıtırtısı ve kıvılcımlara takıldı. Adamı düşündü. Yüzündeki anlamsız ifadeyi bir kez daha yakaladı. Yarın olsa dedi. Sabırsızlandı. Saatine baktı. Saçlarına dokundu. Hala nemliydi. Sağa sola savurdu. Patatesler tam istediği gibi olmuştu. Bir iki dilim patates attı ağzına. Bir yudum daha aldı şarabından. Dün akşam okuduğu satırlar geldi aklına. Bu yazar da kara kedi ile bozmuş dedi. Neyse bu seferki sanki biraz daha iyimser bir kara kediydi. Dün geceki satırlardaki kedi neden kötümserdi diye düşündü. Sadece o satırı okumuştu. Kendi yüklediği anlamdan ötürü, kara kedinin bir soruna işaret ettiğini düşündüğünü fark etti. Gülümsedi yazara... Anlam yükleme üzerine güzel hikayeler bekliyordu kendisini. Hoşuna gitmişti bu durum. Döndü tekrar öyküde kaldığı yere. Başladı dikkatlice okumaya.


Devam Edecek... ____________________________ Devam Etti...


ÖRSELENMEK - İLK - 2


Notre Dame de Paris - Belle


ÖNCESİ... Bir yudum aldı şarabından, içini ısttı karlı gecede. Öğrenmişti kendi kendine yetmeyi uzun bir zaman önce. Elindeki kitapla bir oyun oynamaya karar verdi: Fal bakmak kendine. Kırksekiz saattir çıkmamıştı evden 48. sayfa olsun dedi. Yaklaşık üçüncü kadehini içiyordu. 3. satır olsun dedi.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Bu da ne demekti şimdi... Her fal baktığında, anlam yüklerdi okuduğu satırlara. Tamam soğumuştu yüreği bir süredir. Ama bu kendi tercihiydi. Kendi ile yetinmeyi öğrenme sürecinin ilk adımı, soğutmaktı yüreği. Kara kedi de nereden çıktı dedi. Kasaba iyi değil miydi yoksa, uyarıydı mutlaka kadına. Kitabın yazarı okuyucuya kadınla ilgili ya da umutlarıyla ilgili bir şansızlık olacağının ilk sinyalini veriyordu da, bu falda ki bu cümle kendisine nasıl bir sinyal veriyordu, onu bulması gerekliydi. Eğer kendi ile olma durumunu yeni bir kasaba olarak yorumlarsa bu durumda hala birilerinin hayatına girmesi ile ilgili bir umut taşıyordu ki bu kendi ile olma durumuna ters düşüyordu. Düşünmeye başladığındaki ilk cümlenin ucunu kaçırdı. Dönüp kitapdaki 3. satırı bir kere daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Tamamdı işte. Her ilişki denemesinde, yürümeyen her noktada ona dönüyordu kadın, Ali'ye ağlarken Veli'ye ağlar buluyordu kendini. En son yaşadığı ilişkisinde de sevgilisi, sen onu unut sonra beni bul deyip gitmemiş miydi? O gecenin sabahında karar vermemiş miydi, kendine yetmeyi becermek zorunda olduğunu. Bu durumda kendine yetme kasabayla örtüşmüyordu. Geldiği kasaba... Geldiğim kasaba... Kasaba... Kaba saba... Yok yok... Aklına söz geçirdi, saçma sapan kelime oyunları oynamayacaktı. Anlamın peşine düşmüştü. Tesadüflere inanmazdı. Bu satır karşısına çıktığsa mutlaka bir anlamı vardı. Başa döndü. Satırı bir kez daha okudu.

Sonu ona çıkmayan bir aşk yolu arıyordu kadın, geldiği kasabada bulma ümidi o kadar baskındı ki, önünden geçen kara kediyi görmedi.

Aşk yolu aramak dedi. Ben vazgeçtim sanıyorum da vazgeçmiyor muyum aslında. Kasaba dediği kendi ile baş başa kalma durumuysa ve gene de ve yine de bir aşk yolu arıyorsa ve önünden geçen kara kedilerin şanssızlıklara gebe olduğunu fark etmiyorsa.... Bir dakika ya... Kara kedi ne demekti ki bir kere... Kara kedi... Kara... Kedi... Nankör... Adam... Kara nankör adam... Karşıma çıkan kara nankör adam olacak. Ama ben o kadar kendime dönük olacağım ki, aşk yolunu buldum sanıp atacağım ilk adımı. Evet evet, satır bunu söylüyordu.

Karşına çıkana dikkat et. Nankör bir adam olacak. Yeni bir yol zannettiğin şey aslında hep bildiğin hikayelere çıkacak. Bir yudum daha aldı şarabından. Kar iyice hızlanmıştı, tipiye çevirecekti. Şömineye bir odun daha attı. Çıtırtılarını dinlemeyi severdi. Cd çaların tuşuna bastı. Bir fal da orada bakmak lazımdı. Eğer dedi kitap yanılıyorsa karşıma çıkacak adam konusunda, bu parça benim en sevdiklerimden biri olur...

Ve başladı müzik: Notre Dame De Paris...Belle
Ve kitap yanıldı o gece...

Devam edecek... _______________________________ Devam etti...

20 Mart 2009

NEFES ALMAK YAŞAMAK MI?



Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyordu. Sözler sadece söyleniyordu da havada kayboluyor sanılıyordu. Oysa her bir söz, sahibini buluyor ve söz sahibinin kulağına kazınıyordu. Sözü söyleyen unutsa da, kulak, sözü unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse merak ettiğinin peşine düşmüyordu. Merak ettim deniyordu da sanki o merak havada kayboluyordu. Oysa her bir merak ettim, merak edileni buluyordu ve merak edilenin aklına kazınıyordu. Merak eden unutsa da, akıl, merak ettim diyeni unutamıyordu.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da hiç kimse kırdıklarını anımsamıyordu. Kırdım kusura bakma deniyordu da sanki kusurlar havada kayboluyordu. Oysa her bir kusura bakma, kusur edileni buluyordu ve kırılanın yüreğine kazınıyordu. Kusura bakma diyen unutsa da, kırılan yürek, kıranı unutamıyordu.

Derken günlerden bir gün; sözler veren, merak ettim diyen ve kıran adam çıkmaya karar verdi kendi içinde bir yolculuğa... Dolanırken kendi hikayesinin zorlu sokaklarında, her her köşe başında bir iz buldu geride bıraktıklarından. Kalbi dayanmadı karşılaştıklarına. İzleri topladı bir avucuna. Ekledi birbirine. Puzzle'ın bir parçası eksik kaldı. Bakındı etrafına bir çiçek gördü yüreğinin dibinde, çevresindeki toprağı kazıdı bir iyice, çiçeğin köklerine gelince, çürümüş insanlığı ile karşılaştı. Bulmuştu puzzle'ın bir parçasını daha ama çok geç kalmıştı. Çiçek güzel gözüküyordu da, yaşayamazdı kökleri olmadan uzun bir süre.

Hayat kendi döngüsünde devam ediyordu da kimse farkına varmıyordu, verdiği sözleri tutmamak, merak ediyorum deyip dönüp bakmamak, bir yüreği kırmak, içten içe çürütmek demekti insanlığını ve insanlığını kaybet ölüme dönmekti yüzünü aslında.
Hayat kendi döngüsünde dönerken, yaşam devam ediyordu kimilerine göre, sahi nefes almak için insanlığın lüzumu yoktu dimi? Nefes almak yaşamak sayılır mı düşünmek gerek ama insan olmak için düşünmenin lüzumu yoktu dimi?

______________________________________________
- Ararım demiştin?
- Valla hiç kimseyi arayamadım bugün...
Hiç kimseye davrandığın gibi davranıyorsan bir insana, o insanın senin için özel olduğunu iddia edebilir misin bir düşün...
_______________________________________________