23 Kasım 2017

Roma Roma Ettin Beni Koma*

Ara sıra gaza geliyorum. 
Oturuyorum klavyenin başına. Nereden başlasam bilemiyorum. 
Yıl geçip gitti ama ben onu Roma'da nasıl karşıladığımı bile yazamadım. 
Hoş daha ben  "3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu" serisini bile bitiremedim ki... 
Üstelik 14 yıl sonra gittiğim köyümü bile anlatamadım. Yoksa anlattım mı? Hatırlamıyorum. Hatırlayamayacak kadar çok zaman geçti. 

Bir kaç fotoğraf koyup kaçmak da var işin ucunda... 
Ama ben anlatmak istiyorum;
 duygularım kaybolmadan, 
hatıralarım silinmeden, 
kelimeler önemini yitirmeden 
anlatabilmek. 

Roma'nın daracık sokaklarında yürürken hissettiklerimi anlatabilmek istiyorum. 
Oysa zaman su... Akıp gidiyor işte. 


Yediğim tatlardan, içtiğim şaraplardan küçük notlarım olsun istiyorum. 
Yerel lezzetler peşinde koşup, 
soluklandığımız daracık kahve dükkanlarını 
ve tadı damağımızda kalan yemeklerin tarifini verebilmek istiyorum.
İçtiğim artisan biranın keyfini, 
o küçücük şarap evindeki lezzetli peynirlerin tadını 
yazarken bir kez daha çıkarabilmek istiyorum. 




Sokaklarını, yokuşlarını, merdivenlerini,
bir sokağın başında donup kalmaya sebep tarihini, anlatabilsem...
Anlatabilmek istiyorum.



Merdiveni tüm sakinlikleri ile teker teker çıkan aşıkların,
merdiven başında birbirlerine bakışını kelimelerle resmedebilmek,
okuyana da bir nebze hayal gücü bırakabilmeyi çok istiyorum.

Romayı anlatabilmek... Haykırabilmek...
Her yolumun yine yeniden Roma'ya çıkacağı hayalleri kurabilmek istiyorum.


Sokak arası bir kilise merdivenine oturmuş, 
kendi kendine konuşurken tüttürdüğü sigaranın dumanına takılı kalıp 
çıktığı anılar yolculuğunun duraklarını tahmin edebilmek, 
bir geceliğine de olsa o merdivende oturan kadın olmak istiyorum. 

Vişme aromalı "sigar" yakıp 
yanında "Tazza D’Oro Coffee House" dan alınmış filtre kahve ile damağımı şenlendirmek, 
o arada gözlerimi kapayıp Roma'nın kendine has rengi safran sarısı hülyalara dalmak istiyorum. 



Balkonundan yaşanmışlık akan o evin içinde tam da balkona denk gelen kanepesine uzanmak, 
saatlerce hiç kafamı kaldırmadan kitap okumak istiyorum. 
Yanında bergamut aromalı çaya hayır demeyeceğimi de bilmenizi istiyorum. 



Gece oldu mu, Tiber nehri boyunca yürüyüp,
nehrin karşı kıyısındaki Trastevere'de 
bir şarap molası vermek istiyorum. 
Trastevere'nin daracık sokaklarında yürümekten yorgun düştüğüm gecenin sabahında, 
Trastevere'de yaşamak konulu bir kitap yazmaya başlamak istiyorum. 

Trastevere! Seni çok seviyorum. 


Savaşa ve turist menüsüne karşı olan  aile yadigarı bir işletmede servis elemanı olarak çalışmaya başlamak ve aşçının kendini yorgun hissettiği bir günde hazırladığım başlangıç tabakları ile göz doldurmak istiyorum. 


Vatikan'a ayrılmış bir günün heba olmayışına seviniyorum. 
Bu sevincimi başımı döndüren bir fotoğrafın altına yazacağım kelimelerle aktarabilmek istiyorum. Kelimeleri bulup bir araya getirmek konusunda ciddi anlamda zorlanıyorum. 


Roma'yı... Aşkımı... Düşümü... 
Kelimeler yetersiz kalmadan, tane tane, abartısız ama samimi bir dille, 
en çok da 
aşk çeşmesine dilek parasını atarken de dilediğim gibi
bir daha bir daha bir daha 
anlatabilmek istiyorum. 



* Bu nida; Ayhan Sicimoğlu'na aittir. yaşadığı kenti 5 kelime ile anlatma konusundaki ustalığına diyeceğim bir laf yoktur. 


14 Kasım 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Sava ve Tuna'nın Kesiştiği Şehir; Belgrad


Tuna ile Sava'nın birleştiği topraklara ayak basacağız. Sırpların katliamı ile yerle bir olmuş toprakları geride bırakalı bir kaç saat olmuş. Şehrin adının "beyaz"lıktan nasibini almış bir aydınlığı var. Oysa... geride bıraktığımız topraklara çöken karanlığın bir ucunda Sırplar var. 

Belgrad başka... Belgrad, içinden geçen iki büyük nehir gibi... Belgrad yeşil, Belgrad ferah, Belgrad aydınlık. 

Bir kaç nokta atış ile ziyaret edileceklerin ardından; annemin notları arasında yer alan 9.Yüzyılda, şehrin ünlü simalarının toplanma yeri olan Mikail Street civarındaki Skadarlija bölgesinde yemek yiyeceğiz. Ama önce büyüleyici Kalemegdan'a gidilecek. 








Kaldığımız otelden 1 saat yürüyüş mesafesindeki kaleye; sağlı sollu kafelerin, restaurantların, dondurmacıların ve mağazaların bulunduğu meydanları geçerek varıyoruz. Müzeler, belediye binaları, kütüphaneler ve üniversitenin yer aldığı Cumhuriyet Meydanı ile Terazije Meydanı'nı görmek böylece mümkün oluyor. Meşhur Knez Mihailova Caddesi'nin girişinde bir kahve molası verip kaleye doğru ilerliyoruz.  

Dönüşte hedef belli, acıkan karnımıza öncü bira patates desteğini kalenin terasındaki barda veriyoruz. Böylece hem biraz dinleniyor hem de manzaranın keyfini çıkarıyoruz. Kalenin farklı bir kapısından çıkıyor ve Skadarlija'da yer alan Sesir Moj'a varıyoruz. Akşam yemekte köfte ve et var. 




Yemek sonrası otele yürüyüş yaparak dönme fikri grubun tamamı tarafından kabul görünce, sokaklarında kaybola kaybola dolaştığımız Belgrad'a sabahın erkeninde veda etmenin hüznünü yaşamıyor değiliz. Görmek istediğimiz bir kaç yer daha var. Otele döndüğümüzde yola çıkış saatini kararlaştırıp, en azından Sava Katedrali'ni ve Tito Müzesi'ne gidebileceğimiz bir planlama yapıyoruz. Sava'yı görebiliyoruz ancak saat 10'da açılacak olan müzeye 9'da varmak biraz canımızı sıkıyor. Müzeyi gezemeden, havasını soluyarak Belgrad'ı geride bırakıyoruz. 

20y'e yakın tüneli geçerek, Tuna boyunca ilerleyip bol sürprizli, çok özlemeli Romanya'ya yaklaşıyoruz. Hedef, sınırı geçip bir gece konaklama sonrası, kavuşmak. 




Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4+1 Yolcu + 3  / Bol Sürprizli, Çok Özlemeli Romanya

29 Eylül 2017

Bir ada... Samos



Bir ada düşün.. Mavi beyaz binalarla resmedilmemiş... Bir ada, dört tarafı sadece deniz değil, her biri birbirine dost sahillerle çevrili... Birinde yüzsen diğerinde aklın kalıyor... Klavye ve kelimelerle aran açık denizler gibi... Gene de sırf Samos diye... Sırf sen mutlu oldun diye... Not düşmek istiyorsun geçmişe, bir gün öldüğünde vasiyetin hazır olsun diye: adaya gömün beni, bir adaya... Rüzgarı deli, dağı yeşil, denizi sonsuz, kapısı renkli, insanı neşeli... bir adaya gömün beni. İlle toprak olacaksam bir ada olayım yani. 




Bir ada düşün... Yaşamak güzeldir elbet ama ya sadece 3 günün varsa! Adım atsan bir köyüne diğer köyünde kalır aklın. Bu böyleyse ya diğeri nasıldır diye hayaller kurarsın. Bir ada... Dağ... Tepe... Deniz...







Bir ada düşün... Renkleri cümbüş... Bir ada... Adım attığında anda tatlar damağında...





Bir ada düşün insanları neşeli... Dilin yettiği kadar sohbet edemedim diye üzülme, bir gülen yüz neler anlatır duymak isteyene... Bir ada düşün... Yaşlısı 20sinde, gençleri kapılmış şehrin şehrin cazibesine sanki 70inde.







Bir ada düşün... Kapısı, penceresi, yolu, yokuşu davetkar... Bir ada düşün ki, yaşama sevincin yenilensin!

Hatta düşünme bence, hayal kurma... Bin bir feribota git gör bence... hatırlayınca gülen yüzün merak uyandırsın çevrende.

Bir ada...

08 Haziran 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Umudun Tüneli, Saraybosna'nın 'Cevapi'si ve Srebrenitsa'nın Hüznü

Yolculuk yeşilin bin bir tonunda devam ediyor. Mostar'dan çıkıp Saraybosna'ya doğru gidiyoruz. kalacak yerimiz henüz yok. Gidince bakacağız. Önceliğimiz "hope of tunnel"e gitmek. Umut Tüneli, yaşam Tüneli dediğim şey, birinin evi. Evinin altından başlayan bir umut. 300 bin kişinin hayatını kurtaran bir mucize. Üzerine okuduğumuz onca yazıdan sonra buruk bir hava ile yolculuk devam ediyor. Sanki o sınıra yaklaştıkça, tünelin basık ve havasız koridorlarında ilerliyoruz. Yağış devam ediyor. Umut Tüneli uzaktan sıradan bir ev ama uzaktan. Yaklaştıkça kurşunların açtığı delikleri seçebiliyoruz. Biraz ilerideki otoparka aracımızı bırakıp, tünele doğru ilerliyoruz. Kapıda Kolar ailesinin ninesi Sida Nine duruyor. Selam verip geçiyoruz, yılların yükü omuzlarında, 90'ını deviren bu kadın bir kahraman. 


Daha girişte bir tokat gibi vuruyor insana zulmün çığlıkları. Sanki her bir ses, umutsuzluk, korku ve gözyaşı asılı kalmış havada. İçinde bir Türk gazetecinin de bulunduğu bir grup gazeteci tüneli haber yapıldıktan hemen sonra bombalamanın başlatıldığı umut tünelinde, özel ışıklandırmayla aydınlatılan nokta, donup kalmanıza sebep oluyor.  Oradan sağa dönüp merdivenleri inebildiğinizde gözün alışmakta zorlandığı bir karanlık karşılıyor sizi, sonrası bir tünel boyu "umut". Sadece 20 metresi ziyarete açık, geri kalan özellikle kapatılmış.  





Bahçede oluşturulmuş 3 oda var, her birini tek tek geziyoruz. Belgeseller  ve fotoğraflarla olayın boyutu ile ilgili daha da dehşete düşüyorsunuz. Zaten oldum olası kenarlarından sararmaya başlamış siyah beyaz fotoğraflar beni hüzünlendirir. Zamanın duygusuna kanıt el yazması günlükler, sessiz tanıklık eden kullanılmış eşyalar ve elbette ki duvarlara belki tırnakla kazınmış işaretler. Her biri düğüm misali, yutkunmak zaman alıyor. 





Sonuncu odadan gelen sesler dikkatimizi çekiyor. Hararetli bir konuşma, belli ki en az iki kişi derinlemesine bir konuyu tartışıyor. Kapısı aralık olduğundan uzatıyorum kafamı içeri doğru, ayakta duran "anlatıcı" belli ki rehber. Buyur ediyor, lafını da esirgemeden. İçeride bulunan sıra sıra oturma yerlerinde biri kadın biri erkek iki kişi var. Biraz mahcup giriyoruz içeri, özel bir ana zamansız bir müdahale bizimki. Sonradan anlayacağız ki, hiç olamayacak bir anda, iyi ki tanıklık ettik dediğimiz bir anı olacak bizim için. Bizim ardımızdan 5-6 kişi daha giriyor.  Rehber o sıralar çocukmuş, adam ise o tünelden kaçmayı başarmış bir Bosnalı. Neredeyse aşık atışması gibi devam eden sohbete eşlik etmek muazzam bir duygu. An'a tanıklık etmiş iki kişiden birden dinlemek olanı biteni, dehşete düşmüş yüreğimizdeki sıkıntıyı çoğaltıyor. Genç olan akan görüntüyü bir anlığına durduruyor, burası diye işaretlediği yer yeşil boş bir alan: "Burada top oynardık biz, katliam sonrası toplu mezarlar çıktı buradan" Gözleri dolu dolu bakıyor ekrana... Bir kaç saniyeliğine de olsa, kaçan topunu takip ediyor çocuk gözleri... nemli. Kaldığı yerden sözü alıyor yanımızda oturan adam: İşaret ediyor bir noktayı; tünelin girişi, anlatıyor taşıdığı yumurtaların kırılmasını, çürümüş bir koku yayılıyor içeri... Öyle dar ki tünel ve öyle uzun: 720 metre uzunluğunda, 80 cm var yok tünel genişliği, yüksekliği yer yer 1,5 ila 1,8 metre,  tünelin daha girişinde bile klostrofobik bir ruh hali sarıyor insanı, ve böyle bir tünelden günde yaklaşık ortalama 4000 kişilik gruplar umuda, ışığa ulaşmaya çabalıyor, geride bıraktıklarına bir kez bile dönüp bakmadan. İki kişi karşılıklı gelirse önce ellerdeki erzaklar değiş tokuş ediliyor, sonra birbirlerinin üzerinden geçiyor insanlar. Yumurta ve gaz çok değerli... 




Buruk, üzgün ve şaşkınız... Olanı sindirmek ve yola devam etmek üzere otoparka dönüyoruz. Marketi işleten adam müze evin büyük oğlu: Edin. Harika iki torunu var, fotoğraflarını çekiyorum, beden dili inanılmaz, hele de gözler. Hemen anlaşıyoruz. O sıra Edin geliyor yanımıza, silah ve gaz taşığı kamyonu gösteriyor. Türk olduğumuzu öğrenince bir fes getirip, fotoğraf çektiriyor.  Sizi seviyorum diyor, Türkçe konuşuyor. Şaşırıyoruz. Aslında diyor, kızgınız, sesimizi duymayan Avrupa'nın yıllar sonra gelip de burayı müze yapmasından... Sahi çok da uzak olmayan tarihin tanığı bizler, nasıl da yüzleşeceğiz acaba dünyayı cehenneme çeviren kararlar karşısındaki vurdum duymaz tavrımızla. 

Saraybosna'ya kadar arabada umut tünelinin yarattığı etkiden kurtulamadan sohbet ediyoruz. Saraybosna bizi karşıladığında kalacak yer sorun oluyor, bir türlü otel bulamıyoruz. Neyse ki, ilk durduğumuz yerin solunda kalan daracık yolda, küçük ve sevimli odaları ile bizi bir geceliğine konuk edecek otelimize yerleşiyoruz. Vakit dar, bir saatlik bir dinlenme sonrası Bosna sokaklarındayız. Otel ararken polisle başımızın derde girmesi sonrası, çokça okuduğum "elden ödeme" yaparak pasaportlarımızı kurtarmak durumunda kalmam dışında şu güne kadar canımızı sıkacak bir olumsuzlukla karşılaşmadık. 

Bosna bizden... Hanlar hamamlar, pazarlar ve Aksaray bile var, cevapi denen inegöl köfte benzeri bir köfte, ve hatta çay ve trileçe... Kaçmıyor tabi, Baş Çarşıda gezip, hanları hamamları, camileri, kiliseleri hızla turluyoruz. Meydandaki sebilinden su içip, ara sokaklarında kayboluyoruz. Yeterli sayıda fotoğrafla anıları sabitleyince, karnımızı bir güzel doyuruyoruz. Zaman zaman yağan yağmura aldırış etmeden çayımızı da içip otele dönüyoruz. Bu gece iyi dinlemek lazım yarın yol uzun... Üstelik sabah erkenden kalkıp, Latin Köprüsünden geçip, İnat Evi'ni ziyaret edeceğiz. 













Sabahın erkeni yola çıkıyoruz. Srebrenitsa'ya giden yolun bozuk olduğuna dair duyduklarımızdan sonra gidip gitmemek konusunda kararsız kalıyoruz. Yol üzerinde su başında verilen bir mola ile kararımız kesinleşiyor. Srebrenitsa'ya uğranacak. Yine aynı şey oluyor, kısa yolu gösteren google bizi dağ yollarına sokuyor, oradan gidemeyeceğimizi anlayınca geri dönüp diğer yola sapıyoruz ama değişen bir şey olmuyor. Zaten yolun bozuk olduğu söylenmişti deyip katlanıyoruz yola. Öyle dar, öyle sapa, öyle uçurum ki bir yanımız, hiç kafamız çalışmıyor; tur otobüsleri bu yoldan gidemez! Ama biz gidiyoruz, bir teker sürekli uçurumun ucunda. Araba, boyunca çamur oluyor. Varıyoruz Srebrenitsa'ya...



Merkezinde bir tur atıp, mezarlığa doğru yola çıkınca anlıyoruz. Yol düzgün ve geniş. Macera göbek adımız sanki. Neyse ki yollarda her hangi bir sorun yaşamadan varıyoruz gideceğimiz yerlere.

İkinci dünya savaşı sonrası en büyük katliam Srebrenitsa. Vahşetin boyutunu Hope Of Tunnel'de seyrettiğimiz belgesellerde görmüştük. Sonucunu mezarlıkta daha net algıladık. Üstelik 2015 yılındaki anma gününde 18 yaşını doldurmamış 20'ye yakın genç ve 75 yaşındaki bir dede ile torunun mezarlarının bulunmuş olması bu topraklarda bilinmeyen toplu mezarlar olduğunun bir kanıtı gibi.


  








Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Sava ve Tuna'nın Kesiştiği Şehir; Belgrad