30 Mart 2022

Farz-ı Muhal



Sabah erkeni, hiçliğin ortasındaki yokluğunla taşıyor tavana asılı gözbebeğimin sol teki.
Ağlamak değil benimkisi, ölüme eş, biteviye bir sonsuzluk kaplıyor bedenimi,
Diğer gözüm alabildiğine donuk gri.
Her sabah aynı terane,
Cehennemimin kapısında ben sana mecburum diyen şair gibi sergüzeşt bir uyanış hali benimkisi.

Öğlen oluyor, anamın el dokuması kırmızı pötikareli pamuk yaygısının üzerinde
Bir çanak zeytinyağlı pırasa, sevdiğin gibi erikli,
Biraz tere, bahçeden,
Yanında keçi peyniri, Yaylacık'lı Ecir abiden.
Bir rakı koyuyorum tekten biraz fazla,
Sen geliyorsun aklıma.
Çatlak, küçük bir buz yandaki bardağın içine düşüyor bir anda, plof!
Can cana değmeden çekiyorum anason kokusunu ciğerimden içeri.
Yanıyor elbet, yanıyor ama ne fayda.
Cehennemimin kapısında ben sana mecburum diyen şair gibi bekliyorum gelişini her Eylül bu masada umarsızca.

Alaca karanlık çökünce topluyorum masayı.
İki budak bereli yaşı benle ceviz masanın üzerine uzanıyor sağ elim,
Hiç olmamışsın gibi, yaşayıp gittiğim bir güne daha çizik atıyorum, etti mi sana yedi ay yirmi üç çakı çiziği masanın sol tarafında, ustası Agop görse ağlar aylarca.

Kağıt kesiği parmak uçlarımla sana mektuplar yazıyorum, her gece,
Her gece, gece yarısını bir geçe.
Günlüğüme kan damlıyor ilk hecede.
Kıp kırmızı.
Geceyi kaplıyor bir anda, belli ki revanı unutulmuş başka bir zamanda.

Gecenin diğer yarısı yağmur oluyor düşüyor bakır çatıya, sağanağı unutulmuş iki gün önceki o kapkara şekilsiz bulutta.
Yağmur düştükçe çatıya, sesini sesime katıp şarkılar söylüyorum aksak segah makamında.
Günlüğüme kan damlıyor bir kez daha,
Ah geliyor yüreğimin derininden her bir damlada, bin ah oluyor duvarlara çarptıkça.

Masadaki iki öbek kan arasına bir çizgi çekip, buraya kadar diyorum.
Malumun ilanı, hiçliğinin ortasındaki yokluğum oluyor.
Yağmur canhıraş çırpınıyor çatıda.
Bir o yana bir bu yana düşüyor her bir damla, gölü unutulmuş başka bir kasabada.
Gecenin yarısı kan oluyor, revan artık kimin umurunda.

Fazr-ı misal sevmişsin sen de beni aslında.
Gidişinin üzerinden geçti tam tamına ikiyüzonüç gün, onsekiz dakika.
Bilir misin sabah ezanı hangi makamda, elde var bir ölü nafile duası okunmakta,
Tam toprağa değerken tenim, farz-ı muhal sen çıkıp gelmişsin mezarıma.

Ruhum canlanıverir bir anda, bir rakı daha koyarım masaya,
Duble seversin sen susuz, hicaz dinlersin yanında,
Münir Nurettin Selçuk çalarız fonda;
Gittin de bıraktın beni aylarca



28 Mart 2022

Bir Tuhaf Hal

 



Yıl 2013 

Hızlı blogger Evren'in 2009 - 2010 yıllarındaki üretkenliğinden eser yok. Ayda 3 yazı çıkıyor çıkmıyor. Vladimir blogunda İsmail Ertin'in siyah beyaz bir fotoğrafını paylaşıyor. "Aykırı Kuş" isimli dergilerinde "Fotoğraflara Öyküler" başlıklı bölüm için öykü arayışındalar. Bense ilham perimin peşindeyim. Fotoğraf beni vuruyor. Hayalimin evi o fotoğrafta, düz ayak ve bir ahlat ağacının altında. Perim beliriveriyor sol omzumda, yazmaya başlıyorum, her zamanki hızımda parmaklarıma izin veriyor, klavye ile yaşadıkları aşka tanıklık ediyorum ve çalakalem halimle okuma bile yapmadan göndere basıp, Vladimir'e haber edip, tatile çıkıyorum. 

Vladimir tüm nezaketi ile;
Fotoğrafı dün öğleden sonra yayınladığımızda bu kadar çabuk bir öykü gelmesini beklememiştik hiçbirimiz.
Bu kadar kısa sürede bir resmin bir başka insana ilham vermesi ve ve o insanın düşüncelerini kağıda dökmesi inanılmaz bir sevinç Aykırı Kuş ekibi için. Güzel öykü, elinize sağlık. Yayın değerlendirme kurulumuza da aykirikus@gmail.com e mail ile göndermenizi çok isteriz. Sevgiler. :)
Aykırı Kuş Ekibi adına Vladimir."

yazıyor. 

Günler sonra ;

Merhaba Vladimir, öyküyü yayına verdikten kısa bir süre sonra tatile çıktım o yüzden cevap biraz gecikti. Nedense ben yazdığım şeyleri başka yerde hele de bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum, bu konuda garip bir tedirginliğim var o nedenle de gönderemedim. Kusura bakma ne olur. Fotoğraf öyle güzeldi ki bir kaç satır yazmasam olmayacaktı. Teşekkürler. Başarılar.

yazıyorum. 

Yıl 2022  

Kalemimin akışkanlığı üzerine aldığım övgüler hep fazla gelir bana, ne ara biri "vaovv" dese, utanırım. Basit, sıradan kelimelerle akışına yazdığım bir yazının başka bir insanda bıraktığı duyguya değil de, bana övgü gelmesi tuhaf değil mi? O yürek öyle duyumsadığı için "vaovv" oluyor kelimeler gibi gelir bana. Bence alkışlar yüreklere. 

Bu karışık mevzuyu anlatamadığıma eminim. Biraz da şımarmış ve Buraneros gibi kanatlanmış uçuşuma sayarsanız pek sevinirim. İnsan kelimelerini dinleyince bir tuhaf oluyormuş çünkü. 

Artık okuyanları da çok bekletmeden geleyim "bir tuhaf hal" meselesine; ben övgüleri fazla bulup utanadurayım, şu blog yazmaya karar verdiğim 2006 yılından bu yana 1000'den fazla yazı yazayım, sen Momentos, yıllar sonra bir referansla çık gel ve benim -bir dergide yayınlayacak kadar "güzel" bulmuyorum - dediğim öykü tadındaki yazımı bul ve o muhteşem seslendirme ile "podcast"inde yer ver. 

Şimdi ben; yazıyorum ben bu blogu demeyeyim de ne diyeyim, havalara uçup gökyüzünde salınan Buraneros'a selam etmeyeyim de ne yapayım, sesine yüreğini katıp, neredeyse çorak sayılacak bir Tarla'yı alıp başka dünyaların verimli diyarlarına  taşıyan Momentos'a sarılmayayım da nasıl durayım. 


TARLA için buraya...

UÇMAK için buraya...


***

Aslında bu yazıyı 24 Mart tarihinde podcast'i dinler dinlemez yazdım ama Momentos seslendirdim demeyince, ses etmeyeyim dedim, meğerse demiş :) Eski yorumlar onay istediğinden fark etmemişim. Toprağa ancak değdi de kanatlarım :)


***

Gelen övgüyü şefkatle kabullenip, içselleştirmek üzerine okumalar yapıyorum son zamanlarda, arayıp bulmak değil benimkisi, karşıma çıkıyor. Söylenen iltifatlar karşılığında, o senin güzelliğin  mütevazi tavrının yanı sıra, evet bu benim güzelliğim, bu güzellik bende doğuştan var, bu güzellik için çabaladım, bu güzellik için bedel ödedim, bu güzellik benim diyebilmek gerekliymiş, ben de öğreniyorum. Bu noktada hakkını teslim etmem gerekenlere özel teşekkürlerimi sunmak için bundan daha iyi bir fırsat olamaz diye düşünüyorum. 

"İfadene.. ifadendeki akıcılığa... Anlatışındaki gerçekçiliğe..."
"Vaaooovvvvv! dedim:) Bir kez daha..."
"Bir de doyumsuz betimlemelerini okumayı, yazılarını."
"Yine döktürmüşsün."
"Kalemin dert görmesin ve sen hep yaz."
"Her zamanki gibi çok etkileyiciydi."

Bu güzel ve destekleyici ifadeleri ve benzerlerini  özellikle blog yazmaya başladığımdan beri sıklıkla duyuyorum, bu ifadelerden bazıları bugün hayatta olmayan ama hayatıma değdiği için hep mutlulukla ve gözlerim parlayarak anımsadığım kişilere ait,  bazıları ilk blog yazmaya başladığımdan beri yakınlıklar kurduğum blog yazan kişilere, bazıları çok çok kıymetlim, dostum olanlara ait. Bugün bir kez daha fark ettim ki, pek çok yazımı değer verip okuyan, destekleyici ifadeleri ile perilerimin kanatlarını okşayan bu kişilere yeterince içtenlikli teşekkür sunamamışım. 

Momentos'a seneler evvelden kıymetini gösteremediğim yazım aracılığı ile bana tüm bunları hatırlatıp, kelimelerime kıymet verenleri anma şansı tanıdığı için bir kez daha teşekkür ederim. 

Sesin,  emeğin dert görmesin sevgili Sezer Özşen.


***

Fotoğraf: 27 Mart 2022 - Tarlada. Gün ağarırken omuzlarına kırağı düşen ballı baba.

 




 

18 Mart 2022

3 Uzun Cümlelik İtiraf







Seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani, adını mesela, görmediğim şehrini, içinden sen geçen nehirleri, denizleri, yolları, sabahları uyandığında yanağını okşayan, o usul usul esen sabah rüzgârını, sen olan her yeri, o kafeyi mesela, meyhaneyi, içinden sen geçen şehirleri, sokakları, kadınları ve adamları, tren yolculuğunu, ortancalı bahçeyi, seni sevdiğimi söylemiş miydim, seni yani.

Seneler sonra öğrendim, içinden sen geçen kalbimi sevmeyi, şimdi ne zaman düşsen aklıma, kalbime sarılıp oradan bakıyorum hayata, öyle güzel ki yaşadığım şehir, sevmediğim yıllara şaşıyorum, adımı mesela, adımı seviyorum biliyor musun, dünyayı kucaklayasım geliyor duyduğum her seferinde, içimden geçiyor ne kadar nehir, deniz, yol varsa, gökyüzü doluyor içime, denizler taşıyor yüreğimden, sen oluyorum durup dururken, seviyorum yaşamayı hiç bıkmamış gibi o yokuşlardan.

Sabahları uyandığımda yanağımı tokatlayan o sert rüzgarlar ılık meltemlere bıraktı yerini, köşedeki kahveyi ve sokak arasında her daim çalgı çengiden sohbet bile edilemeyen o meyhaneyi, içinden geçtiğim tüm şehirleri, sokakları, adamları ve kadınları, balkondaki sardunyayı, limon otunu ve hercaiyi, susuz rakıyı, leblebiyi ve lakerdayı, anlayacağın seviyorum yaşamayı hiç gözyaşım gözyaşına değmemiş gibi.




Fotoğraf / Arşiv / Misi Köyü / 2018



 

16 Mart 2022

Ah Sevgilim - III





Sabah erkeni aynı yerde aynı saatte buluşan ekibin dünkü yorgunluğu mazi olmuş bile, gözler ışıl ışıl. Sesler cıvıltılı. İstanbul macerasının son günü, Gülhane'de ceviz ağacı olacağız. Sırt çantalı ekibin 12'de lobide buluşması kararı şimdilik iyi bir zamanlama gibi gözüküyor. 

Planladığımız gibi çıkıyoruz Maçka'dan. Feribot ile geçeceğiz Sirkeci'ye. Beşiktaş'ın ara sokaklarından iniyoruz bu sefer, tam saatinde iskeledeyiz. Gün sert olacak belli. Sokaklarda olacağımız 8 saatlik sürenin mola noktaları önemli. Ama henüz dikkate almadığımız bir durum var. Öğreneceğiz yaklaşık 2 saat sonra. 

Sirkeci garı nostaljisiyle, anılarıyla, keşkeleriyle hüzne boğuyor bizi. Sahilden değil de, parkın hemen hemen orta noktasına denk gelen kapısından giriş yapmak için çarşı içinden yürüyoruz. Pazar olmasına rağmen çıt yok dükkanlarda. Oysa hatrı sayılır bir kalabalık var. Yıllardır, Kapalı Çarşı'nın pazar günü kapalı olmasına veremediğim anlam bir kez daha anlamsızlığını perçinliyor. Her yer turist ama gel gör her yer kapalı. Gülhane parkını geride bırakınca, yönümüzü Cağaloğlu yokuşuna çeviriyoruz, anılar ve geçmiş peşimiz sıra geliyor. 

Nuriosmaniye Cami bahçesinden geçip,  Kapalı Çarşı'nın kapalı olduğunu bir kez daha teyit ediyoruz. Çemberlitaş Meydanı'ndan, Şeferiye Sarnıcı'na iniyor, oradan da Divan yolunu takip edip, Ayasofya Meydanı'na varıyoruz, mahşeri bir kalabalık, gezi otobüsleri, polis kortejleri karşılıyor bizi. Meğerse Miraç Kandili'ymiş. Uzaktan Ayasofya'ya selam edip, Sultan Ahmet Parkı'nın içinden geçip, Alman Çeşmesi yanından, camiye de uzaktan selam edip, Yılanlı Sütun ve Örme Dikilitaş tarafına atıyoruz kendimizi,  nispeten kalabalık azaldığından, kahve molası için bir bank seçiyoruz. Hava buz! Enerji için yediğimiz cevizler, incirler bir işe yaramayacak gibi durduğundan, molayı kısa kesip sahile inmek için, Küçük Ayasofya'ya doğru yürüyüşe geçiyoruz. 

Arka sokaklardan Kumkapı'ya yürüyoruz. Her adımda bir hüzün. Halbuki o sokaklardaki evler restore edilse, yürüyüş yolları yapılsa, aradaki parklara bir bakım yapılsa, ne kıymetli sokaklar... Ne kıymetli mahalleler... 

Kumkapı sessiz, henüz vakti gelmemiş belli. Meydandaki balık pazarından geriye dönüyoruz. Yorgun ayaklara mola vakti, sahilden  bir otobüse biniyor, bu turun anılar durağının sonu olacak Küçük Ev'e doğru yol alıyoruz. Samatya'ya varır varmaz dikkatimizi çeken şey, sessizlik ve ıssızlık... Henüz dükkanlar açmamış, balık pazarının orası açık, tek tük ve alkolsüz yer de var da, bizim mekanlar kapalı. Anlıyoruz ki Kandil nedeniyle esnaf açmamış. Yatıyor öğle rakı keyfi. Ah rehberim vah rehberim, olsaydı her tarakta bezin, etmezdin bizi rezil, diye söylene söylene kendime vardık sokak sonuna,  ocağın da başına. Kapalı elbette  90'ların sonunda, Türkân Şoray ve Şener Şen'in sımsıcak ve sahici oyunculuğu ile, hepimizi televizyon başına kitleyen kült dizi İkinci Bahar'ın çekildiği ocakbaşında bir anı fotoğrafı çektirip,  manzarası güzel balık ekmekçinin üçüncü katında soluğu alıyoruz. Soba ile ısınması ve manzarası içimizdeki burukluğu bir anda alıveren bu mekanı biraz da mecburiyetten seviyoruz. Köşe noktada yerimizi alıyor, balık çorbası ile açılışı yapıyoruz. Turşunun acılığı iştahları açıyor. Balıklar  ve salata ile devam ediyoruz. Bol sohbetli, rehberlere övgülü kapanış konuşması sonrasında, sert rüzgarlı, deniz kokulu yürüyüş ile dönüş feribotuna 1 saat kala liman kafede yerimizi alıyoruz. Fotoğraflara bakıyor, 2 gün geçmesine rağmen anılardaki yerini alan İstanbul gezimizin en'lerini konuşuyoruz. Bahar kendini gösterir göstermez yapılacak rotalar için mutabık kalıyor ve anonsla birlikte  yol yorgunu bedenlerimizi 1-2-3-4 nolu koltuklara bırakıyoruz. 

Feribot kalkmak üzereyken, son anda pusetli bebek arabasıyla gelen genç bir çift, arkamızdaki sıranın ilk koltuğunda oturan genç kızdan yardım istiyor. Dil bilmediği için el kol hareketleri ile, bebek arabasını gösterip, uyuyan bebeği işaret edip izin istiyor. Araya girip, bebek uyuyor, sizden yardım istiyorlar, koltuk değiştirmek için diyorum. Kız kulaklığını bile çıkartmadan ve kafasını çevirip omuz hareketi ile bana ne diyor. Annenin ve adamın çaresizliğine, sessiz sedasız uyuyan bebeğin masumluğuna kıyamıyorum. Genç anneye elimle işaret edip, kendi koltuğumu veriyorum. Gözleri ile teşekkür ediyor, kendi dilinde bir şeyler söylüyor, anlamıyorum  ama hissediyorum. Omuz hareketiyle kendisinden istenen yardımı ters çeviren kız elindeki telefondan Tedx konuşması dinliyor, kişisel olarak gelişecek gibi gözüküyor. Kitabıma konsantre olup, hemen sol yanımda oturan  ve ara ara bebeğini gözünün ucuyla kontrol eden babanın her seferinde bana bakıp gözleri ile teşekkür edişini yakalıyorum. 

Hayatın içindeki o küçük teşekkürleri minnetle kabul ediyor, dünyanın iki yüzlülüğü ile çalkalanan savaşların orta yerinde, yurdundan, evinden koparılan insanlara, o insanların insanca yaşama hakkına saygımızı bir kez daha sorguluyorum. 

***

Ah sevgilim... Ne acılar çektin, ne oyunlara, hırslara yenik düştün, kaç insan geldi geçti, kaç uygarlık... Sen direndin... Ah sevgilim, sen benim geçmeyen yaram, her daim atan yüreğim gibisin. Umudum ve en büyük mutsuzluğum sensin. Acım, kederim ve yaşama sevincimsin. 



09 Mart 2022

Ah Sevgilim - II






Bir gün öncesi / 25.02.2022 / Gece 22:18

Yol yorgunu bedenimi sıcak suya teslim ettim. Su bedenimi ılık dokunuşları ile rahatlatıyor. Saçımdan boynuma, göğüs çatalımdan karnıma ve bacaklarıma... Yorgunluğum süzülüyor, bense kafamı bir türlü sakinleştiremiyorum, bir sonraki günün eski usul meyhane noktasında kafam biraz karışmış mekan arayışındayım, oradan oraya hummalı bir koşuşturma imkanı yok duramıyorum. İlk plan karşıya "Piraye"ye gitmekti, sonrakinde "Barba Vasilis" ağırlık kazanmıştı. Bildiğim ve pek sevdiğim bu mekanlar, Kadıköy ve Balat hafta sonlarına kalmalı düşüncesi ile elendi. Yeniköy'de Aleko var, severiz, manzarası yeter ama yok yok aradığım o da değil, ben eski usul bir meyhane peşindeyim. Sabah ola hayrola deyip, yorgun ayaklarımı soğuk suda tutup, havluya sarınıp çıkıyorum. Yatak beni çağırıyor...

Cumartesi Güneşi...

Yaşasın bugün harika bir gün olacak, gece uykumda gelen fikirle, insta hesabımdan Levon Bağış'a bir mesaj atıyorum. 

"Sevgili Levon Bağış, mezeler eşliğinde öğle rakısı keyfi için Avrupa yakasında bir meyhane önermeniz mümkün mü?

Atar atmaz saate ilişiyor gözüm. Ne ayıp! Sabahın körü, hemen bir mesaj daha yazıyorum. 

"Saati şimdi fark ettim, rüyamda gördüm sanmış olabilirsiniz, Bursa'dan geldik de.. Kusura bakmayın ve şimdiden teşekkürler"

İyice saçmalamadan yataktan kalkıyorum, mesaj gelirse işim kolay. Gelmezse, bakacağız bir hal çaresine. 

Güne puanım 10 üzerinden 7, ısısı ve rüzgarı itibarıyla. Saatler 9'ü gösteriyor, ekibin performans süper, buluşma saatinde herkes kahvaltıda. Bir gün öncenin kritiği yapılıyor, herkes rehberden memnun. Ooooo gelsin rehbere rakılar, biralar... 

Odadayım, bir mesaj düşüyor, aman Allahım valla dönüş yapmış. 

"Beyoğlu, Asmalı Cavit derim" 

Ay sarılmam mı, ay sevinmem mi, ay havalara uçmam mı? 

Sabah 11.15 dilenci vapuru için 10.15'de yola çıkıyoruz. Yolda Cavit'e telefon açıyorum. Gecesi dolu. Öğleden sonra 4 için anlaşıyoruz. Amannnnnn en sevdiğim, henüz mekan mahmurluğunu üzerinden atmamış, çalışanlar telaşlı akşam kalabalığına hazırlıklarını yapıyor, mekan nispeten boş ve sessiz olacak. Yüzümde güller açıyor, sesim bülbülden hallice. Mezeler, taze taze, kim bilir dumanı üstünde olan bile vardır. Üstelik bu saatte rakı demek, akşamın yol yorgunluğuna yeni bir durak ve cila demek bile olabilir, bakacağız artık. Eteklerim mi o rüzgarda uçuşan. 

Vapuru beklerken filtre kahvelerimizi yudumluyoruz. Hamarat arkadaşım "cookie" yapmış, ben de boş durmamış, Beşiktaşlı günlerimin 7-8 Hasanpaşa'sından kapmışım üzümlüleri, tarçınlıları. 

Vapurdayız, rotayı yine paşamız belirleyecek. 

Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek, Aşiyan... 

Derken aniden, Emirgan'da inip, Bebek istikametine doğru yürümeye karar veriyoruz. Köprüaltı da listemdeydi ama rotamız ve saati itibarıyla olacak iş değildi. 

Yürüyüş eğlenceli, balıkçılar istavrit akınına karşı siper almış, oltayı atan iğne sayısınca balıkla dönüyor kovasının başına. Genellikle 5li, 16lı olanı bile gördük. 

Ben yine bir rehber edasıyla, yalılar, sokaklar, mekanlar hakkında bilgiler veriyorum. Ah sevgilim... Her adımda seni neden bu kadar sevdiğimi daha da hissediyorum. İlk mola Hisar, banklara oturup, kızlar ve erkekler olarak ayrılıyoruz. Hepimiz mutluyuz. İçim cıvıl cıvıl. Güneş öyle güzel ki, dayanamayıp üzerimdeki montu çıkarıyorum. Bir süre balıkçıları seyre dalıp hayaller kuruyorum. O sessizlik hali huşu içindeyim hissini perçinliyor. Bugünü seviyorum, bir kez daha. Bugüne gelmeme vesile olan, yüreğime değen ve yüreğimi güçlendiren herkese teşekkür ediyorum. Kimseyi atlamak istemiyorum. İyisiyle, kötüsüyle bu hayattaki yolculuğumun yapı taşı olanları aklımdan geçiriyor, sarılıyor ve biliyorum ki ben de onların aklına düşünce sarmalanıyorum. 



Bu kısa mola sonrası adımlar hızlanıyor, yaklaşık 2 km'lik yürüyüş sonrası Bebekteyiz. Kahve molasını hak ettik. En sevdiğim noktalardan birindeki binada bulunan kahvecinin son katında alıyoruz soluğu, self servis kahveler tepsimizde, denize uzayıp giden masanın cam tarafı dolu, ama hissiyatım iki gencin sohbetlerinin sonlarında olduğundan az sonra kalkacaklarına dair, izin isteyip masanın diğer tarafına oturuyoruz, çok geçmeden çiftimiz kalkıyor ve tataaaammmm denize nazır bir locadayız. Bebek kahve, sağ yanımızda, solumuz Divan. Tekneler ve boğaz... Muazzam. Öyle ki, beni burada unutsalar, gam yemem. 

Kahve molası, yenilenecek araba konusunda çalışmalar yapan ikiliyi dertli yapmaya devam ede dursun biz abimle derin bir sohbetteyiz, ne olacak bu dünyanın hali!

Sohbet uzayıp saatler 3'ü gösterince, otobüsle Taksim fikri devreye giriyor. AKM önündeki son durakta inip, bir kez daha Beyoğlu'nu tavaf ederek Asmalı Mescit'e gideceğiz. Bir gece öncesinin eksikliklerini tamamlıyorum, nihayet, Asmalı'dayız, Taksim tarafından girişte, sağ kolda Cavit'i görüyoruz. Işıklar bile kapalı, neredeyse zili çalacağız, kapıda güler yüzlü bir bey bizi karşılıyor, sabah konuşmuştuk, siz Evren Hanım olmalısınız diyor. Bizi üst kata alıyor. Masa saat 7'de asıl misafirleri için hazır olacağından 6.45 gibi kalkmamız gerektiği bir kez daha nazikçe hatırlatılıyor. Bizim niyetimiz 6 gibi kalkmak zaten. Bu gece sahile Galata Kulesi tarafından ineceğiz, Yüksek kaldırımda güpegündüz Melahat'a denk gelir miyiz bilmeyiz ama, Alemdara gitmeye niyetli olmadığımız kesin. Biz belli ki kafaları çekip çekip, Galata'ya dadanacağız, çünkü şimdilik paşamız da kabul ederse, kararımız Karaköy üzeri Galata Port. 

Rakıya karar verip, meze dolabına gidiyoruz. 5 meze yeter, köfte ve ciğer illa ki, belki birer börek. Sohbetimiz koyulaşırken ve kahkahalar sıralıyken, mis kokulu kızarmış ekmekler ve mezeler masadaki yerini alıyor. Kadehler dostluğa, yolculuklara, yeni maceralara doğru kalkıyor. Gecesini bilemeyeceğim ama akşam üstüsünü pek seviyorum Cavit'in. Masaya gelenler arasında sevmediğimiz tek şey, kıymalı üçgen börek oluyor. Balık ızgarasında pişirildiği belli börekler geri gidiyor. Rakıyla birlikte servis edilen peynirin lezzeti rakıya layık, yağlı ve keçi karışık. Mezeler lezzetli ve 4 kişiye fazla fazla yetiyor. Ortaya gelen ciğer ve minyatür anne köftesi ve bildiğimiz usul parmak patates yanı domates sos efsane ve kendi yapımları hardalı hepimiz onaylıyoruz ki abim tam bir hardal canavarıdır. Layığıyla doyuyor, saatler 6'yı gösterdiğinde planladığımız gibi hesabı istiyoruz. Hesap dört kişi için hele de İstanbul söz konusu olduğundan gayet makul geliyor bize. 

Mideler şenlikli, kafalar çakır ilerliyoruz, Galata'ya doğru. Galata Kulesi bilet kuyruğu ayrı, çıkış kuyruğu ayrı ayrı uzayıp gittiğinden, daha önce oraya çıkmamış ikiliyi vazgeçiriyor kuleden, başka bir zamanın sabah erkeni konusu hatırlatılmadan edilemiyor, ah rehberim, ah sevdalım. Akşam kalabalığı hissedilir olmuş bile, neyse ki yol uzun değil, 1850'li yıllardan günümüze kalan art nouveau Kamondo Merdivenleri rock yapan gençler tarafından tutulmuş, pek eğlenceliler, biraz takılıyoruz, Bankalar Caddesi inişinde bir anı fotoğrafı çektirip, rehber ruhum sağlı sollu banka binalarını pek bilmiş tavrımla anlatırken yolumuza devam ediyoruz. Bugünün extrasında Galata Köprüsü anıları için köprü üstünden yarıya kadar gidip, alt kattan dönüş var. Sonrası yine Karaköy ve Galataport.




03 Mart 2022

Ah Sevgilim! Çok Özlemişim - I

Sevgililer gününe denk gelen bir yolculuk hayali, araya giren pandemik hastalık nedeniyle bir kez daha erteleniyor. Ay sonuna ötelenen hızlı deniz otobüsü ve otel rezervasyonları ise tesellimiz. Ayın ortası değilse de sonunda ille vuslat var. 

"Adım adım İstanbul" koyuyorum üç günlük İstanbul macerasının adını. Avrupa yakası Maçka merkezli rotalar için nokta atış yerleri de yürüyüş rotasına ekliyorum. Ortalama her güne 22 bin adım olacak, ilk gün biraz geçecek gibi, heyecanlıyız, eksik gedik kalmasın istiyoruz. Müzeler ve sergi salonları bu turun konusu değil. Derdimiz sokaklar. Ekip antrenmanlı, ama yine de yemeli, içmeli ve şehir içi bu aktivite yorucu olacak gibi. Cuma öğe saatleri hareketle Kabataş'a varıyoruz. Taksi, okuduğumuz kadarıyla hayal ki iskelede sıralı olanlardan haber yok, anlıyoruz ki, adım adım adı boşuna değil. Maçka 2,4 km. Sırt çantalı olmanın avantajını yaşıyoruz. Dolmabahçe'ye selam edip, Beşiktaş Arena yanındaki yokuştan, Maçka parkı içinden, Nişantaşı'na on adım İTÜ Sosyal Tesisleri'ndeki yerimizi alıyoruz. İlk gece için rotası uzun, sokak lezzetlerinin ardı ardına sıralandığı, tek tekçilerde 1-2 bira, belki fıstık, ekmek arası bir şeylerli, patates kızartmalı "pis boğaz"lı bir gece bizi bekliyor. 

İlk durak Nişantaşı üzerinden, Radyo binasını takiben, Taksim. 50 yıllık dostluğun, yıl 1977'yi gösterdiğindeki anılar canlanıyor. Hangi noktadaydılardan başlayıp, nasıl buluşamadılar, hangi sokaktan kaçarak canlarını kurtardılara varan anılar sıralanıyor. Ben yaşça en küçüğüm, benim anılarım daha çok üniversiteli genç hikayelerine odaklanıyor, rock barlar, film festivalleri ve ilk aşklar üzerinden gecenin ilk ağırlığını üstümüzden atalım istiyorum. 

Gezi olaylarında duruşu ile damak listemizden de silinen yerlerden gözleri kısık, unutmadık bakışı ve edasıyla geçiyoruz. Kalabalık kendini yeni yeni hissettiriyor. Profil hatrı sayılır bir değişikliğe uğramış, Arap kökenli olduklarına kanaat getirdiğimiz turist güruhlarına hitap eden Arapça yazılı tabela artışı şaşırtıcı gelmiyor. Tek tük batılı turist görüyoruz. 

İstiklal Caddesi'nin sağlı sollu aralıklı sokak müzik grupları da bu rüzgardan nasibini almış gözüküyor. Kültürün değişimi üzerine bir sohbet başlıyor. Çünkü böyle böyle... Neyse... Derin mevzular sıklıkla açılacak gibi. Ne eskisi gibi kalıyor ki'nin devamı yine anılar; Kemancı, Hayal Kahvesi, Karavan, Atlas Sineması, Emek Sineması, Pera, Markiz, İnci Pastanesi, Odakule, Mısır Apartmanı, Narmanlı Han... Uzayıp gidiyor. Benim Taksim2le tanışıklığım 1990'larda ki Taksim o zamanlar kültür merkezlerine, barlara, meyhanelere, kitapçılara, pastanelere, kiliseye, camiye, sinagoglara, sinemalara, festivallere, hanlara ve hamamlara uzanan çeşitliği ile zengin kültürel bir yapıya ev sahipliği yapardı, bir de düşünün 1920leri, değişimi, çeşitliği... İnsan özenmiyor değil doğrusu.  Ben bildiğim yerlerden devam edeyim, Atatürk Kültür Merkezi önü ya da filmlerdeki gibi meydanda anıt önünde,  buluşma yerine gidilir, telefon yok tabi, bekle ki gelsin beklediğin, Godot beklemek de ne? Sarı dolmuş taksiler ile Anadolu Yakasına sabahın ilk ışıkları ile geçişler, yarı uyur yarı yorgunluktan baygın, az alkollü!  Ah o günler... Ah o yaşımın güzellikleri, hırçınlıkları, sanmaları, kanmaları, aşk yaraları... 

Nihayet, Çiçek Pasajindayız. Hemen girişte soldaki tek tekçiye oturuyoruz. Patates biraya geldi sıra,  altlık yaptığımız dürümler çoktan eridi, midede yer açılır açılmaz aldığımız tuzlu fıstık cepte. Henüz nispeten boş olan tek tekçide köşe masaya kimsenin olmamasını fırsat bilip yayılıyoruz, elbet fıçı, elbet 50'lik. Sohbet derin, herkesin bir anısı var, anılar resmen yarışıyor ama koşarak değil, aheste. Kahkahalar çoğunluk, hüzün biraz mahzun, yer yok kendisine bu üç günde, tam sahneye çıkacak, pat bir kahkaha tufanı... İnsan gülücüklü anıları çoğaltmalı. 

İçimizden biri fünikülere binmemiş, olacak iş değil. Galata Kulesi'nden, bankalar caddesi üzerinden Karaköy'e iniş ertesi geceye bırakılıyor, esnek planın güzelliği de burada, gönlün paşa. 

Sevdiğim hanları, binaları bir rehber edasıyla anlatıyor, yol üstü duraklarında kimi zaman asansörden, kimi zaman bir papazdan anılar anlatırken duyuyorum kendimi, bu halimi seviyor, ona sarılıyor, yaşamla aramda kurduğum bu güçlü bağa bir düğüm daha atıyorum. Aferin kendim, yaşamışsın şu hayatı diyorum. Hakkını her zaman verdiğim söylenemese de, İstanbul2un yeri ayrı, o çok sevdiğim aşığım, çok ama çok özlemişim. 

Tünel'den,  1875'te Pera İstasyonu olarak anılan noktadan füniküler ile Şişhane'ye iniyoruz. İstikamet, Karaköy. Karaköy, İstanbul'da ticaretin döndüğü yer, içimizden biri henüz 17 yaşında ilk kez çıktığı köyünden İstanbul'a avukatlık okuyan abisinin yanına geliyor, anılara dur durak yok bu gece, bizden yorgunlar, hep sahnede, hep baş rolde... Şimdinin bohem Karaköyü publar, barla, bilmem kaçıncı kahve çayçılarla dola dursun, biz 1975lerin Karaköy'ünde Yahudi patron Jojo'lu namı diğer Yusuflu anılara eşlik ederek ilerliyoruz. Fransız Geçiti ve ilk maaşlı işin binası neyse ki yerli yerinde duruyor. Gözler de bir nem... E dile kolay, hayatı öğrenmek cesaretle bir parça acıyı göğüslemek demek. O acı yıllar sonra da yakıyor genizi. 

Karaköy'ü bir ileri bir geri tüm sokaklarıyla dolandıktan sonra, İstanbul Modern yönündeki çıkışında, Saat Kulesi karşılıyor bizi.   Meydan umut vaad ediyor. Işıklandırma iyi, ama başka memleketlerin müze meydanlarını görünce, gene bir burukluk ve şükür bir arada. Port yeni açıldı meraklısı çok, önce hemen sahile yöneliyoruz, sonra baştan başlayalım boylu boyunca gezelim diye, Karaköy'ü Şişhane yönüne doğru bir kez daha geçiyoruz. Yürüdüğümüz az geldi, ille zorlayacağız 25 bini. 

Denize nazır, geçmiş yıllarda ancak İstanbul Modern'in balkonunda seyre daldığımız kıyılardan boğaza bakıyoruz. Her adımda, iyi olmuş, modern olmuş, binalar orjinal mı diye ilerlerken, Paket Postanesi binasına geliyoruz, mağazaların tamamı açılmamış olsa da, içeriden bakıldığında buranın paket binası olduğuna dair iki satır yazı dışında ikna edici bir ayrıntıya rastlamıyoruz. Bu biraz beni buruyor, böyle yerlerin yenilenmesi sırasında eski dokularına ait ayrıntıların varlığını kıymetli bulmuşumdur, bir nevi, iade-i itibar gibi gelir, bu türlüsünü bir parça geçmişe dair "özensiz" bulurum. Üstelik biraz okuyunca, Merkez Han, Karaköy Yolcu Salonu ve Çinili Han binaları gibi tescilli binaların prestijli bir otele ev sahipliği yapacağını öğreniyorum.  Modernliğine söz söyleyemeyeceğim bu dev asa "mağaza"yı sevip sevmediğime bir türlü karar veremiyorum. 


Bedenin yorgunluğu kendini hafiften belli etmeye başlamışken, Akaretler yokuşunun yenilenen yüzünde, Craft Beer Lab son durağımız oluyor. Son sohbetler tavında dövülürken, kalabildiğimiz kadar gündemden uzak kaldığımız, kendi İstanbul'umuzdaki ilk günü karmaşık duygularla sonlandırıyor 14, 7 km ve 24300 adım ile "Adım adım İstanbul" rotamızın ilkini geride bırakıyoruz. 



Devamı İçin; Ah Sevgilim - II