30 Aralık 2021

Güzel Dilekler, İyi Niyetler

Bir kaç zamandır, olumlu düşünmenin üzerimdeki etkilerini gözlemliyorum. İyi niyetlerle döşenen yollardaki mayınları temizlemek kolay olmuyor. 49 yılın alışkanlıkları öyle bir günde falan silinmiyor. Anı yaşamak da denildiği kadar kolay değil.

Blog yazdığım o yoğun yazma, içini akıtma, içini dışarı çıkarma, içi dışı bir günlerden sonraya denk gelir, "instagram" ile tanışıklığım. Fotoğraf tutkuma eklenen kısa cümlelerle, zaman zaman yazdığım "evrence karalamalar" ile bloga olan özlemim kısmen törpülenmiş olsa gerek ki, uzun zaman bakmadım "Evrenin Dünyası'na". Zaten belli bir tuş sayısı ile nispeten "ciddi" mecra kuşum "twitter" da gündem takip ettiğim bir sanal alan olarak kaldı hayatımda. 

Günlük tutmayı becerebilen insanlardan değilim. Öyle düzenli okuma, yazma, izleme ritüelim falan da yok. Denk gelir, okurum günlerce, aylarca, kitaplarca, denk gelir yazarım bloglarca, sayfalarca, denk gelir izlerim, saatlerce, bölümlerce. Bu aralar yazasım var. Akıyor gürül gürül klavyem. Hiç bir şey seyredemiyorum mesela. Okumak da sancılı bir "kıracaksın şeytanın bacağını", " işte bu kitap o kitap" nidalarıyla, günde 30 sayfa boyu ilerlemiyor. Ne zaman seyretmeye ya da okumaya niyetlensem, bir iç sıkıntısı, bir kafada planlar, akla hayale gelmeyecek iş listeleri, uzun zamandır aranmayan kişilere, "alo" deme isteği. 

Bak bu aralar kendime bile fazla geldiğim bir durum var ki; "konuşmak", yeminle benim diyen dinleyicinin içi daralır. Benim kendimden içimin daraldığı oluyor. Bak ya acaba bu yüzden mi yazıyorum ben gene. 

İnsta enteresan bir yer, öyleymiş hayatlar, böyleymiş güzelliklerle bezenmiş bir "sanal" dünyada kendini o dünyaya kaptırıp neden okunmuyorum, neden okunuyorum diye kafayı sıyırma noktasına gelenler mi ararsın, ara ara o "sanallık"tan bunalıp gerçek hayatına dönüş yapıp, orada barınamayıp yeniden "mış" hayatına dönenler, bunu hayatının itirafı olarak, salya sümük anlatanlar mı ya da ne bileyim, her anını ama her anını "story" yapıp, birileri hayatı ile ilgili bir şey söyleyince, kim oluyorsunuz da siz benim hayatıma laf söylüyorsunuz, benim özelim bana, siz karışamazsınız diye çemkiren ama özeli dediğini bile an be an "sanal"da yaşayanlar mı?

Galiba becerebilene, dozunu tutturabilene her "sanal" ortam güzellikler sunuyor. Biraz da ilgi alanının ne olduğu önem arz etmiyor değil. Herkes de "Meydan Larousse" meraklısı olmak zorunda değil. "Hey" dergisi hastası, "Müge Anlı" heyecanlısı, "Siyaset Meydanı" müptelası da olacak ki çeşitlilik artsın. Valla ben inanıyorum nerde çokluk, orada bereket.

Şu güzel ömrümün, şu fani dünyada geçirdiği 49 yılı geride bırakırken, üstelik 50'ye dayadığım merdivenle bu yılı karşılıyorken, kendime verdiğim sözüm falan yok. Tutmuyorum çünkü, çok denedim, çok yanıldım. Gene deneyip gene yanılsam da olur aslında. Galiba bu hayatta becerdiğim şeylerden biri haline geldi "kabullenmek". Mesela reçel pişirmeyi beceremiyorum, aldım koydum bu yanımı bir kenara. Çok denedim, çok şerbet, çok kaya, çok balçık yaptım ama reçeli yapamadım. Baktım olmuyor, yemeği de bıraktım. Anacığım yaparsa ne ala. Bak o zaman ağız dolusu yer, son lokmasına kadar keyfini çıkarırım. Bir diğer şey "asla" dememeyi öğrendim galiba. 

Asla yapmaz, asla seyretmem, asla gitmem, asla dokunmam... Hayat bu! Öyle bir "yedirir ki" o "asla"yı diyene, o masadan kalkamaz bir süre. 

Pandeminin yarattığı hezeyanları bir yana bırakıp, üstelik 2021 yılı başında Corona atlatmış insanlar olarak, 2022den de kendimizden de büyük beklentilerimiz yok. Mavişi tam zamanında ve severek aldık ki hayatımıza, galiba en çok minnet bu anlamda kendimize. Kesinlikle, hayata baktığımız yeri daha çok sevmemizi sağladı. 

Her daim sağlıklı olmayı öncelikleyerek, daha çok doğada olabilmeyi, daha çok çiçek görmeyi, kuş sesi dinlemeyi, ağaçlara daha çok sarılabilmeyi, yeni yerlere, göklere, denizlere, göllere uyanabilmeyi, haliyle gezmeyi, kediye, köpeğe, insana, yaşlıya, gence daha umutlu günler, yarınlar sunacak bir ülkeye hızla ve daha fazla vakit kaybetmeden dönüşebilmeyi umuyorum. 

Umarım ve diliyorum ki, iyisiyle, güzeliyle, acısıyla, tatlısıyla, 2022'de de iki kelam edecek nefesimiz, insanımız, neşemiz, sağlığımız, bunları yapacak paramız olur. 



Sevgiyle, inançla, aşkla... Hoşgel 2022.





28 Aralık 2021

Siyah Kutu


Eski bir Rum köyünün sokaklarında, cumbalı evlerin arasında, denizin kokusuyla yürüdüler bir süre. Sessiz ve istemsiz. Sabahın erken saatlerinde, ada vapurunda kulağına çarpan kelimelerin kırıkları, ellerine batmış gibiydi, hiç değmedi yürüyüş boyunca elleri ellerine. Sessizliği bozan Dimitri oldu. 

"Biliyor musun İsa'dan Önce 5.yy'da kurulduğu varsayılıyor bu köyün" Güzelce'nin tarihe merakını bildiğinden, bir ses olsun aralarında diye konuyu açmak istese de, karşılıksız kalan bir monolog gibiydi sözleri. Dimitri anlatmaya devam ediyordu ama duyulmuyordu sözleri. Yıkık evlerin ahşap karkaslarında asılı kalan kelimelerine, köşeyi dönerken hafifçe başını eğip baktı Dimitri. Üzgündü ve bir o kadar öfkeli, zamanı geri alması mümkün değildi. Zaten alabilse, o sabaha değil 6 ay öncesine dönerdi. O aptal geceye. O saçma tercihe. O... Kelimeleri giderek çirkinleşiyordu. Sustu. Güzelce, kırgındı, incinmişti. Dimitri'nin söylediği her kelimeyi sindirmeye çalışıyor ama bir türlü hazmedemiyordu. Gene de o vapurdan inip, diğerine binmişti. İstemsizce.

Güzelce ilk kez geliyordu Trilye'ye gelirken de kafası karışmıştı doğrusu.  İstanbul'dan günübirlik geldikleri eski Rum köyünün birden fazla ismi vardı:  Tirilye, Trilye, Zeytinbağı. ne gerek vardı böyle kafa karışıklıklarına. Sevmezdi Güzelce belirsizlikleri, net olmayı severdi. Doğru bir taneydi. Renklerse siyah ya da beyaz. 

Trilye’nin adıyla ilgili üç rivayet anlatmıştı, sahilde iğne oyası tezgahı olan Fadime Teyze. 70 yaşına dayadığı merdivenleri, elinde bastonu ile çıkmak zorunda kalmış olmanın verdiği his, yüzünün tüm çizgilerinden okunuyordu. Geçkin yaşına rağmen gözlük kullanmıyordu. Güzelce'nin dikkatini en çok bu çekmişti. 3 paket sigara içtiğini sohbetleri sırasında öğrenecekti. Her gün bir elma yediğini ve bir baş soğansız gün geçirmediğini de. Güzelce severdi insanla sohbeti. Dimitri, hep  daha çekinik olandı. Güzelce zamanla Dimitri'nin insan sevmediğini bile düşünür olmuştu. Fadime Teyze soluksuz anlatıyordu bildiklerini, buraların 3 efsanesini de aynı şekilde anlatıverdi, bir bir. Dimitri sevmemişti Fadime Teyzeyi. Rol çalmıştı bir kere. Bugün Dimitri'nin günü olacaktı. Salaklık etmeseydi tabi. 

"Vakti zamanında üç papaz varmış; Yani,  Yorgi ve Sorti. Kovulmuşlar ayrık otu gibi davranınca,  te buraya manastıra yerleşmişler. Tri üç demek biliyon değil mi? E ilya 'da papaz demekmiş, olmuş mu sana buranın adı Trilya. Her birinin yıkık dökük kiliseleri var. Gezersiniz."

Tezgaha yanaşan meraklı ama almaya niyetli olmayan esmer güzeli, süslüce kadının sorduğu sorulara sessiz kalıp, kadını sinirlendirince, uzaklaşan kadının ardı sıra "hem almıycan, hem sohbeti bölüyon" deyip söylenmese iyiydi de, Fadime Teyze bu, sevmediğine, içinin ısınmadığına değil iğne oyası satmak, selamını vermezdi. Meşhurdu gezginler arasında. Ondan iğne oyası almak parayla değildi.  

Güzelce'nin yüzüne baktı Fadime Teyze, ismin ne senin dedi. "Güzelce" dedi. Gülümsedi, oya gibi yüzün, pek yakışmış ismin. Şefkatle gülümsedi Güzelce. İnsanın içini ısıtan  o tarifsiz kahve ışıltılı gözlerini kıstı. Yüzündeki melek kanatlanıp, Fadime Teyzenin omzuna, oradan  bir sokak köpeğinin kulağına, huysuz tırsak bir kedinin kuyruğuna, balıkçı teknesinin bayrağına... Derken uzaklaştı limandan tarafa. 

"Anlatsana efsanaleri" oysa hepsini biliyordu. Hep yaptığı gibi bir yere gitmeden önce tarihini araştırır, gezilecek yerleri önceden belirlerdi.

"Küs müsün sen bu delikanlıya" 
Omzunu hafifçe kaldırdı Güzelce. Gözlerini düşürdü. Yüzü asılıverdi, yüreği buruş buruş oldu. Nefesi daraldı. Ama toparladı. Salıvermek yoktu kendini. Söz vermişti. Sözünü tutacaktı. Gözyaşlarını, kırgınlığını, adaya saklayacaktı. Bildiği limanda boğulacaktı. 

Anladı Fadime Teyze, Güzelce'nin çaresizliğini. Üstünde pek durmamış gibi yaptı, yaptı yapmasına ama sevmemişti Güzelce'nin toprağa bakan gözlerini.  

"Vakti zamanında korsan saldırıları çok olurmuş, civar köylerden üçü buraya sığınmış, oradan türemiş diyorlar. Bana kalsa en güzeli şu anlatacağım hikaye; ecnebi dillerden birinde kırmızı balık demekmiş Trilye, Barbun balığı vardır bilir misin? Ben çok severim, tavada kızartması olacak ama, yanına bir salata." 

"Eeee Zeytinbağı nereden geliyor peki, bazı tabelalarda gördüm"

"Osmanlı'da Mahmut Şevket Paşa Kasabası denilmiş, 60'lı yıllarda, zeytincilikle geçiniriz biz, o zamanın devlet büyükleri düşünmüş, bu ismi uygun görmüş, tutmadı tabi,  biz benimsemedik, dilimiz alışmış Trilye'ye, hem hikayeleri anlatılır nesilden nesile, pişmiş aşa su katmaya çalıştılar olmadı senin anlayacağın."

Daha neler neler anlatacaktı Fadime Teyze ama bir otobüs dolusu turist gelince, tat kalmadı sohbette. Ayrıldılar tezgahın başından, mahallenin içlerine doğru yöneldiler. Sıralı balık restoranlarının yanından sokağa girdiler. 

Dimitri ilgisini çeker diye, başlamıştı gene anlatmaya, "1560 yılında Aya Todori Kilisesiymiş"  Güzelce yürüdü öylece, Dimitri susmak zorunda kaldı. Sessizce ve kafalarını bile çevirmeden geçtiler Fatih Camisi'nin yanından. Dar sokaklarda hiç tanışmamış gibi ilerlediler yanyana. Fadime Teyzenin anlattıkları unutmamak için kafasında yineliyordu Güzelce, bir de Dimitri'nin ara ara duyulan sesini bastırmak için. Sessizdi, narindi, karıncayı ürkütmeyen adımlarla, incecik bedenini havalandıracakmış gibi esen rüzgarın etkisiyle süzülür gibi ilerliyordu dar sokaklarda. Dimirti her adımda aşık oluyordu ona, her adımda çok daha pişman. Dimitri'nin düşünceli hali yerini  endişeye bırakmak üzereydi. Boğuşuyordu Dimitri, dövüyordu sokağın taşlarını adımlarıyla. Gerginliği vücudunun bükülmesi zor bir demir levha gibi olmasına sebep olmuştu. 
 
Tabut Evin yanından devam edip, Taş Mektebi geçtiler, yokuş yukarı Tarihi Çamlı Kahveye doğru yöneldiler. Yokuş Dimitri'yi zorladı. Nefessiz kaldı bir an. Güzelce dönüp bakmadı bile. Güzelce, kanatlı bir melek gibi, süzülmeye devam ediyordu yürüdükçe. Sahilden beri ağızlarını bıçak açmamıştı. Dimitri'nin bir kaç girişimi de karşılık bulamayınca, üstelememişti Dimitri. 

Kahve içmek için oturdular. Sade istedi biri, az şekerli diğeri. Sessizlik sinir bozucu bir hal almış olasa da Güzelce'nin yüzü öyle güzeldi ki, seyretmeye doyamıyordu Dimitri. Ama o sinir bozukluğu ile yanlış bir kelime daha çıkıverecek, Güzelce bir kez daha kırılacak diye ağzını bile açamıyordu. Oysa o anlatmak istemişti, Trilye'nin efsanelerini, o anlatacaktı üç papazı, ilk resimli kiliseyi... Dündar Evi'ne inerlerken, "Tüccar mıymış" dedi Güzelce. "Kim" dedi Dimitri. "Dündar" "Bilmiyorum ki..." Sevinmişti Dimitri, sonunda sessizlik bozulmuştu. 

Başladı anlatmaya heyecanla. "Hagios Ioannes Kilisesi...." Güzelce kendinden beklenmeyen sertlikte bir ses tonu ile kesti Dimirti'yi. "Biliyorum anlatmana gerek yok, ben Dündar'ı merak etmiştim" dedi. Kimse bilmiyordu Dündar kimdi. 

Dimirti bir kez daha sessizlikle yüzyüzeydi. Bugün bu duvarı aşmaya bir kez daha cesaret edemeyeceğini hissediyordu. 

Sokaklarda esler çizmeye başlamışlardı. Kelimeler, düşünceler ve ayaklar başına buyruk sessizlikte savrulmaya başladılar. 

Kemerli Kilise'nin kemerinin altından geçerken el ele olacaklar diye hayal kuran Dimitri,  dualarla tek başına geçerken Güzelce'nin ardı sıra yürüyordu. Kilisenin yanından geçip deniz tarafından sahile doğru yürümeye başladıklarında, Güzelce omuz başlarına verdiği ağırlıkla, taşımakta iyice zorlandığı sırt çantasını taşa koyup denizi seyretti bir süre. Bugün yükü ağırdı, ölmeyi isteyeceği kadar ağır olan yüküyle iyi bile dayanmıştı. Az ilerde ağacın altındaki banka tek başına oturdu, çantasını sağa koydu ki Dimitri de oturursa arada bir engel olsun. Soldan deniz kıyısına inen patikaya doğru baktı. Böylece sırtını da dönmüş oldu Dimitri'ye. Yedi kilise, üç manastır ve üç de ayazmadan geriye kalan yıkıntıları, sırf farklı düşünüyorlar diye, aforoz edilen azizleri, rahibeleri, bu evlerde, topraklarda yaşam sürmüş Rumları düşündü. Düşündüğü hiç bir şey acısını hafifletmiyordu. İçinde bir yer çok ama çok acıyordu, Dimitri'nin sözlerini kulaklarından silmeye çalıştıkça, beynine çivilerle yazılıyordu. Ada'dan ayrılırken, geminin yarattığı dalga seslerine karışsın istemişti bütün duydukları. Onları oracık da savurdğunu sanıyordu denize. Ama her durduğunda, kendi ile baş başa kaldığında o kelimelerle boğuşuyordu. Onları Dimitri'den duyacağına ölse daha iyiydi. 

Dimirti, Güzelce'yi rahatsız etmeyecek bir mesafeden onu seyrediyordu, özür dileceği yüzlerce cümleyi kurup bozdu. Hiç biri olmuyordu. Oysa bu günü nasıl da özenle planlamıştı. Günlerce gelecekleri bu eski Rum Köyünün tarihine çalışmış, Güzelce'ye anlatacağı hikayeleri derlemişti. Üstelik gelecek ile ilgili hayallerini cebinde saklı tuttuğu siyah kutuya aylar öncesinden koymuştu. Kuyu yanına alıp almadığını onlarca kez kontrol etmişti. Gece tuvalete kalktığında bile ilk baktığı kutu olmuştu. Nasıl yapmıştı bu kadar aptalca bir şeyi, hadi yaptı, nasıl anlatmaya kalkmıştı Güzelce'ye. Kırılgan, narin, hayatın defalarca kırdığı gen de yapışmayı başaran Güzelce'ye bunu nasıl yapmıştı. 

Güzelce oturduğu banktan kalkmaya niyetlenince, Dimitri'nin ona doğru uzanıp çantasını taşımak istediğini belirten eli, tıpkı kelimeleri gibi karşılıksız ve havada asılı kalmıştı. 

Ah Dimitri, ahmak Dimitri...  Sırası mıydı aptal sırrını açıklamanın. Adadan ayrıldıkları anda, gemiye biner binmez, sanki müjdeli bir haber verecekmiş gibi coşkulu çıkan sesini bastırsa, içi içini yemese, içini kemiren kurdu oracıkta boğuverse, unutulmaz bir gün yaşayacaklardı. Dimitri içiyle dövüşenlerdendi. Her seferinde de kendine yenilen. 

Sahile indiklerinde Fadime teyze çoktan tezgahı toplamıştı. İyi ki o pembe bahar çiçeği oyalı peçeteyi aldım diye geçirdi Güzelce içinden. Döndüğünde tezgahın kapanmış olacağı ihtimalinden değil de, Fadime Teyzenin, söylediği bir sözden dolayı almıştı o parçayı Güzelce. "Yaralar Güzelce, sen istediğin müddetçe kanar. İstersen bir yarayı tuzla da şu kenarı oyalı peçeteyle de bastırabilirsin. Sen neyi seçersen, o yara ona dönüşür." Güzelce yarasının oyaya dönüşmesini diledi o anda. O nedenle aldı peçeteyi. Hoş onu peçete olarak falan kullanması imkansızdı da, almıştı işte, yaraya ilaç olur maksadıyla. Bir de Fadime teyzenin Güzelce'nin bileğine doladığı nişan yüzüğü oyalı bileklik vardı. O onun Güzelce'ye hediyesiydi. Güzelce, dönüş yolculuğunda bıçak açmayan ağzına, söz dinlemeyen yüreğine, artık durması imkansız göz yaşına laf geçiremeyince, olanlar oldu. 

Dimirti ne yapacağını şaşırdı. Oturdukları yerden vapurun iskele baş omuzluğundaki köşeye doğru yürüdüler. Rüzgara verip yüzlerini, sarıldılar birbirlerine. Boğulurcasına ağlayan ve "nasıl nasıl" diye göğsünü yumruklayan Güzelce'ye sarıldı Dimitri. 

Güzelce'nin kulağına neredeyse fısıltı gibi çıkan sesiyle, 

"Seni gördüğüm ilk günü hatırlıyor musun Güzelce, Değirmen Tepesi'ne geldiğinizde, sana açılmak istiyordum ama bir türlü nereden başlayacağımı bilmiyordum. İçinde biyolüminesans geçen  bilimsel bir cümle ile konuya girip, ışık saçan gülüşün nedeniyle, okyanuslarda yaşayan o eşsiz ışıldayan denizanası gibi muhteşem olduğunu söylemiştim sana. Zavallı Dimitri. İltifat becerisinden yoksun Dimitri. Bari deniz kızı falan de, değil mi, denizi anası da nereden gelmişti aklıma. Sense gözlerini hiç ayırmadan gözlerimden, nasıl da kahkahalarla gülmüştün Güzelcem. Nasıl daha fazla hayran bırakabilirdin ki kendini bana. Sen arkadaşlarınla mezarlığa doğru giderken, iğne yapraklı çam ağaçlarına sırtımı verip, hayaller kurmuştum. Senden beni affetmeni bekleyemem Güzelce. Ben en olmadık zamanlarda, saçma cümleleri bir araya getirip, seni hep güldürmeyi diliyordum. Bugün bu eski Rum Köyüne gelirken, istedim ki, seni eşim olarak görmeyi arzu ettiğim geleceğimize, çamur gibi yapışmasın geçmişim. Hata bir kez yapılır Güzelce. Söz veriyorum, ömrün yettiğince seni güldüreceğim. Beni yüreğinden aforoz etme. Beni ışığından mahrum bırakma." 

Güzelce bileğinden özenle çıkarttığı bilekliği, Dimitri'nin avucuna bıraktı. Gözlerinin içine baktı. Çok şey söyledi, hiç sesi duyulmadı. İncecik bedenini havalandıracakmış gibi, esen rüzgara doğru açtı kollarını, Dimitri bir adım geri çekildi, nefes alsın istedi Güzelcesi. Hiç ön göremedi, tıpkı bu sabahki gibi, hiç anlamadı Güzelcesini. Güzelce çevirdi kafasını sola doğru, baktı Dimitri'ye, süzülür gibi bıraktı kendini vapurun baş kısmından, dalgalara karıştı narin bedeni. Dimitri Güzelce diye bağırıyorken, vapurun sireni çaldı iki kez, 2 kez çaldı tam da o anda, denizin içinden gökyüzüne doğru kaynağı belli olmayan bir ışık patladı. 

Dimitri sendeleyerek kalktı yataktan, alarmı kapattı. Rüyası habercisi olmuştu, son zamanlarda kısa metraj film gibiydi rüyaları, hem de renkli. Güzelce'ye bugün değil hiç bir zaman olanları anlatmayacaktı. Sırrını, aptallığını derinlere gömecekti. Hiç çıkartmayacaktı oradan. En güzel kıyafetlerini giyip, kontrol etti cebindeki kutuyu. Hızla indi limana, Güzelce oradaydı. Gözlerinin ışığı öyle parlaktı ki, Dimitri gülümsedi. Neydi rüyasındaki kelime, hatırlayamadı. Hatırlasa, tüm rüyayı bir çırpıda Güzelcesine anlatacaktı. En çok da deniz anası kısmına gülmüştü sabah aklına gelince. Biraz değiştirecekti elbet hikayeyi. Biliyordu günün sonunda Güzelcesi denize değil, onun kollarına atlayacaktı. Telefonun mesaj kutusuna gelenle yüzünde çiçekler açtı; mesaj kardeşinden geliyordu: 

"Her şey hazır, gün batımında, Taşmahal'de olacağız. Çok heyecanlıyız. Kutuyu unutma, vapuru kaçırma!"



KELİME OYUNU 56 / Kelimeler: Denizkızı/Lüminesans/Rahibe/Şefkat/Tüccar


Fotoğraf / Çanakkale seyahatinden






27 Aralık 2021

DELMECE YAYLASI Bir Maceradır #y2ymavis


Perşembe gününden başladım; nereye?

Günler önce zarfı da yollamışım; kar kış kıyamete diye. 

Cuma akşamı; erken mi çıkarız?

Cumartesi sabahın onu; amannnnn keyif de mi yapmayalım. Hem paketler var. 

Cumartesi öğlen saatleri, bir civarı; hadi hadi güneş harika. 

Cumartesi yolda, ikiye gelirken ; Selimiye üzerinden Delmece yaylası yapsak?

Cumartesi yolda, üç gibi; manzara harika, bir mola versek?

Cumartesi yayla yolunda; şahane değil mi? 

Cumartesi yayla yolunda; eeee yol açık mı? Değil mi? Buz mu? Dönmek lazım o vakit. Sahilden gider miyiz  Armutlu'ya? 

Cumartesi yaylada; geldik valla. Aferin bize. Şoför usta olunca. Hak ettik kahveyi, önce bir sucuk ekmek ve şarap molası iyi olmaz mı? Akıllı kadınım tabi :) Hem de becerikli. 

Cumartesi dönüş yolunda arabada, ne ara beş oldu; Şanslıyız değil mi? Gün de batıyor. Dur bizimkileri arayalım. 

Cumartesi Delmece Yaylası'ndan Mecidiye köy üzerinden Armutlu Sahil yolunda; Kalır mıyız?

Cumartesi akşamüstü, altı civarları; Kalalım, pazar hava 18 derece lodos. 

Cumartesi akşamüstü, yedi olmuş bile; Bir şişe daha şarap mı alsak? İçer misin? 

Cumartesi akşam, denizin dibi, çam ağaçlarının altı, sekize beş var; Hayat bize güzel.


Cumartesi gece yarısı, on ikiye yirmi var; dönmek zorundayız. 

Cumartesi gece yarısını beş geçe; yatağın olduğu yer ıslaktı, su almış olabilir mi araba? 

Cumartesi gece yarısını on geçe; sineklik yüzünden oldu her halde. 

Pazarın sıfır sıfır otuzikisi; yolun en ıssızı, fonda Zeki Müren, İmkansız... Bu kadar olur, sevmiyorum gece araba kullanmayı, ama kader, adam on yılın başı, keyfime dokunma demiş, ben bu gece içeyim demiş, ne yaparsın, bildiğin durum şu: şoför Evren, tırsak tırsak araba kullanacak. 

Bahtıma yol zifiri; bir de üstüne, giderken giderken bitti iyi mi?  Buyur buradan yak. Bu tepe de neyin nesi? Hem neden bu kadar karanlık. 

Pazarın bire on kalası, kendi kendime öfkeli; sevmiyorum gece gece araba kullanmayı.

Ne demek bir şey olmaz, geri mi döneyim? Tek gözün kapalı halde nasıl biliyorsun tüm bunları, sen numara mı yapıyorsun? Bak gene uyudu? 

Bunları uyurken nasıl da biliyor, ben nereye bakıyorum acaba yolda giderken? 

Zaman dediğin su gibi akıyor, yol virajlı dönüyor da dönüyor. Fonda Çiğdem Gürdal | Olanlar Oldu Geçti Artık, iyi de ben bu şarkıyı bilmiyorum ki. Söylemem lazım bağır çağır. Yoksa uykum gelir. Camı açayım. Soğukmuş, kapatayım. 

Frekans değiştir, fonda Bir Kızıl Goncaya Benzer, kim söylüyor ki, kim söylüyorsa söylüyor... Ben eşlik edeyim. Ver coşkuyu... 
Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın

Olmayacak bu iş böyle, frekans değiştir; castık castık... Yok bu kafamı şişirir. 

Frekans değiştir; reklamlar... Olmadı, neyin reklamı bu, bu saatte.

Frekans değiştir; "Rüyamda Buluttum" Can Bonomo... Oh tam bir yol arkadaşı. Hem Demet de var. kankam sayılır. 

Nerede başladı bu hikaye de
Ben böyle delirdim
Nasıl oldu da sevdim çok canımdan
Ben böyle değildim

Gene mi reklamlar... Ne güzel de söylüyordum. 

Frekans değiştir; Zeki Müren,  Yıldızların Altında... Valla da öyle, gidiyorum yıldızların altında. İstanbul yoluna çıkayım, sonrası kolay. 

Pazarın biri çeyrek geçesi; Kurtul mu yazdı o tabelada, ne çok araba var yollarda,  Ovaakça'ya gelmişiz. Yaşasın. Nereye gidiyor insanlar gecenin bu saati.  Çevre Yolu, rahat bir nefes derken, ralli mi yapıyor bunlar, çıkışa 500 m tabelası mı o? Hopppp evin sapağına geldik bile. 

Müzeyyen Senar, Benzemez Kimse Sana hem de Tarkan'la düet, ver coşkuyu... 

Mahalleye geldik.

Pazarın bir saati... Gecenin bir körü... Maceranın dibi... 

Nihayet; otopark

Ev,

Çiş, 

Diş, 

Yatak. 




 

 

26 Aralık 2021

Özlemek Taç Yapmaktır Aslında



Keşkelerden bir mümkün yaptım kendime, acabalardan bir dünya.

Seni bir nehir kenarına bıraktım, kendimi dağın başına.

Mümkünlerden kaybettim şu hayatta, galibalar acıttı canımı en çok.

Seni özlediğim sabahlara uyandım, öğlen rakısını bahane edip içli köfte yapıp sessizce ağladım.

Kozalaklar topladım, içinde anılar sakladım, 

senden sonra tek tek çıkarıp onları kavanozlarda sakladım. 

Komşular geldi, can fıstığı sanıp helvamı kavurdular, 

en sonunda karalar bağladı tencere bahtlı yüreğim, onu bile anlamadılar. 

Sana ait ne varsa gürül gürül çağlayan sulara bıraktım, tencereleri, kavanozları, tülleri.

Yelkenli oldular, rüzgar doldular. 

Gözyaşımı, uzak diyarlarda sevda türküsü belleyip ucuz pavyonlarda uvertür olarak çaldılar.  

Ben seninle olmazları başıma taç yaptım, yüreğime çan.

Şimdi vakitler ne zaman seni gösterse, uzak şehrin kilisesinden bir ses duyulur. 

Çandan öte, cana yakın kederli bir ses, sevenlerin burnunu sızlatır.  



Fotoğraf / Ocak 2020 / Darmstadt Gezisi




22 Aralık 2021

En Uzun Gece





21 Aralık üzerine... 

Nedir en uzun gece? Ne zamandır? Bu sorulara uyandım bu sabah. Kendi kişisel tarihimin... "evet canlı bir tarih sayılırım, dile kolay 50'ye kaldı 3-5 ay. Yarım asırlık insanım yahu. Valla tuhaf bir duygu. Sorsan ne ara yaşadım, şöyle bir dönüp baksan neler neler yaşadım."

Bak ya gene cümlenin başı kalmış bir yerlerde, iç ses ele geçirmiş tarihe ışık tutacak yazımın akışını.

Nerede kalmıştık?

Pardon ya hiç başlayamamışım ki ben.

En uzun gece... Düşününce;

Hatırladığım en uzun üç gecemin ikisi; endişeli ve sabaha çıkacak mıyım? sorusu ile geçmişti. Diğeri babamın geçen yıl rahatsızlandığında yaşadığım, endişeli, her şeyi doğru mu yapıyorum ve elbette lütfen bu gece böylece gelip geçsin ve bitsin duygusu ile sarsıldığım anlara götürüyor beni.

İnsan tuhaf, zeytinliği düşünüyordum oysa bu sabah, ağaçları düşünürken, uzayıp giden bir konu düşüverdi orta yere. Zeytinden oraya nasıl geldim dedim. Aslında belki de hep oradaydı, zeytin kaçmaya çalıştığım ara sokak. Gel gör ki mahalle labirent. Dolaşıp dolaşıp aynı yere çıkıyorum. Gibi. 

Nerede kalmıştık?

Pardon başladığımı bitiremeyecek kadar karmaşık zihnimi döktüm masaya. Ben takip edemiyorum, okuyan da takip edemeyecek haliyle. Ünlü bir özdeyişle devam edeyim öyleyse "little little in to the middle", eh bu da böyle bir yazı olacak belli. 

Bak Şaşkın olsa hemen bir açıklama girer, güldürür, düşündürür, ille bağlardı konuyu isabetli bir yere.

Bense geziniyorum, Levent gibi, hikayenin aslını astarını anlayan olmadı. Tarık hikayenin iyi karakteri mi? Belki de kötü?

Şimdi de soru şu?

Mutlak iyilik ve kötülük yoksa, neden bir hikayenin iyi ve kötü karakterleri var, neden iyi polis kötü polis var, neden? Kime göre iyi, neye göre kötü?

Fark ettim ki, -sen ulu kişilik, ilk sen fark ettin zaten- karşıtlık olmadan kavramları bir yere koyamıyor akıl. Güzeli çirkinle tanımlıyor, iyiyi kötüyle.

Uzunu kısayla.

Olacak hissediyorum, uzun gece ile başlayan düşünce yolculuğum kıyıya yanaşıyor.

Kıyı dedim de,

İstanbul güzeldi be! Valla bak. İstanbul bir kere.

Nerede kalmıştık?

Sen nerede kaldın acaba?

Okurken yani, nereye takıldın kaldın?

Ben şu uzun gecelerden birinde kaldım, öyküleştirsem ne güzel olurdu. Belki bir yerde öyküsünü yazmışımdır.

Öykü Tadında yazılar yazmayı özledim.

Geçen denedim, fena da olmadı hani.

Küçük İskender, Bir Nedeni Yok Yalnızca Öptüm'de

"Dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değil, beni terkettiğin gecedir." der.

Bence de dünyanın en uzun gecesi değildir, 21 Aralık. Hatta bir tarihi de yoktur. Hissi vardır.

En uzun ilişkinin, en uzun günün, en uzun gecenin... Hepsinin sende bıraktığı o "hiç bitmeyecekmiş" hali var ya, o en uzunu yaratan hal...işte bir tek o kalır elde gibi geliyor bana. Çünkü bana gelmesi demek insanlığa gelmesi demek. Genelleme için lütfen bana, güncelleme için daha yukarılara müracaat ediniz. Bu arada sırayı da bozmalayım lütfen.

Ahkama gel. Dur orada. 

En uzun ilişki yıllarla ölçülmez (mesela...)

Sağdan devam et;

En uzun gün saatlerle

Köşede bekle;

En uzun gece dakikalarla, ölçülmez.

Hafif başını sola çevir, şimdi oku bakalım: 

Sende kalanı alır koyarsın tartıya...Kefesi almaz o ayrı. Koyarsın ama. Ağırdır. Duygusu yani. 

Nasıl kestim ahkamı, tam kıvamında. Eee laf ağızdan bir kere çıkar, dedik bir kere, bugün ortaya serpme, azıcık da karışık. 

O duygunun öyle bir yerinde "oh" vardır ki, çıkarken sarsılır bedenin. Oh be "Kurtuldum"dur çünkü. "Bitti'dir" ve belki de en çok "Şükür'dür"

Nefesin değerini öğretir sana. Kıymet bilirsin. Sarılırsın, kendine, sevdiğine, seni o geceden alıp çıkarana. Mucizelere inanırsın. Mucizeler seni ayakta tutmuştur çünkü, bugün buradaysan, sensen, olmuşluğundan memnunsan biraz da böbürleniyorsan, ne güzelim be diye... payı vardır mucizelerin. 

Şimdi yazarken fark ettim ki, bir gecem daha var öyle uzun, ama öyle uzun ki, sabahı yok. Ertesi yok. Öyle uzun ki... 21 Aralık dile gelse, o geceyi anlatır. Ben de uzun muyum be der? Sen bir de Evren'in yaşadığı o geceyi duy, dinle.

Sonra dediğine utanır Aralığın yirmibiri,  çünkü Ahmet'in de, Ayşe'nin de Ali'nin de, Meltem'in de uzun olmuştur geceleri.

Basit bir hesap yapmaya çalışsak. 
Google için basit benim için büyük bilgilere ulaşmak için; soruyu yaz, entere bas: 
Dünya ne zamandır var; 4,5 milyar yıldır.
Bir yılda 365,256 güneş gün var. Hani artık martık oluyor, 4 yılda bir, işte o mevzu.
İlk insan ne ara yaşadı varsayılıyordu sorusunun da cevabını bulalım ve yapıştıralım.
"Dünya'da ilk olarak yaklaşık 50.000 yıl önce gezindiler. Populasyon Referans Bürosu (PRB) tarafından yapılan tahminlere göre, o zamandan beri türümüzün 108 milyardan fazla üyesi doğdu."

Hesaplayabilen varsa beri gelsin. E ortalama 5 en uzun gecesi olsa bir insan evladının... Yok yok bu hesaptan da çıkamam ben.

Şairin de dediği gibi, dünyanın en uzun gecesi 21 aralık değildir, 
devam eder şair "Beni üzdüğün, yorduğun, yıprattığın gecedir." diye. 

Fonda; Mercedes Sosa - Gracias A La Vida

Nasıl da yakışıyor geceye. Çalıyor içli içli. 

Çünkü uzun gecelerde, üzülür insan dünyalar kadar, yorulur kemikleri ağrıyana kadar, yıpratır kendini etleri lime lime oluncaya kadar. Çünkü insan en çok böyle zamanlar hisseder saniyeler de zamana dahildir, kovalamaz yelkovan akrebi, ondan durur saatler gecenin bir vakti. Uzar gece olmaz sabah. 

Eeee nerede kalmıştık?

Aaa hatıralarım sahi: 

Teşekkürler hayat...





Fotoğraf / Berlin, 2021, Holokost Anıtı 

21 Aralık 2021

Hızlandırılmış Nostaljik Tur

Aslında plan basit, #y2ymaviş ile İstanbul Anadolu yakasında, muhtemelen Riva dolaylarında bir kamp. Havasını soluyacağız ama karmaşasını yaşamak istemiyoruz. Serde toksik bir aşk ilişkisi, özelde tutkunun en saplantılı hali.

İki İstanbul sevdalısı düştük yollara. Dile kolay birimiz 20 diğerimiz 10 yıl yaşamışız. Güzel de geçmiş yıllar, yormuş ama o kadar da koymamış belli ki, her daim İstanbul dendi mi ikimiz de hevesli. Cumartesi sabahı bir ehli keyiflik, bir sakinlik, bir şunu da yapar mıyız listesi ki, değil iki gün hafta versen sığmaz...

08:15 Yoldayız. Mahalleden çıkmadan sanayi içindeki Mesut'a uğrayıp tam tekmil içelim ki, yola sağlam çıkalım fikri. Hemen karşılık buluyor. Yol üstü de değil ama olsun, İstanbul dediğin karşı kıyı.

Saat 8.30, kelle paça için biçilmiş bir saat. Kara kuru zeytin masada, başka zaman olsa, burun kıvrılır, ama sabah çorba öncesi, ilaç niyetine, bir yudum köy ekmeği ile altlık yapılması elzem. Çorba tarifsiz, bol sirke, bol sarımsak, zaten bol etli. Bitiyoruz, benim 3de1 gene adamın. Her seferinde fazla geliyor.

09:00 Yoldayız. İzmit üzerinden geze geze gitmeye karar veriyoruz. Yolda sürekli listeye yeni yerler, gençlik hallerimizin, salaş mekanları ekleniyor. İstanbul nostalji turu aylar sürecek gibi. Yol aldıkça, listedekiler bir bir eleniyor. Samatya Küçük Evde balık rakı ve Kireçburnu'nda kahvaltı listeden çıktı bile. Elimizde Anadolu Feneri, Kavağı var ki kesin. Beşiktaş, Kadıköy ise niyetine girilmiş iki nokta. Kavaktan çingene vapuru ile boğaz turu var ki, pazar günü hava yağışlı, ama kim korkar bulutlardan.

İlk durak anıları yıllar öncesinin, Kahve fincanında rakı! Gülmeyin. Kaptanın yeri caminin dibi, alkol izni yok haliyle ama kaptan da yılların kaptanı, bu meret içilsin de istiyor, bulmuş çözümü kahve fincanında. Kaptan ortaya karışık o günkü balıklardan getiriyor. Seneler sonra bir kez daha gümüş balığı, bol ekşili sosu da yanında. O günü, o güne dair tüm anıları deşiyoruz. Kah gülüyor, kah düşüncelere dalıyoruz. Bir kaç 2021 fotoğrafı sonrasında yeniden yollara düşüyoruz. 




15.00 Yoldayız. Kavağa gitmekten vazgeçip daha önce uğramadığımız Poyrazköy'e iniyoruz. Akşama konaklama yerini de böylece buluyoruz. Riva listeden silindi. Deniz kenarında bir büfe var, yanındaki otopark denize nazır, manzarada 3. boğaz köprüsü. Gecesi süper olacakmış. Hadi bakalım. Büfeyi işleten abla ile sohbet ediyoruz, "pahalandı buralar, kimse bilmezdi yolumuzu, şimdi karda kışta geliyorlar, lüks olduk, marul bile 7.30 olmuş, nasıl salata yapacağız balığın yanına bilmem" Saatler su gibi akıyor. Sohbet sıcak ve içten. Bırakıp gitmek olmayacak. Hemen planda ufak bir değişiklik yapıyoruz. Çengelköy'e kadar gidip, oradan minibüs ile Sarıyer, motor ile Beşiktaş, son kararımız gibi. Uygulamaya geçiyoruz. Beykoz, Çubuklu, Kanlıca, Hisar, Küçüksu, Kandilli, Vaniköy, Kuleli, Çengelköy derken, sahilden boğazı usul usul geçiyoruz.

Çengelköy İspark'a arabayı bırakıyoruz Üsküdar minibüsüne binip trafik sıkışıklığından yarı yolda iniyoruz. Yürümek iyi geliyor. Motora binmek için sıraya gireceğiz diye düşünürken, kalkmak üzere olana nakit para verip koşarak yetişiyoruz. Halatlar çekiliyor, hava bahar, haliyle dışarıda iskeledeyiz. hoş buz da olsa, biz gene Kız kulesini solumuza alırdık. İçimize İstanbul çekiyoruz. Nasıl da özlemişiz. Sarmaş dolaş oluyoruz. Öyle güzel ki, öyle güzeliz ki... İyi ki diyoruz.

Beşiktaş iskeleye inerken, endişeliyiz. Mahşer bu olsa gerek diyoruz, vaz mı geçsek diyoruz, kısa bir tur atıp geri döneriz diyoruz. Bunları derken "follow the flow" durumu yaşıyoruz. Beşiktaş - Taksim dolmuşunun kalktığı duraktaki kuyruğun sonu yok. İyi de bir Taksim havası da almayalım mı? sorununun cevabı gelemeden, Akaretler yokuşuna varmışız. Başka bir dünyadayız. İnstagramcılar iş başında. Fotoğraf çekmeyene tuhaf bakışlar fırlatıyorlar, dudaklar yarım aralık, beden dili zamanın ötesinde. Herkes güzel, herkes yakışıklı. Mekanlarda en azı 30lu kuyruklar. Parası olana cennet vaadi gibi bir durum. 

Hızla Maçka parkı yanından, İTÜ Taşkışla, Nişantaşı Kedili Park ve nihayet Taksim'deyiz. Taksim ışıl ışıl. AKM'ye selam çakıyoruz. Çok açız. Önce altlık niyetine, Fransız Konsolosluğu yanından anıların duraklarından biri daha olan, pidecide soluğu alıyoruz. Kavurmalı, yumurtalı, kapalı.

Kızılkayalar ikinci durak ama ulaşmak mümkün değil. Fotoğraf çekip ıslak hamburgeri listeden çıkarıyoruz. Beyoğlu'nda iğne atsan yere düşmez. Böyle bir kalabalık yok. Ezilemeden ve ezmeden çiçek pasajına varıyoruz. Tek tekçi duruyor, ama Şampiyonun yerinde yeller esiyor. Birer bira ve fıstık ile başlıyoruz anılar denizinde yüzmeye. Bir bira daha götürüyor sohbet. Mercan'dan da olsa bari birer çeyrek yiyoruz, ayıp olmasın diye de bir çöp soslu. Eh eski tatlar olmasa da... Sabırtaşı arayı kapatacak gibi.

Cumhuriyet Meyhanesi ve Nevizade'de bir anıya bakıp çıkacağız. Soldaki kırmızılık gözümüzü alıyor, Şampiyon! Tüh be... Olsun zaten çeyrek yemiştik, bir çeyrek birer ısırık, onca anının hatrı var.

Sabırtaşına doğru ilerliyoruz, 10 adım sonra oradayız. Biz oradayız da, Sabırtaşı'nın el arabası ortada yok. 5 kat zorlayacak, çıkmıyoruz. Ama ah bir el arabası köşesinde olsa. Tüneldeki pasajda kahve keyfine doğru yol alıyoruz. Sevdiğim duraklardan biri daha selam ediyor bana, ayin var, giremiyoruz. Mumları evde yakarım artık. Pasaja geliyoruz ama kotolar bira ile dolu olunca vazgeçiyoruz. 3 binişlik kartımızı alıyoruz, nostalji diye buna derim, tarihi füniküler hattındayız. 1863 yılında Londra'da hizmete giren yer altı toplu taşıma sistemlerinden sonra inşa edilen en eski sistemmiş. 1875, 150. yıl yani. vay be oluyoruz. 

Karaköy'de kısa bir tereddüt anı. Kadıköy ağır basıyor, hem vapura da binmiş olacağız. Görücüye yeni çıkmış Galataport henüz anılarda yok, e bu gezi adı üzerinde nostaljik tur, hakkını teslim edip, bir sonraki bahara öteliyoruz. Kadıköy için bir kez daha 3 sıkımlık bilet alıyoruz. Vapurdayız, bahardan kalma hava bize yardımcı oluyor. Yorgunluk hissedilir seviyelere gelse de dönüş yolundayız, elbet kavuşacağız mavişe.

Kadıköy... Ah Kadıköy, ah Piraye... Ama vakit ancak Cafer Erol'a yetecek. Belki bir bira daha. Sonra doğru sarı dolmuşlara ve ver elini Üsküdar, uzat elini Çengelköy.

Bu insanlar çıldırmış olmalı... Nasıl bir kalabalık, anlatılmaz, yaşanmaz ve bizati arkanı dön ve çık hali. Anlaşılıyor ki bizi ancak bir bira daha paklar. Bir kaç fotoğraf çekip, tek-tekçide alıyoruz soluğu. Bira ve bir çeyrek kokoreç daha. Gece kıyıntısı gibi bir durum yaşıyoruz. Neyse ki, sarı dolmuşlar uzak değil. Sokak müzisyeni vermiş sırtını İş Bankası kuytusuna vuruyor gitarın tellerine ara ara. Takılıyor dinleyenlere. Ah bir vakit olsa, peçete de var cepte. İstek parça belli zaten. Mırıldana mırıldana biniyoruz sarı dolmuşa. Pıt pıt doluveriyor. 

24:00 Yoldayız. Üsküdar'da inip mavi minibüs durağına gidiyoruz, kaosun başladığı yerdeyiz. Halbuki ne vardı, karşıya geçecek derken, iyi ki yaptık be, helal olsun enerjimize derken buluyoruz kendimizi. Duygular yorgunlukla karışık. Kabul ediyoruz, bazen dozunda ve zamanında kaos ve yorgunluk da gerekli insana. Yaslıyorum en güvendiğim güçlü omza başımı, yorgunluk iyice çöküyor. Ellerimi ısıtan ellerine dokunuyorum usulca, bu benim teşekkürüm. Anlıyor. Bakışları üzerimde, doydun mu İstanbul'a diyor. Gülüyorum.

Maviş bizi bekliyor. Çengelköy hala canlı, hareketli. 23bin adım sonra bi miktar yorgunuz. Gene de kısa bir turu hak ediyor mahalle. O yorgunluğa rağmen gece ıssızlığına bürünen, cılız sokak lambası ile yarı aydınlık sokaklarda zamana meydan okurcasına yürüyoruz.  

01:00 Yoldayız. Nispeten rahatlamış trafikte, sakinlik ihtiyacımız yol göstericimiz oluyor, istikamet Poyrazköy. Obamızı kuruyoruz denize nazır noktaya, kimsecikler yok. El ayak çekilmiş, balıkçı tekneleri uykuya çoktan yatmış. Neyimiz eksik biz de sarılıp hemen uykuya dalıyoruz. Yağmur, düşmeye başlıyor, pıt pıt. Kafamızda kırmızı bir gerdanlık gibi ışıltılı köprü. Sabahı iple çekiyoruz. 




10 Aralık 2021

Kuzey Işıkları



Yemin edebilirdim, o gün o kuzey ışıklarını görmüştüm ben.  

Sonra bunun bir sanrı olduğu anlaşıldı, çileğe alerjim varmış. İçtiğim ilaçlarla etkileşim yapmış.  Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Küçücük çocuklarız, ben 10 yaşlarındayım belki 9. O zamanlar mahallede oyunlar oynardık, ezan saatiyle eve girerdik, yarışmalar yapardık, kim hızlı koşacak, köşeyi kim en hızlı dönecek, kendi aramızda para topluyoruz, lira ha! Değerli para. Ödülümüz Osman amcadan süt kokulu dondurma ya da leblebi tozu, hepimize ne kadar yeterse. Dondurmanın çikolatalısına da oynardık ama süt kokulu dondurma hem de külahta, çıtır çıtır, evlaydı o zamanlarda. İlle de Osman amcadan olacak ama. O bizim mahallenin hikaye anlatıcısıydı, babamız gibi bilirdik. İlk Ondan duymuştum kuzey ışıklarını.”

“Nice sonra mahalleye yeni bir dondurmacı gelmeye başladı. Küçük pembe boyalı, üçteker pır pır, arkasına tarafa koyduğu üç buzluk olurdu arabasında. Neşeli bir müzik çalardı mızıkasıyla. Komik bir adama benzese de sevmezdik onu.  Osman amcanın rızkına göz koymuştu sonuçta. Mahalleye ilk geldiğinde fark ettik garip hallerini, hem insan neden pelerin takardı ki takım elbisesine. Tuhaf adamdı, sihirbazlık yapıyormuş eskiden, tavşanı mı kaybolmuş ne, çaldılar diyen de olduydu ya, neyse işte, demeleri o ki üzüntüsünden bırakmış mesleği. Derlerdi ki sihirbaz olacam diye feda etmiş hayatını boş işler uğruna, karısı, çoluğu, çocuğu olmamış, bir göz oda evi varmış. Aç kalınca gitmiş bir pastaneci yanına, bulaşık yıkamaya, geçinememiş, oradan öğrendiği kadarıyla, dondurmacılık yapmaya başlamış. Öyle anlatırdı büyükler.”

Turgut’a bu hikayeyi neden anlatıyordum acaba?

Yüzüme baktı. Hikayeyi bir yerinden bağlayacaktım. Biliyordu. Hep böyle bakardı, ben de hep böyle biteviye konuşurdum. Anlatırdım da anlatırdım. Turgut görüp görebileceğiniz en karizmatik doktordur bu arada. Yaşı da var ama o yaşta o karizma. Peh! Kimin aklına gelirdi ki.

“Bir gün çocuk merakı ile takıldık peşine, Osman amcaya ihanet etmeyeceğiz, vermişiz çocuk sözümüzü, yapmışız anlaşma gibi anlaşma. Eee bir yandan da biri sütlü olsa, diğeri çikolata, üçüncüsü konusunda ortaya atılan fikirler dönüşüverdi iddiaya. Ortadaki para büyük, bu sefer bölüşmek yok ama. Bir öğle vakti, mızıkasını çala çala uzaklaştı bizim mahalleden yüz bulamayınca.  Yan mahalleye kadar takip ettik, çocuklar üşüştü başına. Tarık abi, Tarık abi…, açtı kutuları tek tek, bir çilek kokusu yayıldı havaya. Nasıl mis. Süt kokusunu bile bastırıyor, dinine yandığım. İddiayı kazanan olmadı. Çilek hiç birimizin aklına gelmedi. Nasıl uyanmadık pembeden deyip duruyoruz.” Osman amca geldi ertesi gün. Dedik sen de yap. Olmaz öyle şey dedi. Çilekli dondurma mı olurmuş dedi. Ne diyeceksin. Olmaz tabi Osman amca dedik. Bir bağırmak ki yan mahalledekiler duymuştur valla. Gel zaman git zaman, çocuk aklı işte, çilekli dondurma düştü bir kere aklımıza, serde mahalleli olmanın verdiği dayanışma, verilen söz; asla Tarık abiden alınmayacak o dondurma. Eeee dedik çalalım. Nasıl parlak bir fikir. Işıklar yanıyor her birimizin kafasında. Planlar yapıldı, Salı gecesi, saatler geceyarısını geçer geçmez 5 kafadar düştük yollara. Tarık abinin evinin kapısının önünde durdu birimiz nöbete. Islık parola. Cesaret paçalarda derya. İçimizden Ali en ufağımız, çıktı Serkan’ın sırta, hop mutfak camından daldı içeri. Açtı kapıyı bize, Tarık abi evde yok. Biz istemişiz ekmek, içinden çıkmış mı bi de kara zeytin. Bir göz ev, elimizle koymuş gibi bulduk buzluğu. Koca buzluk, nasıl ağır. Sırtımıza vurduk buzluğu, bizim mahalleden köşeyi döner dönmez, Dudu’nun evinin önündeki sokak lambasında aldık soluğu. Oturduk kaldırıma. Avuç avuç yemeğe uğraşıyoruz. Her şey akıl etmişiz de, kaşık falan gelmemiş aklımıza. Koca buzluğun dibini gördük o gece. Ertesi gün, mahallede bi yürüyüşümüz var, sanki zafer kazandık. Kahvenin önü kalabalık, koca çınarın altında var belki 10 kişi. Osman amca yardığı gibi kalabalığı koştu bize, tuttuğuna veriyor sopayı, ulen eşşolu eşşekler, ulen deyuzlar, havada uçuşuyor. Yedik sopayı, ama ne sopa… Babamız gibiydi Osman amca, hem severdi, hem söverdi. En sona ben kaldıydım, nasıl bir koşmaksa yakalayamadıydı beni, salak gibi döndüm suç mahalline, Tarık abi evin önünde oturmuş taşa, çocuk gibi ağlıyor, burnunu çeke çeke ağlıyor, elleriyle kafasına vuruyor, kalakaldım. Beni görür görmez öyle bir fırlayıp yakaladı ki omzumdan, öyle bir tokat attı ki bana, kuzey ışıklarını gördüm. Bayılmışım. Ateş 39, boğaz şiş, nefes alamıyorum, bedenimin her yerinde pul pul kırmızı lekeler.  Annem babam başımda, ağlıyorlar, ölümden dönmüşüm. Sen bendeki gururu gör.  Osman amcaya ihanet etmedik, onun rızkını Tarık abiye kaptırmadık diyorum hala, çocuk aklımla.”

Sustum, sırtımı döndüm odaya, pencereden uzun uzun seyrettim Osmanbey’in kalabalığını. Gerisini içime anlattım, "Tarık abinin o ağlayışı hiç çıkmadı aklımdan, ne vakit birine bir kötülük edecek olsam, o gelirdi gözümün önüne. Bir de o gece var, o gece de gördüm ben o ışıkları. Yemyeşil, hare hare, dalga dalga…"

Uzun sürer suskunluğum. Bekler Turgut beni. 

Aniden yüksek sesle,

"Anlatmış mıydım? Son on yıldır, kuzey ışıklarını görmeye gidiyorum, ışıkların peşi sıra gezmediğim ülke, şehir kalmadı. Rusya’da Murmansk, Salekhard, Severodvinsk, Norveç’de Alta, Andøya, Bødø, Finnmark, Hamm, İsveç’de Abisko, Björkliden, Jukkasjärvi, Kiruna, Alaska’ya bile gittim. Sayısız kez gördüm aurora. Kesinlikle büyüleyici. Ama hiç biri Osman amcanın anlattığı, Turgut abinin bana vurduğu anda gözümde canlanan ışıklara benzemiyordu. O gecekine ise hiç…"

O geceyi gene anlatamamıştım. Dönüp duruyordum geçmişin izlerinde, ama o geceye bir türlü varamıyordum. Özür dileyecektim Tarık abi'den... Niyetime bin küfür. Babam kahveye gidiyorum der demez peşi sıra çıkmıştım ardından. Peşi sıra yürüdüm, peşi sıra döndüm köşeyi, peşi sıra koştum, o gece... o evde... bir göz odada, babamı gördüm ben. 

Tarık abi ve ba... Tarık abi ve .... kendime bile söyleyemezken... Nasıl anlatacaktım Turgut'a. 

Seans bittiğinde yorgundum. 

-Haftaya devam edelim mi Levent?

-Edelim.

***

Fotoğraf / Alıntı

Kelime Oyunu 54  / Kuzey/Pelerin/Çilek/Yemin/Feda 

09 Aralık 2021

Bir Kez Daha


Bir deneme daha! Sabah rutini oluşturabilirsem belki yazmak yeniden vücut bulur kalemimde. Önce günlük rutinleri yazmalıyım. İşin büyük bir kısmını böylece halledebilirim. Belki??? 

Sonrası... İyi de ben neden yazıyorum? Ne oluyor da yazıyorum. Nasıl yazmayı seviyorum. Cevap basit, tek. Ben kurgu yazmayı seviyorum. Bir  duygudan yola çıkmalıyım, bir kelime beni alıp götürmeli,  okuduğum bir haberin sarsıntısı ile almalıyım kalemi elime.  Yo dostum yo,  günlük rutini yazmak bana göre değil. Hem sormazlar mı adama "sen ne zaman günlük tuttun" Hem, ya unutmak istediklerim olursa. Kurgu olunca gerçek arada kaynıyor. İyi de oluyor. Ben bile unutabilirim zamanla neresi gerçek nerede başladım kurmaya. 

Gerçek dedim de, bu ara rüyalarım yoğun, karmaşık, saçma. Unutuyorum üstelik. Rüya yorumcusu ustama, hemşireme anlatacağım diye, rüyamda bile söylüyorum, unutma! Gel gör uyanır uyanmaz kafa sisli Londra. Gerçekle rüyanın ne mi alakası var, habercidir rüyalar çoğunlukla. Seni sana anlatır. 

Ben günlüğe döneyim; sevgili günlük, bu sabah Mezdeke ile uyandım. Kafada Mezdeke çalıyor, gümbür gümdür. Nasıl bir kıvırtmak. Açtım Gonca Vuslateri seyrettim. İnstası olan buyursun buradan yol alsın.  Hayatta eğlenmeyi, kendini güldürmeyi bilmek ne güzel bir özellik. Tabi enerjin de olacak, ben hala yataktayım, miskinlik yapasım var. Hazır öğlene kadar kafa tatili. 

Koltuk bekliyorum aslında. 1 ay önce anacağızım ve babacağızım aldı. 2  -3 gün önce telefon numarasını bulmak için girdiğim sitede bir de ne  göreyim; koltuğun fiyatı %50 artmış. Aynı gün öğleden sonra; tuvalet kağıdı almaya gittiğimde fark ettim "selpak" 132 lira. Biri ahkam kesmiş. Kağıt maliyetinin arttığını tuvalet kağıdı ile anlayanlar neresi ile yaşıyor belli oldu diye. Bak bak sen!  

5-6 yıl önceydi. Fiyatlar kabul edilebilir olmalı ki, ortalıkta tuvalet kağıdı tartışmaları henüz yoktu. İşten eve dönerken uğradığım mahalle marketindeki kızlara laf attım. Neşem yerinde, keyfim bomba. Sevgili günlük bilirsin ki, bu hallerim tadından yenmez, öyle şeker, öyle bal kaymak. 

Yaşlı bir çift ilişti gözüme, eline aldığı ay çiçeği yağı tenekesini eşine uzatıp baya artmış fiyatı, almasak mı dedi. Adam başı önde mahcup, sen 1 litre al gene de yemek neyle pişecek dedi. Eve geldim. Annemle konuşurken, kalbimin ne kadar sıkışık olduğunu anlattım. Bu ülkede insanlar uzun zamandır çok zorlanarak yaşıyor, yaşıyoruz. Yaşam pratiğinde, günlük koşturmacada fark etmesek, üstünde durmasak da, dayatılan yaşam formlarına evriliyoruz, orada kendimize hayat üçgeni buluyor, aldığımız nefese şükür ediyoruz. 

İyi şeylerin sayısı 1,  kötü şeylerin sayısı 100. Bu maç hep benzer bir skorla bitiyor. Lig desen kurtlar sofrası. Hep bir yalan dolan, kandırmaca, algı oyunları. Pandeminin yarattığı kaos da, maç biterken hakemin 5 dakika daha uzatma vermesi gibi. Yediğimiz gol yetmemiş gibi bir de penaltı yiyoruz. Üstelik takım 10 kişi kaldı iyi mi? Günlük, fark ettin mi futbol lügatim 101 Giriş dersini vermiş bir öğrenci düzeyinde, sen bir de koltukları düşün, yeni çırpılmış yün gibiyim.  

Siri mi edinsem bir adet, bari arada cevap verir. Günlük dedik, kapına dayandık, ağladık, sızladık, tık yok. Siri olsa, fıkra anlatırdı. 

Ben yarın gene deneyeyim, olmuyor, peri ile bir araya gelecek ortamlar doğmuyor. Azmin elinden... Neyse günlük senin de terbiyeni bozmayayım, benden bu kadar. Sevgili günlük, umarım uzun bir süre görüşmeyiz. Hem itiraf etmeliyim ki, peri senden daha matrak. 

9.12.2021 / Bursa / İş yeri / Fotoğraf: 2018 Zürih / Çünkü bu bilgisayarda bir tek o yıldan kalan üç beş foto var.

 

08 Aralık 2021

Sana Bir Özür Borçluyum



Yok olmuyor, misal bugün nasıl bir kararlılık, nasıl bir azim, nasıl bir odaklanma... 

Ne ararsan var, ama peri gene yok. 

Dün gece... 

İç ses: "sana bir özür borçluyum"

Bu cümle takıldı aklıma, buradan koşarım ben dedim, sabah oldu yürüyemedim bile.

Yazdım sildim, çizdim bozdum derken... Olmuyor dedim. Olmayacak belli. Bıraktım taslağa. 

Peri ile arama yollar, bayırlar, sıra sıra dağlar girmiş belli. Ferhat değilim ki aşayım dağları. 

Sonra dedim ki neden duracakmış, durmasın taslakta, yarım yamalak, eksik gedik ver yayına. 

Valla ara sıra söz dinliyorum, aferin kendime. Takdir, şayan, alkışlarla yaşıyorum. 

Şükür ki bu konuda kendime yetiyorum. 

Aferin kendim, bravo kalemim, helal olsun sana hüznüm. Ver coşkuyu deli yönüm. 


Sana bir özür borçluyum. 

Karadenizin hırçın dalgalarının sahile vurunca kumda bıraktığı izler misali, açtığım yaralarında biriken tuzlar için.

Sana bir özür borçluyum. 

Sabahları uyanıp da güneşin deniz üzerindeki dansını seyre dalıp, huzurlu başladığın güne, çalan telefonun acılığınca, gözyaşlarımdan öte bir şey söyleyemeden kapattığımda yağan yağmurlar için. 

Sana bir özür borçluyum.

Çam ağaçlarının gölgesinde okuduğun romanın bir satırında, aklına düştüğüm o ilk anda, gülümseyen parlak kahve karası gözlerinde, daha fazla kalamadığım için.

Sana bir özür borçluyum. 

Sımsıkı tuttuğun elimi, dikenli tellere çevirip de akan kanlarını görmezden geldiğim, o ellerini yanan ateşlerde kurutmanı uzaktan uzağa seyrettiğim için. 

Sana bir özür borçluyum. 

Söylediğin onca güzel sözü, yüreğinin sesini, en derin dehlizlerime gömüp, sessizliğe mahkum ettiğim halde, aklıma düştükçe, durup durup yüreğine dokunduğum için. 

Sana bir özür borçluyum. 

Sen severken, arsızlığımda boğulup, yılanın olduğum için. 

Sana bin özür borçluyum. Seni sevmeye geç kaldığım için.  


Fotoğraf / 2018 - Cennetimde bir gün daha


 


07 Aralık 2021

Şahane Karar



Şahane bir sabaha uyandığım söylenemez, Bursa işte!  Lodosu ile meşhur, kafamı allak bullak ediyor, peki kafam bunu nereden biliyor? Dışarıda lodos olduğunu yani. Bu tür soru cevaplara girmeyeyim çıkamıyorum çünkü.  

Bugün şahane bir sabaha uyanmadım.  Yataktayım, ilham perisini bekliyorum, dışardan gören öylesine yatıyorum sanır. Oysa ben kararlıyım, iki satır olsa da blog yazısı yazacağım. Sandıkları karıştır karıştır nereye kadar. 

Kafa sesi var ya, bır bır vır vır konuşan, gevezeliği üzerinde.  Geceleri, gündüzleri, gittiğim yerleri, hayallerimi, her şeyi düşünüyorum. Üşüştüler resmen başıma sabah sabah. 

Gezegenler suçlu bence, bir doğru düzgün hareket edemiyorlar, bir öyle bir böyle. Kesin  vardır bu işte bir parmakları, baş ağrısında yani.  

Yavaş yavaş yataktan kalkmak, güne başlamak lazım. İyi mi ettik bu black out perdeyi seçmekle? 

İnstada şöyle bir dolaştım baktım ki herkes kararlar alıyor yeni yeni. Biri spora başlıyor, biri yeme düzeni ile ilgili değişiklikler yapıyor, başkası hayatı ile ilgili önemli kararlar alıyor, bir başkası daha önce aldığı hayati kararları değiştiriyor. 

Ben de bir karar alıyorum. Bedava sirke misali, baldan tatlı geliyor.

Yorganı başıma çekiyorum.  Olası bir ışık sızmasını böylece bertaraf ediyorum. Bu sabahı sevmedim. Şahane değil bir kere!

Ben şahane sabahlara uyanacak şahane bir kadın olarak lodosu protesto ediyor ve güne başlamıyorum. 

Gün düşünsün gerisini, gezegen kahrolsun dizilişine, black out perde karartsın içini, yastık yorgan ağlasın bu gidişe. 

Karar gibi karar almanın verdiği huzurla dalıyorum yepisyeni bir uykuya. 

Belli mi olur, şahane bir rüya görür, kıs kıs gülerim kaderime. 

Kederim mi olacaktı o!

Neyse, zaten lodos var dışarıda, uçuşuyor yapraklar, savruluyor ne var ne yoksa. 

Düşünceler gibi.

Savruluyor 

Bir kuzu iki kuzu üç kuzu...


***

Fotoğraf / 2021 - Velké Bílovice - Çekya / Mutlu sabahlara uyandığım Berlin gezisinden

06 Aralık 2021

O Gece




O geceyi hatırlıyorum. Önce yabani sarmaşık gibi dolandı bacaklarımız, sırtımı göğsüne yasladım, sen dağ oldun ben gölge, kollarınla sardın bedenimi dereler çağlıyordu vadimizde, sağ elinin avcuyla hoyratça kavradın sol mememi, ateşin ilk harlı alevi yükseldi gök yüzüne. 

Biz seninle iki ayrı elmanın yarısıydık, olmayacak duanın amini, arkası yarınları olmayan bir hikayenin ama ne kahramanları.

Uyuduk öylece. Avını bekleyen bir avcı gibi, heyecanlı, kararlı, ürkek ve telaşlıydık ve bir o kadar durgun; saklı göller misali.  

Gün ağarmadan daha,  öptün beni usulca. 

Uyandık öylece. 

Sen kalktın önce, sessizce.

Ben kaldım geride sessizce.

O zaman anladım kök salamayan sarmaşıklar ölmüştü, sessizce. 

Hikayemiz bitti.

Böylece. 

Sessizce.

***

Fotoğraf / 2018


03 Aralık 2021

Çok Daha Zor Mayıs




Sabah erkendi uyandığımda, kör bir karanlık değil de mutlak bir karanlığa uyanmıştım sanki.   Dün akşam iki cümle arasına mırıldanırcasına söylediğin, Haziranın ilk haftası takıldı aklıma, gelecekmişsin ya! Bazı kelimeler boş hayaller kurduruyor insana. Gün içinde o hayalin her bir anına bir daha hiç kopamayacakmış gibi sarıldığımı fark edince, evden çıkayım dedim, yoksa gün zor olacaktı, gece daha zor.

Kaçış unuttum sanmanın, hangi dildeki karşılığı dersin?

Seni özleyeceğim!

Bir süre daha bazı sabahlar, elim hep yüreğinde uyanacağım. Beni seyrediyormuşsun gibi, gözümü açar açmaz gördüğüm gülen yüzüne, ben de sımsıcak gülümseyeceğim. Sonrası fena biliyor musun? Sonrasında gün akıp giderken kendi hızında, ben keşkeler biriktireceğim yokluğuna ve keşkeler kaydıracağım denizler üzerinde, yüreğime bastığım taşların ağırlığınca. Bir kaçını salarım belki balon misali, kırmızı, mavi, mor, sarı, belki gökkuşağı sanıp da mutlu olur hiç tanımadığım birileri.

Ama en çok Haziranda kahrolacağım, ortancalar çiçeğe dönecek ya yüzünü, işte o zaman keşkelerimin sayısı bilinmeyecek, boncuk boncuk ağlayamadığım için yokluğuna.

Biliyorum seni çok ama çok özleyeceğim!

Sanırım seneyi devriyesi geldiğinde, şairin* dediği gibi, işte o Haziranda ölmek isteyeceğim, bir acabaya bağlanıp da akmayan bir çeşmenin başında susuzluğumu gidermeye çalıştığım için, kuruyarak öleceğim.  Bilirim, şair zamansız ölümü anlatır o şiirinde, bilirim adaletsizliği anlatır, bilirim bir dönemi anlatır, zamansız göçleri anlatır, metafor gibi gelir, ölüm ve yaşamak okudukça. 

Ama şair, eninde sonunda bir gerçeği anlatır. 

 "Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç"

Yokluğunda... / Mayıs 2010

 
* Hasan Hüseyin Korkmazgil
Fotoğraf / 2018

02 Aralık 2021

Zor Mayıs



Saklı vadide içerken, yüreğime sakladığım seni usulca öpüyorum, sessizce, kimselere çaktırmadan, üzerine düşler kurup, yeniden yüreğime saklıyorum. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme. Eve geldiğimde, aradığını dilediğimden, hemen ev telefonuma gidiyor elim, aramışsın, seviniyorum, ya aramasaydıyı hiç aklıma getirmiyorum. 

Telaşlı ve gergin bir bekleyişin içinde sıkışıp kalmanı istemediğimden, arıyorum. Aklımda fena halde seni öpmek isteği, dudaklarımı iyice ahizeye yaslayıp, "beni aramışsın" diyorum. Sonra sana olup biteni anlatıyorum ve sen, "kapatmışsın blogunu" diyorsun. Evet, diyorum, biliyorsun ne zamandır niyetim vardı zaten. "Ne gerek vardı bir veda yazısına" diyorsun, "teselliye ihtiyacın mı vardı?" "Bütün yazılarımı kendim için yazdım" diyorum, "nasıl diğerlerini istediğim için kaleme aldıysam bu vedayı da bu nedenle kaleme aldım".  Sorduğun soruyu telefonu kapattıktan sonra bir kez de kendime soruyorum, "teselliye ihtiyacım mı vardı?" Belki... Belki de tek ihtiyacım olan, acımın derinlerinde tek başına yüzleşmeyi göze alamadığım için, boğulursam diye, ses edecek birilerinin kıyılarıma yanaşmasıydı. / Mayıs.2010



Bilmem ki bir açıklama yapmak lazım mıydı? Başlarken yapmıştım, neden yazmaya başladığımı ve neden paylaşmaya karar verdiğimi. Şok edici bir etkisi olmamalı gidişimin, ne de olsa gitmek hep dilimdeydi. Yalancı çoban oldum sanırım. Artık gittim ama kimseyi inandıramıyorum. Bazen öyle bir an geliyor ki, açıklama yapmamış olmaktan rahatsızlık duyuyorum ama ne diyebilirim ki, adam beni terk etti, ben de gittim mi demeliyim. Çok mutsuzdum, bunu resmedip de yüzleşecek dermanım kalmamıştı, o nedenle kaçtım mı ya da, bilmiyorum. Sanırım hiçbir açıklama yapmayacağım. Onlarca kez teşekkür ettim, katkı koyanlara, dostluk sunanlara ve onlarca kez anlattım hezeyanlarımı yazılarımda. Hem kime ne ki, kendim için yazıyordum, şimdi de kendim için gidiyorum. Budur! / Mayıs.2010




Evreleri var insanın, mesela bir ayrılık kararında, eğer kendisiyse ayrılmaya karar veren, karşısındakine söylemek, o kararı almaktan daha zor. Yok eğer, ayrılığı bir olasılık olarak aklında tutuyor ama ayrılmamaya tutunuyorsa, o zaman da ayrılık gelip çattığında, dağılan taraf olmak kaçınılmaz. İşte, bence orada olmak en kötüsü, dağılan tarafta yani. Çünkü kararı alan, bu kararı alırken ve açıklarken taşıdığı yükü, karşı tarafa söylediği anda, kucağına bırakıveriyor ve arkasını dönüp gidiyor. Bunca zamandır yanında olan ve kendi taşıdığı ağırlığı ağırlaştırırken, yanında hep sevmiş olduğu insan var, tek başına değil yani. Ağırlığı kucağında bulansa, o ağırlıkla kalıveriyor ortada. Hem tek başına hem de beklemediği bir zamanda gelen bu ağırlıkla baş etmek kolay olmuyor. Önce bir öfke nöbeti, beraberinde gelen neden soruları, ardından ağlama krizleri, aldatılmışlık hissi ve bir çokları, benzerleri ve nispi olarak daha kötüleri, ardı ardına bir savaşın ortasında gibi, daha çok da gece yarısı baskınını andıran bir hesapçılıkla geliyor. Hele bir de gece gerçekten olunca, yani karanlık zifiri denir ya, işte tam o anda, bastırınca sessizlik ve durmayınca yaşlar, kendi tükürüğünde boğulan insan misali, boğuluyor insan gözyaşlarında. 

Sanıyor ki, gelip kurtarır onu, o çok sevdiği adam. Adam, ağırlığından kurtulmuş omuzlarında, başı dik, yaptığının doğruluğundan emin, ve günlerdir çekilen ve son bulan sızılarının yokluğunda hafiflemişken "bitti" diyor. Başının çaresine bak. Sen; "peki sevgi neydi" diye soruyorsun kendine, bağıra bağıra, avaz avaz, kendini yırtarcasına, yüreğini söküp atarcasına. "Aşk neydi" diye sorar buluyorsun kendini aynalarda. "Vazgeçecek kadar çok sevmekti" diyor bir ses. Sen, "keşke kalıp da daha çok sevmeyi deneyecek kadar çok sevmek olsaydı" diyorsun. "Sevecek olsa, zaten kalırdı"yı kısık bir sesle, kendine bile duyurmak istemez bir halde söylüyorsun. Bir önceki sesin aksine şefkatle.

Kalbinin ağrısı gözünün ağrısıyla kısır bir döngü içinde, paslaşırken, yakan top misali, uykuya dalıyorsun. Sabah uyandığında bütün bunların kötü, çok kötü bir kabus olduğuna inanmak istediğinden, son bir gayret, uykuya dalıyorsun. Sabah gözünü On(l)a açıyorsun. Bunun bir süre her sabah böyle tekrarlanacağını bilerek güne başlıyorsun. Her sabah onun adını sayıklarken, zamanla bir süre sonra yani, top oynamaktan sıkılan çocuk misali, önce yakan toptan vazgeçiyorsun, her sabah ona günaydın demiyorsun. İstopa dönüyor oyun, top havada, bazı sabahlar düşünce yatağın ortasına, bir günaydın diyorsun, havadaki top keşke düşmeseydi yatağa, sen istemeden ebe oluyorsun. Vuracak bir tek kendin varsın diye, topu atan da tutan da, ebe de, vurulacak olan da kendin oluyorsun. Sonra toptan vazgeçip, saklambaç oynuyorsun. Ara sıra bir ağacın ardına gizlenip, saklandığını düşünsen de, hayat denen ebe, seni buluyor bir şekilde. Sen duvara vurup, sobeleyemiyorsun. Ayağına takılıyor bir anı, tam hızını almış koşarken, sendeleyip düşüyorsun. Zamanla denediğin bütün oyunlardan zevk almaz olunca, bir de akşam olup hava kararınca, içine dönüyorsun. Zamanla dışarı çıkmıyor, hiç bir oyuna katılmıyor, kendini yalnızlaştırıyorsun. Öfkeyle, kızgınlık arasında gidip gelen ve seni ölesiye yakan duygunla baş başa kalıp, bekliyorsun. 

Zaman geçiyor, sen geçiyorsun. Aklına düştüğü zamanlar giderek seyrekleşiyor. Üzüntün geçen zamanla ters orantılı azalıyor. Bir tahterevallinin hassasiyetinde, bir yukarı bir aşağı. Ağır basan üzüntü, kavga, kırgınlık zamanla senin yüreğini ortaya koymanla hafifliyor, sen ayakların yere değdiği ilk anda, tekrar oyun oynayacak kadar güçlendiğini hissedip, oyun parkının coşkusuna karışıyorsun. Elinde bir top, köşe başından tüm endamı ile dönen, mahallenin yeni yetmesini şöyle bir süzüp, ekibini kur diyorsun, cesaretin varsa yakan top oynayalım sahanlıkta. / Mayıs 2010

***
Fotoğraflar: 2018 / Akçakoca

01 Aralık 2021

Döner Seni Bulur

Biliyorsun değil mi? "Asla" yapmam demeyeceksin. Dersen, yani bir gün ağzından "asla" ile başlayan bir cümle çıkarsa not et bir kenara. Yıllar sonra, belki de yarın hatta, çıkabilir karşına. Ve sen "asla"nın içinde uyanırsın o biteviye kafanı duvarlara vurduğun sabahlara. 

Günlerce dalga geçersin mesela... "Bazı insanlar var sabahtan akşama iş yerinde film seyrediyor" diye. Gün gelir, hayat seninle dalga geçer gibi; yapacak tek bir işin olmadığı için, işinin en yoğun olduğu zamanlarda kaçırdığın diziyi izlersin, ne de olsa tek derdin gün bitsin! 



Mesela çığlıklar atarsın, "evli bir adamın sevgilisi olmak istemiyorum" diye... Evli bir adam gelir seni bulur ve sen bir seçim yaparsın; nasıl olsa sorunlu, elbet bitecek bir gün diye tutunduğun dal çürük çıkıp da kırılınca, duvara tosladığını anlarsın. Düşüp kolunu da kırabilirsin tabi ama, şans işte belki sana güler günün sonunda. 

Kilolu diye bir insanı küçümsemeyeceksin... Bir insana sokaklarda yaşadığı, çöplerden beslendiği için uzak durmayacaksın. Nasıl herkese günaydın diyorsan, onun da hakkıdır güzel bir sabaha uyanmak, yanından geçerken gülümsemeyi bilecek, hafifçe başını eğip, selam vereceksin. Dedik ya onun da hakkıdır içten bir samimiyet. 

Bir köpek düşün, açlıktan ağlayan, bi kedi soğuktan tir tir titreyen... Yaşamak onların da hakkı, bir lokmayı esirgemeyeceksin. Diyelim ki elindeki son lokma, at onu ağzına, git onlar için de al bir parça daha. Hatta sen en iyisi çantanda, cebinde bir avuç mama sakla, bugün olmasa yarın lazım olur nasılsa. 

Vaktin olduğunda, verdiğin sözleri tutmak için çaba harcayacaksın. "Konfor alanından çıkmayan, başaramaz" unutmayacaksın. Mesela eve gittin diyelim erken, kolayına kaçıp koltuğa uzanmayacaksın hemen. Diyelim ki uzandın, hayaller kuracaksın biraz, sonra bir kağıt kalem alıp eline, hayali gerçeğe dönüştürmek için ne gerekiyorsa not alacaksın. Eyleme geçmeyen, ya serden geçer ya yardan unutma. 

Yazı yazmayı seviyorsan sabahın köründe, yazacaksın. Bir çözümü vardır elbet, çok istiyorsan o çözümü de bulacaksın. Eğer bulmuyorsan, o kadar çok istemiyorsundur, kendine dürüst olup, önce kendini kandırmayacaksın. Gün içinde buldun  kısacık bir zaman, kaçamak yapacaksın kelimelerle, kalemle, kendinle. Akacak klavye durmaz masada. Deneyimledin öğrendin vakti zamanında. 

Ha bu arada, kalemi eline aldığında bırakacaksın ki aksın. Sen yazar mısın ki, geriye dönüp dönüp düzeltmeye uğraşıyorsun cümleleri, süslüyorsun metaforla, mecazla, deviriyorsun yüklemi, zamiri.  Bırak ne kadar aktıysa, nasıl aktıysa içinden, öyle kalsın. Olduğu gibi güzeldir bazı şeyler unutma. 

Daha çok gülümseyeceksin mesela. Daha çok. Çok daha fazla... İyi geliyor sana. Bir başkasına da!  Hem unutma, döner seni bulur o gülümseme hiç içinden gelmediği bir anda. Yani sırf sana biri güldü diye, gülümsersin bir anda. İçinde bir yer ısınır önce, sonra yayılır dünyaya. Dünya yuvarlaktır unutma!

Döner seni bulur, toprağa attığın her tohum zamanı dolduğunda. 

Fotoğraf. 2018 / Zürih
Yazı: 2014 / Ocak

25 Kasım 2021

Sahibine Kısa Notlar -1



Mutluluk öğrenilen bir şey. Yokluğun içinde bile gülecek bir şey bulmak mesela, kesinlikle öğrenilen bir şey. İnsan içini dengelerse, ki beklentisiz bir hayat işi kolaylaştırıyor, o zaman mutlu olmayı da öğreniyorsun. Dikkatini çekerim, beklentisiz dedim, hayalsiz değil. Çünkü gerçekler hayallerden ilham alır. Ah bu konu derin. Bir gün beklenti ve hayal üzerine de yazarım. 

Aslında belki de öğrendiğin mutsuzluğun içinde boğulmamak, her seferinde yüzüp seni ayağa kaldıran o kıyılara çıkmak. 

Kıyılarının kıymetini bilmek. Onları keşfetmek için kendi içine iyice, dikkatlice, yargısız ve bizzati futursuzca bakabilmek. Kendinin en iyisini seçebilmek. 

Ah kalbim, kaç yenilgide, kanatların olduğunu unutup öylece seni uçuracak rüzgarı bekleyerek geçirdin kısacık ömrünü. Kendini, gövdeni,  göğe uzanan dallarını görmezden gelip, kaç kere tutunacak dal aradın umarsızca. 

Avuç içlerine geçmiş tırnaklarını kestin kökünden, yine kanadılar, bu sefer içten içten. 

Sahi, sen en son hangi renk ruj sürüp öptün kendini aynada. Şöyle bir makas alıp kendinden, gülümsedin kendine. Aferin deyip taradın saçlarını. Sarıldın bir ağaca kendine sarılırmışcasına şefkat ve inançla. 

Ne zaman güldün kendine, ayağın kayıp da düştüğünde attığın gibi kahhahalarla, göz yaşların aktı yanağına.

Sahi sen ne ara sevmeyi unutup kendini, sende olanı, senin olanı görmezden gelip, küstün biricik yaşamaya.

Bir kedin olsun isterdin, olsa sen onu da mutsuz ederdin umutsuzluğunda. 

Şairin vardır bence bir bildiği, kuşlar uçuyor, hayat kısa. 



*** Instagram hesabımdan yayınladım. Burada da olsun istedim. 

#evrencekaralama


07 Eylül 2021

Gece Gece



Henüz masa boş.

Elde avuçta kalan ne varsa harmanlamışsın bir anda. Biraz aşk katmışsın biraz da umut, heyecanın bir titrek yaprak, ağacın en cılız dalında. 

Omuz başlarında dünün yoğunluğuna eklenen günün yorgunluğu, içe dönük durmaları hep bu yüzden. Sen ki yürürken incecik topuklarınla, dağlar eğilirdi karşında. 

Başın da sağa çekiyor sanki, nasıl çekmesin ki, binbir derdin kızıl kuyruklu tilkiler gibi, hem değmesin istiyorsun hem de birbirlerine sataşmasınlar. Olmayacağını biliyorsun. Nafile bir istemek hali seninki, içine içine konuşup, sessiz bir çığlık misali. 

O anlatıyor, sen dinliyorsun sükunetle ta ki o sihri bozan cümleye  kadar,  tüm yorgunluğuna rağmen, umutlusun da gecenin getireceklerinden. Belli mi olur, belki yağan yağmurda ıslanırsınız inceden. Hayal etmesi bile güzel. Öyle uzun zaman geçti ki üzerinden, sahi 2003 muydu? Belki 2013 yazı. Yanlış hatırlamıyorsan 2018 Temmuz ayıydı, Datça'da küçük sahil kasabasında, o sahilde, zamansız bir kopuş anıydı gerçeklerden.  Ne geceydi ama! Sahi kaç yıldız kaydı gökyüzündeki bulutsuz karanlıklardan. 

Ah zaman! Bazen ve sıklıkla acımasız bir makina gibisin. Pasın alınacak ki işleyesin. Harman ettin yılları, anları, anıları... 

Masa henüz boş. 

Bulutlar kararıyor, deli bir rüzgar... Kendinden önce uğultusu duyuluyor, sonrası tufan, sonrası yağmur, sonrası bir çakal sürüsü uğuldaması. Gece henüz zifiri karanlık değilken, korkuna sarılıp, biraz bekleyip, karanlığa bırakacağına neyin varsa, ayağa kalkıyorsun o heyecanla.

Döküldü mü taşların! 

Ah be kızım dedim ben sana, etek giyilmez puslu havalarda. 

Usulca topla masayı, sessizliğe as umutlarını, yorgun omuzlarına yep yeni bir yükü daha vurduğuna göre, söndür ışıkları, yat uykuya. 

Uyuyabilirsen yarın yeni bir gün. 

Uyanabilirsen kur sofrayı bir daha, unutma mutlulukla kahvaltının yakın bir ilişkisi vardır aslında. Şair yalancı olacak değil ya. 

Ah o şair, hangi masaydı o, boştu da üstelik. Masa da ne masaydı ama. Hıh! Zaman! Gene mi çıkıp geldin sen amansızca...

Ah be kızım aklın varsa dön yatağa, dal uykuya, uyan sabaha. 

Belli mi olur, yükün bir kuş olur, tilkiler kaçar yabana, sen gene özgür, sen gene mutlu, sen gene... 

Sahi... 

Sen? 

Sen var mıydın bundan önceki zamanlarda.