08 Haziran 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Umudun Tüneli, Saraybosna'nın 'Cevapi'si ve Srebrenitsa'nın Hüznü

Yolculuk yeşilin bin bir tonunda devam ediyor. Mostar'dan çıkıp Saraybosna'ya doğru gidiyoruz. kalacak yerimiz henüz yok. Gidince bakacağız. Önceliğimiz "hope of tunnel"e gitmek. Umut Tüneli, yaşam Tüneli dediğim şey, birinin evi. Evinin altından başlayan bir umut. 300 bin kişinin hayatını kurtaran bir mucize. Üzerine okuduğumuz onca yazıdan sonra buruk bir hava ile yolculuk devam ediyor. Sanki o sınıra yaklaştıkça, tünelin basık ve havasız koridorlarında ilerliyoruz. Yağış devam ediyor. Umut Tüneli uzaktan sıradan bir ev ama uzaktan. Yaklaştıkça kurşunların açtığı delikleri seçebiliyoruz. Biraz ilerideki otoparka aracımızı bırakıp, tünele doğru ilerliyoruz. Kapıda Kolar ailesinin ninesi Sida Nine duruyor. Selam verip geçiyoruz, yılların yükü omuzlarında, 90'ını deviren bu kadın bir kahraman. 


Daha girişte bir tokat gibi vuruyor insana zulmün çığlıkları. Sanki her bir ses, umutsuzluk, korku ve gözyaşı asılı kalmış havada. İçinde bir Türk gazetecinin de bulunduğu bir grup gazeteci tüneli haber yapıldıktan hemen sonra bombalamanın başlatıldığı umut tünelinde, özel ışıklandırmayla aydınlatılan nokta, donup kalmanıza sebep oluyor.  Oradan sağa dönüp merdivenleri inebildiğinizde gözün alışmakta zorlandığı bir karanlık karşılıyor sizi, sonrası bir tünel boyu "umut". Sadece 20 metresi ziyarete açık, geri kalan özellikle kapatılmış.  





Bahçede oluşturulmuş 3 oda var, her birini tek tek geziyoruz. Belgeseller  ve fotoğraflarla olayın boyutu ile ilgili daha da dehşete düşüyorsunuz. Zaten oldum olası kenarlarından sararmaya başlamış siyah beyaz fotoğraflar beni hüzünlendirir. Zamanın duygusuna kanıt el yazması günlükler, sessiz tanıklık eden kullanılmış eşyalar ve elbette ki duvarlara belki tırnakla kazınmış işaretler. Her biri düğüm misali, yutkunmak zaman alıyor. 





Sonuncu odadan gelen sesler dikkatimizi çekiyor. Hararetli bir konuşma, belli ki en az iki kişi derinlemesine bir konuyu tartışıyor. Kapısı aralık olduğundan uzatıyorum kafamı içeri doğru, ayakta duran "anlatıcı" belli ki rehber. Buyur ediyor, lafını da esirgemeden. İçeride bulunan sıra sıra oturma yerlerinde biri kadın biri erkek iki kişi var. Biraz mahcup giriyoruz içeri, özel bir ana zamansız bir müdahale bizimki. Sonradan anlayacağız ki, hiç olamayacak bir anda, iyi ki tanıklık ettik dediğimiz bir anı olacak bizim için. Bizim ardımızdan 5-6 kişi daha giriyor.  Rehber o sıralar çocukmuş, adam ise o tünelden kaçmayı başarmış bir Bosnalı. Neredeyse aşık atışması gibi devam eden sohbete eşlik etmek muazzam bir duygu. An'a tanıklık etmiş iki kişiden birden dinlemek olanı biteni, dehşete düşmüş yüreğimizdeki sıkıntıyı çoğaltıyor. Genç olan akan görüntüyü bir anlığına durduruyor, burası diye işaretlediği yer yeşil boş bir alan: "Burada top oynardık biz, katliam sonrası toplu mezarlar çıktı buradan" Gözleri dolu dolu bakıyor ekrana... Bir kaç saniyeliğine de olsa, kaçan topunu takip ediyor çocuk gözleri... nemli. Kaldığı yerden sözü alıyor yanımızda oturan adam: İşaret ediyor bir noktayı; tünelin girişi, anlatıyor taşıdığı yumurtaların kırılmasını, çürümüş bir koku yayılıyor içeri... Öyle dar ki tünel ve öyle uzun: 720 metre uzunluğunda, 80 cm var yok tünel genişliği, yüksekliği yer yer 1,5 ila 1,8 metre,  tünelin daha girişinde bile klostrofobik bir ruh hali sarıyor insanı, ve böyle bir tünelden günde yaklaşık ortalama 4000 kişilik gruplar umuda, ışığa ulaşmaya çabalıyor, geride bıraktıklarına bir kez bile dönüp bakmadan. İki kişi karşılıklı gelirse önce ellerdeki erzaklar değiş tokuş ediliyor, sonra birbirlerinin üzerinden geçiyor insanlar. Yumurta ve gaz çok değerli... 




Buruk, üzgün ve şaşkınız... Olanı sindirmek ve yola devam etmek üzere otoparka dönüyoruz. Marketi işleten adam müze evin büyük oğlu: Edin. Harika iki torunu var, fotoğraflarını çekiyorum, beden dili inanılmaz, hele de gözler. Hemen anlaşıyoruz. O sıra Edin geliyor yanımıza, silah ve gaz taşığı kamyonu gösteriyor. Türk olduğumuzu öğrenince bir fes getirip, fotoğraf çektiriyor.  Sizi seviyorum diyor, Türkçe konuşuyor. Şaşırıyoruz. Aslında diyor, kızgınız, sesimizi duymayan Avrupa'nın yıllar sonra gelip de burayı müze yapmasından... Sahi çok da uzak olmayan tarihin tanığı bizler, nasıl da yüzleşeceğiz acaba dünyayı cehenneme çeviren kararlar karşısındaki vurdum duymaz tavrımızla. 

Saraybosna'ya kadar arabada umut tünelinin yarattığı etkiden kurtulamadan sohbet ediyoruz. Saraybosna bizi karşıladığında kalacak yer sorun oluyor, bir türlü otel bulamıyoruz. Neyse ki, ilk durduğumuz yerin solunda kalan daracık yolda, küçük ve sevimli odaları ile bizi bir geceliğine konuk edecek otelimize yerleşiyoruz. Vakit dar, bir saatlik bir dinlenme sonrası Bosna sokaklarındayız. Otel ararken polisle başımızın derde girmesi sonrası, çokça okuduğum "elden ödeme" yaparak pasaportlarımızı kurtarmak durumunda kalmam dışında şu güne kadar canımızı sıkacak bir olumsuzlukla karşılaşmadık. 

Bosna bizden... Hanlar hamamlar, pazarlar ve Aksaray bile var, cevapi denen inegöl köfte benzeri bir köfte, ve hatta çay ve trileçe... Kaçmıyor tabi, Baş Çarşıda gezip, hanları hamamları, camileri, kiliseleri hızla turluyoruz. Meydandaki sebilinden su içip, ara sokaklarında kayboluyoruz. Yeterli sayıda fotoğrafla anıları sabitleyince, karnımızı bir güzel doyuruyoruz. Zaman zaman yağan yağmura aldırış etmeden çayımızı da içip otele dönüyoruz. Bu gece iyi dinlemek lazım yarın yol uzun... Üstelik sabah erkenden kalkıp, Latin Köprüsünden geçip, İnat Evi'ni ziyaret edeceğiz. 













Sabahın erkeni yola çıkıyoruz. Srebrenitsa'ya giden yolun bozuk olduğuna dair duyduklarımızdan sonra gidip gitmemek konusunda kararsız kalıyoruz. Yol üzerinde su başında verilen bir mola ile kararımız kesinleşiyor. Srebrenitsa'ya uğranacak. Yine aynı şey oluyor, kısa yolu gösteren google bizi dağ yollarına sokuyor, oradan gidemeyeceğimizi anlayınca geri dönüp diğer yola sapıyoruz ama değişen bir şey olmuyor. Zaten yolun bozuk olduğu söylenmişti deyip katlanıyoruz yola. Öyle dar, öyle sapa, öyle uçurum ki bir yanımız, hiç kafamız çalışmıyor; tur otobüsleri bu yoldan gidemez! Ama biz gidiyoruz, bir teker sürekli uçurumun ucunda. Araba, boyunca çamur oluyor. Varıyoruz Srebrenitsa'ya...



Merkezinde bir tur atıp, mezarlığa doğru yola çıkınca anlıyoruz. Yol düzgün ve geniş. Macera göbek adımız sanki. Neyse ki yollarda her hangi bir sorun yaşamadan varıyoruz gideceğimiz yerlere.

İkinci dünya savaşı sonrası en büyük katliam Srebrenitsa. Vahşetin boyutunu Hope Of Tunnel'de seyrettiğimiz belgesellerde görmüştük. Sonucunu mezarlıkta daha net algıladık. Üstelik 2015 yılındaki anma gününde 18 yaşını doldurmamış 20'ye yakın genç ve 75 yaşındaki bir dede ile torunun mezarlarının bulunmuş olması bu topraklarda bilinmeyen toplu mezarlar olduğunun bir kanıtı gibi.


  








Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Sava ve Tuna'nın Kesiştiği Şehir; Belgrad

06 Haziran 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Mostar'ın Köprüsü, Ekolojik Köyün Yağmuru

Dubrovink'ten yola çıktığımızda yaklaşık 3 saatlik bir yolumuz var diye, sahilden biraz daha ilerliyor, ve bir sonraki sınır geçişinden Bosna Hersek'e giriş yapmaya karar veriyoruz. Haritaya göre bu mümkün. Dalmaçya kıyılarının hakkını veremeden, sınır geçişi için denizden ayrılıyoruz. Girdiğimiz yolda bir biz, bir de ölü yılanlar var. Yol öyle dar ki, karşıdan araba gelse ne yapacağız bilmiyoruz. Bir de hava yavaştan kızıl renge bulanmaya başladı. Sanki yol artık kullanılmayan tali bir yol. Ne gelen ne giden var. Ne de bir köy, ev, insan... Telaşlanıyorum. Güzelliğinin farkına varabilecek bir ruh hali içinde değilim. Ara ara kaybolan uydular da paniğimi artırıyor. Bu sefer kesin yanlış yoldayız! Kaybolduk hatta! 

Eşim sakin adam, haritaya bakıyor, yol bir süre sonra gitmeyi planladığımız asıl yol ile birleşecek, sakin diyor. O diyor ve yapabiliyor, ben sakin kalmak için nefesimi tutuyorum. Uçsuz bucaksız bir vadinin ortasında gün batımını seyrederek ilerlerken, bir polis otosu yanımızdan geçip gidiyor. Bir kaç kilometre sonrasında iki evi olan bir yerden geçiyoruz. Sonunda iki insan gördük diye nefes almaya başlıyorum. Sulama sistemleri ile verimli topraklardaki üzüm bağları ve türlü meyve ağaçları yüzümü güldürüyor. Yanlışlıkla muhteşem bir yoldan gidiyormuşuz da heba etmişim bu anı telaşlarıma. Nice zaman sonra sınır kapısına geldiğimizde fark ediyoruz ki, sınırdaki polislermiş yanımızdan geçenler, dükkanı kapatıp eve gidiyorlarmış. Elimizi kolumuz sallayarak Bosna Hersek sınırında geçiyoruz. 

Gece hava kararınca varıyoruz Mostar'a. evlerinin çatı katının iki odasını "airbnb" üzerinden kiralayan genç çiftin evini bulmak kolay oluyor. Bahçeli bir evin alt katında ailesi yaşıyor, anne, baba ve babaanne. Gözleri ile buyur ediyorlar bizi. Gözlerimiz ile selamlıyoruz evin büyüklerini. Gençler zehir gibi ingilizce konuşuyor. Odalar şirin mi şirin. Yorgunuz ama çok da vaktimiz yok. Valizleri bırakır bırakmaz, sokaklara atıyoruz kendimizi. Ve nasıl becerdiysek, kızlar grubu erkekler grubunu kaybediyor sokaklarda. Yemek yemeği planladığımız yere gidiyoruz annemle, babamlar yok tabi. Beklemeye karar veriyoruz. Elbet gelecekler. Yaklaşık bir 15 dakika sonra ne gelen var ne giden, bir daha çıkıyoruz sokaklara, acaba önerilen diğer yerde mi bekliyorlar bizi. Bir ufak tur daha... ve yoklar tabi. Dönüyoruz ilk gittiğimiz mekana, nasıl bir yağmur başlıyor. Şaka gibi! O sırada kapıda beliriyorlar. Zınka zınk dolu mekanda yer bulunuyor bize de. Harika bir yemek ve sohbet sonrası, yorgun bedenler temkinli adımlarla ilerliyor, parke taşlı yollarda. Sabah manzara muhteşem, keyfini çıkartacak vakit yok. 


Bugün yolda ara ara yağışa yakalanacağız ve ekolojik köy Raj U Raju da mutlaka mola vermek istiyoruz. Üstelik yolculuk boyunca ilk kez bir sonraki duraktaki kalacak yer ayarlanmamış durumda. Tahmin edin ne haldeyim. Telaşlı! Herkesi ve her şeyi arabaya sıkıştırdıktan sonra, bir börek sevdası ile düşüyoruz yola. Verilen tarife göre fırını bulup börek alacağız. Sabah kahvaltısı yapmadan yola çıkmamız bu yüzden. Üstelik Mostar Köprüsü ve Mostar'ı gündüz gözüyle de gezebilmek istiyoruz. Gri bulutlar biraz daha izin verirse harika olacak diye düşünüyoruz. Yoksa nemli bir yolculuk bizi bekliyor olacak. Neyse ki, börek işi tamam, verilen adreste değil ama yol üstünde bulunan börekçiden de memnun kalıyoruz. 















Neyse ki, 1-2 saat içinde Mostar'ı ıslanmadan geziyor ve köprüsünden de çekip, yola koyuluyoruz. Yola çıkar çıkmaz, yağmur atıştırmaya başlıyor. Ucuz yırttık deyip seviniyoruz. Yağmur şiddetini öyle hızlandırıyor ki, ekolojik köye uğramak konusunda kararsız kalıyoruz. Hepi topu 5 km. içeri girip tekrar döneceğiz, yağmurun ritmine kapılıp, yeşilliğin arasından kıvrılan yolsa ilerliyoruz. Araçtan inemeyecek kadar çok yağmasına rağmen, iki fotoğraf çekip hızla geldiğimiz gibi dönüyoruz; başka bir bahara gelmeyi ve kalmayı umut ederek. 










Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu /  Umudun Tüneli, Saraybosna'nın 'Cevapi'si ve Srebrenitsa'nın Hüznü

05 Haziran 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Lokrum Üzerinden Dubrovnik - II





Gün boyu Dubrovnik eski kenti geziyoruz. Basamaklardan çıkıyor, iniyor, ara sokaklarda kayboluyoruz. Bir ara annem ve babamdan ayrılıyoruz, saat ve yer kararlaştırıp eski kentin romantizmini yaşamaya başlıyoruz. 




Kent her adımında şaşırtıyor bizi... Haritada işaretlediğimiz noktaları keşfe çıkarken iki şey aklımızda; şarap ve tatlı molası.









Kalenin yaklaşık 2 km. olan çevre turuna katılmayıp, ara sokaklarda dolanmayı tercih etmek bizi bir okulun basketbol sahasına götürüyor. Keşfimizden mutluyuz. Kale manzaralı bu saha da keşke teke tek bir maç yapabilsek diyoruz. Yeni yetmeliğimiz içimizde bir yerde can buluyor sanki. 
Uzunca bir süre tellerin arasından şehri tepeden seyrediyor ve yolumuza devam ediyoruz. 

Sırada bir şarap molası var. 



Doğru yerleri iç güdüsel olarak seçiyoruz. 
Kafamızı şöyle bir uzatıyoruz, 
içeri loş ışıklı ve geriye doğru bir mağara izlenimi veren taş duvarlar var. 
Barda iki adam ve bir kadın sohbette.
Merhaba deyip içeriye giriyoruz. 
Bir aile işletmesi, bağları kendilerinin, 
barın arka tarafında duran kadınla sohbete başlıyoruz. 
Şarap söz konusu olduğunda ikimizin de tercihi kırmızı olur, 
sohbet uzayıp gidince kadının önerisi ile beyaz deniyoruz. 
Arka bölümde fotoğraflara bakarken, soğutulmuş beyaz şarap geliyor. 
Keyfimize diyecek yok. 
Şarap damağımızda öyle bir tat bırakıyor ki; şişe alıp çıkıyoruz. 





Keyfimiz çakır, elimiz kolumuz dolu buluşma saatine kadar olan süreyi biraz daha ara sokaklarda kaybolarak geçiriyor ve soluklanmak için durduğumuz başka bir mekanda tatlı tercihimizi krem karamelden yana yapıyoruz. Doyumsuz bir lezzet ile filtre kahvenin buluşması bizi gülümsetiyor. İç güdülerimiz bu gezide bizi hiç şaşırtmadı. 


Enerji depolaması ve dinlenme iyi geliyor, ara sokaklarda kaybolmaya devam ediyoruz. 
Bir okul daha çıkıyor karşımıza, daha doğrusu benim her gezide meşhur olan tuvalet ihtiyacım bu okulu bulmamıza ve gezmemize vesile oluyor. 
Böbreklerime yarasın, harika bir müzik okulu keşfetmiş oluyoruz. 
 Eski şehrin ihtişamlı binalarında koşturan çocuklar ne şanslı diye düşünüyorum. 




Okulun sokağından aşağıda kale kapısına doğru ilerlerken müziğin ritmi ile salınıyoruz. Geldiğimiz yoldan geri döneceğiz. Buluşma noktasına yaklaştıkça geri geri giden ayaklarıma söz geçirmeye çabalıyorum. Yürüme hızım nerede ise durma noktasına geliyor. Keşke biraz daha vaktimiz olsa.





Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Mostar'ın Köprüsü, Ekolojik Köyün Yağmuru, Srebrenitsa'nın Hüznü ve Saraybosna'nın Köftesi...


03 Nisan 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Lokrum Üzerinden Dubrovnik - I

Balkan gezisi öncesi onca okunan blog ve gezi yazısı üzerine ofiste sohbet başlıyor. Hırvatistan ilginç bir kara. 100 kadar adası var mesela, bunlardan 48 tanesinde yerleşim var. Rotamız bizi bağladığından adalardan herhangi birine uğramak gibi bir niyetimiz yok. Sadece Dubrovnik'i ziyaret edeceğiz ve yolumuza devam edeceğiz. Ofis arkadaşlarımdan biri "Lokrum adasına mutlaka uğrayın, siz Game of Thrones seyretmiyorsunuz ama yine de oralara gitmişken uğrayın" diyor. Ada yolumuzun üstü, neden olmasın diyor ama yine de kulağımın üstüne yatıyorum. Annemlerle rota üzerine konuşurken "Botanik Adası varmış, Lokrum diye, gitsek mi acaba" teklifine bu sefer kayıtsız kalamıyorum. 

Herzeg Novi'den çıktığımızda aklımda Dubrovnik'e gidip oradan tekne ile adaya geçmek var. Yine de internette geziniyorum. Cavtat ya da Mlini üzerinden tekne ile Lokrum ve oradan yine tekne ile Dubrovnik eski kent yolu hepimizi heyecanlandırıyor. Arabayı Mlini de bırakmaya karar veriyoruz. 

Tur saatleri iyi denk geliyor. Sadece bize ait bir tekne ile salına salına adaya doğru yol alıyoruz. Keyfimiz de hava da bir harika!


Ada bizi sabahın erkeninde karşılıyor karşılamasına ama ziyaret 10'da başlıyor. Güneşe nazır oturup yaklaşık bir saat adanın ziyarete açılmasını bekliyoruz. Erkenci olmak ilk defa işe yaramadı. Olsun deyip, geçtiğimiz yolların üzerinden bir kez daha geçiyoruz. Taze anının lezzeti dalından koparılmış vişne gibi. Doyumsuz!



Şu gördüğünüz ağaçta bir tavus kuşu var. Ben görevliye bu ses nereden geliyor dediğimde ağacı gösterdi, uzun süre bakınca dallarına konmuş bir tavus kuşu gördüm. Şaşkınlıkla bizimkilere seslendim, çünkü hayatımda ilk defa bir tavuskuşunun belli bir yüksekliğe kadar uçabildiğini öğrendim.





Ada tam bir doğal yaşam alanı. Yabani tavşanlar ve tavus kuşları yaşıyor, içinde botanik parkı da bulunan ada ilginç bir kaya oluşumuna sahip. Adanın ortasından kıyısına doğru ilerleyince başka bir dünyaya adım atıyorsunuz. 





Hepimiz bir köşesine savrulmuş kaybolmayı umut ederken, saklı gölde buluşuyoruz istemsizce. Ne garip bir buluşma bizimkisi, hepimiz bir ucunu tutmuşuz gölün, dalmışız hayallere... Uzaktan el sallayıp buluşma noktası belirliyoruz az ötede, işaretlerle. Bu nokta aynı zamanda adadan dönüşünde başlangıcı olacak bizim için. Adayı geride bırakırken, meşhur dizinin meşhur demir tahtında fotoğraf da çektirip, gidiş teknesi için sıraya giriyoruz. 

Tekne bizi Dubrovnik eski kente doğru götürürken, eski kentin görkemiyle karşı karşıya kalıyoruz, deniz yoluyla kente gitmenin muhteşemliği kelimelerle anlatılabilecek gibi değil. Görkemi karşısında tutulmuş dilim ve parmaklarım. Gözlerin kilitlenmişcesine bakıyorum kaleye... Nice zaman sonra basmaya başlıyorum deklanşöre, 1,2,3... Kentte günü batırana kadar onlarca kez daha basacağımı bilmeden ardı arkasına gördüğüm her şeyi sığdırmaya çalışıyorum küçük kara kutunun hafızasına. 




Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Lokrum Üzerinden Dubrovnik - II