03 Nisan 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Lokrum Üzerinden Dubrovnik - I

Balkan gezisi öncesi onca okunan blog ve gezi yazısı üzerine ofiste sohbet başlıyor. Hırvatistan ilginç bir kara. 100 kadar adası var mesela, bunlardan 48 tanesinde yerleşim var. Rotamız bizi bağladığından adalardan herhangi birine uğramak gibi bir niyetimiz yok. Sadece Dubrovnik'i ziyaret edeceğiz ve yolumuza devam edeceğiz. Ofis arkadaşlarımdan biri "Lokrum adasına mutlaka uğrayın, siz Game of Thrones seyretmiyorsunuz ama yine de oralara gitmişken uğrayın" diyor. Ada yolumuzun üstü, neden olmasın diyor ama yine de kulağımın üstüne yatıyorum. Annemlerle rota üzerine konuşurken "Botanik Adası varmış, Lokrum diye, gitsek mi acaba" teklifine bu sefer kayıtsız kalamıyorum. 

Herzeg Novi'den çıktığımızda aklımda Dubrovnik'e gidip oradan tekne ile adaya geçmek var. Yine de internette geziniyorum. Cavtat ya da Mlini üzerinden tekne ile Lokrum ve oradan yine tekne ile Dubrovnik eski kent yolu hepimizi heyecanlandırıyor. Arabayı Mlini de bırakmaya karar veriyoruz. 

Tur saatleri iyi denk geliyor. Sadece bize ait bir tekne ile salına salına adaya doğru yol alıyoruz. Keyfimiz de hava da bir harika!


Ada bizi sabahın erkeninde karşılıyor karşılamasına ama ziyaret 10'da başlıyor. Güneşe nazır oturup yaklaşık bir saat adanın ziyarete açılmasını bekliyoruz. Erkenci olmak ilk defa işe yaramadı. Olsun deyip, geçtiğimiz yolların üzerinden bir kez daha geçiyoruz. Taze anının lezzeti dalından koparılmış vişne gibi. Doyumsuz!



Şu gördüğünüz ağaçta bir tavus kuşu var. Ben görevliye bu ses nereden geliyor dediğimde ağacı gösterdi, uzun süre bakınca dallarına konmuş bir tavus kuşu gördüm. Şaşkınlıkla bizimkilere seslendim, çünkü hayatımda ilk defa bir tavuskuşunun belli bir yüksekliğe kadar uçabildiğini öğrendim.





Ada tam bir doğal yaşam alanı. Yabani tavşanlar ve tavus kuşları yaşıyor, içinde botanik parkı da bulunan ada ilginç bir kaya oluşumuna sahip. Adanın ortasından kıyısına doğru ilerleyince başka bir dünyaya adım atıyorsunuz. 





Hepimiz bir köşesine savrulmuş kaybolmayı umut ederken, saklı gölde buluşuyoruz istemsizce. Ne garip bir buluşma bizimkisi, hepimiz bir ucunu tutmuşuz gölün, dalmışız hayallere... Uzaktan el sallayıp buluşma noktası belirliyoruz az ötede, işaretlerle. Bu nokta aynı zamanda adadan dönüşünde başlangıcı olacak bizim için. Adayı geride bırakırken, meşhur dizinin meşhur demir tahtında fotoğraf da çektirip, gidiş teknesi için sıraya giriyoruz. 

Tekne bizi Dubrovnik eski kente doğru götürürken, eski kentin görkemiyle karşı karşıya kalıyoruz, deniz yoluyla kente gitmenin muhteşemliği kelimelerle anlatılabilecek gibi değil. Görkemi karşısında tutulmuş dilim ve parmaklarım. Gözlerin kilitlenmişcesine bakıyorum kaleye... Nice zaman sonra basmaya başlıyorum deklanşöre, 1,2,3... Kentte günü batırana kadar onlarca kez daha basacağımı bilmeden ardı arkasına gördüğüm her şeyi sığdırmaya çalışıyorum küçük kara kutunun hafızasına. 




Bir sonraki yazı: 3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Lokrum Üzerinden Dubrovnik - II



02 Mart 2017

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Karadağ... Beni unutun burda!


Hedefimiz İşkodra... 

Sabahın erkeni. Puslu Ohrid'i geride bırakıp düşüyoruz yollara. Yolda olmak keyfi yakışıyor bizim aileye. Yüzümüzde bir tebessüm, kişisel gezgin tarihimizin keşfedilmemiş duraklarından ilki; iki yakası farklı hikayeler anlatan İşkodra. Ama öncelikle Arnavutluk geçilecek. Binbir türlü zorluk okuduk ve dinledik yollarıyla ilgili. Harita üzerinde hepi topu 4 saat olan yol için 8 saat sürdü diyenlerde oldu, geceyi orada geçirmek zorunda kaldık, yola devam edemedik diyenler de. Korkan gözümüz ile sabahın erkeni yola çıkmayı hedefledik. 


Arnavurluk sınırını geçer geçmez, kaderine terk edilmiş tren yollarının yanından geçiyoruz. Fabrikalardan ve evlerden ve yollardan... Başkent Tiran'a doğru gidiyoruz. Mola yerinde tünelden bahsediyorlar. Yol kısalmış böylece. İçimizde bir rahatlama. Planladığımız saatten önce Karadağ sınırından geçmiş olacağız. 

Tiran tam bir hayal kırıklığı. Değişime ayak uydurmaya çalışıyor. Boyutları anlatılamaz bir fakirlik, ve yıpranmışlığın üzerine makyaj yapıyorlar. Yeniden inşa değil bu. Bildiğin sigara kokan bir paltoya parfüm sıkmak. Koku nasıl rahatsız ederse insanı, görüntü de batıyor gözlerine insanın bir arpacık gibi. 

Karmaşık ve dar yollardan, araba yığını caddelerden, insan sellerinin içinden geçip gidiyoruz Tiran'dan. Bir tünel... arkada bırakacakmış gibi gördüklerimizi. Geçiyoruz içinden. Uzun ve karanlık... Işığı görmek mümkün mü sonunda!


Tünel işimizi kolaylaştırdı. Planladığımızdan erken İşkodra'da olacağız. İşkodra'da bir türlü gölün yakınına gidemiyoruz. Defalarca kayboluyoruz ara sokaklarda. Dikkatimizi çekiyor, kadın erkek, çoluk çocuk herkes bisikletli İşkodra'da. Yanlışlıkla pazarın ortasında buluyoruz kendimizi gölün kenarını ararken. 


Sözümüz söz gideceğiz gölün kenarına, Gölün kenarında bir fotoğraf çektireceğiz, Oysa balık yeriz diye planlıyorduk ama saatler şaşınca yemek sonrasına denk geldi gölde mola. Gölün diğer tarafına bizi ulaştıran köprü aracı oluyor kıyısına varmamıza, zengin restoran ve kafelere ulaşmak için önce çingen mahellesinden geçiyoruz. Yıkık, dökük, toplama bir mahalle burası. 




Gölün kenarındayız sonunda! Bir anı fotoğrafı, bir kahve arası ve Karadağ sınırından geçip Ulcinj'e varıyoruz. Liman kenti Ülgün'ün "eski kenti" sahilde. Tepeden aşağıya kıyıya doğru iniyoruz. Sahilde arabayı bırakıp, enine boyuna bir yürüyüş yapıp yola devam edeceğiz. 


Denize girenler, çalanlar, söyleyenler, birasını yudumlayanlar derken... Oturacak bir yer bulamayıp, biraz da kararsızlıktan belki de beğenmeyip, yola devam ediyoruz. Kalacak yer ayarlamadık. Biraz da ondan telaşımız. Yol üstünde Sveti Stefan var. Hava yavaştan kararıyor. Budva'yı sabah gezeceğiz. Kalacak yer bulmak mesele oluyor. Orası mı burası mı derken, Sveti Stefan'ı tepeden gören bir otelde duraklıyoruz. Henüz sezon açılmamış bu nedenle bir çok yer hazırlık yapıyor. Sveti Stefan'dan ayrılıyor Budya'ya doğru hareket ediyoruz. Budva'da bir market alışverişi yapıyor ve Sveti Stefan'a doğru geri dönüyoruz. Yolda bulduğumuz suit odalı mutfaklı odalarımıza yerleşiyoruz. Hummalı bir makarna ve salata gecesine güzeller güzeli bir kırmızı eşlik edecek. 



Rahat bir uyku her şeyi yoluna koyuyor, kahvaltı sonrası Budva, Tivat ve Kotor... Karadan devam etmeye karar veriyoruz. Geceyi Herceg Novi'de geçireceğiz, böylece sabahın erkeni Hırvatistan'a merhaba demek mümkün olacak. 


Budva'da da "eski kenti" geziyoruz. Balkanlar ziyaretinde neredeyse gittiğiniz her şehirde bir  Stari Grad - eski kent var. Bizim tercihimiz buraları yaya gezip, yenileri araba ile turlamak. 


Budva kalesinde bir kütüphane var. Yugoslavya dönemi kaynaklarının bulunduğu kütüphane hepimizi etkiliyor. Yugoslavya'nın 1980'lerin sonlarından 2000'li yıllara kadar yaklaşık 20 yıl süren kanlı bir süreç sonunda yedi ayrı egemen ülkeye bölünmesi ile ilgili konuşuyoruz. Bu sehayat sırasında sadece Kosova'yı görmemiş olacağız.



Deniz bizi çağırıyor.  Budva'dan ayrıldıktan sonra yol boyu flörtöz tavrı ile bizi cezbeden turkuaza ve güneşe kayıtsız kalamıyoruz. Adriyatik kıyılarında olup da bu havayı da denk getirince, bir molayı hak ediyoruz. Annem hariç hepimiz sıcak kumlardan serin sulara atlıyor, yorulunca bira patates ile aşk yaşıyoruz. 


Tivat inanılmaz bir yer... 9500 kişi yaşıyor Tivat'ta. 9501. olmak istiyorum. Beni unutun burada! Gezi programlarında neden yer almadığını anlıyoruz. Bir arabanın ancak geçebildiği daracık sokağın bir yanı evler diğer yanı Kotor körfezine kadar uzanan doğa harikası... Evlerin arasında bazen bir arabanın sığacağı kadar boşluk. O boşluk karşıdan araba geldiğinde yol verebilmek için bir liman.

Yüzsen karşı kıyıdasın hissi veren mavilik, insanı alıp bir masalın içine bırakıyor. Sonrası sana kalmış... İster gemi ol, ister balık... Biz karada kalıp, hayal kurmaya devam etmek istiyoruz. Bu gezi boyunca yediğimiz en şık yemeklerden birini burada yiyoruz. 

 

Kotor'a vardığımızda bizi bekleyen 'eski kenti' görünce, karınca büyüklüğünde görünen insanlara, devlerin masallarından çıkan gemilere ve kalabalığa inanamıyoruz. İyi bir yemek yediğimize mutluyuz. Büyük bir kısmını burada yakacağız belli ki... Annemi meydanda bırakıp, tırmanmaya başlıyoruz. 


 




Kalenin ilk durağına çıkıyoruz. Manzara inanılmaz. Engebeli ve dik olması, sahip olduğu koyu ve coğrafi açıdan fiyorta benzeyen yapısıyla güzel bir Akdeniz manzarası sunan bu tepede, soluklanmak için oturuyoruz. Bir sonraki nokta için yaklaşık iki saatlik yokuş yukarı yürüyüşten bahsediliyor ama biz zaten yaklaşık iki saattir tırmanıyoruz. Az sonra yanımıza gelen ailenin iki çocuğu var, biri 5 yaşında diğeri daha kucakta... Biz devam ediyoruz diyorlar. Kolay gelsin deyip, onları yukarıya doğru yolcu ediyoruz.Bu aile ile bir kaç gün sonra bir kez daha karşılaşacağız, henüz bilmiyoruz tabi. Annem bizi aşağıda bekliyor ve yola devam edeceğiz. Buradaki manzarayı yüreğimize işliyor ve yokuş aşağı yuvarlanarak iniyoruz. 





Herzec Novi'de kalacağımız yer belli değil. Gidince karar vereceğiz. Yol boyu yeşil ve mavi var. Yol boyu huzur ve tebessüm. Elimde telefon kalacak yer ile ilgili adresi kesinleştirmeye çalışıyorum. Herzec Novi uzaktan bizi göz kırpıyor. Dik bir yamaca kurulmuş bir şehir daha diyorum içimden.

Her yer yokuş... Her yer.. Yeşil... Aşağısı alabildiğine mavi.

Herceg Novi beni sarsıyor. Kendi dünyamın güvenlik sınırlarını, korkularını ve duvarlarını yıktığım bir yere dönüşüyor daha ilk karşılaşmamızda. Arabayı bir yere park ediyoruz. Kalacağımız evin emen önü aslında ama ev bildiğin 40 merdivenlerin üzerinde. Annem çıkamaz ki burayı... Siz bekleyin diyorum, ben bir çıkıp sorayım belki bir başka giriş vardır. Onlar aşağıda ben yukarıda. Bir sıra dikine park etmiş arabaların önünde bizim araba yatay olarak iki arabanın çıkmasını engelleyecek şekilde duruyor. Ev sahibi ile konuşurken gözüm birden bizimkilere takılıyor. Başlarında bir adam.. nasıl telaşlanıyorum. Yanlış bir yere park ettik ve sıkıntı yaşayacağız duygusu ile kadınla konuşmamı yarım kesip koşar adım merdivenlerden iniyorum. Adam bir Türk... Burada yaşıyor. Türk plakasını görünce yardım amaçlı durmuş. Ben neden endişelendiğimi anlatınca; burada olmaz öyle şeyler dedi. Hatta siz arabanızı burada üzerinde anahtarı ile bırakın, arabasını çıkaracak kişi gelir, sizin arabanızı çeker, kendi arabasını çıkarır. Sizin arabanızı kendi çıktığı yere park eder ve gider. Nasıl yani... Nasıl yani... Nasıl yani...

Şaşkınlığım açık ara fark ediliyor. Bu soruyu sürekli ardı ardına soruyorum 3-5 kere. Adama teşekkür ediyor, yeni öğrendiğim yoldan kalacağımız eve gidiyoruz. Bahçe içindeki kapalı alana arabamızı bırakıyor, eşyaları indiriyor ve eve giriyoruz. 3 katlı evin iki katı Airbnb'den kiralanıyor. Biz teraslı kattayız. Eve ayakkabı ile girmek yasak. Bize evi gezdiren ev sahibi, gülümseyen yüzüyle çıkarken, arkasından koşup; anahtar diyorum. Anahtara ihtiyacınız yok diyor. Nasıl yani diyorum; tahmin edeceğiniz gibi bir nasıl yani daha çıkıyor ağzımdan... Anahtara gerek yok. Kapıyı kapatın çıkın gidin, araba da almayın yürüyerek gidin, dönüşte taksiye binin diyor. Ev kapısı bildiğin oda kapısı gibi. Çekip çıkıyoruz.




Eski kent ve sahil yine her zamanki gibi anlatılmaz yaşanır tadında. Akşam yemeği için yerel bir restoran seçtik. Ağaçlar altında masal tadında bir yer... Yorgunluğumuzu atıp nefis lezzetli yemekler yedikten sonra taksi çağırıyoruz.

Evin önüne geldiğimizde, garaj kapısında zincirli kocaman bir kilit görünce, başlıyorum bağrınmaya; bir de bana anahtara ihtiyaç yok diyorlar, nasıl gireceğiz şimdi içeri... Aşağı kapının açık olduğunu, gece olduğu için bahçe kapısının kilitlendiğine hükmedip onca yolu gidecekken, birini görüyorum bahçede. Kapı kapalı, açabilir misiniz diyorum; adamcağız gelip, yana doğru kapıyı kaydırmaya başlıyor. Nasıl da utanıyorum, nasıl da yıkılıyor güvensizlik duvarlarım birer birer. Büyük şehirlerin 3 kilitli evlerinde yaşamaktan, kapalı otoparklara bıraktığımız arabalara ve dahi otoparkın kendisine alarm taktırarak güvenlik duvarlarımıza yenilerini eklemekten, unutmuşum çocukluğumun kapı bile kitlemeden, ezan vaktine kadar sokaklarda oyunla oynadığımız mahallesini.

Herzec Novi bana bunları anlattı o gece. Çocukluğumun mahallesindeki çocuk kahkahaları ninni oldu kulağıma... Sabah güneşi yüzüme vurduğunda beni bekleyen manzaradan habersiz, uyandım...


Bir sonraki yazı:  Lokrum üzerinden Dubrovnik... 



20 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...


Bitola - Manastır


Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!

Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.


***


Makedonya - Ohrid


Yağmur yağıyordu ve hava kararmıştı... Masal kitaplarından çıkmış gibiydi göl yanı başına vardığımızda. Arabayı bıraktık gecenin içinde yağmurun altında,  heykel önü gibi bir yerde bi başına. Ohrid'e vardığımızda üzerimizde günden kalan yaz kıyafetleri vardı.. Hemen yağmurluklar çıktı arabanın bagajından ve şemsiyeler ve ayakkabılar ve çoraplar... Çıkarıldı sandaletler, giyildi tişörtlerin üzerine ince polarlar ve hırkalar. Hazırdık Ohrid'in gecesine, yağmuruna... Koşar adım yürümeye başladık o anlatıla anlatıla bitirilemeyen yemeklerine kavuşmak adına. 

Gölün kenarında gece karanlığı tam da çökmemişken çektik bir kaç kare fotoğraf en ıslak gezginlerdik o sıra. Gezi tekneleri son yolcularını bıkakırken limana bir "ah" geçti üzerimizden karşıki dağlara çarparcasına. Görmemişin damadı, gelini gibiydik bir parça; Ohrid bize kucak açtığında. 

Hızlıca daha önceden işaretlenen restorana yöneldik. Bizden önce gelen grup rezervasyon yaptırmıştı tüm masaları, bir parça duraksadık kapıda. Ben biraz buruldum ama öyle güzeldi ki, ıslak taşları parıl parıl parlayan eski kent ve  sokaklarındaki dükkan ışıklarının renkleri, kapılı verdim yansımalarına. 

Babam en önden gidiyordu, benim adam onun ardından, annemle ben en en en arkadan. Babam buldu bir yer eski kente nazır. "Burası" dedi. Oturduk. Önce  ev yapımı kırmızı şarap geldi bir litrelik karafla. 


Göl balığı söyledik denemekten yılmayanlara, içi üşüyenlere birer çorba ve sonradan gurme bana da yerel bir lezzet denemek kaldı ki... Oh mis... Bir Cem Yılmaz parodisi gibi, "in to the middle" repliği ile geldi istediğimiz şeyler masanın ortasına. Kız gülümsüyordu her seferinde, hep aynı soruyla; bu da mı ortaya. Evet, salata da ortaya! 

Buraya kadar sorunsuz geldik maşallah kadehi kaldırdık ilk önce ekibin şerefine, sonrası  afiyetli bir sohbetle damak zevkini geliştirmeye kaldı. Tesadüfi bir keyifti bizimkisi... Tesadüfi ve tek kelime ile muhteşem!





Ah o damaktan tadı lezzeti uzun süre gitmeyen çömlek kebabı... Nasıl bir şeysin sen. Nasıl özelsin. Nasıl kazındın damak zevkimin en gelişmiş noktasına. Nasıl da tavsiye edeceğim seni Ohrid'e yolu düşen her dostuma. Adın gibiydi lezzetin, "damar"dı kısaca. 



Damağımız şenlenip, yorgunluğumuzu üzerimizden atınca, kalktık eski kentin sokaklarında dolaşmaya. Kalacağımız yer Ohrid'in merkezinden 6 km dışında, bir yandan düşünüyoruz ne yapsak dönsek mi diye, bir yandan yürümek istiyoruz eski kentin sokaklarında. Yol yorgunluğu attığımız her adımda kendini hatırlatınca, bir sonraki sefere kalsın göremediklerimiz deyip, çıktık yeniden yola. 

Çık çık bitmeyen karanlık bir yol ve yükseliyoruz gölün semalarına. Öyle karanlık ki, basıyor gene beni "acaba yanlış mı rota"... Sonradan görüverdim, "Velestovo House" yazan duvarı uzakta ve kapıda bekleyen iki güleç yüzü karşımda. İçimden yükselen bir "oh" sesi ve harika bir yerde konaklama yapacağımız düşüncesi ile indik hep birlikte arabadan, yerleştik en şahane manzaralı odalara. Temiz mi temiz, zevkli mi zevkli bir ev havasında, tavsiye edilesi, keyif için en az iki gece kalınası mekana. 

Sabah içtima saat 6:00'da. Kalkınca gördüğümüz manzara... Ah keşke bir gece daha kalsaydık dedirtti burada. Oysa yol uzun, yol karmaşık, yol çetrefilli... Arnavutluk transit geçilecek bu defa, yol ile ilgili söylenenler çok çok fena. 

Göreceğiz, her söylenen doğru mu oluyor sonunda!




Bir sonraki yazı: Karadağ... Beni unutun burada!









17 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Selanik - Karmaşık Duygular


20 Mayıs 2016 / Cuma


Panagia 

İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.

Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.

***
Sabah erkenden kaldığımız Hotel Europa'dan ayrılıyoruz. Eski şehir Panagia'nın dar sokaklarında kayboluyor ve en sonunda "haydi" çanını çalıyoruz. Yolcu yolunda gerek. Bugün farklı bir şehir ziyaret edeceğiz, ardından bir ülke geçişi var ve asıl hedef olan Ohrid'den önce uğranacak bir başka şehir. Yolculuk yaklaşık 7 saat sürecek: rota sorunsuz, su gibi akıp geçmemiz lazım ama yol bu. Bizi nelerin beklediğini henüz bilmiyoruz. Bugün yağışlı bir gün. Gezi boyunca 2 ya da 3 kez yağmura yakalanacağız gibi. En azından notlarımız bize bunu söylüyor. 

Kavala'yı geride bırakıp otoban üzerinden Selanik istikametine devam ediyoruz. Arada sahil tarafı gölümüze el sallasa da ve hatta cazibesine kapılıp insek de gene dönüp dolaşıp otobana çıkıyoruz. Sabahın erkeni yola çıkınca yaklaşık 1,5 saat sonra, 11 gibi Selanik'e varıyoruz. 

Selanik

Büyük, kalabalık ve kaotik bir şehir Selanik. Ziyaret etmeyi planladığımız tek yer var. Sonrasında araba ile sahilde bir tur atıp, Makedonya sınırına doğru yol alacağız. Akşam Ohrid'de güzel bir yemek yemek bizim havucumuz. Navigasyonda "Atatürk Evi Müzesi" işaretlemesinden sonra elimizle koymuş gibi buluyoruz, buluyoruz bulmasına da öylesine kalabalık ki, tur otobüsleri nedeniyle arabayı bırakacak bir yer bulamıyoruz. Bir kaç sokak öteye geri dönüyor, arabayı park edip, Selanik sokaklarında dolaşıyoruz. Kendimizi yaşadığımız büyük şehirlerin kaosunda bulsak da, yürümek iyi geliyor. 

Atatürk'ün doğduğu ev bugün müze olarak ziyaretçilere açık. İnternet sağolsun, hepimiz birer yerel rehber oluveriyoruz bir tuş ile. Yol öncesi edinilen notlar aktarılıyor her zamanki gibi: 

"Atatürk Evi Müzesi, yaygın görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 1881 yılında dünyaya geldiği yer olan ve bugün müze olarak kullanılan Selanik'teki evidir. Selanik Belediyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle 1933’te evi satın alıp Mustafa Kemal Paşa’ya hediye etmeye karar vermiş; satın alma işlemleri tamamlanıp hediye edilmesi 1937’de gerçekleşebilen ev 1953’te müze olarak açılmıştır" vikipedi

Biz biraz geç gidince bir bakıyoruz ki, babam evin merdivenlerinde elinde de Türk Bayrağı var. Hemen eşim de gidiyor yanına, bizden önce gelen kafile akıl etmiş bayrağı, bize de fotoğraf için vermişler. Biz de bir başkasına devredip, içeri giriyoruz. Tüylerim o kapıdan içeri girer girmez kabarıyor. Garip bir duygu seli gelip gözkapaklarıma dayanıyor. Çevremde kim varsa, herkes benzer duygular taşıyor. Gezip çıkmak üzere olanlarda hep bir iki damla gözyaşı.




Bir odaya kafamı uzatıyorum. Annesi içeride oturuyor, gidip ellerinden öpesim var. Öyle garip bir duygu. Anı fotoğrafları için çalışan parmaklar ve fotoğraf makinelerinden çıkan  mekanik sesler dışında neredeyse çıt çıkmıyor, huşu denen şey bu olsa gerek.






Bir başka odada babam Atatürk ile sohbet eder gibi; onu o halde görünce duraksıyorum. Belli ki söyleyecek çok sözü var, uzun süre ayrılamıyor o noktadan. Müze güzel harmanlanmış, yazılar, fotoğraflar, mumyalar... Okuyoruz, yürüyoruz, acılı bir hüzün kaplamış her birimizi. Evin inanılmaz bir enerjisi var. Bunu attığınız her adımda hissediyorsunuz. 



Çıkışta bir kahve molasını hak ettik. Duyguları sindirip, yola devam etmek lazım, trafik giderek kitleniyor. Ana arterlerden birinden sahile inip gitmeyi planlıyoruz. Oturduğumuz cafenin wifi şifresi ile bir kez daha bakıyorum yola. İlerden üçüncü sağ sokaktan aşağıya ineceğiz. Sonrası bizi şehrin çıkışına kadar götürecek. 

Trafik içinden çıkılmaz bir halde. Neredeyse hiç ama hiç kımıldamıyoruz. 1 saatten fazla bir süre şehrin içinde dura kalka gittikten sonra, saat 13.30'da Selanik'i geride bırakmayı başarıyoruz. 

Rotamızı planlarken Edassa üerinden gitmeye karar veriyoruz. Yaklaşık 3 saat sonra Bitola - Manastır'da olmayı hedefliyoruz. Edessa'yı geçer geçmez dere kenarında bir tesiste mola veriyoruz. Kahveler, çaylar içilip, nefesler tazelenince yağan yağmurla birlikte yola devam ediyoruz.




Yaklaşık bir on dakika sonra attığım çığlıkla arabayı kenara çekiyoruz. Yanlış yöne gidiyoruz, elektronik tüm aletler aynı şeyi gösteriyor. Bir kez daha bakıp tamam o zaman diyoruz, teknolojik akıllı aletlerin çizdiği rotaya göre bir 6 km. geriye gitmemiz ve orada yol ayrımından sola devam etmemiz gerekiyor. İç sesimiz bunun böyle olmadığı konusunda diretse de, yolda bir karar vermek gerek ve biz teknolojiye güvenmeyi seçiyoruz. 

Geriye dönüyoruz ama hislerimiz sürekli aynı şeyi söylüyor, sanki bir önceki yol daha "ana yol"du. Bir süre sonra hislerimizin bizi yanıltmadığını anlıyoruz. Dağa doğru tırmandıkça, yol daralıyor ama manzara muhteşem bir hal alıyor, "google map"ten kontrol edince, göllerin üzerinden geçtiğimizi anlıyoruz. Oysa göllerin alt kısmında kalan yol bir vadiyi takip ediyor. Bir süre sonra manzaranın keyfini çıkarıyoruz, hava gri ve yağmurlu. Yaklaşık bir saat sonra o yolla bu yol birleşecek, yeşile kendimizi bırakıp, tek tük geçen araçlara seviniyor ve sonunda Siteria'ya varmadan asıl gelmemiz gereken yolla birleşen yol üzerinden Nikki'ye doğru devam ediyoruz, sınıra az kaldı neredeyse 1 saat sonra yeni bir ülke yeni bir şehir. 

Bitola - Manastır

Makedonya'nın ikinci büyük şehri. Bizim açımızdan önemi ise; Atatürk'ün Manastır Askerî İdadisi’nde okumuş olması. Arabayı merkezde bir otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Meydana vardığımızda, bir kilise, iki cami ve heykelden oluşan silueti ile şehir bizi kucaklıyor. Bir kaç kare fotoğraf çekip, müzeye doğru gidecekken, yağmur inceden inceden bulutlardan selam ediyor. Müzeye doğru hızlanan adımlara eşlik eden yağmur damlaları ile artık ıslanmaya başlıyoruz.




Islanırken gülen, hatta kahkaha atan kaç aile vardır bilinmez ama bir halimize çok gülüyoruz. Arabada 3 yağmurluk, 3 şemsiye olmasına rağmen biz günlük güneşlik bir havada yürüyüşe çıkmış gibiyiz. Islanmaktan öte köy yok deyip, müzeye varıyoruz. Bugün ikinci kez benzer duygu yoğunluğunu yaşıyoruz. Annem ve babam anı defterine yazacaklarını kararlaştırırken bir fotoğrafa dalıp gidiyorum. Kadınların zarifliğine ve şıklığına, adamların beyefendiliğine hayran hayran bakıyorum. 

Balkanları gezerken yaşanacak bir sıkıntı ile burun buruna kaldığım otoparkta çat pat Türkçe konuşan bir çingene, babamlardan bir euroyu koparırken benim o yağmurda çarşıya geri dönüp para bozdurmam gerek. Oysa park ettiğimiz yerden sağa değil de sola dönsek ne duvar ne bariyer var ama biz gene de kapıdan çıkalım istiyoruz. Kapı görevlisi euro ile yapacağım ödemeyi kabul etmiyor, hatta Nuh bile demiyor. Tartışmak anlamsız ve yağmur şiddetini her saniye daha da fazlalaştırıyor. Hepi topu bir euro olan otopark ücretini ödeyebilmek için çarşıya gidip döviz bürosu buluyorum. En küçük kağıt param olan 5 euroyu uzatıyor ve 307 mekadon denarı ile otoparka dönüyorum. Otopark görevlisi mutlu mesut 65 denarı aldıktan sonra "iyi yolculuklar" diliyor.

Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!

Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.



Bir sonraki yazı: Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...




























09 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Yunanistan

19 Mayıs 2016 Perşembe / Sabah 06:30

İlk durağımız olarak belirlediğimiz Yunanistan'a doğru yola çıkacağız. Aylar öncesinden başlayan hazırlıklar son kez kontrol edildi bir gece önceden. Balkanlarda kendi arabamız ile yapacağımız yolculuk boyunca bazen 4, bazen 7, bazen 5 kişi olacağız. Bu "bazen"lerin hepsinde farklı bir mutluluk ve heyecan yaşayacağımız kesin. 

Yolculuk öncesi onca okuduğum blog, yorum, rota önerisi harmanından yarattığım "yalın" tur programı beni strese sokmuyor değil. Bu bir deneme, hayale açılan bir kapı... Dile kolay, yaklaşık 4000 km ve 13 gün bir araba tepesinde neredeyse her sabah farklı bir ülkeye uyanacağımız bir "tatil" planladık: Annem, babam, ben ve sevdiğim adam... Herkes "yol" heyecanının farklı bir ucunu tutmuş, hepimiz "yolcu" olmanın keyfini çıkarıyoruz,  her birimiz "yolculuk"la ilgili farklı haller içindeyiz: ruhumuz yüzümüzde, hareketlerimizde. Dilek tek: her şey yolunda gitsin. 

Bir gece önce yapılan son rota incelemesinde kararımız ağırlıklı olarak Lapseki üzerinden karşıya geçip, İpsala kapısına yönelmek. Normalde İpsala geçişi 15 dakika falan sürüyor, 19 Mayıs nedeniyle hadi sürsün bir saat diye kendi aramızda konuşurken, Çardak iskelesine yöneltti usta şoför aracı, karar ne de doğru, son bir araçlık yer kalmış, önümüzdeki tır sığamayacağına göre geçiş önceliği bize veriliyor. Çocuklar gibi şeniz. Niyeyse...  

Feribotta çay içerken, babam anlatıyor: "Buralar hep dutluktu" Yok yok, şaka, ne anlatıyor bilmiyorum ama heyecanı görülmeye değer. Annemle feribot demi çaylarımızı yudumlarken, "hayatımıza anlam katan" adamları çekiştiriyoruz. Kadın milleti işte!



Karşı kıyıya vardığımızda anlıyoruz ki, araba ile seyahat eden epeyce bir "türk" var. Güneyli, Kavakköy, Keşan derken, İpsala kapısına da yaklaşmışken, tek şerit 8 km'lik bir "kuyruk" ile burun buruna geliyoruz. Geçiş sanki "bir saatlik bekleme" ile çözülebilecek bir şey değil. Yol üstü dedikoduları öyle hızlı gündem değiştiriyor ki, başımız 1 saatin sonunda ağrımaya başlıyor. Köprüyü kapatmışlar, geçiş vermiyor Yunanlı, bir de kriz var diyorlar, açsanıza kapıları sonuna kadar, biz geliyoruz para akıtacağız cümleleri arabanın camından süzülerek de olsa giriyor. Kitap okuyor, uyuyor, yürüyüş yapıyor, tuvalet arıyor, geçen motosikletli grupları inceliyor, bisiklet ile Yunanistan yapacak bir gençle sohbet ediyor, bir daha yürüyor, bir daha kestiriyor, bir kez daha tuvalete gidiyor, aralarda bolca çerez yiyip kabak çekirdeği çıtlatıyor, çocukların peşine koşan anneler ile, tartışan bir çifte tanıklık ediyor, altına yapan ufaklığı sakinleştirmek için 5 kişilik araban inen 8 kişiye hayretle bakıyor ve sonunda tahminimizin çok ötesinde neredeyse 5 saat sonra; mevcut kabak çekirdeğini de yarıya indirmiş olarak;  "gerekli evrakları" sınırdaki görevlilere kontrol ettirip, ilk ülke, ilk şehir için sabırsızlıkla yola devam ediyoruz. 

Yeşil... 

Bu yolculuğun renginin yeşil olacağının henüz farkında değiliz. Kokusunun herhangi bir parfüm olmayacağı kesin. Bunu duty free'deki parfüm denemesi sonucunda kesin kez anlıyoruz. 

Ihlamur...

Evet! Bu yolculuğun kokusu kesinlikle ıhlamur. Çiçekteler ve her yerdeler. Ama her yerde.

İlk durak: Alexandroupoli - Dedeağaç

Sınırdan geçişten kısa bir süre sonra ki bu algı ile de ilgili olabilir, 5 saat durağan bir süreçten sonra 40 dakikalık bir yol, insanda 5 dakika sonra Dedeağaç'a vardım hissi uyandırabiliyor. 5 ya da 40 fark etmiyor, ilk durağımıza geldik ve denize nazır bir noktada arabayı bırakıp, yürüyoruz. Karnımız aç ama bulduğumuz ilk yerde yiyecek kadar değil.  Annem ve ben sağolalım; arabada bir valiz de yiyecek var, ne olur ne olmaz, yaban ellerde açlıkla sınanmayalım diye. Önemli bir kısmını sınır kapısı geçişinde telef etsek de 3 gün aç kalmayız. Kesin!




Dedeağacı gezip, fener önü hatıra fotoğrafını çekip, biraz ilerideki cafelerde soluklanınca bir de üzerine "gelato" yiyip serinleyince yola çıkmaya hazırız. Bir sonraki durak  Komotini - Gümülcine... Kısa bir araba turu yapıp Gümülcine'den ayrılıyoruz. Xanthi - İskeçe notlarımın arasında olmasına rağmen, biraz da kapıda kaybettiğimiz 5 saat nedeniyle, bir sonraki tura kalmasına karar veriyoruz. 

Καβάλα - Kavala

Akşam güneşi ile Kavala'dayız. Otelimiz merkezden sadece 1 km uzakta. Eşyaları otele bırakır bırakmaz kendimizi dışarı atıyoruz. Sahilde kısa bir yürüyüş ve elbet de balık - uzo yapmak niyetindeyiz. 


Günü çerezle, bekleyişle, kuru kayısı ve meyveyle arada kırık kırak galetalarla geçirmiş bir grup yolcudan daha aç bir tavır beklenemez herhalde; adımlar hızlı, gözler keyifli bir mekan bulmak için kısılmış. 

Otelin tavsiyesi ile gidilen mekan pek sarmayınca grubu, hissi kablel vuku ile mavi örtülü, 10 masalı bir mekan bulup keyfini çıkarıyoruz. İtiraf etmeliyim ki, kalamar daha önce İzmir Güzelyalı'da yediklerimizin yanına bile yaklaşamaz, bilmem uzo'dan bilmem lezzetli deniz balığı ve mezelerden kısa sürede enerjimiz yerine geliyor, ilk günün yorgunluğunu atmak üzere otele yürüyerek dönerken, şehrin adını ile anılan kurabiyelerden alıyoruz, hepimizde bir gülümseme ve dilimizde "iyi ki"li cümleler var. 

Sabah harika bir kahvaltıya gözümüz açıyoruz. Eski kaşar, siyah zeytin, mis gibi çay kokusu... Yüzlerdeki gülümsemeler sabitlenmiş gibi. Gözler hep ışıl ışıl. Günaydınlar, dinlendinmiler havada uçuşuyor. Sabahın erken kuşları korosundan çeşit çeşit "güzelliğe", "iyiliğe","mutluluğa", "şükre" dair cümleler sıralanıyor. 

Şükür

Bu yolculuğun ilk üç kelimesinden biri... Neredeyse,, tüm yolculuk boyunca gün içinde tekrarlanan bir dua gibi aynı zamanda. 

Sakinlik

Benim adamın hayatta durduğu nokta. Tahmin edileceği üzere sıklıkla bana söylenen ilk üçün birinciliğine oynayan "sihirli" kelime. Genetik yatkınlığı "heyecan" ve "telaş" olan bir aileden yeter miktarda ben de nasibimi almışım. Bir de benden 3 tane olunca arabada; sıklıkla davet etmek gerekliliği hissediyor; sesini, gülüşünü, tavrını sevdiğim adam bizleri "sakinliğe" belki de sırf bu nedenle mucizevi bir şekilde "yolunda" gidiyor her şey.  

Yolcu yolunda gerek deyip topluyoruz valizleri; valizlerin bagaja yerleştirilmesi her seferinde bir seremoni ve üstelik bunun daha sonraki günlerde ne kadar karmaşık hale gelebileceğini henüz bilmiyoruz. Şimdilik mesuduz. 



Panagia 

İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.

Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.




Bir sonraki yazı: Selanik - Karmaşık duygular...